Duha Işığı: Karanlıktan Aydınlığa Bir Reçete

Duha Işığı: Karanlıktan Aydınlığa Bir Reçete

> “Andolsun kuşluk vaktine, ve sakinleştiğinde geceye…”
— Duha Suresi, 1-2. Ayetler

  1. Karanlık Bir Sessizlikte Gelen İlahi Teselli

Duha Suresi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) nübüvvetin başlarında yaşadığı kısa bir vahiy kesintisinden sonra nazil olmuştur. Bu süreçte müşrikler alay etmiş, Efendimiz (s.a.v.) hüzne boğulmuştur. İşte tam bu karanlık duygular içinde, Cenâb-ı Hak “duha” yani kuşluk vakti ile başlayan bu sureyi inzal ederek Resûlünü teselli etmiş ve onun şahsında tüm insanlığa mesaj vermiştir.

Bu yönüyle Duha Suresi, yalnızlığa düşen, kalbi kararan, yolu şaşıran ve kendini değersiz hisseden herkese ilahi bir şifa ve moral kaynağıdır.

  1. İlahi Mesaj: Rabbin Ne Seni Unuttu Ne de Terk Etti

> “Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı.”
— Duha, 3

Bu ayet, insanın en zayıf anında duyabileceği en teselli edici sözdür. Hepimiz hayatımızın bir döneminde Rabbin bizi unuttuğunu zannederiz. Dualarımız karşılıksız kalıyor gibi hissederiz. İşte bu ayet, tüm o zannı ve karanlığı yırtan bir güneş ışığı gibidir. Rabbimiz bizi terk etmemiştir, bazen sadece sınamaktadır.

Bu ilahi güven, insanın içine bir iman morali, bir sabır reçetesi ve bir beklenti edebi yerleştirir. Çünkü ilahi plan daima daha hayırlıdır.

  1. Gelecek, Geçmişten Daha İyi Olacaktır

> “Elbette senin için ahiret (veya gelecek) daha hayırlıdır.”
— Duha, 4

Bu ayet hem ahiret hayatının dünya hayatından daha üstün olduğunu bildirir hem de dünyevi anlamda “bugünün sıkıntılarının, yarının huzuruna gebedir” mesajını verir.

Bir mümin için bu ayet, hayatın geçici sıkıntıları karşısında yılmama, sabırla yürüme, umutla bekleme ve Allah’a tevekkülle dayanma reçetesidir. Her karanlık gecenin bir sabahı vardır. Bu ayet, karamsarlığa karşı bir ruhi kalkandır.

  1. İnsanın Hatırlaması Gereken Geçmişi: O Seni Buldu ve Yetiştirdi

> “Seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni yolunu kaybetmiş bulup hidayet vermedi mi? Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi?”
— Duha, 6-8

Bu ayetler, insanın geçmişini hatırlayarak bugünkü nimetlere şükretmesini ve geleceğe umutla bakmasını telkin eder. Zorluklar gelip geçicidir. Yeter ki kişi geçmişte yaşadığı ilahi yardımları unutmasın. Bu yönüyle Duha Suresi, tefekkür ve tevekkül terbiyesi verir.

  1. İlahi Yardım Görülmeden Bile Yardım Etmek

> “Öyleyse yetimi sakın ezme. El açanı da azarlama.”
— Duha, 9-10

Burada verilen iki emir, sosyal sorumluluğun temelini oluşturur. İnsan, kendi sıkıntılarına gömülüp bencilleşmemeli. Duha Suresi bize şunu der: Sen de zamanında yardıma muhtaçtın. Şimdi başkalarının yardımına koş!

İnsan ancak kendinden daha zor durumda olanlara yardım ettikçe kendi ruhunu da iyileştirir. Bu, manevi terapidir.

  1. Ve Nimeti Anlat: Şükürle Onurlan

> “Ve Rabbinin nimetini anlat.”
— Duha, 11

Allah’ın lütfuna mazhar olan insan, bunu kendine saklamamalı. Minnetsiz bir toplum yerine, nimetleri hatırlayan ve hatırlatan, Allah’ın lütfunu dillendiren bir kul olmak gerekir. Bu şükür, insanın hem Allah katındaki değerini artırır hem de topluma moral olur.

Özet:

Duha Suresi, karanlık ruh hallerine, geçici zorluklara ve yalnızlık duygularına karşı bir ilahi teselli mektubudur. Rabbimizin bizi asla terk etmediğini bildirir. Geçmişteki yardımlarını hatırlatır, gelecekteki güzelliklere umut bağlatır. Hayata anlam, sabra kuvvet, kalbe huzur kazandırır. Ve insanı hem kendine hem de topluma karşı sorumlu bir birey haline getirir. Kısacası Duha Suresi, hayatın fırtınalı anlarında sığınılacak bir manevi liman, karanlıkta kalanlar için bir hakikat ışığıdır.

 




İnsanlığın Yükselen Sesi: Esaretten Hürriyete, Hürriyetten Hakikate

İnsanlığın Yükselen Sesi: Esaretten Hürriyete, Hürriyetten Hakikate

> “Devletler, milletler muharebesi; tabakât-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. Yeni Bir Harbin Eşiğinde: Devletler Değil, Sınıflar Çarpışıyor

Tarih boyunca savaşlar genellikle devletler ve milletler arasında cereyan etti. Toprak paylaşımı, kaynak rekabeti, dinî veya ideolojik üstünlük iddiaları uğruna nice milletler birbirine girdi. Fakat zamanla savaş alanı değişti. Artık silahlar yalnızca ordulara doğrultulmuyor; fikirler, sınıflar, sosyal statüler arasında da amansız bir mücadele var.

Bediüzzaman’ın “tabakât-ı beşer” yani insan sınıfları arasındaki muharebe vurgusu, bugünün dünyasında derin bir hakikati gözler önüne seriyor. Çünkü artık zengin ile fakir, işveren ile işçi, sermayedar ile emekçi, medya elitleriyle halk kitleleri arasında görünmez ama hissedilir bir çatışma söz konusu. Bu çatışma bazen ekonomik krizle, bazen sosyal adaletsizlikle, bazen kültürel yabancılaşmayla kendini dışa vuruyor.

  1. Beşerin Derin İsyanı: Esarete ve Ücrete Karşı

İnsanoğlu yaratılışı gereği hürriyet sever. Ruhundaki ilahî nefes, onu esirliğe ve zillete karşı koymaya mecbur eder. Beşer artık sadece köle olmaya değil, ecîr yani ücretli çalışmaya bile razı değil. Çünkü ücretli çalışmanın bile çoğu zaman bir nevi modern kölelik olduğu, emeğin değersizleştirildiği ve insanın sadece “kazandığı kadar” insan sayıldığı bir dünyada yaşanıyor.

Bugünün gençleri neden sistemden kopuyor? Neden “sessiz istifa” gibi kavramlar yayılıyor? Neden bireyler çalışsa da tatmin olmuyor? Çünkü insanlık derin bir vicdanî sorgulama içerisinde: Ben kimim? Neden yalnızca üretici bir makine gibi görülüyorum? Hayatımın anlamı sadece geçim mi olmalı?

  1. Hürriyetin Peşinde, Hakikatin Eşiğinde

Said Nursî’nin bu ifadeleri yalnızca ekonomik ya da sosyal bir tahlil değil, aynı zamanda derin bir insanlık gözlemidir. İnsanlığın bugünkü sancıları, yalnızca maddî düzenlerin bozukluğu değil, hakikatsizliğin getirdiği bunalımdır. Beşer, artık sadece özgürlük değil, anlam da arıyor. Maddî zincirlerinden sıyrılan insan, manevî zincirlerle boğulmuş durumda. Ne doğuya ne batıya ait hissediyor. Ne bir İlaha yöneliyor, ne de dünyaya razı oluyor.

Modern zamanın krizleri, insanın kendi içindeki esaretiyle yüzleşmesini mecbur kılıyor. Çünkü beşer, yalnızca dış zincirlerden değil, nefsin, şehvetin, hırsın zincirlerinden de kurtulmak istiyor. Gerçek özgürlük, yalnızca zincirleri kırmak değil, doğru istikameti bulmaktır.

  1. Hutbe-i Şamiye’nin Bugüne Işığı

Bediüzzaman’ın bu tesbiti bir asır önce yapılmış olsa da, bugün her zamankinden daha aktüel. Devletler arası savaşlar yerini ekonomik yaptırımlara, medya savaşlarına ve siber saldırılara bırakırken; toplumlar içinde görünmez sınıf çatışmaları, güven bunalımı ve sosyal çözülmeler baş gösteriyor.

Beşer artık tahakküm değil, adalet istiyor. Sömürülmek değil, değer görmek istiyor. “Çalıştırılmak” değil, anlamlı bir varoluş içinde yer almak istiyor. İşte bu taleplerin cevabı yalnızca politik sistemlerde değil, ahlâkî ve manevî dönüşümde yatıyor.

Özet:

Bediüzzaman’ın “Devletler arası savaşlar, artık insan sınıfları arasına kayıyor” tesbiti; günümüz dünyasında yaşanan sosyal, ekonomik ve kültürel çatışmaların temelini gözler önüne seriyor. İnsanlık, yalnızca esarete değil, ücretli mahkûmiyete de başkaldırıyor. Modern insanın huzursuzluğu sadece geçim değil, anlam arayışıdır. Gerçek hürriyet, sadece zincirleri kırmak değil; insanın iç dünyasında hakikatle buluşmasıdır. Bu sebeple bugünün dünyası, ahlâkî bir inkılaba ve adaletli bir sisteme şiddetle muhtaçtır. Hutbe-i Şamiye, bu ihtiyacın asırlık ama sönmeyen bir çağrısıdır.

 




لَهُ الْمُلْكُ: Mülkün Sahibi Kim?”

لَهُ الْمُلْكُ: Mülkün Sahibi Kim?”

“لَهُ الْمُلْكُ

   “Yani ferşten arşa, serâdan süreyyaya, zerrattan seyyarata, ezelden ebede kadar her bir mevcud, semavat ve arz, dünya ve âhiret, her şey onun mülküdür. Mâlikiyet mertebe-i uzması, tevhid-i a’zam suretinde onundur.”
Mektubat

Kur’ân-ı Kerîm’in bir kelimesi bile, bir kâinatı içine alır. İşte bu kelimelerden biri de:

> “لَهُ الْمُلْكُ” — “Mülk O’nundur.”

Bu kısa ama derin mana yüklü cümle, sadece bir mülkiyet bildirmekle kalmaz; aynı zamanda Allah’ın her şeye hâkimiyetini, her şeydeki otoritesini, her şey üzerindeki tasarruf hakkını ve tek malik oluşunu ilan eder. Bediüzzaman Said Nursî bu kelimeyi şöyle açar:

> “Ferşten Arşa, serâdan süreyyaya, zerrattan seyyarata, ezelden ebede kadar her bir mevcud, semavat ve arz, dünya ve ahiret, her şey O’nun mülküdür.”

  1. Mülkün Gerçek Sahibi Kimdir?

İnsan, mülk edinir; ev, araba, arsa sahibi olur. Devletler topraklara sahip çıkar. Şirketler fabrikaları, insanlar akıllarını, mallarını sahiplenir. Ama hepsi geçicidir, hepsi sınırlıdır.
Gerçek mülkiyet, devamlılık ve mutlak tasarruf ister.

Bir şeyin sahibiysen onun üzerinde tam söz sahibi olman gerekir.

Ama insan, sahip olduğunu sandığı hiçbir şeyi yanında tutamaz.
Ne mal, ne mülk, ne evlat, ne beden…

Oysa Allah’ın mülkü, ezelden ebede kadar sürer.
Zerreden galaksilere kadar her şey, O’nun ilmiyle yaratılır, kudretiyle yaşar, iradesiyle yönlenir.
İşte bu yüzden mutlak malik, yalnızca “لَهُ الْمُلْكُ” diyebileceğimiz Allah’tır.

  1. Ferşten Arşa, Zerreden Yıldıza

Bediüzzaman, mülkün kapsamını genişletirken şu ifadeleri kullanır:

“Ferşten Arşa”: Yani en aşağıdan en yüce makamlara kadar.

“Serâdan Süreyyaya”: Yani yerin altından gökyüzünün yıldızlarına kadar.

“Zerrattan Seyyarata”: Atomlardan yıldızlara, yani mikroskobikten makroskobik âleme kadar.

Bu ifade tarzı, Allah’ın sadece göklerin değil, en küçük parça ve en büyük sistemin de sahibi olduğunu ilan eder.
Bir damla sudaki molekül ile uzaydaki galaksi arasında, O’nun mülkü açısından hiçbir fark yoktur. Hepsi O’nun elindedir.

  1. Mülk O’nunsa, İnsan Kimdir?

Peki bu durumda insanın konumu nedir?

İnsan malik değil, emânetçidir.
Mülkün sahibi değil, mülkte misafirdir.
Bu dünyada geçici bir konaklama hakkı olan kul, kendi benliği üzerinde bile sahip değilken, nasıl olur da Rabbine karşı kibirlenebilir?

> “Malikiyet mertebe-i uzması, tevhid-i a’zam suretinde onundur.”
Yani Allah’ın en yüce malikiyeti, en büyük tevhid delilidir.
Her şeyi sahiplenmek, her şeyin tek bir kudretle yaratıldığını gösterir.

  1. Dünya ve Âhiret: Mülk Sahibi Değişmez

Birçok kişi, dünya hayatını kontrol edebileceğini düşünür; kariyerini, servetini, hatta ömrünü kendi planladığını sanır. Ama ölüm gelir ve her şey sona erer.

Peki sonra?

Ahiret de O’nun mülküdür.
Cennet O’nun rahmetiyle, cehennem O’nun adaletiyle işler.
Orada da kimse sahip değil, herkes “kuluçtur”.

Mülk, yalnızca bu dünyaya ait değil; ölüm ötesine, ebediyete uzanır.

  1. Mülkü Tanımak, Tevhidi Anlamaktır

Tevhid; yalnızca “Allah birdir” demek değildir.
Tevhid, “Her şey O’nundur” diyebilmek, “O’ndan başka kimse malik değildir” idrakine varmaktır.
Bu da insanı şirke, gurura, israfa, haksızlığa karşı uyarır.

> Eğer her şey O’nunsa:

Malınla övünemezsin.

Başkasının hakkını gasp edemezsin.

Dünyaya tapamazsın.

Ölüme isyan edemezsin.

Sonuç ve Özet

“لَهُ الْمُلْكُ” – Mülk O’nundur.
Bu cümle, kâinatın sahibini, hâkimini ve yöneticisini tek bir kelimeyle özetler.
Her şey, her yönüyle Allah’a aittir:
Zerreler, yıldızlar, yer, gök, dünya, ahiret, zaman, mekân…
Bu sahiplik sadece yaratmaya değil, yönetmeye, yaşatmaya ve hükmetmeye de şâmildir.
İnsan ise bu mülk içinde sadece bir misafirdir. Görevi, sahibini tanımak ve O’na kulluk etmektir.

Özetle:

“لَهُ الْمُلْكُ”, kâinatın tamamının tek sahibi olan Allah’a ait olduğunu bildirir.

Her şey Allah’ın mülküdür: en küçük zerreden en büyük galaksiye kadar.

Malikiyet, en büyük tevhid delilidir. Allah’tan başka malik yoktur.

İnsan sahip değil, misafirdir. Emanetçi olduğunu bilmeli, sorumlulukla yaşamalıdır.

Ahiret de Allah’ın mülküdür; oradaki hesap ve mükâfat da O’nun tasarrufundadır.

Ey insan! Senin olmayan bir dünyada, neye dayanarak kibirleniyorsun?
Unutma: Mülk O’nundur. Sen sadece emaneti taşıyorsun.

 




Vâhidiyet ve Ehadiyet: Varlıkta Birlik, Her Şeyde Teklik

Vâhidiyet ve Ehadiyet: Varlıkta Birlik, Her Şeyde Teklik

Varlığın anlamını, düzenini ve sahibini anlamak isteyen bir akıl için “vâhidiyet” ve “ehadiyet” kavramları, adeta kainat kitabının çözüm anahtarı gibidir. Bediüzzaman Said Nursî bu iki kudsî kavramı, kâinattaki ilahi hakikatin iki yüzü olarak anlatır:

> “Vâhidiyet ise bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır demektir.
Ehadiyet ise her bir şeyde, Hâlık-ı külli şey’in ekser esması tecelli ediyor demektir.”

Bu ifadeyle sadece metafizik bir tefekkür değil, aynı zamanda kainatın ilahi kodları çözülmektedir.

  1. Vâhidiyet: Bütünün Sahibi Bir Tek Zât

Vâhidiyet, Allah’ın birliğini kâinat çapında, toptan bakışla anlamamıza imkân verir.

Yani:

Güneş sisteminden galaksilere,

Okyanuslardan dağlara,

Nebatattan hayvanlara kadar…

Her şey bir Zât’a aittir.
Her şeyin arkasında tek bir kudret eli, tek bir ilim, tek bir irade vardır.
Her şey O’na dayanır ve O’na işaret eder.

Bu noktada Vâhidiyet, tevhit akidesinin kâinat boyutunda tecellisidir.
Mesela, her baharda milyarlarca çiçek aynı tarzda yaratılıyor; bu benzerlik ve birlik, hepsinin aynı Sanatkâr tarafından yapıldığını gösterir.
“Sanki bir fabrikanın üretim bandından çıkmış gibi…” işte bu, Vâhidiyet’tir.

  1. Ehadiyet: Her Şeyde Zât-ı Ehad’in Mührü

Ehadiyet ise daha derin, daha özel bir tecellidir.
Bu defa bütüne değil, tek bir varlığa bakıyoruz.

Bir yaprağa,

Bir kar tanesine,

Bir insan yüzüne…

Ve görüyoruz ki bu küçücük şeyde bile Allah’ın onlarca ismi parıldıyor:

Kudret: Ona hayat vermiş,

İlim: İnce sistemle yaratmış,

Basar: Görüyor ve yönetiyor,

Rezzak: Rızkını veriyor,

Musavvir: Ona şekil vermiş,

Muid: Öldürüp diriltecek…

Yani koca kâinatın sahibi olan Zât, küçücük bir zerrede bile Zât-ı Akdes’ine has mühürler koymuş.

> “Bir ağaçta güneşi göstermek vâhidiyet, bir yaprakta güneşi göstermek ehadiyettir.”
Bu mecazı iyi anlayan biri, kâinatı bir cam gibi aydınlatabilir.

  1. İman Gözüyle Bakmanın Farkı

İman nazarıyla bakıldığında:

Vâhidiyet, bize Allah’ın her şeyin sahibi olduğunu bildirir.

Ehadiyet, bize Allah’ın bizim Rabbimiz olduğunu gösterir.

Vâhidiyet Allah’ı kâinat çapında tanıtır; Ehadiyet ise şahsi olarak tanıştırır.

Bu da iman ile marifet, marifet ile muhabbet arasındaki geçişi sağlar.
Yani sadece “O vardır” değil, “O beni de bilir, yaratır, sever ve yönetir” şuurudur.

  1. Ehadiyetin Teselli Veren Yönü

Bir mümin için Ehadiyet, aynı zamanda büyük bir huzur ve emniyet kaynağıdır.

Düşün:
Sen bir sinek kadar küçüksün belki, ama Allah seni ihmal etmiyor.
Bir yaprağı rüzgarsız kıpırdatmayan Kudret, senin her hâlinden haberdar.
Kalbinin atışı, gözünün görmesi, rızkının gelmesi tesadüf değil.

Bu bilinç insana şu duyguyu verir:

> “Ben yalnız değilim. Beni Yaratan beni unutmuyor. Kâinat kadar büyük ama bana bir kalp kadar yakın bir Rabbim var.”

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman’ın Vâhidiyet ve Ehadiyet tanımları, İslam akidesinin en derin tevhid boyutunu yansıtır.
Vâhidiyet, her şeyin tek bir Allah’a ait olduğunu gösterirken;
Ehadiyet, her bir şeyde, her bir bireyde Allah’ın özel ilgisini ve isimlerini gösterir.

Bu iki hakikat birleştirilince:

Hem evrensel bakış hem de şahsi bir bağ kurulmuş olur.

Hem kainatın düzeni hem kalbin huzuru sağlanır.

Hem Allah’ın büyüklüğü hem yakınlığı birlikte hissedilir.

Özetle:

Vâhidiyet, bütün varlıkların bir tek Allah’a ait olduğunu ifade eder.

Ehadiyet, her bir varlıkta Allah’ın birliğinin ve birçok isminin özel olarak tecelli ettiğini anlatır.

Vâhidiyet genel bir tevhit delili; Ehadiyet ise şahsi ve derin bir iman boyutudur.

Vâhidiyetle “Allah vardır”, Ehadiyetle “Allah benimle beraberdir” denilir.

Bu anlayış insanın hem aklını ikna eder, hem kalbini teselli eder.

Unutma:
Kâinat O’nun olduğunu bilmek seni O’na bağlar, ama senin O’nun olduğunu bilmek seni O’na yaklaştırır.

 




Zaman Nehrinde Yüzen Kâinat: İlahi Emirle Akan Bir Varlık Düzeni

Zaman Nehrinde Yüzen Kâinat: İlahi Emirle Akan Bir Varlık Düzeni

“Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbanî ile seyyaredir. Şu mahlukat, izn-i İlahî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor; âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile mütemadiyen istikbalden gelip hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.”
Mektubat

Evren, çoğu insanın zannettiği gibi kendi kendine işleyen rastgele bir mekanizma değildir. Her hareketiyle, her dönüşüyle, her doğumu ve ölümüyle, her an değişen halleriyle mutlak bir iradeye tâbidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin bu veciz ifadesi, kâinatın derin hakikatine bir pencere açar:

> “Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbanî ile seyyaredir.”

Bu cümle, sadece bir fiziksel akışı değil, aynı zamanda varlığın içindeki ilahi kudretin, hikmetin ve düzenin kesintisiz işleyişini anlatır.

  1. Kâinat Bir Akış Halindedir Ama Başsız ve Sahipsiz Değil

Her şey akıyor. Zaman, mekân, varlık, insan, hayvan, ağaç, yıldız, hücre ve atom…
Bu akış başıboş değildir. Her bir hareket, “irade-i İlahiye”nin neticesidir.
Yani Allah’ın iradesi olmadan bir yaprak bile kıpırdamaz.

> “O’nun izni olmadan hiçbir şey vuku bulmaz.” (Bak.Hadîd, 22)

Kâinat bir nehir gibidir ama bu nehir kendi başına bir yatakta akmaz. O, “emr-i Rabbanî” ile yön bulan bir seyyaredir – yani Allah’ın emriyle döner, akar, hareket eder.

  1. Zaman Nehrinde Varlığın Serüveni

Bediüzzaman burada çok derin bir zaman ve varlık metafiziği kurar:

> “Şu mahlukat… zaman nehrinde mütemadiyen akıyor; âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor.”

Bu ne demek?

Her varlık önce âlem-i gaybda, yani görünmeyen âlemde takdir edilir.

Sonra âlem-i şehadete, yani görünen dünyaya gönderilir.

Belirli bir süre görünürlük kazanır, vazifesini yapar ve yeniden gayba çekilir.

Bir yağmur damlası gibi…
Buluttan (gayb) iner, yeryüzünde görünür (şehadet), toprağa düşer, iz bırakır ve buhar olur tekrar çıkar. Her şey bu devinim içindedir: İnsan, hayvan, çiçek, ses, kelime, fikir…

  1. Her Şey İlahi Emirle Nefes Alır

> “Ve emr-i Rabbanî ile mütemadiyen istikbalden gelip hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.”

Her an, bir “istikbal” yani gelecekten gelir; “hal”de yani şimdi de soluk alır, görünürlük kazanır; ardından geçmişe yani “mazi”ye dökülür.

Bu ifade bize şunu hatırlatır: Zaman, durağan bir hat değil; canlı, akışkan ve ilahi emirle yönlenen bir sel gibidir. Her nefes, Allah’ın izniyle alınır. Her ân, Allah’ın kudretiyle oluşur.

Bu anlayış, insana iki büyük sorumluluk yükler:

Anda kalmak ama ilahi bir farkındalıkla yaşamak.

Her şeyin geçici ama hesaplı ve hikmetli olduğunu bilmek.

  1. İnsanın Bu Akıştaki Yeri ve Sorumluluğu

İnsan da bu sistemin içindedir.
Sen de “âlem-i gaybdan” dünyaya gönderildin. Ruh olarak takdir edildin, sonra beden elbisesini giydin. Şimdi şehadettesin. Yani görünüyorsun. Ama bu geçici. Yakında sen de geçmişe akacaksın. Tıpkı senden önce gelip giden milyarlar gibi…

O zaman şunu sormalısın:
Bu geçici görünürlüğü nasıl değerlendiriyorum? Bu akışta ben ne iz bırakıyorum?

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman’ın bu ifadesi, varlık, zaman ve ilahi kudret üzerine derin bir tefekkür davetidir.
Kâinat başıboş değil, Allah’ın irade ve emriyle akmaktadır. Her şey, görünmeyen bir âlemden gelip belirli bir zaman içinde görünür olur, sonra tekrar gayba döner. Bu akış, bir kader çizgisi değil; bir kudret nakışıdır. İnsan, bu akışın farkında olarak yaşamalı, her anı bir ibadet ve hikmet zemini haline getirmelidir.

Özetle:

Kâinat ve içindeki her şey, Allah’ın iradesiyle akar ve döner.

Her varlık gayb âleminden gelip görünür hâle gelir, sonra tekrar gayba çekilir.

Zaman, istikbalden gelip hale uğrayan ve maziye dökülen bir nehir gibidir.

İnsan da bu akışın içindedir ve bu farkındalıkla yaşamalıdır.

Her şey, ilahi bir düzen ve emirle meydana gelir; başıboş hiçbir şey yoktur.

Ya sen ey insan! Zaman nehrinde hangi izleri bırakıyorsun? Akan hayat seni nereye taşıyor, neye hizmet ediyor? Farkında mısın?

 




Görülen ve Bilinen Bir İnsan: İlahi Nazarın Farkında Olmak

Görülen ve Bilinen Bir İnsan: İlahi Nazarın Farkında Olmak

“Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstahak olduklarını bilir, hikmet ve rahmetin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. 

   Ey insan! Aklını başına al, dikkat et! Nasıl bir zat seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!..  ”
Mektubat

İnsanın en büyük gafleti, kendisini göreni unutmasıdır. Oysa Bediüzzaman Hazretleri’nin yukarıdaki veciz ifadesi, bu gaflet perdesini yırtacak bir uyarıdır:
“Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstahak olduklarını bilir…”

Bu cümle, insanı hem titreten hem de şuurunu uyandıran bir hakikati ihtiva eder: Görülüyorsun! Biliniyorsun! Değerlendiriliyorsun!
Bu gerçek, sadece ilmi bir mesele değil, aynı zamanda bir hayat disiplini, bir ahlaki duruş ve bir iman şuurudur.

  1. İlmi Muhit ve Nazar-ı İlahi

Kâinat öylesine muntazam, hikmetli ve muhteşem bir yapıdır ki; bu düzen ancak sonsuz bir ilme sahip bir Zât’ın eseri olabilir. Ve böyle bir ilim, elbette hiçbir şeyi gizli bırakmaz.
Gözle görünen yıldızlar kadar, kalpte geçen niyetler de bu ilmin kapsamındadır.

> “Ve Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nisâ, 176)

Demek ki bizi yaratan Zât, yalnız dışımızı değil, içimizi de bilmekte, yalnız sözümüzü değil, niyetimizi de işitmektedir.
O halde, O’nun ilmi karşısında “görülmüyormuş gibi yaşamak” ne büyük bir körlüktür!

  1. İnsanın Ameli ve Layıklık Dengesi

İlahi ilim, sadece bilmekle kalmaz; o bilgiyle adaletli ve hikmetli bir muamelede de bulunur. İnsan, ne yaparsa karşılığını görecektir. Zira bu âlem, sebeplerin sonuçlara bağlandığı bir imtihan meydanıdır.
İyilik karşılıksız kalmaz. Zulüm de cezasız bırakılmaz.

Fakat her şeyin zamanı, ilahi hikmetin takvimine göre belirlenmiştir.

> “Sen zannetme ki zulmedenler kazandı; biz onların sürelerini sadece erteliyoruz.” (İbrahim, 42)

İşte bu bakışla, insan ne yaparsa yapsın görülmekte, kayda alınmakta ve mukaddes adalet terazisinde tartılmaktadır. Kimin neye lâyık olduğunu, elbette en iyi bilen Allah’tır. İnsanların zanları değil, O’nun bilgisi ve hükmü esastır.

  1. Ey İnsan, Aklını Başına Al!

Bediüzzaman, metnin sonunda adeta bir tokat gibi hatırlatıyor:
“Ey insan! Aklını başına al, dikkat et! Nasıl bir Zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!”
Bu, sadece entelektüel bir uyarı değil, ruhu sarsan bir çağrıdır.
“Sen sıradan biri değilsin; seni bilen, seni gören ve senden razı olmak isteyen bir Rabbin var!” demektedir.

Bu hitap, hem bir uyarıdır hem de bir şeref beyanıdır.
Bir kamera tarafından izlendiğinde insan nasıl davranışlarına dikkat ederse, Mevla tarafından izlendiğini bilmek de insanı takva, ihlâs, tevazu ve edep içinde yaşamaya yöneltmelidir.

  1. Nazarın Farkında Olanların Ahlakı

İlahi nazarın farkında olan bir kul:

Gizlide açıkta aynı davranır.

İnsanlar görmese de Allah görüyor diye doğruyu yapar.

İyiliği karşılık beklemeden yapar; çünkü mükâfatı Allah’tandır.

Kötülükten kaçınır; çünkü Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır.

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu veciz sözü, insana hem sorumluluğunu hem de değerini hatırlatmaktadır.
Kâinatı ilmiyle kuşatan Rabbimiz, insanları da her yönüyle bilmekte, görmektedir. Amelleri, niyetleri, layık oldukları halleri en iyi şekilde değerlendirmektedir.
İnsana düşen ise bu ilahi nazarın farkında olarak yaşamaktır.
Yani görünmediğini sanmak yerine, görüldüğünü bilerek yaşamak…

Özetle:

Allah’ın ilmi kâinatı kuşattığı gibi insanı da kuşatır.

İnsan, yaptıklarından ve niyetlerinden sorumludur; çünkü görülmekte ve bilinmektedir.

İlahi ilim ve rahmet, herkese layık olduğu şekilde muamele eder.

Bu gerçeğin farkında olan insan, hayatına dikkat eder; ihlâs, takva ve edep içinde yaşar.

“Ey insan! Aklını başına al!” hitabı, hem uyanış hem de kulluğa davettir.

Unutma: Görülüyorsun. Biliniyorsun. Ve seviliyorsan, buna lâyık olmalısın.

 




Salih Olmadan Alınan İhsan: Niyetin ve Ehliyetin Mizanı

Salih Olmadan Alınan İhsan: Niyetin ve Ehliyetin Mizanı
Kaynak: İbn-i Hacer – Mektubat

“İbn-i Hacer diyor ki: “Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, salih olmazsan kabul etmek haramdır.”
Mektubat

İbn-i Hacer’in “Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, salih olmazsan kabul etmek haramdır” sözü; yalnızca bir ahlaki uyarı değil, aynı zamanda ilahi adaletin ve kul sorumluluğunun en veciz ifadelerinden biridir. Bu kısa cümlede insanın niyeti, liyakati ve aldığı sorumluluk arasındaki dengeye dair derin bir hikmet vardır.

  1. Niyetle Liyakat Arasındaki İlahi Mizan

İnsanlara verilen nimetler, makamlar, emanetler ve imkânlar; çoğu zaman onları daha hayırlı işler yapmaları için bir vesile olarak sunulur. Bir kimseye “salih bir niyetle” verilen bir bağış, makam, görev veya mevki; eğer o kişi gerçekten salih değilse ya da o salaha yürümeye niyetli değilse, bu nimet onun için bir vebale dönüşür. Çünkü nimet, niyetin gereğini taşımazsa, emanete hıyanet başlar.

İbn-i Hacer burada bir ölçü koyar: Sana verilen bir şey, “salahat” (salih biri olman, iyilik yolunda yürümen) niyetiyle verilmişse, sen salih değilsen –ya da o yönde bir gayretin yoksa– bu nimeti almak haramdır. Zira bu durumda, o ihsan ya da görev senin özünle örtüşmemekte, verilme gerekçesine zıt bir şekilde kullanılmaktadır.

  1. Dinin İnce Tartısı: Haram Olmanın Sebebi

Buradaki “haram” vurgusu, sıradan bir yasaktan öte; kişinin kendi iç dünyasıyla ve Allah’la olan ilişkisini doğrudan ilgilendiren ağır bir sorumluluğu gösterir. Dışarıdan bakıldığında meşru ve helal görünen bir mal, görev ya da yardım; eğer verilme gerekçesiyle kullanılış biçimi örtüşmüyorsa, o zaman Allah katında meşruiyetini yitirir. İşte bu, İslam’ın kalbe dayalı adalet terazisidir.

Bir makama, bir ilme, bir zenginliğe ya da bir göreve “hizmet etsin, salih amel işlesin” diye getirilen kişi; eğer nefsine uyar, tembelliğe sapar, dünyaya meylederse o zaman o ihsan ona ceza olur. Ve bu ceza dünyada gafletle, ahirette ise hesapla kendini gösterir.

  1. Günümüz İçin Derin Bir İbret

Bugün nice insanlar makam, mevki, unvan, burs, yardım ya da şöhret sahibi oluyorlar. Ancak bu imkânlar kendilerine salih amel işlesinler, Allah’a kullukta daha ileri gitsinler diye verildi mi? Ve onlar bu nimetleri gerçekten bu niyetle mi kullanıyorlar? Eğer kullanmıyorlarsa, İbn-i Hacer’in ifadesiyle bu nimetler harama dönüşmüştür.

Yani, bir cami yaptıran, ama niyeti gösteriş olan kişi… Bir kamu görevini sadece kendi menfaati için kullanan memur… İlmi, dini ya da sosyal bir mevkii halkı aydınlatmak için değil, gururunu tatmin etmek için kullanan kişi… Bunların hepsi, kendilerine salih niyetlerle verilen imkanları israf etmiş ve onları harama çevirmiş olur.

  1. Nimetin Vebale Dönüştüğü Yer

Kur’an’da da benzer bir uyarı vardır:

> “Ey iman edenler! Allah’a ve peygambere hainlik etmeyin. Bile bile kendinize verilen emanetlere de hainlik etmeyin.” (Enfâl, 27)

Emanet, sadece eşya değil; aynı zamanda görev, bilgi, makam ve itibar da olabilir. Ve bu emanet, niyetle beraber değerlendirilmelidir.

Sonuç ve Özet

İbn-i Hacer’in ifadesi, İslam ahlakında niyetin ne denli belirleyici olduğunu ve kişiye verilen nimetlerin sadece dış görünüşle değil, verilme maksadı ve kişinin deruni haliyle de değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatır. Salahat niyetiyle verilmiş bir şeyi salih olmayan birinin alması, o nimeti harama dönüştürür. Çünkü İslam’da sadece niyet değil, niyete uygun hareket de sorumluluğun bir parçasıdır.

Özetle:

Salahat niyetiyle verilen nimetler, ancak salih kimseler için helaldir.

Niyet ile eylem arasında bir tezat varsa, o nimet vebale dönüşür.

Kişi kendisine verilen imkânları niyetine uygun şekilde kullanmalı, aksi halde harama bulaşmış olur.

Bu ölçü, dünyevi başarıların değil, ilahi rızanın esas alındığı hakiki adalet sistemidir.

 




İstemenin Sırrı: Duanın Kendisi Verilişin Müjdesidir

İstemenin Sırrı: Duanın Kendisi Verilişin Müjdesidir


اَگَرْ نَه خٰواهٖى دَادْ ، نَه دَادٖى خٰواهْ

denildiği gibi: Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”
Mektubat

İnsan, fıtratı gereği hep ister. Rızık ister, sağlık ister, huzur ister, afiyet ister, cennet ister. Fakat çoğu zaman da isterken, “Acaba kabul olur mu?”, “İstediğim şey verilecek mi?” gibi bir tereddütle karşı karşıya kalır. İşte tam da bu noktada, ehl-i marifet bir hikmetle cevap verir:

> “Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”
(Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî)

Bu söz, insanın içindeki en derin endişeleri söndüren, kudretle yoğrulmuş bir müjdedir. Çünkü istemek bile, aslında verilişin bir işaretidir. Yani senin kalbine düşen o arzu, senin değil; Allah’ın sana bir lütfudur.

  1. İstemek, İlahi İradenin Tohumudur

Her istek bir sebepsiz doğmaz. Bir şeyi istemek, o şeyin yaratılmaya ve verilme ihtimaline dair gizli bir irade tecellisidir.
Tıpkı toprağa atılan tohumun, filizlenecek bir yağmuru çağırması gibi…

Bir çocuk su isterse, annesi onun susadığını zaten bilir. Ama onun istemesi, annenin merhametini harekete geçirir.
İşte kulun duası da böyledir: Allah, ihtiyacı bilir ama istemeyi de ister. Çünkü dua etmek, kulun rahmet kapısına yönelmesidir.

> “Senin içindeki o isteği veren O’dur.
Demek ki sana vermek istediği için seni istemeye teşvik etmiştir.”

  1. Kalpteki Meşru İstekler, Cevap Bekleyen Davetiyelerdir

İnsanın kalbine düşen temiz, fıtrî, meşru arzular; kaderin bir yönlendirmesidir.
Bir gençte ilim isteği varsa; bu, ilme layık kılınma ihtimalidir.
Bir anne, evladının hidayetini istiyorsa; bu, rahmetin bir kapı aralamasıdır.
Bir mazlum, adalet isterse; bu, kudretin harekete geçmesidir.

Çünkü Allah, boşuna arzu vermez. Eğer bir şeyi sana istemeyi verdiyse, bil ki onun verilmesi de mümkündür.

  1. Dua, Verilmemişin Değil, Verileceğin Delilidir

Dua sadece verilmemiş şeyler için yapılan bir çağrı değildir.
Dua, verilmek istenenin şuurla talep edilmesidir.
Yani dua bir ihtiyaç değil; bir hazırlıktır.

> Senin ağzındaki dua, rahmetin dilinden çıkan bir yankıdır.
Kalbindeki istek, rahmetin kapısını çalan görünmez bir eldir.

İşte bu yüzden, dua eden bir insan aslında şunu demektedir:

> “Ey Rabbim! Sen bana bu isteği verdin. Ben de senin kapına geldim. Senin merhametini biliyorum. Boş çevirmeyeceğini umuyorum.”

  1. Ya İstediğim Verilmezse?

Bu sorunun ardında çoğu zaman kısa vadeli ve dar bakış açısı yatar. İnsan, istediği şeyi istediği şekilde hemen olsun ister. Ama unutur ki, duanın kabulü ya istediği şeyle, ya daha hayırlısıyla, ya da ahirette sevapla olur.

> Bir çocuk kibrit ister ama annesi vermez, çünkü onun canını yakabilir.
Oysa çocuk verilmeyince üzülür, ama bilmez ki korunmuştur.

Senin istediğin verilmeyince üzülme; ya daha iyisi hazırlanıyordur ya da sen daha hayırlısına layık kılınıyorsundur.

  1. Allah Vermek İçin Bahane Arar, Yeter Ki Sen Yönel

Bediüzzaman, Allah’ın rahmetinin önceliğini şöyle tarif eder:

> “Duanın kendisi bir ibadettir; cevabı verilse de verilmezse de ecir kazandırır.”
Yani dua etmek başlı başına bir rahmet kapısıdır.
Yeter ki sen iste.
Yeter ki sen yönel.
Yeter ki sen el aç.

> Çünkü O, senin istemeni vermek için ister.
İstemek, alınacak bir nimetin önceden gönderilen habercisidir.

Sonuç ve Özet

“Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” sözü, Allah’ın rahmet ve hikmet merkezli muamelesini anlatır.

Kalbe düşen her fıtrî ve meşru istek, verilme ihtimali olan bir nimetin habercisidir.

Dua etmek, sadece istemek değil; verilecek olana hazırlanmak demektir.

Allah, kuluna istemeyi vererek ona rahmet kapısını aralamıştır.

Her dua bir sonuç doğurur; ya dünya nimeti, ya ahiret mükâfatı ya da şerden korunma olarak…

> Unutma:
İçindeki temiz isteğin kaynağı Allah’tır. O istemese, sen de isteyemezdin.
O hâlde iste! Çünkü vermek için seni kendine yöneltti.

 




Tarîk-i Ubudiyetin Zirvesi: Mutlak Şükür – Kulluğun Şeref Yolu

Tarîk-i Ubudiyetin Zirvesi: Mutlak Şükür – Kulluğun Şeref Yolu

“En a’lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-i ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki o dört esas şöyle tabir edilmiş:

    “Der tarîk-i acz-mendî lâzım âmed çâr çîz: 

    Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz.”
Mektubat

İnsan, acizdir ve fakirdir; her şeyde muhtaç, her an yardıma muhtaç bir varlıktır. Bu fıtrî hakikatin farkına varan kişi için en yüce yol, ubudiyet yani kulluk yoludur. Bu yol ise sıradan bir ritüel değil; kalbi, aklı ve ameli kuşatan derin bir manevî seyahattir. Bediüzzaman Said Nursî bu yüksek yolun dört temel esas üzerine kurulu olduğunu ifade eder:

> “Der tarîk-i acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz.”

Yani bu yolda yürüyen kişi için dört şey zarurîdir:

  1. Mutlak acz,
  2. Mutlak fakr,
  3. Mutlak şevk,
  4. Ve nihayetinde mutlak şükür.

Bunlar insanın hem Rabbi ile olan bağında hem de kulluk şuurunda olmazsa olmaz hallerdir. Ancak bunlar arasında şükür, bu dört esasın taçlandığı en yüce makamdır. Çünkü şükür, acziyetin ve fakrın idrakine karşı bir cevaptır; aynı zamanda şevkin bir neticesidir.

  1. Acz-i Mutlak: Kudretin Anahtarı Olan Zayıflık

İnsan kendi varlığı üzerinde bile tam tasarruf sahibi değildir. Ne gözünü yaratmıştır ne kalbini yönetebilir. Bu mutlak aczini fark eden kul, gücünü başkasından değil, Allah’tan bekler. Bu acizlik, onu zelil değil, Allah’a karşı mütevazı ve dua eden bir kul yapar. Çünkü kul, aczini itiraf ettikçe, Rahmet-i İlahi’ye daha çok yaklaşır.

  1. Fakr-ı Mutlak: İhtiyaçtan Doğan Yakınlık

Fakr, yalnızca maddi yoksulluk değildir. Asıl fakr, manevî yoksunluk bilincidir. Yani kul bilir ki, ilme, hidayete, imana, huzura ve sevgiye dahi muhtaçtır. Bu da onu Allah’a yöneltir, “Ya Rabbi, ben muhtacım, Sen ise Gani’sin” demeye sevk eder. Fakr, tevekkülün, teslimiyetin ve duanın temelidir.

  1. Şevk-i Mutlak: Aşk ile Yol Alma

Acz ve fakr, şevki doğurur. Çünkü aczini bilen kul, kudret sahibine muhabbetle bağlanır. Fakrını hisseden, Allah’ın rahmetine şevkle yönelir. Şevk, Allah’a kavuşma arzusudur. Bu da ibadeti lezzetli, kulluğu sevinçli, zikri doyumsuz hâle getirir.

  1. Şükr-ü Mutlak: Kulluğun Zirvesi

Ve bütün bu hallerin neticesinde mutlak şükür doğar. Kul, aczini, fakrını ve şevkini anladıkça; kendisine verilen her nimeti, her lütfu ve her imkânı, Allah’tan bilerek şükreder. Şükür, hem bir takdirdir hem de bir kulluk beyanıdır. En büyük ibadetlerden biri olan şükür, insanı Allah’a en çok yaklaştıran haldir. Çünkü:

Şükür, nimeti artırır.

Şükür, imanı besler.

Şükür, kulluğu güzelleştirir.

Şükür, kalbi temizler.

Bediüzzaman, mutlak şükrü sadece sözle değil, tüm hayat tarzıyla yaşamayı öğütler. Bu da gösterir ki şükür, sadece bir sonuç değil; aynı zamanda başlı başına bir manevî terakki vesilesidir.

  1. Mutlak Şükrün Zıddı: Nankörlük ve İnkâr

Şükürsüzlük, yalnızca kibirli bir tutum değil; aynı zamanda nimeti vereni tanımamak, yani inkâra giden bir yol olabilir. Nankörlük, acziyetini ve fakrını inkâr eden nefsin karanlığıdır. Oysa hakiki mümin, her nimetin arkasında Allah’ın ihsanını görür ve buna karşı teşekkür, secde, ibadet, iktisat, kanaat gibi yollarla mukabele eder.

Sonuç: Kulluğun Kemali Şükürde Gizlidir

Tarîk-i ubudiyet yani kulluk yolu, aczle başlar, fakrla derinleşir, şevkle ilerler ve şükürle taçlanır. Şükür; yalnızca nimete teşekkür değil, kulluğun idrakidir. İnsan Allah’a muhtaç olduğunu bildikçe, O’na yakınlaşır. Ve bu yakınlık şükürle şekillenir. O hâlde en yüce yol, en yüksek tarîk, Allah’a mahbub kul olmanın yolu şükr-ü mutlak ile yürünür.

Özet:

Bu makalede, “Tarîk-i ubudiyet”in dört temel esası (acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak) detaylı şekilde açıklanmıştır. Bu esaslar, kulun Rabbine yakınlaşma yolunda geçmesi gereken manevi duraklardır. Şükür ise bu sürecin zirvesi ve neticesidir. Şükür, kulluğun özü ve Allah’a yönelişin en samimi ifadesidir. Kul, aczini ve fakrını bilip, aşk ile Allah’a yöneldikçe, şükürle yücelir ve hakiki ubudiyetin mertebesine ulaşır.

 




Tarîk-i Ubudiyetin Zirvesi: Mutlak Şükür – Kulluğun Şeref Yolu

Tarîk-i Ubudiyetin Zirvesi: Mutlak Şükür – Kulluğun Şeref Yolu

“En a’lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-i ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki o dört esas şöyle tabir edilmiş:

    “Der tarîk-i acz-mendî lâzım âmed çâr çîz: 

    Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz.”
Mektubat

İnsan, acizdir ve fakirdir; her şeyde muhtaç, her an yardıma muhtaç bir varlıktır. Bu fıtrî hakikatin farkına varan kişi için en yüce yol, ubudiyet yani kulluk yoludur. Bu yol ise sıradan bir ritüel değil; kalbi, aklı ve ameli kuşatan derin bir manevî seyahattir. Bediüzzaman Said Nursî bu yüksek yolun dört temel esas üzerine kurulu olduğunu ifade eder:

> “Der tarîk-i acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz.”

Yani bu yolda yürüyen kişi için dört şey zarurîdir:

  1. Mutlak acz,
  2. Mutlak fakr,
  3. Mutlak şevk,
  4. Ve nihayetinde mutlak şükür.

Bunlar insanın hem Rabbi ile olan bağında hem de kulluk şuurunda olmazsa olmaz hallerdir. Ancak bunlar arasında şükür, bu dört esasın taçlandığı en yüce makamdır. Çünkü şükür, acziyetin ve fakrın idrakine karşı bir cevaptır; aynı zamanda şevkin bir neticesidir.

  1. Acz-i Mutlak: Kudretin Anahtarı Olan Zayıflık

İnsan kendi varlığı üzerinde bile tam tasarruf sahibi değildir. Ne gözünü yaratmıştır ne kalbini yönetebilir. Bu mutlak aczini fark eden kul, gücünü başkasından değil, Allah’tan bekler. Bu acizlik, onu zelil değil, Allah’a karşı mütevazı ve dua eden bir kul yapar. Çünkü kul, aczini itiraf ettikçe, Rahmet-i İlahi’ye daha çok yaklaşır.

  1. Fakr-ı Mutlak: İhtiyaçtan Doğan Yakınlık

Fakr, yalnızca maddi yoksulluk değildir. Asıl fakr, manevî yoksunluk bilincidir. Yani kul bilir ki, ilme, hidayete, imana, huzura ve sevgiye dahi muhtaçtır. Bu da onu Allah’a yöneltir, “Ya Rabbi, ben muhtacım, Sen ise Gani’sin” demeye sevk eder. Fakr, tevekkülün, teslimiyetin ve duanın temelidir.

  1. Şevk-i Mutlak: Aşk ile Yol Alma

Acz ve fakr, şevki doğurur. Çünkü aczini bilen kul, kudret sahibine muhabbetle bağlanır. Fakrını hisseden, Allah’ın rahmetine şevkle yönelir. Şevk, Allah’a kavuşma arzusudur. Bu da ibadeti lezzetli, kulluğu sevinçli, zikri doyumsuz hâle getirir.

  1. Şükr-ü Mutlak: Kulluğun Zirvesi

Ve bütün bu hallerin neticesinde mutlak şükür doğar. Kul, aczini, fakrını ve şevkini anladıkça; kendisine verilen her nimeti, her lütfu ve her imkânı, Allah’tan bilerek şükreder. Şükür, hem bir takdirdir hem de bir kulluk beyanıdır. En büyük ibadetlerden biri olan şükür, insanı Allah’a en çok yaklaştıran haldir. Çünkü:

Şükür, nimeti artırır.

Şükür, imanı besler.

Şükür, kulluğu güzelleştirir.

Şükür, kalbi temizler.

Bediüzzaman, mutlak şükrü sadece sözle değil, tüm hayat tarzıyla yaşamayı öğütler. Bu da gösterir ki şükür, sadece bir sonuç değil; aynı zamanda başlı başına bir manevî terakki vesilesidir.

  1. Mutlak Şükrün Zıddı: Nankörlük ve İnkâr

Şükürsüzlük, yalnızca kibirli bir tutum değil; aynı zamanda nimeti vereni tanımamak, yani inkâra giden bir yol olabilir. Nankörlük, acziyetini ve fakrını inkâr eden nefsin karanlığıdır. Oysa hakiki mümin, her nimetin arkasında Allah’ın ihsanını görür ve buna karşı teşekkür, secde, ibadet, iktisat, kanaat gibi yollarla mukabele eder.

Sonuç: Kulluğun Kemali Şükürde Gizlidir

Tarîk-i ubudiyet yani kulluk yolu, aczle başlar, fakrla derinleşir, şevkle ilerler ve şükürle taçlanır. Şükür; yalnızca nimete teşekkür değil, kulluğun idrakidir. İnsan Allah’a muhtaç olduğunu bildikçe, O’na yakınlaşır. Ve bu yakınlık şükürle şekillenir. O hâlde en yüce yol, en yüksek tarîk, Allah’a mahbub kul olmanın yolu şükr-ü mutlak ile yürünür.

Özet:

Bu makalede, “Tarîk-i ubudiyet”in dört temel esası (acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak) detaylı şekilde açıklanmıştır. Bu esaslar, kulun Rabbine yakınlaşma yolunda geçmesi gereken manevi duraklardır. Şükür ise bu sürecin zirvesi ve neticesidir. Şükür, kulluğun özü ve Allah’a yönelişin en samimi ifadesidir. Kul, aczini ve fakrını bilip, aşk ile Allah’a yöneldikçe, şükürle yücelir ve hakiki ubudiyetin mertebesine ulaşır.

 




Samimiyetin Kerameti – İhlas ve Uhuvvetle Oluşan Manevî Velilik

Samimiyetin Kerameti – İhlas ve Uhuvvetle Oluşan Manevî Velilik

Zaman zaman insanlar, kerameti yalnızca büyük velîlerin, harikulade olaylara mazhar olan seçkin kulların vasfı sanırlar. Oysa Kur’ân ve sünnetten beslenen bir bakış, bize şunu gösterir: Her samimi amel, her ihlâslı niyet, her lillah için yapılan birliktelik, kendi içinde birer keramet tohumudur. Bediüzzaman Said Nursî’nin şu veciz ifadesi, bu gerçeği ortaya koyar:

> “Evet, velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bâhusus lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ böyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.”

Bu söz, bireysel kemalatın ötesinde, cemaatin ve dayanışmanın manevî bir kudret kazandığını, samimi kardeşliğin harikulade fütuhatlara sebep olabileceğini bildiriyor.

  1. Niyetin Kerameti: İşin Ruhunu Belirler

Her amel, niyete göre şekillenir. Niyet hâlis olduğunda, basit bir söz sadaka olur; sıradan bir adım ibadet olur; görünmeyen bir sabır, Allah katında sonsuz sevaba dönüşür. Hâlis niyetin kerameti şudur ki:
Kul acizdir, ameli zayıftır ama niyeti samimi ise Allah onu yüceltir. Çünkü samimi bir kalp, Allah’a yönelmiş bir aynadır.

  1. Samimiyetin Kerameti: Gösterişsiz Güç

Samimiyet, gizli bir nurdur. Gözle görülmez ama gönülleri aydınlatır. Samimi olan kişi, çıkar peşinde değildir; rıza-i ilâhî için yaşar. Bu da ona sadakat, istikamet ve ihlas kazandırır. Samimi bir kulun kalbinden yükselen dualar, bazen binlerce kelamdan daha tesirli olur.

Bazen bir yetimin başını Allah için okşamak, bir gece sabaha kadar yapılan ibadetten daha kıymetli olabilir. Çünkü orada samimiyetin kerameti vardır.

  1. Uhuvvetin Kerameti: Birlikten Doğan Kudret

İslam, ferdi kemal kadar cemaatle kemâli de esas alır. “Mü’minler ancak kardeştir” (Hucurât, 10) ayeti, İslam toplumunun ruhunu ortaya koyar. Uhuvvet, yani kardeşlik bağı; kan değil, iman bağıdır. Lillah için kurulan bu kardeşlik, menfaatten değil, samimiyetten doğar.

Eğer bu uhuvvette ihlâs, sadakat ve tesanüd varsa; yani herkes birbirini Allah için sever, destekler, hatalarını örter, hayırda yarışırsa; bu topluluk şahs-ı manevî kazanır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu şahs-ı manevî:

Veliyy-i kâmil gibi olur,

Allah’ın inayetine mazhar olur,

Nice görünmez fütuhatlara vesile olur.

Tarihte nice inkılaplar, nice hizmetler, işte bu tür ihlâslı, samimi cemaatlerin kalbî birliğiyle doğmuştur.

  1. Şahs-ı Manevî: Bireyleri Aşan Ruh

Cemaat ruhu, sıradan bireyleri aşar ve onlara daha büyük bir kuvvet kazandırır. Bu, tek bir kalbin değil; yüzlerce kalbin, aynı yöne çevrilmiş tek bir kalp gibi çalışmasıdır. Şahs-ı manevî, bireylerin niyetinden doğar; samimiyetle büyür; ihlâs ile korunur; dua ile semaya yükselir. Onun kerameti ise:

Fitneler karşısında metanet,

Zorluklar karşısında sebat,

Zaaflar karşısında inayet olur.

  1. Günümüzde Uygulama: Zaman, Cemaat Zamanıdır

Bireysel benliklerin şiştiği, çıkarların öne çıktığı bir zamanda; samimi, ihlâslı, tesanüdle yürüyen bir hizmet topluluğu, adeta manevî bir sığınaktır. Günümüz müminleri, bu manevî birlik ruhunu yeniden diriltmeli, kişisel hırslar yerine ortak manevî hedefleri esas almalıdır. Çünkü bu zamanda cemaatin şahs-ı manevîsiyle korunmak, ferdin kendi başına ayakta kalmasından çok daha etkilidir.

Sonuç: Samimi Birlik, İlahi Yardımın Anahtarıdır

Veli olmak için keramet göstermek gerekmez. Niyetin hâlîs, amelin sadık, uhuvvetin ihlâslıysa; sen de bir kerametin içindesin. Ve bu, en kıymetli keramettir. Çünkü Allah katında değer, dış görünüşte değil; kalbin halindedir. O hâlde her mümin, Allah için kardeşliğe, samimiyete ve sadakate sarılmalı; böylece şahs-ı manevînin bir parçası olarak rahmet ve inayetin yağdığı bir topluluğun içinde yer almalıdır.

Özet:

Bu makalede, niyetin, samimiyetin ve ihlâslı kardeşliğin manevî kerameti anlatılmıştır. Niyet hâlîs olursa, amel küçük bile olsa değer kazanır. Samimiyet, dualara tesir, ihlâsa bereket katar. Allah rızası için kurulmuş, sadakatle devam eden kardeşlik ortamı, şahs-ı manevî denilen büyük bir ruhu doğurur. Bu ruh, bir veliyy-i kâmil gibi inayetlere mazhar olur. Günümüz müminlerinin en büyük gücü, işte bu samimi birlik ruhunu yaşatmalarıdır.

 




Bir Günahın Yankısı, Bir Sevabın Yükselişi

Bir Günahın Yankısı, Bir Sevabın Yükselişi
Zamanın Ruhuna Göre Amellerin Tartılması Üzerine Hikmetli Bir Tahlil

İnsanoğlu tarih boyunca iyiyle kötünün, sevapla günahın terazisinde yaşadı. Fakat her dönemin şartları, günahların ve sevapların mahiyetini ve tesirini değiştirebildi. Bediüzzaman Said Nursî’nin “Hutbe-i Şamiye” adlı eserinde yer verdiği şu veciz tesbit, bu hakikatin altını derinlemesine çizer:

> “Aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bâzen büyür, sirâyet eder, yüz olur. Birtek hasene bâzen bir kalmıyor. Belki bâzen binler dereceye terakki ediyor.”

Bu cümle, sıradan görünen bir fiilin çağın şartları içinde nasıl çığ gibi büyüyebileceğini veya bir iyiliğin, zamanın ruhuna uygun düşerse nasıl yıldızlar gibi parlayabileceğini gösteren derin bir ikaz ve müjdedir.

Zamanın Hızlanan Yankısı

Eskiden bir insanın yaptığı kötülük, onunla sınırlı kalır, belki komşusuna, çevresine zarar verirdi. Bugün ise bir günah, sosyal medya, dijital platformlar ve toplumsal etkileşimler vasıtasıyla binlerce kişiye sirayet edebiliyor. Basit bir yalan, iftira veya ahlâkî bozulma, bir virüs gibi yayılıyor.

Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, dijital ortamlarda yapılan bir paylaşımın milyonlara ulaşabilmesidir. Günah, sadece yapanı değil; izleyen, beğenen, yayan herkesi içine alır. Bu da bir günahın bireysellikten çıkıp toplumsallaşmasına, hatta sistemleşmesine sebep olur.

Hasenatın Terakki Etmesi

Aynı şekilde bir iyilik de çağımızda basit bir sınırda kalmaz. Bir hayır paylaşımı, bir güzel söz, bir tebliğ cümlesi; bazen milyonlarca kişiye ulaşır ve kalplerde fidanlar yeşertir. Bir kişi, bir yazı veya video ile binlere ulaşabilir. Bu da bir sevabın bir değil, binlerce meyve vermesi demektir.

Risale-i Nur’un telif edildiği dönemde bile Bediüzzaman bu inceliği fark etmiş ve demiştir ki:
“Şu zamanda bir adamın bir hasenesi, bazen binler dereceye terakki eder.”
Çünkü zaman, imanın tebliği açısından bir “yangın zamanı” gibidir; bir damla su, bir ormanı kurtarabilir.

Günahın Sosyallaşması, Sevabın Evrenselleşmesi

Çağımız, bireyin yaptığı fiilin sadece kendiyle sınırlı kalmadığı, toplumun ruhuna işlediği bir zamandır. Bu hem tehlike hem fırsattır. Kötülükler hızla yayılırken, iyilikler de bir ok gibi insanlara ulaşabilir.

Bu açıdan Bediüzzaman’ın şu sözleri de tamamlayıcı bir boyut sunar:

> “Hüsn-ü niyet ile küçük amel, büyük olur. Su-i niyet ile büyük amel, küçülür.”

Bu hakikat, niyetin ve zamanın değerini bize öğretir. Bir iyiliğin arkasındaki ihlas, onu yıldızlaştırırken, bir günahın arkasındaki bozguncu niyet, onu yangına dönüştürür.

Sorumluluk Bilinci: Şahsi Değil, Toplumsal

Bu zamanda bir mümin, yalnız kendisinden değil, etki alanına giren herkesten de mesul olabilir. Çünkü artık kelimelerimiz, davranışlarımız sadece dört duvar arasında kalmıyor. Bir çocuk, bir genç, bir arkadaş bizim izimizden yürüyor. Bu da sevap ve günah terazisinin sadece bizimle sınırlı olmadığını, topluma yayıldığını gösterir.

Sonuç ve Çözüm

Bediüzzaman’ın bu hikmetli sözü, çağın vebal ve ecir dengesini gözler önüne seriyor. Günahlar, bireyden çıkıp cemiyete yayılırken; sevaplar da şahıstan çıkıp ümmete ışık olabilir.

Bu yüzden:

Her söz ve davranış, çağın genişliğinde değerlendirilmelidir.

Günahın sirayetine karşı bilinçli duruş şarttır.

Hasenatın terakkisi için niyet ve ihlasla hareket edilmelidir.

Bu zamanda bir mümin, sıradan bir kul değil; ilahi tebliğin aktif bir temsilcisidir.

Özet

Bediüzzaman’ın “bir günah yüz olur, bir hasene bin olur” tesbiti; çağımızda bireysel fiillerin geniş sosyal etkilere sahip olduğunu gösterir. Günahlar artık sirayet eden virüsler gibi yayılırken, haseneler de zamanın ruhuna uygun şekilde büyüyüp terakki eder. Bu hakikat, her müminin davranışlarını daha sorumlu, niyetlerini daha ihlaslı yapmaya davet eder. Zira bu çağda küçücük bir söz, ya binlere sebep-i hidayet ya da binlerin dalaletine sebep olabilir.

 




Mazur Görünmek mi, Mesul Olmak mı?

Mazur Görünmek mi, Mesul Olmak mı?

“Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî’deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm câmiindeki ihvân-ı Müslimîn! “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mâzuruz.” diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tenbelliğiniz ve “Neme lâzım” deyip çalışmamanız ve ittihâd-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.”
Hutbe-i Şamiye

Neme Lazımcılığın Vebali: Mazur Değiliz, Mesulüz!
Hutbe-i Şamiye Perspektifiyle İslâm Dünyasının İlgisizliğine Bir Tahlil

Bediüzzaman Said Nursî’nin Şam Emevi Camii’nde verdiği tarihi hutbede dile getirdiği şu cümle, sadece kendi zamanının değil, bütün çağların pasifleşmiş Müslümanlarına yöneltilmiş sert ama şefkatli bir tokattır:

> “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok; onun için mazuruz” diye özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil.

Bu ifadeler, bugünkü İslam dünyasının en büyük problemlerinden biri olan pasiflik, ilgisizlik ve sorumluluktan kaçmanın tam merkezine isabet eder. Zira artık mesele sadece “zarar vermemek” değil; iyiliği yaymamak, adaleti ayakta tutmamak, birlik için çabalamamak da bir tür zulüm haline gelmiştir.

  1. Neme Lazımcılık: Sessiz Zulüm

“Neme lâzım” sözü, bir medeniyetin çöküşünü başlatabilecek kadar yıkıcı bir ifadedir. Bu sözde hem tevekkül istismarı, hem sorumluluktan kaçış, hem de kardeşlik hukukuna körlük vardır.

Günümüzde Müslümanlar olarak pek çok mesele karşısında sustuğumuzda veya “Beni ilgilendirmez” dediğimizde şunu fark etmiyoruz:
Biz konuşmadıkça, birileri zulmü artırıyor. Biz yazmadıkça, birileri yalanı yayıyor. Biz sahip çıkmadıkça, birileri değerlerimizi çiğniyor.

Bu durumda Bediüzzaman’ın uyarısı yerindedir:
“Bu özrünüz kabul değil.”

  1. Menfi Zararsızlık Yetmez: Müspet Hizmet Şarttır

Birçok insan, “Ben kimseye kötülük yapmıyorum” diyerek vicdanını rahatlatır. Fakat İslam’ın bizden istediği yalnızca zararsızlık değil, aynı zamanda faydalı olmaktır. Kur’an’ın ifadesiyle “Emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker” her müminin sorumluluğudur.

Said Nursî’nin ifadesiyle, bu zamanda bir Müslümanın sırf bir şey yapmaması bile menfi bir zarar doğurabilir. Zira karanlık, ışık olmayınca kuvvet kazanır. Sessizlik, batılı destekleyen bir zemin haline gelir. Dolayısıyla pasiflik, aktif bir sorumsuzluktur.

  1. İttihad-ı İslam: Gerçek Milliyetçilik Budur

Bediüzzaman, İslam kardeşliğini “milliyet-i hakikiye” olarak tanımlar. Çünkü bu birlik, kavmî ve ırkî temellere değil, iman ve ahlâk temellerine dayanır. Bugün İslam coğrafyasının içine düştüğü parçalanma ve dağınıklık hali, tam da bu noktada başlar:
Birbirini kardeş bilmeyen, birbirinin derdiyle dertlenmeyen bir ümmet, parçalanmaya mahkûmdur.

Ümmetin parçalanması, sadece dış güçlerin oyunu değil; içeriden gelen ilgisizlik, tembellik ve “Benlik” hastalığının bir neticesidir.

  1. Tembellik ve Bahaneler: Hakikat Karşısında Geçersizdir

Bugün “imkânım yok”, “elimden ne gelir”, “ben kimim ki” gibi ifadelerle yapılan savunmalar, aslında tevazu değil, sorumluluktan kaçıştır.
Çünkü Kur’an ve sünnet, herkesin gücüne göre bir hizmete memur olduğunu belirtir. İyiliği konuşmak, yazmak, paylaşmak, yaşamak bile bir hizmettir.

Bediüzzaman’ın “mazur değilsiniz” sözü, bu bahaneleri kökünden reddeder. Zira her mümin, bulunduğu yerden sorumludur.

  1. Çözüm: Harekete Geçmek ve Bilinçlenmek

Artık Müslümanlar olarak şunu idrak etmeliyiz:
Seyirci kalmak, zalimin ekmeğine yağ sürmektir.
Pasiflik, mazlumun yalnız kalmasına sebep olur.
Tembellik, İslam’ın izzetini örter.

Çözüm:

En küçük imkanla bile faydalı olmak,

Bilinçli olmak ve başkalarını bilinçlendirmek,

İttihad-ı İslam için dua ve fiilî gayret göstermek,

“Neme lazım” yerine “Ben de mesulüm” demek.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki uyarısı, günümüzde Müslümanların pasifliğini ve bahaneciliğini çarpıcı biçimde eleştirir. Zararsız olmak yetmez; faydalı olunmalı, ümmet için gayret gösterilmeli, birlik ve kardeşlik adına sorumluluk alınmalıdır.
“Neme lazım” demek, bir ümmeti dağıtır.
“Ben de mesulüm” demek, bir ümmeti diriltir.
Mazur değiliz; çünkü bu çağda susmak da konuşmaktır, durmak da yürümektir.

 




Bir Nasihatten Fazlası, Bir Davadır

Bir Nasihatten Fazlası, Bir Davadır

“Ey bu câmi’deki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki Âlem-i İslâm mescid-i kebîrindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dâva ediyoruz. Yâni Kürd gibi küçük tâifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam tâife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm tâifeleri zarar görüyoruz. ”
Hutbe-i Şamiye

Ümmetin Büyükleri ve Küçükleri: Sorumlulukta Eşit, Tesirde Farklı
Hutbe-i Şamiye Perspektifinden İslam Dünyasında Liderlik, Sorumluluk ve İhmalin Bedeli

Bediüzzaman Said Nursî’nin Şam Emevi Camii’nde verdiği tarihi hutbenin bu bölümünde, kendisinin bir nasihatçi olarak değil, bir “dava sahibi” olarak konuştuğunu görüyoruz:

> “Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dâva ediyoruz.”

Bu cümle, İslam ümmeti içindeki büyük ve etkili milletlerin, diğer kardeş Müslüman halklara karşı taşıdığı sorumluluğu açık bir şekilde dile getirir. Bu sadece bir uyarı değil, bir hukuk mücadelesidir. Çünkü bazı milletlerin gafleti ve tembelliği, diğerlerinin hem dünyasını hem ahiretini doğrudan etkileyebilmektedir.

  1. Ümmet Bir Beden Gibidir

Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

> “Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da bu acıyı paylaşan bir beden gibidir.”
Müslim, Birr, 66.

İşte Bediüzzaman bu hadisin hakikatini siyasi ve sosyal bir düzeyde dillendiriyor. Küçük milletler, büyüklerin sorumluluklarını yerine getirmemesinden zarar görüyor. Çünkü ümmet, sadece birey değil; millet ölçeğinde de birbiriyle bağlıdır.

  1. Büyüklerin Tembelliği, Küçüklerin Felaketi Olur

Arap ve Türk milletlerinin İslam tarihinde liderlik rolü büyüktür. Bu milletler, zaman zaman siyasi ve askeri gücün, zaman zaman ilim ve irfanın taşıyıcıları olmuşlardır. Ancak bu liderlik, aynı zamanda ağır bir sorumluluğu da beraberinde getirir.

Bediüzzaman, bu gerçeği şu ifadelerle dile getirir:

> “Sizin gibi büyük ve muazzam tâife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz zarar görüyoruz.”

Bu uyarı, sadece o günün değil, bugün hâlâ geçerli olan bir çağrıdır. Bugün Türkiye ve Arap dünyasının gafleti, İslam coğrafyasının dört bir yanındaki mazlumların sesini kısmakta, kanlarını akıtmakta, umutlarını söndürmektedir.

  1. Sadece Mazlumlar Değil, Tarih ve Gelecek de Şahitlik Eder

Tarih, hakkını savunamayanların değil; hakkı savunmayanlara karşı hakkını dava edenlerin sesiyle yazılır. Bugün Filistin’den Arakan’a, Doğu Türkistan’dan Afrika içlerine kadar uzanan tüm zulümler karşısında sessiz kalan büyük İslam ülkeleri, sadece günah değil; aynı zamanda tarihî bir vebal altındadır.

Bediüzzaman’ın “biz hakkımızı dâva ediyoruz” demesi, gelecek kuşaklara bırakılmış bir emanet ve itham niteliğindedir.

  1. Bu Davanın Cevabı: Uyanmak ve Gayret Etmektir

Bediüzzaman, bu hutbesinde çözüm de sunar:
Tembelliği bırakmak ve gayrete gelmek.
Zira kurtuluş sadece dua ve temenniyle değil, bilinçli ve ortak bir gayretle mümkündür. İttihad-ı İslam, ancak bu tür bir adaletli işbölümüyle mümkün olur. Her milletin diğerine karşı ahlâkî, siyasî ve dinî bir mesuliyeti vardır.

Bugün de bu çağrı geçerlidir. Türkiye, Arap dünyası ve İslam âleminin önderlik misyonunu yeniden hatırlaması; mazlum milletlerin duasına, güvenine ve mücadelesine cevap vermesi gerekmektedir.

Özet

Bediüzzaman’ın bu sözleri, ümmet içinde sorumluluğu fazla olan milletlerin gafletinin, diğer kardeş milletlere büyük zararlar verdiğini açıkça ortaya koyar. Türk ve Arap milletleri gibi tarihî öncülere sahip halklar, sadece kendilerinden değil; ümmetin tüm mazlumlarından da mesuldür.
Bu, nasihat değil; bir dava, bir hukuk arayışıdır.
O halde çözüm, tembellikten sıyrılmak ve ümmetin yükünü birlikte taşımaktır.
Çünkü İslam kardeşliği, sadece hissî bir bağ değil; vicdanî, siyasî ve uhrevî bir sorumluluktur.

 




GİZLİ KEMÂLÂTIN TEBERRÜKÜ: SAN’ATIN DİLİYLE KONUŞAN ÂLEM

GİZLİ KEMÂLÂTIN TEBERRÜKÜ: SAN’ATIN DİLİYLE KONUŞAN ÂLEM

Her sanatkâr, maharetini sergilemek ister. Bir hattat, yazdığı bir satırda; bir mimar, inşa ettiği bir yapıda; bir bestekâr, notalar arasında saklı olan bir ahenkte kendi ruhunun inceliklerini sunar. Sanatkâr, eserinde görünür hale gelir. Bedîüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği gibi:

> “Bu âlemin Sâni’inin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemalâtı vardır. Bu hârika san’atlarla onları göstermek ister.”

Bu cümle, varlık âlemini yalnızca fizikî bir sahne değil; sanatla işlenmiş bir vitrin, sırlarla dolu bir galeri olarak okumayı teklif eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, kudretinin azametini, ilminin sonsuzluğunu ve cemâlinin güzelliğini mahlûkat aynasında temaşa ettirmek ister. Ve bu temaşayı mümkün kılmak için de her bir varlık, O’nun gizli kemalâtını taşıyan birer işaret levhası olur.

Gizli Kemalât Ne Demektir?

Kemâl, eksiksiz ve kusursuz olma hâlidir. Gizli kemalât ise, Zât-ı Akdes’in bizzat Zât’ına mahsus olan, mahlûkat eliyle kavranması güç olan yüce meziyetleridir. Bunlar doğrudan bilinemez; ancak eserler vasıtasıyla okunabilir. Tıpkı güneşin doğrudan gözle görülmeyip, ışığı ve ısısıyla hissedilmesi gibi…

Cenâb-ı Hak, “Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim” kudsî hadisiyle işaret edildiği üzere, bilinmeyi murad etmiştir. Fakat bu bilinme, sadece akılla değil; kalple, tefekkürle, ibretle, hayretle mümkündür. Onun içindir ki kâinat bir sergi, insan bir temaşa edici ve iman bir mana okuma ilmidir.

Âlemdeki Sanatın Dili

Bir kelebeğin kanadında renk uyumu, bir çiçeğin açışındaki zamanlama, bir atomun içindeki denge… Her biri bir sanat inceliği taşır. Ancak bu sanat, sadece dış güzellikte kalmaz; bir kasdın, bir iradenin ve bir hikmetin nişanını da taşır. Sanat, ustayı gösterir; hikmet, muradı bildirir.

Eğer bir tablo varsa ressam vardır. Eğer bir kitap varsa müellif vardır. Eğer bir âlem varsa, elbette bir Sâni’ (yaratıcı sanatkâr) vardır. Ve bu Sâni’, sadece var etmekle kalmaz, kendi güzelliğini eserinde gizleyip sonra onu göstererek bilinmek ister.

İşte bu yüzden, güneş sadece ısıtmaz, aynı zamanda hayret uyandırır. Kuş sadece uçmaz, aynı zamanda ibret verir. İnsan sadece yaşamakla kalmaz, aynı zamanda düşünmek ve şükretmekle yükümlüdür. Çünkü varlık, sadece “var olmak” için değil, bir manayı taşımak ve bir kemâlâtı bildirmek için vardır.

İnsanın Rolü: Temaşa, Tefekkür, Tesbih

Bu san’atlı âlem, boşuna değildir. Her bir varlık, Sâni’ini tanıtmak ve tesbih etmek için yaratılmıştır. Fakat bu tesbihi anlayacak bir idrak sahibi de gereklidir. İşte insan, o yüzden yaratılmıştır: Görsün, düşünsün ve şahitlik etsin. Sanatkârın eserine bakan hayran bir göz gibi; “Ne güzel yapmış, ne hikmetli işlemiş!” diyebilsin.

İnsanın varlık karşısındaki en büyük görevi, kör olmamaktır. Körlük burada mecazîdir: Duyduğu halde anlamayan, gördüğü halde ibret almayan, yaşadığı halde tefekkür etmeyendir. Çünkü hakikî bir bakış, her şeyde O’nu görebilmektir.

SONUÇ ve ÖZET:

Bu kâinat, yalnızca maddenin sahnesi değil; Allah’ın gizli kemâlâtını sergilediği harika bir sanat galerisidir. Her varlık, O’nun kudret, hikmet, ilim ve cemalinin bir tecellisidir. Gaye, bu sanat vasıtasıyla Sâni’in tanınması ve sevilmesidir. İnsan, bu kudsî seyir ve tefekkür vazifesiyle yaratılmıştır.

Özetle:
Kâinatın her bir cüz’ü, Cenâb-ı Hakk’ın gizli kemalâtının aynasıdır. Bu sanatlı düzen, tesadüfle değil, bilinçli ve hikmetli bir kastla var edilmiştir. İnsan bu manayı okuyabilirse, hem varlığın şifrelerini çözer hem de hayatının gerçek gayesini bulmuş olur.