Modern Deformasyon

Modern Deformasyon

Sekülerizm → Tevhid kodunun çözülmesi

Kapitalizm → İnfak ve kanaat duygusunun yok olması

Bireycilik → Cemaat ve ümmet şuurunun çözülmesi

Mekanik eğitim → Hikmetsiz bilgi üretimi

Medya kültürü → Derinliksizliğin kalıcılaşması

MODERN DEFORMASYON: HAKİKATTEN KOPUŞUN YÜZLERİ
Tevhidin çözülmesi, insanın çözülmesidir…

İnsanlık tarihi boyunca her medeniyet, ya hakikatin izini sürmüş ya da ondan kaçmıştır. Çağımız, belki de bu kaçışın en sarsıcı biçimlerini yaşatan bir döneme sahne olmaktadır. Adına “modernite” denen bu süreç, şeklen ilerleme ve özgürlük vaat etse de, manen yıkım ve kopuşlar üretmiştir. Çünkü bu çağda insan, fıtrat kodlarından koparılmış, kökünden sökülerek yapay sistemlerin nesnesi hâline getirilmiştir. Bu çözülme; tevhidden, kanaatten, cemaatten, hikmetten ve derinlikten uzaklaşarak gerçekleşmiştir. Bu yazıda modern deformasyonun bazı boyutlarına hikmet penceresinden bakacağız.

Sekülerizm: Tevhid Kodunun Çözülmesi

Seküler anlayış, hayatı din-dışı bir alana indirir. Böylece insanın Allah ile olan bağını koparır. Oysa İslam’ın kalbi olan tevhid, hayatın her anında Allah’ı bilmek, O’nu merkeze almaktır. Sekülerizm, tevhidin bu bütüncül yapısını parçalayarak insanı ruhsuz bir makineye çevirir. Vahiy yerine ideolojiyi, ibadet yerine tüketimi, dua yerine haz arayışını ikame eder. Netice: Hakikat kaybı, amaçsızlık ve varoluşsal boşluk…

Kapitalizm: İnfak ve Kanaatin Yok Oluşu

Kapitalist sistem, insanı “sahip olmak” üzerinden tanımlar. Tüketim kutsanır, ihtiyaçlar sınırsızlaştırılır. Böylece “infak” gibi bir paylaşım ahlâkı, “kanaat” gibi bir zenginlik kaynağı anlamsız hâle gelir. Oysa Kur’ân, malın değil infakın insanı değerli kıldığını öğretir. Modern insan, sahip oldukça tükenir, biriktirdikçe kaybeder. Çünkü doymaz, doyamaz. Zira “kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin olur.”

Bireycilik: Cemaat ve Ümmet Şuurunun Çözülmesi

Modern ideolojiler bireyi kutsar; toplumu ise tehdit görür. Bu da insanı yalnızlaştırır, köksüzleştirir. Oysa İslam, bireyin şahsiyetini cemaatle inşa eder. Namaz cemaatle, zekât toplumla, hac ümmetle anlam bulur. Bireycilik bu bağları keser; aidiyetsiz, sorumsuz, tekil varlıklar üretir. Böylece kardeşlik yerine rekabet, ümmet yerine çıkar grupları egemen olur.

Mekanik Eğitim: Hikmetsiz Bilgi Üretimi

Modern eğitim sistemleri, bilgiyi bir üretim nesnesi olarak görür. Bilginin ruhu, hikmeti ve değeri değil; faaliyetliği önemsenir. Halbuki Kur’ân’da “ilim”, sadece bilmek değil, “hikmetiyle anlamak” demektir. Hikmetsiz bilgi ise karanlık bir güç hâline gelir. Atom parçalanır, ama insan da parçalanır. Eğitim, insanı inşa etmezse, yalnızca ezber üretir, ruhsuz nesiller yetiştirir.

Medya Kültürü: Derinliksizliğin Kalıcılaşması

Görüntü kültürü, düşünceyi yüzeyselleştirir. Sosyal medya çağında derinlik, sabır ve tahammül değil; hız, haz ve dikkat dağınıklığı ön plandadır. İslam, “tefekkür” ile derinleşmeyi öğütlerken; modern medya kültürü ise anlık uyarıcılara bağımlı bireyler üretir. Düşünce klipleşir, hakikat özünü kaybeder. Böylece insan kendi iç sesini duyamaz hâle gelir.

Sonuç: Hakikate Dönüş Mecburiyeti

Modern deformasyon, yalnızca sistematik bir bozulma değil; insanın fıtratından uzaklaşmasıdır. Tevhid yerine sekülerlik, infak yerine bencillik, cemaat yerine yalnızlık, hikmet yerine yüzeysellik, derinlik yerine görüntü geçtiğinde; insan, insanlığını kaybeder. Bu nedenle bugünün en büyük ihtiyacı; modernliğe değil, hikmete yönelmiş bir medeniyet inşasıdır. Vahyin rehberliğinde yeniden tevhid merkezli bir hayat kurmak, yalnız bireyi değil, toplumu ve insanlığı da ihya edecektir.

Özet:

Bu makale, modern çağda yaşanan beş temel deformasyonu ele alır:

Sekülerizm ile tevhid anlayışı çözülür.

Kapitalizm, infak ve kanaat duygusunu yok eder.

Bireycilik, ümmet şuurunu parçalar.

Mekanik eğitim, hikmetsiz bilgi üretir.

Medya kültürü, derinliksizliği normalleştirir.
Tüm bu başlıklar, insanı özünden ve fıtratından uzaklaştırır. Çözüm ise yeniden tevhid, hikmet, cemaat ve infak merkezli bir hayat tasavvuruna dönmektir.

 

 




Cennet Ucuz Değil: İmtihan, Hikmet ve Rızanın Yolculuğu

Cennet Ucuz Değil: İmtihan, Hikmet ve Rızanın Yolculuğu

“Evet, cennet ucuz değil. İki hayatı imha eden küfr-ü mutlaktan kurtarmak, bu zamanda pek çok ehemmiyetlidir. Bir parça meşakkat olsa da şevk ve şükür ve sabırla karşılamalı. Madem bizi çalıştıran Hâlık’ımız Rahîm ve Hakîm’dir; başa gelen her şeyi rıza ile sevinç ile rahmetine, hikmetine itimat ile karşılamalıyız.”
Şualar

“Bizi çalıştıran Rahîm ve Hakîm ise, başa gelen her şeyde bir hayır vardır.”

İnsan, iki büyük sermaye ile bu dünyaya gönderilmiştir: Hayat ve iman. Bu iki sermayeyi doğru kullanmak, ebedî bir saadetin anahtarıdır. Ancak bu saadet ucuz değildir. Zira cennet, boş ve zahmetsiz bir arzu değil; sabırla, şükürle, sebatla örülen bir emek meyvesidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin Şualar’da ifade ettiği gibi, “Cennet ucuz değil” ve “iki hayatı imha eden küfr-ü mutlaktan kurtulmak, bu zamanda pek çok ehemmiyetlidir.”

İki Hayat: Dünya ve Âhiret

İnsanın önünde iki hayat vardır: Biri geçici dünya hayatı, diğeri ise ebedî olan ahiret. Küfür, sadece bu dünyayı değil, ahireti de yok eder. Bir insan küfrü mutlakta (tam inkârda) kalırsa, bu dünya hayatı anlamsız bir azaba; ahiret ise karanlık bir hüsrana dönüşür. Bu yüzden iman hakikatlerini anlatmak, yaşamak ve yaşatmak, en büyük cihatlardan biri hâline gelir. Çünkü bu bir kurtarma operasyonudur. Bir insanı küfürden kurtarmak, sadece bir şahsı değil, onun iki hayatını da kurtarmaktır.

İmtihan: Zahmette Rahmet Saklıdır

Mü’minin dünyası meşakkatle doludur. Ancak bu zorluk, başıboş ve anlamsız değildir. Çünkü o zorlukları gönderen Zât, Rahîm (sonsuz merhamet sahibi) ve Hakîm (her işinde hikmet olan) olan Allah’tır. Eğer başımıza bir sıkıntı geldiyse, onun içinde bir rahmet ve terbiye hikmeti gizlidir. Bu da bizi teselli eder. Çünkü biliyoruz ki: “Bizi çalıştıran Rahîm ve Hakîm’dir.” Bir Müslüman bu şuura erdiğinde, imtihanı bir ceza değil, bir terakki vesilesi olarak görür.

Rıza: Başımıza Gelenle Barışmak

Sabır, sadece diş sıkmak değildir. Şikâyetsizliğin, teslimiyetin ve Allah’a güvenin adıdır. Rıza ise daha üst bir makamdır: Gelenin hoş karşılanması, her şeyin Allah’tan olduğunu bilerek gönül huzuru ile kabullenilmesidir. Zorluk karşısında rıza göstermek, acıyı bal eylemektir. Çünkü mü’min bilir ki:

> “Başa gelen her şeyi rıza ile, sevinç ile, rahmetine ve hikmetine itimat ile karşılamalıyız.”

Bu teslimiyet, insanı hem dünya hem ahiret saadetine götürür.

Bu Zamanda Hizmetin Ehemmiyeti

Zamanımızda küfr-ü mutlak, yani inançsızlık, örgütlü, sistemli ve yaygın bir şekilde insanlığı kuşatmaktadır. Böyle bir dönemde iman hakikatlerini anlatmak, sadece bireysel bir fazilet değil, aynı zamanda bir mukaddes görevdir. İnsanları küfürden kurtarmak, ebedî hayatlarını kurtarmak anlamına gelir. Bu ağır görev zaman zaman meşakkatli olabilir. Ama o meşakkat, neticesi ebedî cennet olan bir yoldur. Sabırla, şükürle ve şevkle yürünmesi gerekir.

Sonuç: Sabırla, Rızayla, Şükürle

Cennet pahalıdır. Ama Allah, kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez. Her imtihan, sabırla taçlandığında cennetin bir basamağı olur. Her zahmet, hikmetle örülmüştür. Her zorluk, ilâhî bir terbiye planının parçasıdır. Öyleyse mü’min, başına geleni Rahîm ve Hakîm olan Allah’tan bilerek, sevinçle, rıza ile karşılamalıdır. Çünkü cennete giden yol dikenlidir; ama sonunda ebedî saadet vardır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Cennet ucuz değil” ifadesi etrafında şu hakikatler işlenmiştir:

İnsanın iki hayatı vardır ve küfür bu ikisini de yok eder.

Mü’minin karşılaştığı meşakkatler, Rahîm ve Hakîm olan Allah’ın terbiyesidir.

Rıza ve sabır, mü’mini hem dünyada huzura, hem ahirette cennete ulaştırır.

Bu zamanda küfürle mücadele etmek ve iman hakikatlerine hizmet etmek büyük bir fazilettir.
Sonuç olarak: Zorluklar, cennetin bedelidir. Ama bu bedel, ebedî saadet yanında zerre kadar kalır.

 




İhlas, Enaniyetin Terkı ve Ebedî Lezzetlerin Peşinde

İhlas, Enaniyetin Terkı ve Ebedî Lezzetlerin Peşinde: Risale-i Nur’un Meslek Esası
“Zahmetlerde rahmet, elemlerde bâki lezzetler vardır.”

“Risale-i Nur’un meslek-i esası; ihlas-ı tam ve terk-i enaniyet ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâki lezzetleri hissedip aramak ve fâni ayn-ı lezzet-i sefihanede elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatleri ders vermek olduğu…”
Şualar

Risale-i Nur, yalnızca bir ilim değil; bir hayat tarzı, bir iman hizmeti ve bir manevî terbiye mektebidir. Onun meslek-i esası, yani temel yolu; şekilcilikten, gösterişten ve şahsî menfaatten uzak bir ihlâs, enaniyeti terk, rahmetli zahmet anlayışı ve fani lezzetlerdeki aldatıcı perdeleri yırtmak üzerine kuruludur. Bediüzzaman’ın bu tarif ettiği çizgi, çağın ruhunu tedavi eden, imanı akla ve kalbe yerleştiren bir yoldur. Bu makalede, bu esaslar çerçevesinde Risale-i Nur’un özünü ve insanlığa sunduğu hikmetli reçeteyi birlikte ele alacağız.

  1. İhlas-ı Tam: Sırf Allah Rızası İçin Yaşamak

İhlas, amelde Allah’tan başkasını gözetmemek; yaptığın her şeyi sadece Allah için yapmaktır. Risale-i Nur’un en temel düsturlarından biri budur. Çünkü bu zamanda en büyük tehlike, ibadet ve hizmetin içine riya, şöhret ve çıkarın karışmasıdır. Bediüzzaman, Risale talebelerinin “gizli kalmayı tercih eden, alkıştan ve görünmekten kaçınan” bir ahlak üzere olmalarını ister. Çünkü hizmet, yalnızca ihlas ile değer kazanır.

Amelimizde rıza-yı İlâhîden başka bir gaye takip etmiyoruz.

  1. Terk-i Enaniyet: Benlikten Arınma

Enaniyet, bu asrın en büyük illeti ve gaflet kaynağıdır. “Ben” diyen, “biz”den kopar; “ben” diyen, İlâhî kudretin tecellilerini kendine mâl eder. Risale-i Nur, enaniyetin kırılması için iki temel yol gösterir:

  1. Acz ve fakr ile Allah’a yönelmek
  2. Şahsî kemâlatı değil, hizmetteki tevazu ve mahviyeti esas almak

Bu meslekte benlik değil, hizmet öne çıkar. Zira kudsî davaların yükü şahsi kibirle değil, tevazu ve ittihadla taşınabilir.

  1. Zahmette Rahmet, Elemde Lezzet Aramak

Risale-i Nur’un en sarsıcı derslerinden biri, görünüşteki zahmet ve elemdeki bâki lezzetleri keşfetmektir. Çünkü bu dünya, meşakkat ve fâni lezzetlerle doludur. Ancak sabırla bakıldığında, zahmet rahmete; elem ebedî bir sevince dönüşür. Nasıl ki doğum sancısı neticesinde bir hayat gelir, mü’minin başına gelen sıkıntılar da rahmetin tohumudur.

> “Cennetin yolu çileli ibadetlerden geçer.”
Ve bu çileli yolda, her zahmetin içinde bir inayet gizlidir.

  1. Fani Lezzetlerdeki Elem: Sefih Hayatın Gerçek Yüzü

Risale-i Nur, fâni ve sefih (eğlenceye, heva ve hevese dayalı) hayattaki lezzetlerin aslında birer elîm elem olduğunu gösterir. Bu, göz boyayan bir hakikat değil; göz açan bir idraktir. Dünyanın cazibesi geçici, tatları bozulmaya mahkûmdur. Hevâya hizmet, ruha azap getirir. Bu nedenle Risale-i Nur, “gerçek huzur”un yalnızca iman ve ubudiyet yolunda olduğunu tekrar tekrar ders verir.

  1. İmanın Bu Dünyadaki Lezzetleri

İman yalnızca ahirette değil, dünyada da saadet ve huzur kaynağıdır. İmanlı bir insan, her nimeti nimet olarak görür. En büyük musibetlerde bile Allah’ın inayetini sezer. Kalbi rahattır, zihni berraktır. Kâinat onun için bir mekteptir; ölüm ise vuslat vesilesidir. Bu sebeple, iman sadece bir akide değil, bir hayat üslubudur.

> “İman hem nurdur hem kuvvettir.”
Bu kuvvet, insanı maddî-manevî zelzelelerden koruyan bir sığınaktır.

  1. Felsefenin Erişemediği Hakikatler

Modern felsefe, aklı merkeze koyar ama ruhu ihmal eder. Risale-i Nur ise, hem aklı tatmin eder hem kalbi doyurur. Bu sebeple, felsefenin çözemediği meseleleri –özellikle ölüm, kader, yaratılış gayesi gibi konuları– Kur’anî hikmetle çözer. İmanî dersler, bugünün çıkmazlarına hem zihnî hem kalbî şifa sunar.

Sonuç: Bir Hakikat Yolculuğu

Risale-i Nur’un meslek-i esası; şekilden ibaret olmayan, derin, ihlaslı, samimi bir imanı inşa etmektir. Bu yol; benlikten uzak, sabırla yoğrulmuş, fanilikten uzaklaşarak ebedî lezzetlere talip olanların yoludur. Risale-i Nur sadece bir kitaplar manzumesi değil; bir nefis terbiyesi, bir akıl inşası, bir kalp eğitimi ve bir ümmet ihyasıdır. Zira bu zamanda en büyük cihad, en büyük hizmet; imanı kurtarmak ve yaşatmak olmuştur.

Özet:

Bu makalede Risale-i Nur’un meslek-i esasındaki temel ilkeler ele alınmıştır:

İhlas-ı tam ile Allah rızasını merkez edinmek

Enaniyeti terk ederek tevazu ile hizmet etmek

Zahmette rahmet, elemde lezzet görebilmek

Sefih lezzetlerin ardındaki elîm gerçekliği fark etmek

İmanın dünyadaki lezzetlerini yaşamak

Ve felsefenin ulaşamadığı hakikatleri Kur’anî hikmetle kavramak

Sonuç olarak, Risale-i Nur; sadece aklı değil, kalbi de ikna eden; sadece teoriyi değil, pratiği de inşa eden bir “manevî harita”dır. Bu harita ile yürüyen, hem dünya hem ahiret saadetine ulaşır.

 

 




Şenlenen Yeryüzü ve Semalar: Zikirle Dolu Bir Âlemin Sessiz Nâşirleri

Şenlenen Yeryüzü ve Semalar: Zikirle Dolu Bir Âlemin Sessiz Nâşirleri

“Evet, küre-i arzda dört yüz bin nevileri zîhayattan halk eden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu’cizat-ı sanatına karşı, onlara dilleriyle “Mâşâallah, Bârekellah, Sübhanallah” dedirten ve ihsanat-ı rahmetine mukabil “Elhamdülillah, Ve’ş-şükrü lillah, Allahu ekber” o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zülcelali ve’l-cemal, elbette bilâ-şek velâ-şüphe, koca semavata münasip, isyansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış. Ve hayvanatın taifelerinden pek çok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip sanat ve rahmet-i İlahiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilan ediyorlar.”
Şualar

İnsanoğlu çoğu zaman sadece gördüğü şeyleri var zanneder. Oysa varlık âlemi, gözün göremediği ama kalbin hissedebileceği bir zikir ve tesbih korosu ile doludur. Yeryüzünden gökyüzüne, sinekten melekuta, kar tanesinden yıldızlara kadar her şey “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahu Ekber” nidalarıyla varlığını ilan eder.

  1. Yeryüzünün Şenlenişi: Hayatın Tebessümü

Küre-i arz üzerinde dört yüz binden fazla canlı türü vardır. Bunlar sadece yaşamak için değil, aynı zamanda sanat-ı İlâhiyeyi gösterip şükür ve tesbih etmek için yaratılmışlardır.

En değersiz görünen çürümüş maddelerden bile hayat çıkaran bir kudret vardır.

Mikroskobik canlılardan fillere kadar her biri, kendi lisan-ı hâlleriyle Rablerine hamd ve tesbih eder.

Rızıklandırıldıklarında “Elhamdülillah” derler, hayranlıkla “Sübhanallah” çekerler.

Bu canlılar, Allah’ın rahmetini alkışlayan dilsiz fakat duyurucu şairler gibidir.

  1. Gökyüzünün Şenlenişi: Meleklerin Ubudiyeti

Yeryüzü bu kadar dolu ve hikmetli yaratılmışsa, semavatın boş olması düşünülebilir mi?

Allah, sadece arzı değil; gökyüzünü de meleklerle ve ruhanî varlıklarla doldurmuştur.

Melekler, isyan etmeden daima ubudiyet eden nuranî varlıklardır. Her biri bir zikir görevlisi gibidir.

Kimi kar tanesine binerek yeryüzüne iner, kimi yıldızlara binip kâinatı seyr eder ve her halükârda tekbir, tehlil ve tesbih ile ubudiyetlerini ilan eder.

Bu tasvirler, meleklerin sadece bir inanç unsuru değil; aynı zamanda hikmeti, sanatı ve rahmeti temaşa ettiren şuurlu varlıklar olduklarını gösterir. Ve böylece insan, yalnız olmadığını, yalnızca kendisinin zikirle mükellef olmadığını anlar. Bir kâinat korosunun parçası olduğunu fark eder.

  1. Hayatın Zikri: Varlık Sessiz Değil

Bu manzara bize şunu anlatır:

Hayat, tesadüfün değil, tefekkürün ve tevhidin ürünüdür.

Hiçbir varlık başıboş değildir. Her canlı, her yağmur tanesi, her yıldız; bir görevli, bir tesbihçi, bir şükredicidir.

Ve bütün bu varlıkların ardında, onları konuşturan, sustuklarında dahi onları şahid kılan bir Zât-ı Zülcelal vardır.

Özet:

Yeryüzündeki canlıların çokluğu, en değersiz maddeden bile hayat çıkaran kudreti ve hepsinin kendi lisanlarıyla Allah’a hamd ve tesbih edişi, bu âlemin boş ve anlamsız olmadığını gösterir. Aynı şekilde semavat da boş değildir; melekler orada isyansız bir şekilde ubudiyet eder. Kimisi yağmur damlasına, kimisi yıldızlara biner. Bu manzara, kâinatın her zerresinde tevhid, zikir ve ibadetin yankılandığını gösterir. İnsan da bu büyük tesbih korosunun bir parçasıdır.

 




Nurla Aydınlanan Âlemler: Melekler, Şeytanlar ve Kalpteki Cihad ve Mücahede âlemleri

Nurla Aydınlanan Âlemler: Melekler, Şeytanlar ve Kalpteki Cihad ve Mücahede

âlemleri

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ۝ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ

ve bütün adem âlemleri

سُبْحَانَ اللّٰهِ ۝ سُبْحَانَ اللّٰهِ

derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, meseleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır.

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

âyetinin envarından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.”
Şualar

İnsan, hem göklerin hem de yerin özetidir. Onun kalbinde, aklında ve ruh dünyasında bir kâinat gizlidir. Tıpkı gökteki yıldızlar gibi kalbinde ilhamlar parlar, tıpkı semâda dolaşan karanlık bulutlar gibi vesveseler yaklaşır. Bu hâl, sadece ferdî bir ruh hali değil; bütün varlık âlemini kapsayan bir kanun-u mübarezenin yansımasıdır: Hayır ile şer, melekle şeytan, nûr ile zulmet, hamd ile tenzih…

Âlemler Dillerini Açıyor

Hamd âlemleri, yani imanla nurlanmış âlemler, “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” (Her türlü övgü Allah’a aittir) der.

Adem âlemleri, yani inkâr, gaflet ve hiçlik içinde kaybolmuş varlıklar ise ancak “سُبْحَانَ اللّٰهِ” (Allah noksan sıfatlardan münezzehtir) diyerek arınmayı arzu eder.

Her ikisi de bir varlık ve yokluk mücadelesinin sesidir. Çünkü kainat boş bir sahne değildir; her an hayır ve şer, iman ve inkâr, melek ve şeytan, rahmet ve gazap arasında sonsuz bir cidal yaşanır. En büyük cephe ise insan kalbidir.

Kalbin Etrafında Kıyamet

Kalbin etrafında, görünmeyen ama derin etkiler bırakan bir savaş vardır:

Meleklerin ilhamı: Hayra çağırır, nura götürür, huzur fısıldar.

Şeytanın vesvesesi: Şüphe uyandırır, gaflet telkin eder, kalbi karartır.

İşte bu savaşta, insana yardım eden en büyük kuvvetlerden biri, melekler hakkında imandır. Çünkü insan meleklerin varlığını ve onların hayra yönlendiren fısıltılarını kabul ettiğinde; kalbindeki karanlık vesveselere karşı bir ışık yanar. Ve o anda, âyetin sırrı tecelli eder:

> “اللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ”
“Allah, göklerin ve yerin nurudur.” (Nûr, 24/35)

Bu âyet, sadece bir bilgi değil; bir ruhani hâl, bir iman nuru, bir manevî tecellidir. Kalpte yanar, aklı aydınlatır, ruhu sarar.

Işığın Tadı

Meleklere iman, sadece soyut bir kabul değil, manevî bir tadımdır. Kalpte bir huzur, bir sekinet ve bir sevinç olarak kendini gösterir. Şeytanın karanlık fısıltılarına karşı bir manevî zırh, gafletin puslarına karşı bir iman kandili olur. Ve insan anlar ki:

> “Her karanlığın ardında bir nur vardır.
Her vesvesenin karşısında bir ilham vardır.
Her inkârın ötesinde bir hamd yankılanır.”

Özet:

Kâinatta sürekli bir mücadele vardır: Hayır ile şer, melek ile şeytan, nur ile zulmet. Bu mücadele en çok insanın kalbinde hissedilir. Meleklerin ilhamı ve şeytanın vesvesesi arasında yaşanan bu savaşta, meleklere iman, kalbi aydınlatan bir nur gibi tecelli eder. Bu nur, “اللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ” âyetiyle ruhu sarar, karanlıkları deler. Meleklerin varlığına iman eden kalp, karanlıkta yolunu bulur ve iman nurunun lezzetini tadar.

 




Allah Varsa Her Şey Var: Varlığın Hakikatine Açılan Pencere

Allah Varsa Her Şey Var: Varlığın Hakikatine Açılan Pencere

“Evet, madem Allah var ve ilmi ihata eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında ehl-i imanın dünyasında yoktur ve kâfir münkirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle doludur. İşte bu hakikati, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip der: “Kimin için Allah var, ona her şey var ve kimin için yoksa her şey ona yoktur, hiçtir.”
Şualar

İnsan, varlıkla yokluk arasında bir bilinçle yaratılmıştır. Görünürde vardır ama sonlu, geçici ve fanidir. Ancak bu geçicilik içerisinde onun gönlü ebediyeti ister, zihni sonsuzluğu düşünür, kalbi baki olanı özler. İşte bu çelişkiden doğan sorulara İslam, Kur’ân ve iman eşsiz cevaplar sunar. Bu cevaplardan biri de şu veciz darb-ı meselde toplanır:

> “Kimin için Allah var, ona her şey var. Kimin için yoksa, her şey ona yoktur, hiçtir.”

Bu cümle, sadece bir söz değil; varlığın özüne dair bir pusuladır.
Zira Allah varsa, yaratılışın anlamı vardır. Hayat, başıboş değil; maksada bağlıdır. Ölüm, yokluk değil; başka bir hayata geçiştir. Acı, sınavdır; sevinç, nimettir. Kalpteki boşluklar dua ile dolar, akıldaki karışıklıklar iman ile berraklaşır.

Ama Allah yoksa –hâşâ– o zaman hiçbir şey yerli yerinde değildir:

Hayat bir tesadüften ibaret,

Ölüm ise kesin bir yokluk,

Aşk aldatıcı,

Merhamet bir zaaf,

Adalet ise bir hayal olur.
Her şey geçici, her şey boştur. Gönül doymadan, akıl anlamadan, ruh huzur bulamadan her şey hiçliğe karışır.

İman, insanın varlıkla bağını kuran en büyük köprüdür. O köprü kurulduğunda:

Yokluk yerini varlığa,

Karanlık yerini nura,

Korku yerini emniyete,

Kaygı yerini ümide bırakır.

Bu yüzden “Allah vardır” demek, sadece bir inanç değil; hayata bakışın tam merkezidir. Allah varsa; güneşin doğması da, bir yaprağın düşmesi de anlam kazanır. En büyük felaketler bile ilahî bir terbiyeye dönüşebilir.

Ehl-i iman için “ölüm” bir yokluk değil, bir vuslat kapısıdır. Ama Allah’a inanmayan için, ölüm bir ebedî firak, hayat bir boş telaş, kalp ise hiçliğin yankısıyla çırpınan bir çöl kuşudur.

Özet:

İnsanın gerçek anlamda “var” olabilmesi, Allah’a imanla mümkündür. Çünkü Allah varsa, her şey anlamlı ve değerlidir. Yoksa, her şey boşluk, karanlık ve hiçlik içinde kaybolur. Bu nedenle “Kimin için Allah var, ona her şey var; yoksa her şey ona yoktur” hakikati, hayatın merkezine yerleştirilmesi gereken bir tevhid pusulasıdır. İman, ehl-i iman için fâniliği ebediyete çevirirken; inkâr, her şeyi hiçlik ve ademle yutar. Gerçek saadet, Allah ile var olmaktır.

 

 




Perdelerin Ardındaki Kudret: Sebepler, Tevhid ve Ehadiyet

Perdelerin Ardındaki Kudret: Sebepler, Tevhid ve Ehadiyet

“Evet, izzet ve azamet isterler ki esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. 

    Tevhid ve ehadiyet isterler ki esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden. “
Şualar

İnsanın nazarında her şey bir sebebe bağlı görünür. Güneş ısıtır, yağmur bitkiyi büyütür, doktor şifa verir, kalem yazı yazar. Fakat bu görünürdeki sebep-sonuç zinciri, hakikatte sonsuz kudretin örtüsünden ibarettir. Çünkü izzet ve azamet, yani Allah’ın yüceliği ve ihtişamı, doğrudan tecelliye izin vermez; sebepler perde olur. Ama tevhid ve ehadiyet, yani Allah’ın birliği ve doğrudan tecellisi, bu perdelerin tesir sahibi olmasını reddeder.

Bu hakikat, şu iki veciz cümleyle mükemmel özetlenmiştir:

> “Evet, izzet ve azamet isterler ki esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.”

İzah edelim:

  1. İzzet ve Azamet Yönüyle:

Allah doğrudan müdahale ettiğinde gaflet ehli insanlar kibirlenir, haddini bilmez, isyan eder. Allah, azamet ve büyüklüğüyle kullarını imtihan ederken, kudretini örtüp sebepler vasıtasıyla işler yapar. Bir çocuk doğar, biz ebeveyn deriz. Bir ağaç meyve verir, biz toprağa ve suya bakarız. Halbuki bunların hepsi perdedir.
Tıpkı padişahın doğrudan hizmet etmemesi gibi; izzet ve azamet bunu gerektirir.

  1. Tevhid ve Ehadiyet Yönüyle:

Ancak iman gözüyle bakıldığında, sebeplerin yalnızca birer araç, asıl tesirin Allah’tan olduğu anlaşılır. Yani bir yaprağın düşmesinden bir insanın hayat bulmasına kadar her şeyde, doğrudan Allah’ın iradesi ve kudreti vardır. Çünkü bir tek elma ağacı değil, bütün ağaçlar ve tüm kâinat beraber çalışmadan, tek bir elma bile yapılamaz.

Bu nedenle, sebepleri sadece perde olarak görmek, hakikî imanın bir şubesidir. Zira sebepler tesir etmez, sadece İlâhî kudretin işlemesine mecra olurlar. Gerçek şifa Allah’tandır, rızık O’ndandır, hayat ve ölüm O’nun emriyledir. O halde insan; zahiri sebeplerin arkasındaki İlâhî eli fark etmeli, izzet perdesi altında gizlenen Rahmet Sultanı’nı tanımalıdır.

Özet:

Allah’ın azameti ve izzeti, kudretini doğrudan değil, sebepler eliyle göstermesini gerektirir. Fakat tevhid ve ehadiyet ise, bu sebeplerin aslî tesiri olmadığını, her şeyin doğrudan Allah’ın kudretiyle olduğunu bildirir. Sebepler yalnız birer perdedir; hakikatte iş gören yalnız Allah’tır. İmanlı bakış, sebeplerin arkasındaki kudreti tanır ve bu da kişiyi şirke düşmekten, gaflete kapılmaktan kurtarır.

 




Zerreden Güneşe: Ehadiyet ve Vâhidiyet Arasında İlâhî Bir Nakış

Zerreden Güneşe: Ehadiyet ve Vâhidiyet Arasında İlâhî Bir Nakış

“Bazen iki kelimede mesela ‎ رَبُّ الْعَالَمٖينَ‎  ve ‎ رَبُّكَ‎  de ‎ رَبُّكَ‎  tabiriyle ehadiyeti ve ‎ رَبُّ الْعَالَمٖينَ‎  ile vâhidiyeti bildirir. Ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir göz bebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi güneşi dahi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün göz bebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar.”
Şualar

Kur’ân’ın en mühim tevhid derslerinden biri, vâhidiyet ve ehadiyet hakikatlerini birlikte göstermesidir. Bu iki kavram, Cenâb-ı Hakk’ın birliğini iki farklı tecellî boyutunda anlatır:

Vâhidiyet, Allah’ın her şeyin Rabbi olduğunu, yani kâinat çapında birliğini ifade eder.

Ehadiyet ise, Allah’ın her bir şeyde, tek başına ve doğrudan doğruya tecellî ettiğini, yani ferdî varlıkta birliğini gösterir.

Kur’ân-ı Hakîm, bazen “رَبُّ الْعَالَمِينَ” (âlemlerin Rabbi) diyerek Allah’ın umumî rubûbiyetini ilan ederken, bazen de “رَبُّكَ” (senin Rabbin) diyerek kişiye özel tecellîyi, yani ferdî muhataplığı nazara verir. Böylece insan hem küllî hem cüz’î çapta İlâhî terbiyenin farkına varır.

Bu anlatım tarzı, sıradan bir ifade değil; bir tevhid mucizesidir. Aynı kudret, bir gözbebeğinde bir zerreyi nasıl yerleştiriyorsa; aynı kudret, göğün gözbebeğine de güneşi yerleştirir. Yani Allah, hem mikroskopik düzeyde ehadiyetle, hem de makroskopik düzeyde vâhidiyetle hükmeder.
Bir karıncanın azığını veren kim ise, galaksilere yörüngesini veren de odur.

Bu tecellî tarzı, insanın imanında derin bir yakîn, kalbinde ise yüksek bir teslimiyet oluşturur. Çünkü insan hem âlemlerin Rabbi olan bir Zât’a dayanır, hem de o Zât kendisinin şahsî Rabbi, terbiye edicisi, koruyucusu ve muhatabıdır. İşte tevhidin hem haşmeti hem de yakınlığı bu iki isimde buluşur.

Bu açıdan bakıldığında Kur’ân’ın her âyeti, hem kâinatın büyük fotoğrafını çeker hem de insanın kalbine özel bir hitap taşır. Her âyet, bir yandan galaksilere hitap ederken, diğer yandan bir tek kalbin derdine derman olur. Çünkü Kur’ân, bütün âlemleri idare eden bir Rabbin, her kuluyla da birebir ilgilendiğini haber verir. Ve bu, ancak sonsuz bir kudret ve sonsuz bir hikmetin eseri olabilir.

Özet:

Kur’ân’da geçen “رَبُّكَ” ifadesi Allah’ın kişisel, doğrudan ve özel ilgisini; “رَبُّ الْعَالَمِينَ” ifadesi ise Allah’ın umumî, külli rububiyetini gösterir. Bu iki ifade, ehadiyet ve vâhidiyet hakikatlerini birlikte taşır. Yani Allah, bir zerrede doğrudan tecellî ettiği gibi, güneşte de hükmeder. Böylece insan hem evrensel bir Rabbe dayanır, hem de şahsî bir ilgiyle muhatap olduğunu hisseder. Bu tevhid dersi, imanda derinlik, kullukta ise huzur ve sükûn getirir.

 

 




İÇİMİZDEKİ İSRAİL: KALPLERİN İŞGALİ VE BİR MEDENİYETİN KUŞATILMASI

İÇİMİZDEKİ İSRAİL: KALPLERİN İŞGALİ VE BİR MEDENİYETİN KUŞATILMASI

Tarih boyunca milletler dış düşmanlarla değil, içlerindeki ihanete göz yumduklarında çökmüştür. Kudüs’ün surları güçlüydü ama içerideki teslimiyet ruhu onu düşürdü. Endülüs dıştan değil, içeriden yıkıldı. Osmanlı koca bir cihan devleti iken; içerden zayıflatılan ruh kökleriyle parçalandı. Bugün de benzer bir tehlike ile karşı karşıyayız. Görünürde tehdit İsrail, ABD ya da Batı’dır. Lakin asıl tehlike kalbimize sızan İsrail’dir. İsrail artık sadece haritada değil; zihinlerde, kalplerde, algılarda ve tercihlerde yaşayan bir zihniyettir.

İÇİMİZDEKİ İSRAİL NE DEMEKTİR?

Bu kavram bir ırka, millete ya da kavme değil, bir zihniyete ve tavra işaret eder. İçimizdeki İsrail;

Mazlumu değil zalimi yücelten,

Kudüs’e değil Tel Aviv’e kalben yönelen,

Tevhid yerine inanç problemini içine sindiren,

Ahlakı değil gücü esas alan,

Siyonist aklı stratejik derinlik sanan,

Ümmetten uzak, çıkarına yakın duran bir ruhtur.

Böyle bir insan ne zaman Filistinli bir çocuğun feryadını görmezden gelir, ne zaman bir İsrailli kadın ağladığında üzülürse; orada sadece bir duygusal sapma değil, zihinsel bir işgal vardır.

1979 RUHU TASFİYE Mİ EDİLİYOR?

İran’da 1979 Devrimi ile Batı’ya başkaldıran bir direniş hattı doğdu. Şiî, Sünnî ayrımı bir yana, emperyalizme karşı duruş açısından bu tavır; ABD, İsrail ve Batı için bir tehdit oluşturdu. Bugün bu tehdit bertaraf edilmek isteniyor. Devrimi içeriden çürütmek, ekonomik olarak sıkıştırmak, etnik ayrımları kaşımak, PKK ve PJAK gibi aparatları kullanarak doğrudan saldırıya açık hale getirmek isteniyor. Nihai hedef: dejenere olmuş, devrimi inkâr eden bir İran profili ortaya koymak.

15 TEMMUZ BİR PROVA İDİ

Türkiye’deki 15 Temmuz hain darbe girişimi, yalnızca bir iç isyan değil, bir küresel provaydı. Amaç yalnızca iktidarı devirmek değil; ümmetin direniş umudunu kırmak, halkı sindirmek ve “İslam’la yönetilemezsiniz” mesajını vermekti. Başarılı olsaydı; Türkiye, Suriye gibi parçalanacak, ardından Irak’la birleşecek bir Kürt devleti kurgusu başlayacaktı.

Bugün bu plan, yeni varyantlarla yeniden masaya sürülmektedir. İçimizdeki bazı sözde entelektüeller, “ılımlı İsrail”, “anlayışlı Batı” gibi kavramlarla ümmeti psikolojik olarak teslim almaya çalışmaktadır.

TARİHİ PLAN: NİLDEN FIRAT’A

İsrail’in yayınladığı resmî haritalarda Nil-Fırat arası açıkça hedeflenmiştir. Tevrat’ın tahrif edilmiş versiyonunda bu vaat yer alır. Bu plan şunları ihtiva eder:

Türkiye’nin Güneydoğusu,

Irak’ın Kuzeyi,

Suriye’nin kuzeyi,

Mısır ve Ürdün’ün bazı bölgeleri.

Bu bölgelerde İsrail; etnik çatışmaları, yapay terör örgütlerini, su kaynaklarını kontrolü ve silah yığınağını devreye almıştır.

SÜLEYMAN MABEDİ PLANI

İsrail’in en büyük tarihî hedeflerinden biri, Mescid-i Aksa’nın yıkılarak yerine Süleyman Mabedi’ni inşa etmektir. Bugün Gazze’ye yapılan katliamlar sadece “savunma” bahanesi değildir. Aynı zamanda halkı göçe zorlamak, direnişi yok etmek ve Yahudi tapınağını kurmak için yapılan sistematik bir soykırımdır. Bu, sadece Filistin değil; İslam ümmetinin kalbine yapılan bir saldırıdır.

BOP PROJESİ: SÖNDÜRÜLMÜŞ BİR ORTADOĞU

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), ABD’nin kontrolünde şekillenen yeni dünya düzeni projesidir. Bu plana göre:

22 İslam ülkesi yeniden dizayn edilecek,

Halklar birbirine kırdırılacak,

Yönetimler değiştirilecek,

Petrol ve maden kaynaklarına el konulacak.

Ortadoğu’da “ılımlı” ve teslimiyetçi İslam anlayışları yerleştirilecek, cihad ve adalet kavramları sistem dışı ilan edilecektir. BOP’un alt metni şudur:
“İslam yaşamasın, sadece bir ritüel olarak var olsun.”

KÜRESEL HESAPLAR: EKONOMİ, ÇİN, RUSYA

Bugün İsrail ve ABD’nin niyeti sadece Ortadoğu’yu değil, Çin’in ekonomik yükselişini durdurmak ve Rusya’yı kuşatıp içine kapatmaktır.

İran’ın düşmesiyle Çin’in petrol ve doğalgaz yolları kesilecek.

Türkiye ve Azerbaycan hattı üzerinden Çin’in Orta Asya’ya uzanan ipekyolu sekteye uğratılacak.

Rusya Karadeniz’e, Çin Basra Körfezi’ne hapsedilecektir.

Böylece ABD ve Batı hem kendi borçlarını savaşla unutturacak, hem de dünya liderliğini geri kazanacaktır.

BÜYÜK TEHLİKE: ÜMMETİN ÇÖKERTİLMİŞ PSİKOLOJİSİ

En büyük tehlike, zihinlerin işgal edilmesiyle oluşur. Bugün İslam ülkeleri;

Birbirine güvenmemekte,

Batı’yı hâkim, Müslüman’ı ise aciz görmekte,

Kendi değerlerinden utanmakta,

Direnişi “terör”, teslimiyeti “medeniyet” zannetmektedir.

Bu, düşmandan daha tehlikeli bir iç yıkımdır. Çünkü bu zihinle ümmet yeniden ayağa kalkamaz. Asıl direniş, kalpleri İsrail’den temizlemekle başlar.

ÖZET

Görünen düşman İsrail ve ABD olsa da, asıl tehlike içimizdeki İsrail zihniyetidir. Bu zihniyet, ümmeti içeriden çökertmekte, teslimiyet ve zillet üretmektedir. İsrail ve Batı; İran’ı devrimsizleştirmek, Türkiye’yi içten çökertmek, Nil-Fırat hayalini gerçekleştirmek, Mescid-i Aksa’yı yıkmak, BOP planı ile İslam ülkelerini parçalamak ve Çin-Rusya hattını durdurmak istemektedir. Bu süreçte en önemli direnç noktası ümmet bilinci ve hakikat şuurudur. Çünkü asıl zafer; silahla değil, kalpteki işgalden kurtularak kazanılacaktır.

 




Ateşten Kaçış: Beşerin En Büyük Meselesi

Ateşten Kaçış: Beşerin En Büyük Meselesi

“Nev-i beşerin en büyük meselesi, cehennemden kurtulmaktır.”
Şualar

İnsan, düşünebilen, hissedebilen ve geleceğe dair endişe taşıyabilen bir varlıktır. Bu özellikleriyle diğer varlıklardan ayrılır. Ama bu ayrıcalık, beraberinde büyük bir sorumluluk ve hesap da getirir. Çünkü insan, yaratılış itibariyle sadece dünyaya ait değildir; onun ruhu, aklı ve vicdanı ebediyet için yaratılmıştır. İşte bu ebediyet yolculuğunda karşısına çıkan en büyük tehdit: cehennemdir.

Cehennem, sadece bir korku unsuru değil; aynı zamanda adaletin, ilahî hikmetin ve iltifatın tecellisidir. Zira dünyada işlenen zulümler, yalanlar, ihanetler, nankörlükler çoğu zaman cezasız kalır. Mazlumların feryadı, zalimlerin kahkahasına karışır. Eğer bir ebedî adalet terazisi olmazsa, bu dünyadaki adaletsizlik sonsuza kadar sürecek demektir. Bu ise, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah’ın adaletiyle bağdaşmaz.

Bu yüzden cehennem:

İnkâr edenin, zulmedenin, yoldan çıkanın karşılaştığı ebedî bir sonuçtur.

Kur’ân’ın sıkça hatırlattığı gerçek ve şiddetli bir uyarıdır.

Ve insanoğlunun aklına, kalbine, ruhuna yöneltilmiş en büyük sorumluluk çağrısıdır.

Cehennemden kurtulmak, sadece bir korkudan kaçmak değil; aynı zamanda insanlığını korumak, vicdanını ayakta tutmak ve Allah’a kullukta sadakatle durmaktır. Çünkü cehennem tehdidi, aynı zamanda cennetin değerini, rahmetin kıymetini ve imanın yüceliğini gösterir.

İnsanoğlunun gaflet içinde oyalanıp, geçici hevesler uğruna ebedî akıbetini unutması, en büyük aldanıştır. Zira cehennemden kurtulmak, sadece bir din meselesi değil; bir varoluş ve kurtuluş meselesidir. Ve bu mesele, insanlık tarihinin, medeniyetlerin, dinlerin, peygamberlerin hep merkezinde olmuştur.

Demek ki insanın en büyük meselesi, ne geçici dünya saltanatı, ne servet biriktirme derdi, ne de zahiri başarıdır. En büyük mesele, “Cehennemden kurtulmak!” Ve bu kurtuluşun yolu da, ancak imanla, salih amelle, ihlâsla, tövbe ve istiğfarla mümkündür.

Özet:

İnsanın yaratılışı ebedî saadete yöneliktir. Bu yolculukta karşısına çıkan en büyük tehlike, cehennemdir. Bu sebeple nev’-i beşerin en büyük meselesi, cehennemden kurtulmak olmalıdır. Cehennem korkusu; adaletin, imtihanın ve kulluğun bir sonucudur. Onun varlığı rahmetin ve cennetin kıymetini artırır. Cehennemden korunmanın yolu ise, Allah’a iman, emirlerine itaat, nefsin heveslerinden uzak durmak ve ilahî rahmete sığınmaktır. En büyük mesele, geçici hayattan değil, sonsuz azaptan kurtulmayı öncelikli görmektir.

 




Ölüm Değil, Geçiş: En Büyük Meseleye En Büyük Çare

Ölüm Değil, Geçiş: En Büyük Meseleye En Büyük Çare

“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa insanın en büyük ve her şeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir.”
Şualar

İnsan, her ne kadar gözünü dünyaya diker, hayatını bu fânî zeminde kurar görünse de iç âleminde susturamadığı, bastıramadığı bir hakikat vardır: ölüm. Ölüm; ne zenginlikten, ne gençlikten, ne ilimden kaçmaz. Herkese gelir, herkesi bulur. O, ne bir efsane ne de sadece yaşlıların kapısını çalan bir gölgedir. Hayat kadar gerçek, nefes kadar yakındır. Ve en keskin gerçek budur: Madem ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı da kapanmıyor; o hâlde insan için bundan daha büyük bir mesele düşünülemez.

Evet, insanın en derin korkusu da, en büyük sorusu da budur: “Ölümden sonra ne var?”
Zira ölüm, sadece bedenden bir ayrılık değil; aynı zamanda maldan, evlattan, sevdiklerinden ve bütün bir dünyadan bir kopuştur. Bu yüzden ölüm, bir ecel celladı gibi görünür. Kabir ise bir haps-i münferid, yani yalnızlık zindanı gibidir. Ama eğer bu kapının ardında bir nur, bir kurtuluş, bir sonsuzluk varsa; o vakit bu kapı bir zindan değil, bir geçit olur.

Bu yüzden insanın en büyük ihtiyacı; ölüm karşısında gerçek bir çare bulmaktır. Çünkü:

Ölüm, malı mülkü tanımaz; ancak imanı tanır.

Ölüm, bedeni alır; ama ruhu salıverir.

Kabir, eğer iman yoksa zindandır; ama iman varsa rahmet kapısıdır.

Bu noktada devreye hakikat-i Kur’âniye girer. Kur’ân, ölümü bir son değil, bir başlangıç olarak tanımlar. Kabri karanlık değil, nura açılan bir menfez olarak gösterir. Ve ecel celladı gibi görünen ölümün, aslında bir vazife bitirme emri olduğunu bildirir. Tıpkı askerliğini bitiren bir erin terhis edilmesi gibi, ecel de insanı dünya gurbetinden alıp ebedî vatana gönderir.

Demek ki ölümden kaçmak değil; ölümün hakikatini anlamak, onunla yüzleşmek ve ona hazırlıklı olmak gerekir. Çünkü ölümden kaçış yoktur; ama ölümün kabus olmaktan çıkması mümkündür. Bu da ancak iman, ahiret inancı ve salih amelle mümkündür.

Özet:

Ölüm kaçınılmaz ve değişmez bir hakikattir. Madem ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı kapanmıyor; o hâlde insan için en büyük mesele, bu hakikate çare bulmaktır. Bu çare, ne dünya malında ne de bedensel güçtedir; ancak iman ve ahiret inancındadır. Ölüm, imanlı bir bakışla bir son değil, sonsuz bir hayatın başlangıcı, kabir de karanlık bir zindan değil, rahmet kapısı olur. En büyük endişe, en büyük inançla karşılandığında, ölüm bir cellat değil, ebedî saadete açılan bir rehber olur.

 




Küçük Fakat Büyük: Arzın Sıradışı Kıymeti ve İlâhî Nazardaki Makamı

Küçük Fakat Büyük: Arzın Sıradışı Kıymeti ve İlâhî Nazardaki Makamı

“Hem madem bu arz, kesret-i mahlukat cihetiyle ve mütemadiyen değişen yüz binler çeşit çeşit enva-ı zevi’l-hayat ve zevi’l-ervahın meskeni, menşei, fabrikası, meşheri, mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, neticesi, sebeb-i hilkati olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki küçüklüğüyle beraber koca semavata karşı denk tutulmuş. Semavî fermanlarda daima

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ

deniliyor.”
Şualar

İnsanoğlu göklere bakınca büyüklük görür, ihtişam, haşmet ve genişlik görür. Ama Kur’ân, her defasında göklerle birlikte arzı da zikreder. Semavî fermanlarda sürekli “Rabbu’s-semâvâti ve’l-ard” (Göklerin ve yerin Rabbi) denilir. Bu ifade, sadece edebî bir denge değildir; hakikatin ta kendisidir. Çünkü yer, yani şu küçük görünümlü dünya, kâinatta öyle bir merkeze sahiptir ki, gökler kadar hatta onlardan daha anlamlı bir fonksiyona sahiptir.

Zira dünya, sadece taş-toprak, su-hava değildir. O, sürekli değişen, doğan ve ölen milyonlarca canlı türüne beşiklik eden bir hayat fabrikasıdır. Bitkiler, hayvanlar, insanlar… Hepsi bu dünya sahnesinde yaratılır, şekillenir, vazifesini yapar, sonra çekilir. Bu muazzam değişim ve üretim, hiçbir tesadüfle izah edilemez; bu bir irade, ilim ve kudretin göstergesidir.

Yeryüzü, her an meşher (sergi), fabrika, mahşer, menşe (kaynak) gibi farklı vasıflarla çalışır. Bu çok yönlü işleyiş, arzı kâinat içinde adeta kalp ve merkez konumuna taşır. Tıpkı insanın vücudunda kalbin küçük ama hayati oluşu gibi, dünya da küçüklüğüne rağmen ilahî maksatlar açısından kâinatın kalbidir.

Gökler büyüktür ama sükûttadır; dünya küçüktür ama hayattadır.

Yıldızlar çoktur ama şuursuzdur; arzda ise bir tek insan vardır ama bilinçle tefekkür eder.

Göklerde hikmet gizlidir; ama arzda hikmet gözle görünür hâle gelir.

Ve yine bu dünya, en başta insanın evidir. O insan ki, Halife-i Zemin (yeryüzünün halifesi) olarak yaratılmış, esmâ-i ilâhiyyeyi tanıyacak bir şuura mazhar kılınmıştır. Dünya, sadece onun bedeni değil, aynı zamanda onun kalbinin inkişaf ettiği bir mana sahnesidir. Bu yönüyle dünya, yaratılışın sebebi ve kâinatın özetidir.

Bu yüzdendir ki, semavî kitaplar ve peygamberler hep yeryüzüne inmiştir. Allah’ın kelamı ve hitabı göklerden inmiş ama hedefi arz ve üzerindeki akıl ve şuur sahipleri olmuştur. Demek ki dünya, sadece fiziki bir mekân değil, ilâhî maksatların merkezidir. İşte bu sebeple Kur’ân, semâvât ile birlikte daima arzı da zikreder. Bu beraberlik, arzdaki manevî kıymeti ve ulvî gayeleri ilan eder.

Özet:

Küçüklüğüne rağmen yeryüzü, kâinatın kalbi ve neticesidir. Zira hayat, hareket, şuur, ibadet ve tefekkür gibi ilâhî maksatlar hep dünya üzerinde gerçekleşir. Mahlukatın sergilendiği, yaratıldığı ve öldüğü bir sahne olan dünya, ilâhî hikmetin merkezi konumundadır. Bu yüzden semavî fermanlarda “Göklerin ve yerin Rabbi” denilirken, arzın daima zikredilmesi tesadüf değil, büyük bir hakikatin ilanıdır.

 

 




CEHENNEMDEKİ NİMETSİZLİK: HAKİKİ NOKSANIN TEBELLÜR ETTİĞİ YER

CEHENNEMDEKİ NİMETSİZLİK: HAKİKİ NOKSANIN TEBELLÜR ETTİĞİ YER

Kur’ân-ı Kerîm, insanın dünya serüveninin bir imtihan olduğunu bildirir ve bu imtihanın sonucunda ebedî iki yoldan biriyle karşılaşacağını haber verir: Cennet ya da cehennem. Cennet, Allah’ın rızasının, rahmetinin ve ikramının mekânıdır. Cehennem ise gazabının ve adaletinin tecelligâhıdır. Cennet’te her şeyin en güzeli, cehennem’de ise her şeyin en menfisi vardır. Ama Kur’ân’da öyle ifadeler vardır ki, cehennem’de bazı şeylerin “hiç verilmeyeceği” bildirilir. Bu verilmemek, azaptan daha çetin bir azaptır. Bu yazıda, Kur’ân’ın dilinden cehennem’in mahiyeti ve orada olmayacak nimetler üzerine ibretli ve hikmetli bir bakış sunulacaktır.

Cehennem: Noksanlığın Mutlak Tezahürü

Kur’ân, cehennemi yalnızca alevli bir azap yeri olarak tanımlamaz. O yer aynı zamanda, insanın en temel varlık ihtiyaçlarının, arzularının ve beklentilerinin karşılıksız kaldığı mutlak bir noksanlık mahallidir. Bedensel acıdan ziyade, ruhî ızdırapların yoğunlaştığı bir yerdir. Nitekim Kur’ân şöyle buyurur:

> “Onlara kaynar sudan içirilir; bağırsaklarını parçalar.” (Muhammed, 15)

Burada verilen su, hayat vermez. Serinletmez. Aksine yok edicidir. Cehennem’de bir şey “verilir” ama o verilen şey de azabın parçasıdır.

Verilmeyecek Olanlar: Asıl Azap Bunlardır

Kur’ân’ın bazı ayetlerinde ise cehennemliklere “verilmeyecek” şeyler anlatılır. Bu, doğrudan azap değil gibi görünse de, gerçekte azaptan daha beter bir yoksunluğu gösterir.

  1. Konuşma İzni Verilmeyecek

> “O gün (günahkârlar) konuşamazlar.” (Mürselât, 35-36)
“Rabbinin huzuruna çıkacaklarını inkâr edenleri kör, dilsiz ve sağır olarak haşrederiz.” (İsrâ, 97)

Cehennemlik, kendini savunamaz. Mazuriyetini dile getiremez. Sükût, orada bir azap dilidir. Kendini anlatamamak, bağırmak isteyip ses çıkaramamak, ebedî yalnızlığın simgesidir.

  1. Ölüm Verilmeyecek

> “Orada ölmek isterler ama ölüm de verilmez.” (İbrahim, 17)

Dünya’da ölüm bazen bir kurtuluş olarak düşünülür. Ama cehennemde ölüm yoktur. Sonsuzluk azabın çerçevesidir. Ne uyku gelir, ne ölüm gelir, ne de son…

  1. Serinlik ve Gölgelik Verilmeyecek

> “Orada ne serinlik tadacaklar, ne de bir içecek.” (Nebe’, 24)

Güneşte bir saat beklemek bile insanı yakarken, cehennemin alevi, gölgeyi dahi vermez. Gölgelik yoktur, sığınacak bir kuytu yoktur.

  1. Rahmet Verilmeyecek

> “Bugün onlara rahmetimizden bir nasip yoktur.” (Fussilet, 27)

Dünya’da her an Allah’ın rahmeti içindeyiz. Gafletin örtüsüne rağmen merhameti devam eder. Ama cehennemde rahmet perdesi tamamen kalkmıştır. En büyük yoksunluk budur.

  1. Ümit Verilmeyecek

> “Orada (cehennemde) feryat ederler: Rabbimiz! Bizi çıkar. Önceden yaptıklarımızdan başka işler yapalım! (Allah der ki:) Size düşünecek kimsenin düşüneceği kadar ömür vermedik mi?” (Fâtır, 37)

Artık ümidin bile hükmü kalmaz. Çünkü cehennem, ümitsizliğin cismanî bir suretidir. “Bitti” kelimesi oranın hâkimidir.

Cehennem Psikolojisi: Acıdan Öte Bir Hissizlik

Cehennem’in acısı sadece yakıcı ateşte değildir. Asıl yakıcı olan; yokluğun, mahrumiyetin ve beklenenin verilmemesidir. Orası, duyguların yankılanmadığı bir boşluktur. Sevgi yoktur. Affedilme ümidi yoktur. Dostluk yoktur. Teveccüh yoktur.

Dünyada bir tebessüm, bir ses, bir söz insana moral olabilir. Cehennemde bu bile yoktur. Çünkü her şey “kesilmiştir”.

İnsan Bu Hâle Nasıl Gelir?

Kur’ân’ın cehennem tariflerinde bu yoksunlukların sebepleri de açıkça anlatılır. İnsan:

Allah’ın ayetlerini yalanlamış,

İbadet etmekten kaçınmış,

Zulmetmiş,

Kendini ilah edinmiş,

Ahirete inanmamış,

Fakiri gözetmemiş,

Malı biriktirip hakkını vermemiştir.

Yani sadece ateşe layık olmakla kalmaz, kendini tüm nimetlerden men edecek bir ruha dönüşmüştür. Ruh, nimeti reddettiği gibi, nimetin kaynağını da inkâr etmiştir.

Cehenneme Gitmeden Önce Anlamak

Kur’ân bize bu detayları anlatarak korkutmaz sadece. Asıl gaye, insanın uyanmasıdır. Cehennemde verilmeyecekler, bugün elimizde olanların kıymetini öğretir. Şu an konuşabiliyoruz. Dua edebiliyoruz. Gözyaşı dökebiliyoruz. Affedilmeyi isteyebiliyoruz. Cehennemde bu yok. O hâlde cehenneme gitmeden önce “var” olanların kıymetini bilmek gerek.

Özet

Kur’ân-ı Kerîm, cehennemi yalnızca alevli bir yer olarak değil; nimetsizliğin, merhametsizliğin, ümidsizliğin ve konuşmasızlığın mekânı olarak tanımlar. Orada bazı şeyler hiç verilmeyecektir: Konuşma, serinlik, ölüm, rahmet, ümit… Bu verilmemeler, aslında en büyük azabın göstergesidir. Cehennem, Allah’tan kopmuş bir varlığın içine düştüğü uçurumdur. Bu yüzden Kur’ân, cehennem tasvirleriyle aslında insanı “uyan” diye sarsar. Hayattayken, sahip olunan nimetleri fark etmek ve onları ebedî azaba karşı siper edinmek en büyük hikmettir. Çünkü cehennemde artık hiçbir şey verilmez, sadece pişmanlık kalır. Ama pişmanlık da orada işe yaramaz.

 

 




CENNETTEKİ VERİLENLER VE OLMAYACAKLAR: NİMETİN KEMALİ, NOKSANLIĞIN YOKLUĞU

CENNETTEKİ VERİLENLER VE OLMAYACAKLAR: NİMETİN KEMALİ, NOKSANLIĞIN YOKLUĞU

Cennet… Kur’ân-ı Kerîm’in müminlere verdiği en büyük müjdedir. Orası, Rahmân’ın rızasının ve ebedî huzurun yurdudur. İnsan, dünyada eksikliklerle, acılarla, hüzünlerle yoğrulurken; cennette her türlü noksanlık giderilmiş, her arzu tastamam karşılık bulmuştur. Cennet, sadece nimetlerin verildiği yer değildir; aynı zamanda hiçbir olumsuzluğun bulunmadığı bir yerdir. Yani orası, hem “verilenler”le dolu hem de “olmayanlar”la güzeldir. Kur’ân, bu yönüyle cenneti sadece tasvir etmez; aynı zamanda insanın ebedî fıtratına uygunluğu ile tanıtır.

Bu yazı, Kur’ân’a göre cennette kişiye verilecek nimetleri ve orada olmayacak şeylerin hikmetini ortaya koymayı hedeflemektedir.

CENNETTEKİ NİMETLER: HER ARZUNUN ÜSTÜN KARŞILIĞI

Kur’ân, cenneti anlatırken öyle kelimeler kullanır ki, insan sadece nimetleri hayal etmez; o nimetlerin ruhî derinliğini de hisseder. Cennet, hem bedenin hem de ruhun sonsuz tatmin yeridir.

  1. Ebedîlik

> “İçinde ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 25)

İnsan bu dünyada her güzellik karşısında “bitmesin” duygusunu taşır. Cennette ise bu fıtrî talep karşılık bulur. Hiçbir nimet geçici değildir. Veda yoktur. Kıymetli olan her şey sonsuzluk kazanır.

  1. Selâmet ve Emniyet

> “Orada ne boş bir söz işitirler, ne de günaha sokan bir laf.” (Vâkıa, 25)
“Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 112)

Cennette korku yoktur. Geçmişin pişmanlığı, geleceğin endişesi silinmiştir. Kalpte tam bir güven hâkimdir. Her söz latiftir, her hâl huzurludur.

  1. Arzulanan Her Şeyin Verilmesi

> “Orada canların çektiği ve gözlerin lezzet aldığı her şey vardır.” (Zuhruf, 71)

Cennette arzular çelişmez, sınırlanmaz. Çünkü fıtratın bozulmadığı bir ahlâk zemini vardır. Nefs, artık ilâhî terbiyeden geçmiş bir hâlde, sadece hakikî güzelliklere yönelmiştir.

  1. Allah’ın Rızası ve Cemâli

> “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır.” (Tevbe, 100)
“O gün birtakım yüzler vardır ki, Rablerine bakarlar.” (Kıyâme, 22–23)

Bütün nimetlerin ötesinde, Rabbin rızasını ve cemalini görmek, cennetin en büyük saadetidir. Bu öyle bir lütuftur ki, diğer tüm nimetler onun yanında gölgede kalır.

CENNETTE OLMAYACAK ŞEYLER: ASIL GÜZELLİK BUNDADIR

Cennet yalnızca bir “veriliş yurdu” değil, aynı zamanda “yoksunlukların olmadığı bir belde”dir. Kur’ân’da açıkça belirtilen veya işaret edilen bazı olmayanlar vardır ki, onların yokluğu, cenneti gerçek anlamda cennet yapar.

  1. Hastalık Olmayacak

> Cennetteki bedenler ne hastalanır ne de yorgunluk duyar.

> “Onlara orada yorgunluk dokunmaz.” (Hicr, 48)

Her nefes, dinçliğin bir ifadesidir. Ölümden sonra dirilen beden, sonsuz gençlikte sabitlenir.

  1. Günah Olmayacak

> “Onlar orada boş söz işitmezler. Ancak ‘selâm’ sözü işitirler.” (Meryem, 62)

Orada gıybet yok, yalan yok, iftira yok, haset yok. Her kalp arınmıştır, her dil güzeldir. Şeytan oraya uğrayamaz. İç huzur, dış çevreyle çelişmez.

  1. Ayrılık Olmayacak

Dünyada en derin acılardan biri sevdiklerinden ayrılmaktır. Cennette bu yoktur.

> “İman edenler ve zürriyetlerinden (soyağacından) gelenler de imanla onları takip etmişlerse, onları da kendilerine katacağız.” (Tûr, 21)

Sevdiklerimizle beraber olacağız, yeter ki inançta ve salih amelde ortaklık olsun.

  1. Uyku, Açlık, Susuzluk, Yorgunluk Olmayacak

> “Orada susuzluk çekmezsin, güneşte yanmazsın.” (Tâhâ, 118–119)

Cennette bedenin hiçbir eksikliği yoktur. Uyku ihtiyacı da yoktur, çünkü yorgunluk yoktur. Açlık da yoktur, çünkü nimetler sınırsızdır. Her şey ruhun doyumu içindir.

  1. Ölüm Olmayacak

> “Ölüm, ilk ölümden başka onlara uğramaz.” (Duhân, 56)

Cennet, sonsuz hayatın başlangıcıdır. Ölüm yoktur, ebediyet vardır. Ne gam ne tasa… Çünkü her şey baki kılınmıştır.

CENNETE GİRİŞ: SADECE AMEL Mİ? SADECE RAHMET Mİ?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:

> “Hiçbiriniz kendi ameliyle cennete giremez.”
Ashab: “Sen de mi ya Rasûlallah?”
Efendimiz: “Evet, ben de. Ancak Allah’ın rahmetiyle…” (Buhârî, Rikâk, 18)

Demek ki cennet, sadece yaptıklarımızın karşılığı değil; daha çok Allah’ın lütfu ve rahmetinin tecellisidir. Çünkü yaptığımız hiçbir amel, sonsuz nimete denk olamaz. Ama kul o rahmete layık hale gelmeye çalışır. Arınır, yönelir, bağlanır…

DÜNYADA CENNETİ HİSSETMEK                     

Kur’ân, cenneti sadece geleceğe ait bir müjde olarak değil, bugünün insanına da yön veren bir hedef olarak sunar. Cenneti düşünmek; kalbi yüceltir, niyeti arıtır, dünya sevgisini dengeler. Dünyada cennet gibi bir kalp taşıyan kişi, oraya girmeye layık hale gelir. Nitekim tasavvufta derler ki:
“Kalbi cennet olanın, sonu da cennet olur.”

ÖZET

Kur’ân’a göre cennet, hem verilecek nimetlerin zirveye ulaştığı hem de her türlü noksanlığın ve olumsuzluğun tamamen ortadan kalktığı bir yerdir. Cennette kişiye ebediyet, huzur, rızık, muhabbet, cemâlullah gibi büyük nimetler verilirken; hastalık, hüzün, korku, ölüm, ayrılık, günah, kin gibi unsurlar asla bulunmaz. Bu da gösteriyor ki cennet, Allah’ın rahmetinin ve adaletinin mutlak tecelli mekânıdır. Bu dünyada cennet için çalışan, kalbini arındıran, niyetini temiz tutan kişi, Rabbinden o ebedî huzur yurdunu bekleyebilir. Çünkü cennet, sadece verilenlerin değil, olmayanların da cennetidir.

 




Ezelî Saltanattan Ebedî Saadete: Rububiyetin Hikmeti ve Âhiretin Zarureti

Ezelî Saltanattan Ebedî Saadete: Rububiyetin Hikmeti ve Âhiretin Zarureti

“Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı uluhiyetinin sermedî bir medarı olan âhiret vardır. Ve madem bu kâinatta ve zîhayatta gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir rububiyet-i mutlaka var ve görünüyor. Elbette o rububiyetin haşmetini sukuttan ve hikmetini abesiyetten ve şefkatini gadirden kurtaran, ebedî bir dâr-ı saadet bulunacak ve girilecek. “
Şualar

İnsan aklı, varlık âlemine ibretle ve dikkatle baktığında, her şeyde derin bir hikmet, hassas bir ölçü, mükemmel bir nizam ve sonsuz bir kasd görür. Ne yıldızlar başıboş dönüyor ne de bir ağaç meyvesiz yaratılıyor. Hayatın her karesinde kendini gösteren bu düzen ve kasıt, ancak ezelî ve ebedî bir ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın eseri olabilir.

Madem öyledir; işte o Allah’ın saltanat-ı uluhiyeti, yani ilahlık ve hâkimiyetinin büyüklüğü, boşuna olamaz. O saltanat, sadece şu fani dünyada birkaç günlük imtihanla sınırlı kalamaz. Zira saltanat, bir ihtişam ve devam ister. Ezelî bir Sultanın mülkü, sadece bu geçici dünyayla sınırlı olamaz; ebedî bir âlemle taçlanmak zorundadır. Yoksa sonsuz kudrete ve ilme sahip bir Zat’ın saltanatı, fanilikle eksik ve yarım kalır ki, bu bir tenakuz olur.

Kâinatın işleyişine ve içindeki canlılara bakıldığında da bu saltanatın izleri açıkça görülür. Zira bu saltanat, yalnız bir kudret değil, aynı zamanda haşmetli, hikmetli ve şefkatli bir rububiyet (terbiye edicilik) sergiler. İnsanın gözündeki perdeyi aralaması kâfidir; her varlıkta rahmetin, adaletin ve hikmetin parıltılarını görmek mümkündür.

Ama bu dünyada bu hikmet ve rahmet, bazen eksik görünür: masumların eziyet çekmesi, zalimlerin yaşaması gibi. İşte bu görünürdeki eksikliğin gerçek izahı, ahiretin varlığıdır. Çünkü:

Haşmet: Sonsuz bir ihtişam ister. Ebedî bir yurt olmadan bu haşmet tamamlanmaz.

Hikmet: Her şeyin bir gayesi olmasını gerektirir. Ebediyetsiz bir hayat, hikmeti anlamsız bırakır.

Şefkat: Zalimlerin mazlumlara yaptığı gadri, ebedî adalet terazisi olmadan izah edemez.

Eğer âhiret olmasaydı, bu ilahî rububiyetin şefkati, gadre; hikmeti, abesiyete; haşmeti, fâniliğe mahkûm olurdu – hâşâ! Oysa bütün kâinat, Allah’ın bu sıfatlarını haykırır ve tamamını yücelik içinde sergiler.

Bu nedenle, âhiretin varlığı, sadece insanın arzusu veya dinî bir umut değil; doğrudan Allah’ın varlığının, isimlerinin ve rububiyetinin zorunlu bir neticesidir. Âhiret, bir teselli değil; ilahî adaletin zarurî bir gereğidir. Zira bu kadar hikmetli, rahmetli ve ölçülü bir sistem, elbette en büyük hesap gününe doğru akar.

Özet:

Allah’ın ezelî ve ebedî oluşu, saltanatının da sermedî olmasını gerektirir. Bu saltanat, ancak âhiretin varlığıyla tamamlanabilir. Kâinattaki rububiyet; haşmetli, hikmetli ve şefkatlidir. Bu sıfatların tam anlam kazanabilmesi için, dünyadaki eksik görünen adaletin, gayelerin ve şefkatin ebedî bir karşılığının olması gerekir. Âhiret, bu hakikatlerin tecelli edeceği zarurî bir dâr-ı saadettir. Aksi halde, ilahî isimlerde noksanlık olurdu ki bu imkânsızdır.