Miras Kaybı: Neden Dindar Ailelerin Çocukları Aynı Yolu Sürdürmüyor?

Miras Kaybı: Neden Dindar Ailelerin Çocukları Aynı Yolu Sürdürmüyor?
“Dün mukaddesatla yanan evlerde, bugün dünya sevdasına tutuşan gençlik neden çoğaldı?”

Muhafazakâr ve dindar aileler, genellikle çocuklarını “salih bir nesil” olarak yetiştirmeyi gaye edinir. Anne-babalar sabah namazlarında dua eder, evlerde ilmihal okunur, camiyle gönül bağı kurulur, sohbetler yapılır. Ancak zaman içinde gözlenen çarpıcı bir gerçeklik vardır:
Birçok dindar ailenin çocuğu, ailesinin yolundan sapmamakla birlikte aynı yolda yürümemekte, ya dine ilgisiz ya da sadece şekilci kalmakta; hatta bazıları inançla ciddi şekilde mesafe koymaktadır.

Bu, sadece bir ferdi değişim değil; toplumun manevî aktarım sisteminde yaşanan bir kırılmanın ve irfan boşalmasının habercisidir.

  1. Muhafazakârlık: Şekil mi, Şuur mu?

Çoğu dindar aile, dinin şekil yönünü öne çıkarmakta; kıyafet, görünüş, ibadet ritüellerine odaklanmaktadır. Oysa çocuk, bu ritüellerin mana boyutunu kavrayamazsa, zamanla şu kanaate varır:
“Din sadece bir şekilden ibaretmiş.”

O şekli de hayatına uyduramayınca ya terk eder ya da göstermelik yaşar.

Şekil, ancak şuurla birleşirse tesir eder. Aksi hâlde dışını koruyan ama içi boşalan bir kalıp haline gelir.

  1. Dine Dayatma Değil, Davet Olmalıydı

Birçok muhafazakâr ebeveyn, “din elden gidiyor” endişesiyle çocuğa sert, emirvari ve baskıcı bir dille yaklaşıyor.

Yapamazsın,  edemezsin, konuşamazsın,  utanmalısın gibi emri vaki ifadeler;
Bu tarz bir yaklaşım, çocuğun ruhunu boğar. Dine ait her unsur, bir “baskı aracı” gibi anlaşılır. Oysa din, fıtratla uyumlu bir rahmet yoludur; zorla değil, gönülle yaşanır.

  1. Temsilin Yetersizliği: “Yaşanmayan Din” Sorunu

Dindar ebeveynin en büyük imtihanı, anlattığı değerleri yaşamamasıdır.

Ahlâk anlatılır, ama öfke patlamaları yaşanır.

Tevazu öğretilir, ama kibir gösterilir.

Kul hakkı anlatılır, ama iftira, gıybet, hakaret evde dolaşır.

Bu çelişkiyi gören çocuk, şu sonuca varır:
“Demek ki bu anlatılanlar sadece başkalarına söylenmek için, yaşamak için değil.”

Çocuk, gözleriyle gördüğüne inanır. Dindar ailede samimiyet varsa, o çocuk asla kökten kopmaz. Ama sadece şekil varsa, rüzgâr ilk estiğinde savrulur.

  1. Dünyevilik ve Rekabetin Evleri İşgali

Artık dindar evler de dünyevileşti.
Evde konuşulanlar:

Hangi çocuk daha iyi üniversitede?

Kim daha fazla maaş alıyor?

Hangi eşya alındı, hangi tatil yapıldı?

Bu ortamda çocuklar, dinî değerleri değil, dünyevî başarıyı merkeze alıyor. Zihninde şu denklem oluşuyor:
“İyi bir Müslüman olmak değil, başarılı bir birey olmak önemli.”

Böylece maneviyat, lüksün ve başarı yarışı içinde eziliyor.

  1. Sorulara Cevap Verilememesi: Sorgulayan Nesil Boşlukta

Bugünün gençliği artık daha çok soru soruyor:

“Allah varsa neden kötülük var?”

“Evrim dine aykırı mı?”

“Diğer dinler neden yanlış?”

“Niye başörtüsü takmak zorundayım?”

Bu sorulara ya “sus!” deniyor, ya da “imanın zayıf!” gibi ithamlarla karşılık veriliyor. Bu cevaplar tatmin etmediği için çocuklar sosyal medyada, ateist forumlarda veya bilinçsiz arkadaş çevrelerinde karşılık arıyor.

Oysa bu sorular yoldan çıkmanın değil, yola girmenin kapılarıdır. Doğru yönlendirilirse çocuk, hem aklen hem kalben dine daha da sarılır.

  1. Zamanın Ruhu Kaçırılıyor: Geleneksel Dil, Dijital Çağa Hitap Etmiyor

Muhafazakâr aileler hâlâ klasik anlatım yöntemleriyle çocuklarını eğitmeye çalışıyor: Sadece;

Nasihat
Yasak
Taklit

Oysa bu çağın çocuğu dinlemekten ziyade , keşfetmek istiyor. Dinî hakikatlerin sunumu artık hikmetle, hikâyeyle, dijital içerikle, deneyimle, diyalogla olmalı. Aksi takdirde, eski yöntemle yeni nesil kazanılamaz.

Çözüm Yolları:

  1. Dindarlığı Güzellik Üzerine Kurmak:
    Din korkutmakla değil, sevdirmekle öğretilmeli. Allah korkusu yerine Allah sevgisi merkeze alınmalı.
  2. Dini Yaşayan, Samimi Ebeveyn Olmak:
    Çocuğun gözünde “güvenilir, merhametli, şeffaf” bir dini temsil sunan anne-baba olmak.
  3. Dua ile Eğitim Arasında Köprü Kurmak:
    Dini sadece kitaplarda değil, hayatın içinde göstermek. Beraber dua etmek, infak etmek, sabrı yaşamak…
  4. Sorgulamaya Açık Olmak:
    Çocuğun sorduğu her soruyu bir tehdit değil, bir tebliğ fırsatı bilmek. Risale-i Nur gibi eserlerle akıl-vahiy dengesini ona yaşatmak.
  5. Dijital Çağın Diline Uyum Sağlamak:
    Dinî anlatımı görsel, sesli ve etkileşimli hâle getirmek. Hikâyeler, filmler, oyunlar, kısa içerikler üretmek.

Sonuç ve İbret:

Bir nesil, dindar anne babanın dizinin dibinde yetişmiş olabilir. Ama o çocuklar, samimiyet yerine şekil; sevgi yerine baskı; hikmet yerine yasak görünce, dinin manasını kavrayamaz.

Unutmayalım ki Hz. İbrahim bir putperestin çocuğuydu; ama tevhide ulaştı. Hz. Nuh’un oğlu peygamber evindeydi; ama kurtulamadı. Asıl olan, ortam değil, rehberliktir. Asıl olan, aktarılmak değil, yaşatılmaktır.

Özet:

Muhafazakâr ve dindar ailelerin çocukları, genellikle aynı yolu sürdürmemekte; farklı yönelimlere kaymaktadır. Bunun başlıca sebepleri, dindarlığın şekilciliğe indirilmesi, temsil eksikliği, baskıcı yöntemler, dünyevileşme, dijital çağın diline hitap edememe ve gençlerin sorularına sağlıklı cevap verilememesidir. Çözüm ise dini sevdiren bir atmosfer kurmak, samimiyeti yaşatmak, akla ve kalbe hitap eden yöntemlerle rehberlik etmektir. Dindarlık zorla değil, gönülle sürer; miras kalmaz, örnek olunarak kazanılır.

 




EVRAD VE EZKAR-1-

EVRAD VE EZKAR-1-

Kur’ân-ı Kerîm, sadece dünyevî değil aynı zamanda uhrevî ihtiyaçların da en büyük ilacıdır. Kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi, günahların affı, takva, sabır, teslimiyet, cennet ümidi, cehennem korkusu, Allah rızasını kazanma ve marifetullah gibi uhrevî maksatlara ulaşmak için okunabilecek ayetler, sureler ve zikirler; alimler, arifler ve evliyaullah tarafından tecrübe edilmiş ve tavsiye edilmiştir.

🌟 1. Tövbe ve Mağfiret İçin Ayetler

  1. Âl-i İmrân 135-136. Ayetler

> “Günah işlediklerinde veya nefislerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler…”

Maksat: Tövbe, bağışlanma ümidi.

Ne zaman: Günah hatırlandığında, gece vakitlerinde.

Kaç kere: 3-7 kere, ardından istiğfar ve dua.

  1. Zümer Suresi 53. Ayet

> “Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin…”

Maksat: Affedilme ümidi, kalp huzuru.

Ne zaman: Seher vakti, günah sonrası.

Kaç kere: 11 kere, ardından istiğfar.

🌟 2. Takva, Sabır ve Nefisle Mücadele İçin

  1. Şems Suresi 9-10. Ayetler

> “Nefsini arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir.”

Maksat: Nefis terbiyesi, manevî temizlik.

Ne zaman: Sabah namazı sonrası, itikafta.

Kaç kere: 7 kere.

  1. Bakara 286. Ayet Sonu (dua kısmı)

> “Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak bizi sorumlu tutma…”

Maksat: Manevi yüklerin hafiflemesi, sabır ve af.

Ne zaman: Gece yatarken, zorluk anlarında.

Kaç kere: 1-3 kere.

🌟 3. Allah’a Yakınlık ve Marifet İçin

  1. Bakara 2. Ayet

> “Bu kitap, müttakiler için bir rehberdir.”

Maksat: Kur’an’ı yaşama yönelmek, hidayet.

Ne zaman: Kur’an okumaya başlarken.

Kaç kere: 1 defa, niyetle.

  1. Hadid Suresi 16. Ayet

> “İman edenlerin, kalplerinin Allah’ın zikriyle yumuşaması zamanı gelmedi mi?”

Maksat: Kalp yumuşaklığı, gafletten uyanış.

Ne zaman: Kalp katılaştığında.

Kaç kere: 7 kere.

🌟 4. Ahiret Azabından Korunmak İçin

  1. Furkan Suresi 65-66. Ayetler

> “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzak tut…”

Maksat: Cehennem korkusu, korunma duası.

Ne zaman: Yatsıdan sonra, özellikle cuma gecesi.

Kaç kere: 7-11 kere.

  1. Mü’minun Suresi 97-98. Ayetler

> “Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım…”

Maksat: Manevî korunma, kötü düşüncelerden arınma.

Ne zaman: Günlük sabah-akşam zikrinde.

Kaç kere: 7 veya 11 kere.

🌟 5. Kabir Azabından Kurtulmak İçin

  1. Tahrim Suresi 8. Ayet

> “Ey iman edenler! Allah’a içten bir tövbe ile dönün…”

Maksat: Kabir nuruna vesile, tövbe-i nasûh.

Ne zaman: Seher vakti, cuma gecesi.

Kaç kere: 3-7 kere.

🌟 6. Cennet Nimetlerine Kavuşmak İçin

  1. Âl-i İmrân 15. Ayet

> “De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?..”

Maksat: Cennete yöneliş, dünya sevgisinden kurtuluş.

Ne zaman: Dünya hırsı arttığında.

Kaç kere: 3-5 kere.

🌟 7. Salih Kullara Katılmak İçin

  1. Fatiha Suresi 6-7. Ayet

> “Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna…”

Maksat: Sırat-ı müstakîm üzere yaşamak.

Ne zaman: Her namazda ve dua öncesi.

Kaç kere: 1-7 kere.

🌟 Tavsiye Edilen Esma ve Zikirler (Uhrevi Amaçlı)

Zikir Manevi Hedef Kaç Kere

“Ya Gafûr” Günahların affı 100-1000
“Ya Rahîm” Rahmet ve mağfiret 100-313
“Ya Vedûd” Kalp huzuru, Allah sevgisi 100
“Ya Hâdî” Hidayet ve istikamet 70 – 300
“Estağfirullah” Tövbe, günah temizliği 100 – 1000

🌿 Özet Tablo:

İhtiyaç Ayet/Sure Ne Zaman Kaç Kere

Tövbe ve mağfiret
Zümer 53, Âl-i İmran 135
Seher vakti, gece 3-11

Nefis terbiyesi ve takva
Şems 9-10, Bakara 286
Sabah/Gece 3-7
Allah’a yakınlık, marifet
Hadid 16, Bakara 2 Günlük/namaz öncesi 1-7

Cehennemden korunma
Furkan 65-66
Cuma gecesi, yatsıdan sonra 7-11

Kabir azabından kurtulmak
Tahrim 8
Seher vakti, cuma gecesi 3-7

Cennete yöneliş
Âl-i İmran 15 Her vakit 3-5

Salih kullara katılmak
Fatiha 6-7
Namazlarda, dualarda 1-7

******

📜 Uhrevi Maksatlara Yönelik Manevî Reçete

  1. Tövbe-i Nasûh (Gerçek Pişmanlıkla Tövbe)

Kur’an Ayeti:

> “Ey iman edenler! Allah’a içten bir tövbe ile dönün.”
(Tahrîm Suresi, 8)

Okuma:

Zaman: Seher vakti, özellikle Perşembe ve Cuma geceleri

Adet: 7 kere

Ardından 100 kere “Estağfirullâh el-Azîm ellezî lâ ilâhe illâ Hû”

Günahın tevbesiyle beraber, o günahı işlemekten gelen manevî yaraları da istiğfarla yıkanmalı.

  1. Takva, İstikamet ve Kalp Selameti

Kur’an Ayeti:

> “Nefsini temizleyen kurtulmuştur.”
(Şems Suresi, 9)

Okuma:

Zaman: Sabah namazı sonrası

Adet: 7 kere

Ardından 33 defa “Ya Mukallibel Kulûb, sebbit kalbî alâ dînik”

Kalbin selâmeti, imanın kuvvetine, takvaya ve ibadetlere bağlıdır.

  1. Cehennemden Korunma ve Azaptan Mahfiyet

Kur’an Ayeti:

> “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır.”
(Furkan Suresi, 65)

Okuma:

Zaman: Yatsıdan sonra veya cuma gecesi

Adet: 11 kere

Ardından 100 defa “Allahümme ecirnâ mine’n-nâr”

Cehennem, inkârın ve gafletin neticesidir. İman, bu dehşetli uçuruma karşı nuranî bir kalkandır.

  1. Cennet Ümidi ve Rıza-yı İlâhî

Kur’an Ayeti:

> “Allah, müttakiler için nimetlerle dolu cennetler hazırlamıştır.”
(Âl-i İmrân, 15)

Okuma:

Zaman: Kalp dünya sevgisine meylettiğinde

Adet: 3-5 kere

Ardından 33 defa “Allahümme inni es’elüke’l-cennete ve eûzü bike mine’n-nâr”

Cennet, rızâ-yı İlâhînin bir meyvesidir. Asıl maksat, Allah’ın rızâsıdır.

  1. Günahın Affı ve Rahmet-i İlâhiyeye Sığınma

Kur’an Ayeti:

> “Ey nefsine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”
(Zümer Suresi, 53)

Okuma:

Zaman: Günahı hatırladığında, tövbe anında

Adet: 11 kere

Ardından 313 defa “Ya Gafûr, Ya Rahîm”

Cehennem azabını düşündükçe ümidsizliğe kapılma; çünkü rahmet, gazabını geçmiştir.

  1. Marifetullah ve Kalp Nuruna Uyanış

Kur’an Ayeti:

> “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur.”
(Ra’d Suresi, 28)

Okuma:

Zaman: Zikir esnasında, tefekkür anlarında

Adet: 100 defa “Lâ ilâhe illallah”, ardından 11 defa ayeti oku

Marifetullah en büyük saadettir. Kalbin nuru, imandır; genişlemesi, zikirdir.

 




EVRAD VE EZKAR-1-

EVRAD VE EZKAR-1-

Kur’ân-ı Kerîm, sadece dünyevî değil aynı zamanda uhrevî ihtiyaçların da en büyük ilacıdır. Kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi, günahların affı, takva, sabır, teslimiyet, cennet ümidi, cehennem korkusu, Allah rızasını kazanma ve marifetullah gibi uhrevî maksatlara ulaşmak için okunabilecek ayetler, sureler ve zikirler; alimler, arifler ve evliyaullah tarafından tecrübe edilmiş ve tavsiye edilmiştir.

🌟 1. Tövbe ve Mağfiret İçin Ayetler

  1. Âl-i İmrân 135-136. Ayetler

> “Günah işlediklerinde veya nefislerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler…”

Maksat: Tövbe, bağışlanma ümidi.

Ne zaman: Günah hatırlandığında, gece vakitlerinde.

Kaç kere: 3-7 kere, ardından istiğfar ve dua.

  1. Zümer Suresi 53. Ayet

> “Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin…”

Maksat: Affedilme ümidi, kalp huzuru.

Ne zaman: Seher vakti, günah sonrası.

Kaç kere: 11 kere, ardından istiğfar.

🌟 2. Takva, Sabır ve Nefisle Mücadele İçin

  1. Şems Suresi 9-10. Ayetler

> “Nefsini arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir.”

Maksat: Nefis terbiyesi, manevî temizlik.

Ne zaman: Sabah namazı sonrası, itikafta.

Kaç kere: 7 kere.

  1. Bakara 286. Ayet Sonu (dua kısmı)

> “Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak bizi sorumlu tutma…”

Maksat: Manevi yüklerin hafiflemesi, sabır ve af.

Ne zaman: Gece yatarken, zorluk anlarında.

Kaç kere: 1-3 kere.

🌟 3. Allah’a Yakınlık ve Marifet İçin

  1. Bakara 2. Ayet

> “Bu kitap, müttakiler için bir rehberdir.”

Maksat: Kur’an’ı yaşama yönelmek, hidayet.

Ne zaman: Kur’an okumaya başlarken.

Kaç kere: 1 defa, niyetle.

  1. Hadid Suresi 16. Ayet

> “İman edenlerin, kalplerinin Allah’ın zikriyle yumuşaması zamanı gelmedi mi?”

Maksat: Kalp yumuşaklığı, gafletten uyanış.

Ne zaman: Kalp katılaştığında.

Kaç kere: 7 kere.

🌟 4. Ahiret Azabından Korunmak İçin

  1. Furkan Suresi 65-66. Ayetler

> “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzak tut…”

Maksat: Cehennem korkusu, korunma duası.

Ne zaman: Yatsıdan sonra, özellikle cuma gecesi.

Kaç kere: 7-11 kere.

  1. Mü’minun Suresi 97-98. Ayetler

> “Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım…”

Maksat: Manevî korunma, kötü düşüncelerden arınma.

Ne zaman: Günlük sabah-akşam zikrinde.

Kaç kere: 7 veya 11 kere.

🌟 5. Kabir Azabından Kurtulmak İçin

  1. Tahrim Suresi 8. Ayet

> “Ey iman edenler! Allah’a içten bir tövbe ile dönün…”

Maksat: Kabir nuruna vesile, tövbe-i nasûh.

Ne zaman: Seher vakti, cuma gecesi.

Kaç kere: 3-7 kere.

🌟 6. Cennet Nimetlerine Kavuşmak İçin

  1. Âl-i İmrân 15. Ayet

> “De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?..”

Maksat: Cennete yöneliş, dünya sevgisinden kurtuluş.

Ne zaman: Dünya hırsı arttığında.

Kaç kere: 3-5 kere.

🌟 7. Salih Kullara Katılmak İçin

  1. Fatiha Suresi 6-7. Ayet

> “Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna…”

Maksat: Sırat-ı müstakîm üzere yaşamak.

Ne zaman: Her namazda ve dua öncesi.

Kaç kere: 1-7 kere.

🌟 Tavsiye Edilen Esma ve Zikirler (Uhrevi Amaçlı)

Zikir Manevi Hedef Kaç Kere

“Ya Gafûr” Günahların affı 100-1000
“Ya Rahîm” Rahmet ve mağfiret 100-313
“Ya Vedûd” Kalp huzuru, Allah sevgisi 100
“Ya Hâdî” Hidayet ve istikamet 70 – 300
“Estağfirullah” Tövbe, günah temizliği 100 – 1000

🌿 Özet Tablo:

İhtiyaç Ayet/Sure Ne Zaman Kaç Kere

Tövbe ve mağfiret
Zümer 53, Âl-i İmran 135
Seher vakti, gece 3-11

Nefis terbiyesi ve takva
Şems 9-10, Bakara 286
Sabah/Gece 3-7
Allah’a yakınlık, marifet
Hadid 16, Bakara 2 Günlük/namaz öncesi 1-7

Cehennemden korunma
Furkan 65-66
Cuma gecesi, yatsıdan sonra 7-11

Kabir azabından kurtulmak
Tahrim 8
Seher vakti, cuma gecesi 3-7

Cennete yöneliş
Âl-i İmran 15 Her vakit 3-5

Salih kullara katılmak
Fatiha 6-7
Namazlarda, dualarda 1-7

******

📜 Uhrevi Maksatlara Yönelik Manevî Reçete

  1. Tövbe-i Nasûh (Gerçek Pişmanlıkla Tövbe)

Kur’an Ayeti:

> “Ey iman edenler! Allah’a içten bir tövbe ile dönün.”
(Tahrîm Suresi, 8)

Okuma:

Zaman: Seher vakti, özellikle Perşembe ve Cuma geceleri

Adet: 7 kere

Ardından 100 kere “Estağfirullâh el-Azîm ellezî lâ ilâhe illâ Hû”

Günahın tevbesiyle beraber, o günahı işlemekten gelen manevî yaraları da istiğfarla yıkanmalı.

  1. Takva, İstikamet ve Kalp Selameti

Kur’an Ayeti:

> “Nefsini temizleyen kurtulmuştur.”
(Şems Suresi, 9)

Okuma:

Zaman: Sabah namazı sonrası

Adet: 7 kere

Ardından 33 defa “Ya Mukallibel Kulûb, sebbit kalbî alâ dînik”

Kalbin selâmeti, imanın kuvvetine, takvaya ve ibadetlere bağlıdır.

  1. Cehennemden Korunma ve Azaptan Mahfiyet

Kur’an Ayeti:

> “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır.”
(Furkan Suresi, 65)

Okuma:

Zaman: Yatsıdan sonra veya cuma gecesi

Adet: 11 kere

Ardından 100 defa “Allahümme ecirnâ mine’n-nâr”

Cehennem, inkârın ve gafletin neticesidir. İman, bu dehşetli uçuruma karşı nuranî bir kalkandır.

  1. Cennet Ümidi ve Rıza-yı İlâhî

Kur’an Ayeti:

> “Allah, müttakiler için nimetlerle dolu cennetler hazırlamıştır.”
(Âl-i İmrân, 15)

Okuma:

Zaman: Kalp dünya sevgisine meylettiğinde

Adet: 3-5 kere

Ardından 33 defa “Allahümme inni es’elüke’l-cennete ve eûzü bike mine’n-nâr”

Cennet, rızâ-yı İlâhînin bir meyvesidir. Asıl maksat, Allah’ın rızâsıdır.

  1. Günahın Affı ve Rahmet-i İlâhiyeye Sığınma

Kur’an Ayeti:

> “Ey nefsine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”
(Zümer Suresi, 53)

Okuma:

Zaman: Günahı hatırladığında, tövbe anında

Adet: 11 kere

Ardından 313 defa “Ya Gafûr, Ya Rahîm”

Cehennem azabını düşündükçe ümidsizliğe kapılma; çünkü rahmet, gazabını geçmiştir.

  1. Marifetullah ve Kalp Nuruna Uyanış

Kur’an Ayeti:

> “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur.”
(Ra’d Suresi, 28)

Okuma:

Zaman: Zikir esnasında, tefekkür anlarında

Adet: 100 defa “Lâ ilâhe illallah”, ardından 11 defa ayeti oku

Marifetullah en büyük saadettir. Kalbin nuru, imandır; genişlemesi, zikirdir.

 




Seçerek Yaşamak: Aklın ve Kalbin Mesuliyeti

Seçerek Yaşamak: Aklın ve Kalbin Mesuliyeti

Giriş: Her Şeyi Alan, Her Şeyi Kaybeder

İnsan, yaratılışı itibariyle diğer mahlukatlardan farklıdır. O; akıl, şuur, irade ve tercih gibi büyük emanetlerle donatılmıştır. Bu donanımların en temel hikmeti ise şudur:
İnsan, her şeye açık olmamalı, hayatı seçerek yaşamalıdır.

Bugün, özellikle modern çağda insan adeta her taraftan bir “bilgi seli”, bir “görüntü tufanı”, bir “ses bombardımanı” ile kuşatılmıştır.
Bu ortamda rastgele yaşamak, seçmeksizin her şeyi almak, akıl ve vicdanın felcine, kalbin kararmasına, ruhun kirlenmesine yol açar.

İşte tam burada Kur’ân-ı Kerîm’in bir ismi devreye girer:

> Furkân – Ayıran.

Kur’ân, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayırmak için inmiştir. Çünkü her şeyi alan, sonunda hakikati kaybeder.

  1. Seçmek İnsana Mahsustur

Hayvan sevki ilahi ile yaşar; önüne geleni yer, görür, duyar.

Bitki, kendisine ne verilirse onu emer.
Ama insan, seçme yetkisiyle imtihandadır.

Aklın, kalbin, iradenin verilmiş olması; “Rastgele yaşama, seç!” mesajıdır.

Göz neye bakmalı,

Kulak neyi dinlemeli,

Akıl neyi kabul etmeli,

Kalp neyi sevmeli…
Hepsi bir süzgeçten geçmeli, çünkü bunların hepsi mesuliyet doğurur.

  1. Her Gören Doğruyu Görmez

Bugün birçok insan görür ama seçmez. Duyar ama ayırmaz. Okur ama süzmez.
Sonuç? Görüntü çöplüğü, ses kirliliği, fikir dağınıklığı.

Tıpkı çöpten seçici davranarak bir işe yarar şeyleri alan çöp toplayıcılar gibi,
biz de zihinsel, ruhsal ve ahlâkî çöplüklerden faydalı olanı seçip geri kalanını reddetmeliyiz.

Her görseli izlememek,
Her haberi kabul etmemek,
Her fikre ev sahipliği yapmamak,
Her arkadaşı içeri almamak gerekir.

Nasıl ki her yemeği midemiz kaldırmaz,
her insanı evimize buyur etmeyiz,
her kelimeyi ağzımıza almayız,
her bilgiyi de beynimize, kalbimize sokamayız.

  1. Kalbin de Kapısı Vardır

Evimizin bir kapısı vardır. Onu çalanı inceler, ona göre açarız.
Peki ya kalbin kapısı?

Onu çalan fikirler, hisler, görüntüler, ilişkiler var.
Ama biz çoğu zaman kalbin kapısını kontrolsüz açık bırakıyoruz.

Kalbimize giren her yanlış fikir,
ruhumuzda bir leke, vicdanımızda bir yara açar.

Kur’ân bu yüzden “Furkân”dır. Ayırır, sınır çizer, perde koyar.
İyi ile kötüyü, helâl ile haramı, sevap ile günahı net biçimde birbirinden ayırır.
Çünkü süzgeçsiz bir hayat, çürümüş bir hayattır.

  1. Seçmeyen, Seçilir

Hayatta her şey bir tercihtir: Ya sen seçersin ya seni birileri seçer.

Sen ilmi seçmezsen, cehalet seni seçer.

Sen iyiliği seçmezsen, kötülük seni seçer.

Sen Allah’ı seçmezsen, nefis ve şeytan seni seçer.

Bu yüzden seçmek, sadece hak değil, aynı zamanda görevdir.

Çünkü neye yönelirsen ona dönüşürsün.
Kulak neyi dinlerse, kalp ona yönelir. Göz neye bakarsa, gönül oraya kayar.
Ve sonunda karakterimiz, seçimlerimizin toplamı olur.

  1. Kur’ân ve Sünnet: Doğru Seçimin Rehberleri

Kur’ân, sadece inanç değil, aynı zamanda tercih rehberidir.
Sünnet-i Seniyye, hayatın her alanında en güzeli seçme biçimidir.

Bu iki ışık altında yaşayan insan:

Gözüne ne gireceğini bilir,

Kulağını nelerden sakınacağını fark eder,

Kalbine neleri almaması gerektiğini öğrenir,

Zihnine süzgeç koyar,

İradesini terbiyeli kullanır.

Ve sonunda; kalbi berrak, ruhu sağlam, aklı hikmetli, vicdanı uyanık bir insan olur.

Sonuç: Seçici Olmak Kurtarıcıdır

Bugün insan, her şeyin içinde yaşıyor ama ne alıp ne almayacağını bilmiyorsa,
bu cehaletin adı artık bilgisizlik değil; şuursuzluk olur.

Oysa insanı diğer varlıklardan ayıran şey; seçebilmesi ve seçtiklerinin hesabını verecek olmasıdır.

Öyleyse:

Kalbini koru.

Aklını süzgeçle kullan.

Duyularını rastgele açma.

Hayatı seçerek yaşa.

Çünkü hakikat, dikkatli olanların karşısına çıkar.

Özet:

Bu makalede, hayatın her alanında seçici olmanın önemi üzerinde durulmuştur. Rastgele bilgi, görüntü ve ilişki akışı içinde insanın akıl, kalp ve irade süzgeciyle yaşaması gerektiği vurgulanmıştır. Kur’ân’ın “Furkân” isminin işaret ettiği gibi; iyiyle kötüyü ayırmak, kalbe girenleri kontrol etmek, manevi sorumluluğun temelidir. Seçmeyen insan, başkalarının seçimine mahkûm olur. Kurtuluş, seçerek yaşamakta ve Kur’ân’ı rehber edinmekte gizlidir.

 




Bir Gencin İman Kaybı: Kalbin Atomlarına Bölünen Acı

Bir Gencin İman Kaybı: Kalbin Atomlarına Bölünen Acı

“Teessür ve ızdırap karşısında kalpten bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş, haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelir.”
Şualar

Giriş: Sessiz Felaket

Her gün yüzlerce haber düşüyor zihinlerimize. Ekonomik kriz, siyasi çalkantılar, savaşlar, doğal afetler…
Ama bu haberler içinde bir tanesi vardır ki; en sessizi ama en derin yıkımı barındırır: “Bir genç daha imanı kaybetti.”

İşte Bediüzzaman Said Nursî’nin o yürek yakan tesbiti burada devreye giriyor:

> “Teessür ve ızdırap karşısında kalpten bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelir.”

Zira bu, sadece bir ferdin değil, bir milletin kalbinin parçalanmasıdır.

  1. İman Kaybı: Görünmeyen Bir Ölüm

Bir gencin kalbinden iman çekildiği zaman;

Hayat anlamını kaybeder,

Ahlâk yönünü yitirir,

Vicdan susturulur,

Ruh karanlıkta kalır.

İşte bu, fiziksel ölümden daha acı bir çöküştür.
Çünkü beden toprağa, ama ruh boşluğa gömülür.

Bir genç, imanını kaybettiğinde sadece kendisini değil, ailesini, çevresini, geleceğini ve nihayetinde milletin mukadderatını da tehlikeye atar.

  1. Bediüzzaman’ın Kalbi Neden Bu Kadar Hassastı?

Çünkü o, imanı sadece bir “inanç meselesi” değil, hayatın temel direği olarak görüyordu.
Bir gencin imanını kaybetmesini; bir evin direğinin çökmesi, bir dağın yerle bir olması, bir milletin ruhunun felce uğraması gibi anlıyordu.

> “Gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür. Akıbeti görmez.”
(Gençlik Rehberi)

Bu yüzden bir gencin düşüşü, sadece bireysel bir mesele değil, toplumun kalbine saplanan sessiz bir hançerdir.

  1. Bugün Gençliği Ne Dinsizliğe İtiyor?

Eğitimde deizm ve sekülerizmin yaygınlaşması,

Medyada hakikatsiz eğlencenin kutsanması,

Ailede şefkatin yerini ekranın alması,

Sosyal medyada yapay kimliklerin cazibesi,

Ve nihayet; Kur’an’ın hayattan uzaklaştırılması…

Tüm bunlar, gencin kalbine karanlık bir perde çekiyor.
İman gidiyor; yerine boşluk, bunalım, amaçsızlık geliyor.

  1. Peki Ya Biz? Paramparça Oluyor muyuz?

Bediüzzaman’ın kalbi bir genç dinsiz olduğunda atom zerratı adedince parçalanıyorsa, bugün biz o acıyı ne kadar hissediyoruz?

Haber sitelerinde bir genç ateist olduğunu ilan ettiğinde,

Üniversite gençliği “ben kimim, niçin yaşıyorum” sorularına cevap bulamadığında,

Ahlaki dejenerasyon karşısında gençlik çökerken…

Biz ne yapıyoruz?

Kaygılanıyor muyuz?

Uğraşıyor muyuz?

Yoksa sıradan bir haber gibi mi geçiyoruz?

Bu soruların cevabı, bizim iman şuurumuzun da bir ölçüsüdür.

  1. Çözüm: İman Kurtarmak En Büyük Hizmettir

Bediüzzaman’ın en büyük gayesi bir tek müminin imanını kurtarmak olmuştur.
Çünkü onun nazarında, bu kurtuluş:

Bir milletin kurtuluşunun nüvesidir,

Karanlıkta bir meşaledir,

Cehenneme düşecek bir kalbi kurtarmaktır.

O yüzden bize düşen, gençlere ulaşmak, imanı akılla buluşturan bir anlatım sunmak ve onların kalplerine “Rabbin kim?” sorusunu sevdirerek sormaktır.

Sonuç: Kalbi Diri Olan, Gençliğe Sessiz Kalamaz

Eğer bir gencin iman kaybı haberine kalbiniz sızlamıyorsa, önce kendi kalbinizi yoklayın.
Çünkü iman sahibi bir kalp, en azından sızlar, dua eder, tebliğ eder.

Her genç, ya bir toplumun kurucusu ya da yıkıcısı olabilir.
Biz, onların ellerine Kur’an’ı ve hakikati tutuşturursak, onlar da bize bir diriliş olarak dönecektir.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın “Bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında kalbin atom zerratı adedince paramparça olması gerekir” sözü ekseninde; gençlikteki iman kaybının ne kadar büyük bir felaket olduğunu ve bu duruma karşı toplumun ne derece duyarsızlaştığını vurgular. Gençliğin imanını kaybetmesi; bir milletin geleceğini, ruhunu ve istikbalini kaybetmesi demektir. Bu tehlikeye karşı en büyük görev; iman hizmetiyle gençliğe ulaşmak, onları hakikatle buluşturmak ve kalplerinde marifet-i İlahiye’yi yeniden canlandırmaktır.

 




Gençlik, Kur’an ve İlim: Bir Milletin Yükseliş Anahtarı

Gençlik, Kur’an ve İlim: Bir Milletin Yükseliş Anahtarı

“Bir milletin gençliği ne zaman Kur’an ve ondan lemean eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmiş ise o vakit o millet terakki ve teali etmeye başlamıştır.”
Şualar

Giriş: Gençlik Kime Emanettir?

Her milletin en büyük sermayesi, sahip olduğu yer altı kaynakları ya da teknolojik gücü değil; eğitilmiş, şuurlu ve ahlâklı gençliğidir.
Toplumlar, geleceklerini gençlerinin elinde yoğurur. Bu yoğruluş ise neyle yapılırsa öyle şekillenir: Kur’an’la ve hikmetle yoğrulan gençlik, milletin yükselişi olur. Sefahatle ve gafletle şekillenen gençlik ise çöküşün habercisidir.

Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati şöyle ifade eder:

> “Bir milletin gençliği ne zaman Kur’an ve ondan lemean eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmiş ise o vakit o millet terakki ve teâli etmeye başlamıştır.”
(Şuâlar)

  1. Gençlik: İnşa Edilen Bir Kudret

Gençlik, insan hayatında en enerjik, en öğrenmeye açık, en idealist dönemdir. Bu çağda atılan temeller, bir ömür boyu kişinin karakterini, dünya görüşünü ve tercihlerini belirler.
Toplum ölçeğinde bakıldığında ise, gençlik milletin gelecek planıdır.

Ama bu gençlik ne ile inşa edilecek?

Batı kültürünün yozlaştırıcı tesirleriyle mi?

Moda ve eğlenceyle uyuşturularak mı?

Yoksa Kur’an ve hikmetle tahkim edilerek mi?

Bediüzzaman, tercihini açıkça ortaya koyar:
Kur’an’dan süzülen ilimlerle donanmış gençlik.

  1. Kur’an ve İlim: İki Kanat, Tek Yön

Kur’an, sadece ibadet kitabı değil, aynı zamanda hayatı kuşatan bir nur ve medeniyet rehberidir.
O, sadece “neye inanmalıyım?” sorusuna değil, aynı zamanda:

Nasıl yaşamalıyım?

Ne için varım?

İlim niçin var? Ahlâk ne işe yarar?

Toplumda adalet nasıl kurulur?

gibi sorulara da cevap verir.

Kur’an’dan “lemean eden ilimler”, yani onun nurundan yansıyan fen, hikmet, ahlak ve felsefe; gençliğe yalnız teknik bilgi değil, hayat bilgisi kazandırır.
İşte böyle bir gençlik; aklıyla inşa eder, kalbiyle ihya eder, vicdanıyla adalet dağıtır.

  1. Kur’ansız Gençlik: Boşlukta Savrulan Nesil

Bir millete yapılacak en büyük kötülük, onun gençliğini Kur’an’dan ve manevî ilimlerden koparmaktır.
Çünkü Kur’an’dan kopan bir gençlik:

Sefahate düşer,

Nefsiyle yönetilir,

Taklitçi olur,

Kimliksizleşir,

Ahlâken yıkılır.

Bu tür gençlikte, ne millet şuuru olur ne tarih bilinci ne de adalet duygusu. Gördüğü her parlak şeye aldanır, her modayı “hakikat” zanneder.

Bu yüzden Bediüzzaman, “gençliğin imanla tahkimi” davasını hayatının temel gayesi yapmıştır. Onun nazarında, bir tek gencin imanını kurtarmak, dünya saltanatından kıymetlidir.

  1. Kur’anla Donanmış Gençlik: Dirilişin Müjdecisi

Tarih boyunca milletler, en büyük yükselişlerini ilim ve iman dengesini kurduklarında yaşamıştır:

Abbasîlerin Beytü’l-Hikme’si,

Endülüs’ün Kurtuba Medreseleri,

Osmanlı’nın medrese ve tekke düzeni,

Selçuklu’nun Nizamiye Medreseleri…

Hepsinde ilimle tahkim edilmiş bir gençlik vardır.
Ve hepsinin arkasında Kur’an’la şekillenmiş bir bakış açısı, bir değer sistemi…

Bugün de milletlerin terakkisi bu dengeyle mümkündür. Zira:

> İmansız ilim, vahşettir.
İlimsiz iman, zaafa mahkûmdur.
Her ikisinin terkibi ise, dirilişin anahtarıdır.

Sonuç: Bir Nesli Kaybetmek, Bir Asrı Kaybetmektir

Bir milletin gençliği Kur’an’dan, imandan ve yüksek ahlaktan uzaklaşırsa, fabrika bacaları tütse de ruhlar donar. Teknoloji artsa da merhamet eksilir.
Ama o gençlik Kur’an’la dirilirse, mazlumlara adalet, zalimlere set, insanlığa umut olur.

Her millet, geleceğini nasıl bir gençliğe emanet ettiğine göre ya yükselir ya düşer.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir milletin gerçek yükselişinin ancak gençliğinin Kur’an ve onun nurundan yansıyan ilimlerle teçhiz edilmesiyle mümkün olduğu açıklanmıştır. Kur’an ile donatılmış gençlik, iman, ilim ve ahlâk ekseninde şahsiyet bulur. Aksi durumda gençlik hedefsizleşir ve milletin geleceği tehlikeye girer. Çözüm; manevî ilimlerle aklı ve kalbi aynı anda inşa etmektir.

 

 




Gizli Zındıka Komitesi: Bediüzzaman’a Göre İman Cephesine Karşı Sessiz Savaş

Gizli Zındıka Komitesi: Bediüzzaman’a Göre İman Cephesine Karşı Sessiz Savaş

Giriş: Görünmeyen Bir Savaşın İçindeyiz

Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın başından itibaren zamanın fitnelerini teşhis eden bir mütefekkir ve iman muhafızı olarak, Risale-i Nur’da sıkça “gizli dinsiz komite”, “zındıka komitesi” veya “dalalet ve sefahet komiteleri”nden bahseder. Bunlar, sadece askerî veya siyasi birer yapı değil; zihniyet, inançsızlık stratejisi ve toplumu ifsad planı taşıyan bir organizasyon olarak tarif edilir.

Bu komiteler açıkça isimlendirilmese de; hedefleri, vasıtaları ve metotları Risale-i Nur’da geniş şekilde teşhis ve izah edilmiştir.

  1. Zındıka Komitesi Nedir?

> “Bir zındıka komitesi, hakaik-i imaniyeye karşı perde altında müthiş bir planla hücum ediyor.”
(Emirdağ Lahikası, s. 95)

Zındıka, inkârın örgütlü, sistematik ve sinsi bir tarzda yürütülmesidir. Bu komite, “görünmeyen”, fakat “etkisi görünen” bir manevî tahrip şebekesidir. Bu gizli yapının maksadı:

İslâmî inancı toplum hayatından silmek

Gençliği sefahate, tembelliğe ve dünyevîliğe sürüklemek

Ahlâkî değerleri yıkmak

Dinî eğitimi ve Kur’an hizmetlerini baltalamak

İman hakikatlerini itibarsızlaştırmak

Bu komite, bazen bir felsefe (pozitivizm, materyalizm), bazen bir ideoloji (laikçilik, Batıcılık), bazen bir akım (sekülerizm, hedonizm) kisvesiyle sahneye çıkar. Ama özünde amaç, insanı Allah’tan uzaklaştırmaktır.

  1. Hedef: Kalplerdeki İman Kalesini Yıkmak

Bediüzzaman’a göre bu komitenin en büyük hedefi, ferdî ve içtimaî iman esaslarını sarsmak ve bu yolla İslam toplumunun ruh köklerini kurutmaktır. Çünkü iman varsa umut vardır; iman varsa adalet, haya, cesaret, iffet, şefkat, fedakârlık vardır.

> “Zındıka komitesi… şimdiki medeniyetin sefahat ve eğlencesiyle gençleri ifsad ediyor.”
(Tarihçe-i Hayat)

İslâm’ı söndürmek isteyen bir zihniyetin ilk hedefi gençliktir. Bu komite, dinsizliği doğrudan değil, dolaylı yollarla (TV, eğlence, eğitim, ideoloji, moda, medya vb.) yayar. Yani:

Kalbi boşaltır,

Aklı oyalayarak uyutur,

Nefsi şımartarak köle eder,

Vicdanı susturarak etkisizleştirir.

  1. Metod: Sözle Değil, Sükûtla ve Telkinle Saldırı

Bu gizli yapı çoğu zaman açıkça “Tanrı yok” demez. Onun yerine:

Dini “geri kalmışlık” gibi gösterir,

Âhireti unutturur,

Zevki esas yapar,

“Hayat bir defadır, tadını çıkar!” der.

Bu da, “sözlü küfür değil, hâl diliyle küfür telkini”dir.

  1. Bediüzzaman’ın Cevabı: Kur’anî Bir Müdafaa

Zındıka komitesine karşı Bediüzzaman’ın silahı kılıç değil, kalemdir. Risale-i Nur, bu manevî tahribatı tamir eden bir iman tefsiridir. Onun hedefi:

Kalplere Allah’ı tanıtmak,

Akla tefekkür ettirmek,

Nefsi terbiye etmek,

İman-ahlak-ibadet üçgeninde bir şahsiyet inşa etmektir.

Bu mücadele, görünmez düşmana karşı, görünmez silahlarla yapılan bir iman mücadelesidir.
Bu yüzden Risale-i Nur bir nevi “manevî cihad manifestosu”dur.

  1. İbret: Zamanın Zındıklığı Güler Yüzlüdür

Günümüzde dinsizlik artık saldırgan değil, kapsayıcı, güler yüzlü, hoşgörülü, özgürlükçü maskelerle sunulmaktadır. Ama amaç aynı:
İnsanı Allah’tan, ahiretten, kendinden koparmak.

Bu maskeli komite, çoğu zaman:

Eğitim politikalarında,

Popüler dizilerde,

Sosyal medya akımlarında,

Sözde sanat eserlerinde karşımıza çıkar.

Yani artık zındıklık cephesi camiye değil, kalbe saldırıyor.

Sonuç: İman Cephesinde Bir Nöbetçi Gibi Yaşamak

Bediüzzaman’ın “zındıka komitesi” diye tabir ettiği yapı, dinî hakikatleri yıpratmak için organize çalışan modern bir şeytanî akıldır. Bu akla karşı susmak değil, konuşmak; saklanmak değil, çalışmak gerekir.

Bugün bizlere düşen, bu görünmeyen savaşta:

İmanla direniş

Ahlakla karşı koyuş

İlimle savunma
yapmaktır.

Zira zındıka komitesi gizli çalışır, ama müminin nuru onu deşifre eder. Her mümin, bir iman nöbetçisidir. Ve bu nöbet, kıyamete kadar devam edecektir.

Özet:

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da “zındıka komitesi” ve “gizli dinsiz komite” olarak tanımladığı yapı, organize, gizli ve sistematik bir inançsızlık cephesidir. Hedefleri, özellikle gençleri ifsat ederek toplumu dinden uzaklaştırmak; araçları ise eğitim, medya, felsefe ve eğlence yoluyla dini tahrip etmektir. Bediüzzaman bu yapıya karşı Risale-i Nur’u bir “iman tecdid ve tahkim projesi” olarak ortaya koymuştur. Günümüz Müslümanlarının da bu bilinçle uyanık olmaları, imanlarını ilimle korumaları ve çevrelerine hakikat ışığı olmaları gerekmektedir.

 




Gamdan Hikmete: Kadere İman ve Güzelliklere Odaklanmak

Gamdan Hikmete: Kadere İman ve Güzelliklere Odaklanmak


مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.” sırrıyla 

خُذُوا مِنْ كُلِّ شَىْءٍ اَحْسَنَهُ

“Her şeyin güzel cihetine bakınız.” kaidesinin sırrıyla, 

اَلَّذٖينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰٓئِكَ الَّذٖينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولٰٓئِكَ هُمْ اُولُوا الْاَلْبَابِ

gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.”
Şualar

Giriş: Karanlık Değil, Işık Taşıyan Bakış

Hayat, kimi zaman zorluklarla, hüzünlerle, kayıplarla dolu görünse de, bu zahirî çalkantıların ardında ilâhî bir kudretin, ince bir ölçünün ve engin bir hikmetin olduğu unutulmamalıdır. Kur’ân ve sünnet, bu bakışı yerleştirmek için bize üç temel prensip öğretir:

  1. Kadere iman
  2. Her şeyin güzel tarafına bakmak
  3. Sözlerin en güzelini seçmek

Bu üç esas, bir müminin hem dünyasını huzura, hem de ahiretini selamete taşıyan birer nur gibidir.

  1. Kadere İman: Kalbin Emniyet Sigortası

> “مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ”
“Kadere iman eden gamdan, kederden emin olur.”
(Şuâlar)

Kadere iman etmek, başa gelen her şeyin ilâhî bir takdir ve hikmet çerçevesinde meydana geldiğine inanmak demektir. Mümin bilir ki; ne kazandığı kendi maharetiyle, ne de kaybettiği kendi acziyledir. Her şeyin sahibi Allah’tır ve O, her şeyi en güzel şekilde takdir edendir.

Bu iman, insanı kuruntulardan, keşkelerden, yıkıcı pişmanlıklardan ve sürekli şikâyet dilinden kurtarır. Böylece kalp rahat eder, ruh teskin olur, dilde şükür, sîmada sükûn oluşur.

  1. Güzel Cihete Bakmak: Zihnin ve Zamanın İsrafına Son

> “خُذُوا مِنْ كُلِّ شَىْءٍ اَحْسَنَهُ”
“Her şeyin güzel cihetini alınız.”

Hayatta hiçbir şey bütünüyle kötü ya da tamamen mükemmel değildir. Her şeyin içinde bir “ahsen” yani güzel bir taraf, hayırlı bir yön vardır. Mesele, nereye baktığımızdır.

Yusuf Aleyhisselâm’ı kuyuya atan kardeşleri büyük bir günah işlemişti. Ama neticede o kuyudan bir sultan çıktı. Hz. Musa, denizin ikiye yarılmasıyla kurtulduğu gibi, Firavun da o denizde boğuldu. O hâlde mesele, bakış açısıdır: Yusuf için kuyu mu daha derindir, yoksa kaderin merhameti mi?

Bir mümin her hadisede “Bunda benim için ne hikmet var?” sorusunu sorar. Bu soru, acıyı altına çeviren bir ilim terazisidir. Sürekli şikâyet eden ise kendini çürütür, başkasına zarar veremez.

  1. Sözlerin En Güzeline Tabi Olmak: Ruhun Gıdasını Seçmek

> “اَلَّذٖينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ”
“Sözleri dinleyip en güzeline uyanlar, Allah’ın hidayet verdiği ve akıl sahipleri olanlardır.”
(Zümer, 18)

Çağımız, bilgi değil gürültü çağıdır. Herkes konuşuyor, herkes bir şey söylüyor. Ama hikmetli olanı seçmek, işte gerçek aklın, gerçek irfanın göstergesidir. Her duyduğunu tekrarlamak değil, güzeli seçmek, hakikate kulak vermek gerekir.

Bir müminin kulağı çöp kutusu değildir. O, söylenene değil, maksada ve manaya bakar. Hakikati ayıklar, fitneyi ayıklar, kötüyü bırakır. Böylece söz onu besler, yıkmaz.

  1. Üç İlkenin Ortak Meyvesi: İç Huzur ve Dış İrfan

Kadere iman eden, başına geleni kaderin tecellisi olarak görür ve sabreder. Her olayda güzeli gören, sürekli şikâyet etmekten kurtulur. Sözlerin en güzeline tabi olan ise hem kendini hem başkasını incitmekten sakınır. Bu üçlü, birlikte insanı insan eder ve onu dünyanın yükünden, ahiretin korkusundan kurtarır.

Sonuç: Müminin Bakışı Rahmetle Boyanmıştır

Dünya, her zaman kolay bir yer değildir. Ama mümin için dünya, bir imtihan alanıdır. Kadere iman, bu imtihanda güveni sağlar. Güzel yönlere odaklanmak, ruhu zehirleyen karamsarlığı siler. Sözlerin en güzeline tabi olmak ise, zihni kirden arındırır, kalbi ilâhî hidayete açar.

Her şey senin neye baktığınla ilgilidir:
Gülün dikeni mi, dikenin gülü mü?
Karanlığın zifiri hâli mi, sabahın doğuşu mu?
Kaderin yükü mü, yoksa hikmetin müjdesi mi?

İşte bu tercih, sadece hayatını değil, ebediyetini de belirleyecektir.

Özet:

Bu makalede, kadere iman, her şeyin güzel cihetine bakmak ve sözlerin en güzeline tabi olmak gibi Kur’ân ve hadis kaynaklı üç temel ilke ele alınmıştır. Kadere iman, kederden korur; güzel cihetlere yönelmek, karamsarlığı siler; en güzel söze tabi olmak ise, ruhu kemale erdirir. Bu üç ilke, müminin hem iç dünyasında hem de sosyal ilişkilerinde huzur ve hikmetle yaşamasını sağlar.

 

 




Batmamak İçin Dikkatle Bas: Fânî Dünya Yolculuğunda İnsanın Mesuliyeti

Batmamak İçin Dikkatle Bas: Fânî Dünya Yolculuğunda İnsanın Mesuliyeti

“İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş.
Sözler – 329
Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork.
Mesnevi-i Nuriye – 177 – B. Said Nursi

İnsan, bu âleme bir misafir, bir memur olarak gönderilmiştir. Bu ifade basit bir benzetme değil, hayatın hakikatine dair derin bir tesbittir. Zira her insan, doğduğu andan itibaren dünyada belli bir süre kalacak, kendisine yüklenen vazifeleri yerine getirecek ve sonra bu âlemi terk edecektir. Tıpkı görevlendirilen bir memur gibi… Görevli olduğu süre boyunca, ona verilen yeteneklerle imtihan edilecek ve bu yetenekleri doğru yönde kullanıp kullanmadığına göre hesaba çekilecektir.

Risale-i Nur’da geçen “İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş…” ifadesi, aslında insanın hem yaratılış hikmetini hem de bu hikmet doğrultusunda nasıl bir sorumluluk taşıdığını özetler. Her bir yetenek, bir vazifenin anahtarıdır. Akıl, kalp, vicdan, irade, hayal, şuur ve daha niceleri… Hepsi insana bir sermaye olarak verilmiştir. Fakat bu sermayenin yanlış kullanımı, büyük bir hüsrana sebep olabilir.

İşte bu noktada ikinci cümle devreye giriyor: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork.” Hayat yolu düz değildir; inişli çıkışlı, tuzaklarla dolu, bazen görünmeyen sularla çevrili bir patikadır. Adımlar dikkatsizce atılırsa, düşmek, batmak kaçınılmaz olur. Bazen mal sevdası, bazen şehvet, bazen kibir ya da gaflet, insanın ayağını kaydırır. Dikkatle basmak; her sözü ölçmek, her adımı tartmak, her tercihte sonsuzluğu hesaba katmak demektir.

Şiddetli Teşvikler ve Dehşetli Tehditler Neden Var?

Allah Teâlâ insanı sadece serbest bırakmamış; ona doğru yolu göstermek için kitaplar, peygamberler, öğütler ve işaretler göndermiştir. Bu rehberlik, sadece nazik tavsiyelerden ibaret değildir. Zira insanın nefsi tembelliğe meyillidir, şeytan sürekli kandırır ve dünya cazibesiyle baş döndürür. Bu yüzden insanı harekete geçirmek için hem mükâfat vaat edilmiş hem de ceza ile uyarılmıştır.

Cennetle teşvik, cehennemle tehdid… Bunlar birer eğitim ve irşad metodudur. Zira insan ya sevgiden ya korkudan hareket eder. İlkiyle yola çıkanlar ne mutlu, ikincisiyle yürüyenler de en azından felaketten korunmuş olurlar.

Misafirlik ve Memuriyet Arasında Denge

Dünya bir han, insan ise orada konaklayan bir misafir gibidir. Ama aynı zamanda bu hanın hizmetinde bir memurdur. Hem huzur bulmak için buradadır hem de sorumluluk taşımak için… Bu iki hâlin dengesini kuramayanlar ya dünyayı ebedî zanneder ya da görevini unutur. Hâlbuki her nimet, bir sorumluluk doğurur. Göz verilmişse görmek, kalp verilmişse hissetmek, akıl verilmişse anlamak içindir. Aksi hâlde her biri birer dava dosyasına dönüşür.

Sonuç: Her Adım Bir Hesap, Her Seçim Bir Sınav

İnsanın dünya yolculuğu dikkat isteyen, hikmetli bir seferdir. Her birimiz, attığımız her adımda, söylediğimiz her sözde ya cennete doğru ilerleriz ya da uzaklaşırız. Elimizdeki istidatları görev bilinciyle kullanmazsak, hem dünyamızı hem ahiretimizi kaybedebiliriz. İşte bu yüzden hem teşvik hem tehdid vardır. Çünkü insan çok kıymetlidir, sermayesi büyüktür ve yolculuğu son derece ciddidir.

Özet:

İnsan bu dünyaya bir misafir ve memur olarak gönderilmiştir.

Ona verilen istidatlar, yüklenen görevlerin anahtarıdır.

Hayat yolu dikkat isteyen bir patikadır; gaflet, insanı batırabilir.

Allah, insanı hem teşviklerle hem de tehditlerle yönlendirmiştir.

Her adım bir sorumluluk, her tercih bir imtihandır.

“Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork” uyarısı, hayatın her anında geçerlidir.

 

 




Küre-i Arz Yuvarlaktır: Kur’ân’ın Nazarıyla Yerkürenin Hikmeti

Küre-i Arz Yuvarlaktır: Kur’ân’ın Nazarıyla Yerkürenin Hikmeti

“Küre-i arzın kürevî olduğuna dair bir âyet var mı ve hangi surededir?”
Şualar

Giriş: Modern Bilim mi Daha Yeni, Yoksa Kur’ân mı?

Modern astronomi, dünyanın yuvarlak olduğunu ancak son birkaç yüzyılda kesin biçimde isbat edebilmiştir. Oysa Kur’ân, 1400 yıl önce nazil olan ayetleriyle bu hakikate işari (dolaylı) ve hikmetli biçimde temas etmiş; insanın dikkatini, yerin şekli ve hareketi üzerine çekmiştir. Kur’ân’ın bu ifadeleri, sadece bilimsel keşifleri değil, aynı zamanda insan idrakinin terakkîsini de teşvik etmiştir.

  1. Kur’ân’da Kürevîliğe İşaret Eden Ayetler
  2. a) “Dahâ” Fiili: Yuvarlaklık ve Yayılma

> “Ve’l-arda bade zâlike dehâhâ.”
(“Yeri de bundan sonra döşedi.”)
[Nâziât Suresi, 30]

Buradaki “dehâhâ” fiilinin Arapça’daki kökü “dahv”, deve kuşunun yumurtasını yuvasına yerleştirmesi, ya da yuvarlaklaştırarak yaymak anlamlarına gelir. Bazı müfessirler bu ayeti “yerin döşenmesi, insan için yaşanabilir hâle getirilmesi” şeklinde anlamış olsa da, dil açısından “küre şeklinde yayılmış, yumuşatılmış ve döndürülmüş” manaları da taşır.

Özellikle klasik lügatlerde “dahâ” kelimesi, yuvarlaklık ve dönüşü hatırlatan bir anlam alanına sahiptir. Dolayısıyla bu ayet, yerin yuvarlak ve dönen bir yapıya sahip olduğuna işaret eden en açık beyanlardan biridir.

  1. b) “Yükevviru” Fiili: Gece ve Gündüzün Yuvarlaklık İçinde Dönüşümü

> “Geceyi gündüzün üzerine sarar, gündüzü de gecenin üzerine sarar.”
“يُكَوِّرُ ٱلَّيْلَ عَلَى ٱلنَّهَارِ وَيُكَوِّرُ ٱلنَّهَارَ عَلَى ٱلَّيْلِ”
[Zümer Suresi, 5]

Bu ayette geçen “yükevviru” fiili, Arapçada “küre şeklinde sarmak”, türban sarmak gibi bir şeyi yuvarlak şekilde çevrelemek anlamına gelir. Gece ile gündüzün birbirini küre şeklinde sarması ancak dünyanın döner ve yuvarlak olmasıyla mümkündür. Bu, gece ve gündüzün peş peşe bir düzenle yeryüzünü dolaşmasıyla gerçekleşir.

Bu ifade, Kur’ân’ın küresel dönüşü ve zaman döngüsünü ifade eden olağanüstü bir lisan kullandığını gösterir.

  1. c) “Sütunlar Üzerine Değil” İfadesi

> “Allah, gökleri gördüğünüz gibi direksiz olarak yükseltti.”
[Ra’d Suresi, 2]

“Göğü direksiz yükselttik.”
[Lokmân Suresi, 10]

Yerkürenin boşlukta duruyor olması, dönmesi ve herhangi bir fizikî destek olmadan uzayda askıda kalması, modern fiziğin ancak son yüzyılda izah edebildiği bir meseledir. Kur’ân, yerin boşlukta dönen bir kütle olarak direksiz varlığını sürdürebileceğine 14 asır önce dikkat çekmiştir.

  1. Tefsirî Yorumlar: Kur’ân’ın İleri Görüşü

İşârî tefsirlerde, özellikle Bediüzzaman Said Nursî gibi müfessirler bu ayetlerdeki hikmetli işaretlere dikkati çekerler. Şuâlar adlı eserinde, Kur’ân’ın “küre-i arzın aklı ve idare merkezi” olduğu ifadesiyle, dünyanın kürevî yapısına da dolaylı bir göndermede bulunur:

> “Kur’ân-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer Kur’ân çıkarsa arz divane olur, başını bir seyyareye çarpar.”
(Şuâlar)

Bu mecazî ifade, dünyanın hem merkezî bir akılla idare edildiğini, hem de kürevî yapısıyla kozmik dengeye bağlı olduğunu anlatır.

  1. Bilimsel Delillerle Kur’ân’ın Buluştuğu Nokta

Dünyanın kutuplardan basık, ekvatordan şişkin küremsi yapısı; “geceyi gündüze, gündüzü geceye sarması” gibi ayetlerle örtüşmektedir.

Yerçekimi ve dönme hareketi, Kur’ân’daki “dehâhâ” fiili ve “yükevviru” kullanımıyla paralellik gösterir.

Uzaydan çekilen görüntüler, Kur’ân’ın 7. yüzyılda haber verdiği şekilsel döngüleri açıkça doğrular.

  1. Hikmet ve İbret: Dönüşen Bir Dünya, Sabit Bir Hakikat

Kur’ân’ın işaret ettiği bu hakikatler, bize sadece dünyanın şeklini öğretmek için değil; dönüşü, zamanın akışını, değişimin hikmetini kavramamız için verilmiştir.

Yerküre dönüyor. Gece gündüze, kış bahara dönüşüyor. İnsan da dönüşüyor: çocukluktan ihtiyarlığa, gafletten hakikate…

Ama bu dönüşüm içinde sabit kalan bir şey vardır: Hikmet ve tevhit hakikati.
Dünyanın kürevî olması, onun tesadüfî bir kaya parçası değil; bir ilim, irade ve hikmet eseridir.

Sonuç: Kur’ân, Kainatın Dilini Konuşur

Kur’ân, sadece inanç değil, idrak kitabıdır. Yerkürenin şekli gibi bir hakikati bile, dolaylı ama şaşırtıcı bir açıklıkla nazara vermesi, onun hem çağlar üstü hem de ilme yön veren bir kitap olduğunun açık delilidir.

Kur’ân’ın lisanıyla şunu diyebiliriz:
“Ey insan! Yeryüzünün dönen, düzenli ve dengeli bir yuvarlak olduğunu bil. Ama bil ki, senin kalbin de öyle dönmekte. Onu Hakk’a yönelt ki istikamet bulasın.”

Özet:

Bu makalede, Kur’ân’da dünyanın kürevî (yuvarlak) olduğuna dair ayetler olan Nâziât 30, Zümer 5 ve Ra’d 2 gibi işaretler incelenmiştir. “Dahâ”, “yükevviru” gibi kelimeler dil ve tefsir açısından değerlendirilmiş, Bediüzzaman gibi müfessirlerin yorumlarıyla desteklenmiştir. Bilimsel deliller de bu Kur’ânî işaretlerin doğruluğunu teyit etmektedir. Sonuçta, Kur’ân’ın sadece inanç değil, hikmet ve ilim kitabı olduğu ve dünyanın şekline dair asırlar önce beyan ettiği bu işaretlerin, tefekkürle okunması gerektiği anlatılmıştır.

 




Hilafetin Gölgesinde: Abbasîlerden Deccal’a Uzanan Hikmetli Bir Yolculuk

Hilafetin Gölgesinde: Abbasîlerden Deccal’a Uzanan Hikmetli Bir Yolculuk

Giriş: Hilafetin Bir Kader Yolculuğu

İslâm tarihinin en dikkat çekici ve en az anlaşılan hadislerinden biri, sahih kaynaklarda yer alan şu cümledir:

> “لَنْ تَزَالَ الْخِلَافَةُ فٖى وِلْدِ عَمّٖى صِنْوِ اَبِى الْعَبَّاسِ حَتّٰى يُسَلِّمُوهَا اِلَى الدَّجَّالِ”
“Benim amcam, pederimin kardeşi Abbas’ın evladında hilafet-i İslâmiye devam edecek. Ta ki Deccal’a, o hilafeti -yani saltanat-ı hilafet- teslim edene kadar.”Şualar

Bu hadis, sadece bir tarihi haber vermekle kalmaz; aynı zamanda bir hikmeti, bir ibreti ve bir ikazı içinde barındırır. Çünkü burada bahsedilen süreç, İslâm ümmetinin zahiren güçten düşmesiyle birlikte batıni bir tehlikenin ortaya çıkacağını gösterir. Hilafet gibi yüce bir makamın, sonunda Deccal gibi müfsid bir şahsa intikal etmesi, sadece siyasi değil, aynı zamanda derin bir manevî gerilemenin de ifadesidir.

  1. Abbasîler: Hilafetin Siyasi Yüzü

Abbâsîler, Hz. Abbas’ın neslinden gelen bir hanedandır. Bu hanedan, Emevîlerin yıkılışından sonra hilafeti devralmış ve İslâm dünyasının önemli bir dönemine damga vurmuştur. İlmî, kültürel ve siyasî açılardan parlak bir dönem geçirmişlerse de, zamanla zayıflamış ve hilafet sadece bir isimden ibaret kalmıştır. Özellikle Moğol istilaları sonrası, Abbâsî hilafeti sembolik bir niteliğe bürünerek Memlûkler ve Osmanlılar döneminde temsili bir hâle gelmiştir.

Bu durum, bir manada hadisin işaret ettiği “hilafetin içinin boşalması” sürecidir. Zahirde hilafet devam etmekte ama manada bir yıpranma, hatta bir terk ediliş söz konusudur.

  1. Hilafetin Deccal’a Teslimi: Zahirîden Batınîye Kayış

Hadiste geçen “Deccal’a teslim” ifadesi, sadece fizikî bir devri anlatmaz. Bu, aynı zamanda hakikatin yozlaştırılması, zahirin hakikatten koparılmasıdır. Çünkü Deccal, İslâmî hakikatleri ters yüz eden, bâtılı hakikat gibi sunan bir figürdür. Deccal’ın eline geçen hilafet, artık bir rahmet aracı değil, bir tahribat vasıtası hâline gelir.

Hilafet, asli fonksiyonu olan adaleti tesis, dini muhafaza ve ümmeti bir arada tutma vasfını kaybedince, onun yerine gelen güçler bu boşluğu zulüm, fitne ve istibdatla doldurur. Bu açıdan Deccal sadece bir şahıs değil, bir zihniyet, bir sistem, hatta küresel bir inkâr organizasyonunun temsili olarak karşımıza çıkar.

  1. Ders: Zahirin Parıltısına Aldanma

Bu hadis-i şerif, bize önemli bir hakikati öğretir: İsmin, unvanın, makamın zahiri vardır; ama asıl olan onun mazmunudur. Hilafet ismen devam etse de ruhen Deccal’a hizmet ediyorsa, o artık bir rahmet değil, bir musibet vesilesidir. Bu yüzden sadece şekle, görünüşe değil; mana, gaye ve fonksiyona bakmak gerekir.

Tarihte birçok kavram, içi boşaltılarak istismar edilmiştir. Din, ilim, adalet, hilafet… Hepsi hakikaten yüce mânâlar taşır; ama yanlış ellere geçince hakkın zıddı hâline gelir. Nitekim Kur’an’ın ifadesiyle:

> “Onlar sözlerin en güzelini duyarlar, fakat onu tersyüz ederler.”
Bu da Deccal zihniyetinin temel vasfıdır: Hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterir.

  1. Bugün İçin Mesaj: Yeni Bir Hilafetin İnşası

Bu hadis, bizlere karamsarlık değil, uyanıklık ve şuur telkin eder. Hilafetin Deccal’a geçişi, bir bitiş değil, Mehdi’nin zuhurunun mukaddimesidir. Çünkü bozulma en zirveye vardığında, ıslahın da vakti gelmiştir.

Bugün Müslümanlar olarak yeniden hilafeti, yani birlik, adalet, hikmet ve maneviyat merkezli bir ümmet bilincini inşa etmekle mükellefiz. Zahiri değil, hakikati esas alan bir hilafet anlayışı ancak bu tehlikeyi bertaraf edebilir.

Sonuç: Gölge ile Hakikat Arasında Hilafet

Hadis-i şerifin işaret ettiği süreç, sadece bir siyasi tarih değil; aynı zamanda bir iman ve fikir imtihanıdır. Hilafet makamı nasıl ki yeryüzünde Allah’ın adaletini ve rahmetini temsil ediyorsa, Deccal zihniyeti de bu makâmı ifsat etmek için pusuya yatmış bir bozgunculuk hareketidir.

Hilafeti korumak; unvanı, sarığı, tahtı değil; onun yüklediği hakikati, sorumluluğu ve ruhu korumaktır.

Özet:

Bu makalede, sahih bir hadis-i şerifte geçen “Hilafet Abbasoğullarında kalacak, ta ki Deccal’a teslim edilinceye kadar” ifadesi ışığında İslâm tarihindeki hilafet süreci ele alınmıştır. Hadis, hilafetin sadece siyasi bir yapı olmadığını, aynı zamanda manevî bir temsil ve emanet olduğunu ifade eder. Zahirde devam eden fakat ruhen bozulan bir hilafetin, Deccal gibi bir müfsid zihniyetin eline geçmesi, sadece tarihsel değil, aynı zamanda teolojik bir ikazdır. Bugün Müslümanlara düşen görev, bu ibretli süreçten ders alarak, yeniden bir hikmet, adalet ve vahdet merkezli hilafet bilinci inşa etmektir.

 

 




İman Cephesi: Mezara Doğru Adımlarken Bile Susmayan Bir Kalbin Feryadı

İman Cephesi: Mezara Doğru Adımlarken Bile Susmayan Bir Kalbin Feryadı

“Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki Bolşevikler olsun! Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”
Şualar

Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ifadeleri, sadece bir şahsî serzeniş değil; aynı zamanda bir devrin imanla küfür, hakikatle sapkınlık, nurla zulmet arasındaki mücadelesinin özetidir. Bu cümleler, hem bir hayatın muhasebesi hem de bir milletin akıbetini belirleyecek fikrî bir direnişin meşalesidir.

Bir Feryadın Arka Planı: Mezara Yaklaşırken Bile Durmayan Azim

“Mezara yaklaştığım bu zamanda…” diyerek söze başlayan bu beyan, dünyaya veda etmek üzere olan bir mü’minin en büyük endişesini dile getirir: Allah’a kavuşmadan önce O’nun dinine, imanına, kelamına son bir hizmet daha edebilmek… Bu endişe, bir nevi hakiki tevhid ehlinin hayat düsturudur. İnsan yaşlanınca dinlenmeyi değil, son nefesine kadar hizmet etmeyi murad eder.

Nursî’nin feryadı, sadece şahsî bir imtihan değil; İslâm coğrafyasının maruz kaldığı fikrî bir istila tehlikesinin ifşasıdır. Bolşevik rejimlerin temsil ettiği dinsiz, materyalist, inkârcı sistemlerin, özellikle gençleri hedef alarak iman esaslarını yıkmaya çalıştığını dile getiriyor. Çünkü gençlik, bir milletin hem ruhudur hem de yarınıdır. Eğer gençlik zehirlenirse, milletin istikbali kararır. İşte Said Nursî, bu fikrî saldırıya karşı fikrî bir cihad açmıştır.

Bolşevik Baykuşlarının Sesi: Din ve Değer Düşmanlığı

“Bolşevik baykuşları” ifadesi, sadece siyasî bir rejimi değil, onun taşıdığı manevî çöküşü de anlatır. Baykuş, sessizliğin, uğursuzluğun, karanlığın sembolüdür. Bolşeviklik ise Allah’ı, ahireti, dini inkâr eden, insanı sadece maddeden ibaret sayan bir inançsızlıktır. Bu sesin Müslüman bir vatanda yankılanması, sadece coğrafyanın değil, zihniyetlerin işgal altında olduğunun delilidir.

Said Nursî bu noktada İslâm’ın, Kur’ân’ın, iman esaslarının müdafaasını bir ömür boyu yaptığı gibi, mezara yürürken bile elden bırakmıyor. Çünkü iman, sadece bir tercih değil; bir mesuliyet, bir emanettir.

İman Cephesinde Yer Almak: Tarafsızlık İhanettir

Bediüzzaman’ın “Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir” cümlesi, safını açıkça belli eden bir müminin haykırışıdır. Bu bir siyasî tercih değil, imanî bir vecibedir. Çünkü küfrün cephesi birleşmişken, imanın mücahitleri birbirinden uzak durursa, bu gafletin vebali ağır olur.

Bugün de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. Modern zamanların baykuşları artık sadece bir ideolojiye değil; sosyal medya, sinema, akademi, sahte özgürlük sloganları, dinî yozlaşmalar gibi birçok kılıkta karşımıza çıkmakta. Gençlik, hâlâ hedefte. Fikirler hâlâ saldırı altında. Ve hâlâ iman ehli bir mücadele bekleniyor.

Mücadele Alanı: Kalem, Kelâm, Dua ve Davet

Said Nursî, mücadelesini silahla değil, kalemle yapmıştır. Risale-i Nur’lar, bir cephanedir. Gençlerin akıllarındaki şüpheleri def edecek, kalplerini hakikate ısındıracak bir iman dersidir. Bu çağrının bugünkü muhatapları bizleriz. Onun yaptığı gibi, biz de bugünün imansızlık tuzaklarına karşı kalemle, kelâm ile, dua ile, ahlâk ile karşı koymakla mükellefiz.

Sonuç ve Özet:

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu feryadı, yaşadığı dönemin imanî krizine karşı bir nevi vasiyetnâme gibidir. O, hayatının son demlerinde bile din düşmanlarına karşı mücadele azmini sürdürmekte; gençliği, milleti, ümmeti iman noktasında diriltme gayesini yitirmemektedir. Onun bu dâvâsı bugün de geçerliliğini sürdürmektedir. Çünkü tehlike şekil değiştirse de mahiyet değişmemiştir. Bugün de iman, tehdit altındadır. Ve iman ehli, yine bu fikrî cihada davet edilmektedir.

Özet:
Bu metin, Said Nursî’nin hayatının sonlarında kaleme aldığı bir iman manifestosudur. Bolşevik ideolojinin gençlik üzerindeki etkisine karşı uyarı niteliğinde olup, iman düşmanlarına karşı kalemle yapılan fikrî cihadın önemini ifade eder. Bugün de benzer tehditler karşısında iman ehline düşen vazife; bu çağrıya kulak verip, gençliği Kur’ân ve iman hakikatleriyle buluşturmaktır.

 

 




Hâl Lisanı: Sessiz Konuşan Hakikat

Hâl Lisanı: Sessiz Konuşan Hakikat

> “Lisan-ı hâl, lisan-ı kālden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Şualar

İnsan, sadece konuşan bir varlık değildir; yaşayan, gösteren ve örnek olan bir varlıktır. Kimi zaman bir bakış, bir duruş, bir sabır ve bir tebessüm; yüzlerce kelimeden daha etkili olabilir. Çünkü söz, kulaktan geçer; hâl ise doğrudan kalbe dokunur. İşte bu yüzden Bediüzzaman Hazretleri, “Lisan-ı hâl” yani hal dili, söz dilinden daha kuvvetlidir derken; sadece retorik değil, ahlak, davranış, duruş ve temsil gücüne dikkat çeker.

Lisan-ı Hâl Nedir?

Lisan-ı hâl; kişinin yaşantısıyla, tavrıyla, duruşuyla, niyetiyle ve ahlaki hâliyle verdiği mesajdır. Bu dil sessizdir ama tesiri yüksek bir çığlıktır. Bir mü’minin sabrı, vakar içinde duruşu, helale sadakati, haramdan uzak duruşu, muhtaçlara karşı merhameti, isyan yerine rıza göstermesi gibi davranışları; dinin hakikatlerini sözsüz bir şekilde tebliğ eder.

Lisan-ı Kāl Yetersiz Kalabilir, Ama Hâl Asla Aldatmaz

Konuşmak kolaydır; ama yaşamak zordur. Vaaz etmek, nasihat vermek, doğruları dillendirmek herkesin harcıdır. Ama o doğrularla yaşamak, sabırla örnek olmak, nefse karşı koymak büyük bir irade ister. Bu yüzden:

Söz ile “tevekkül” anlatılır ama musibete sabırla göstermek anlatmaktan daha etkilidir.

Dil ile “infak”ın fazileti anlatılır ama gizlice yapılan bir sadaka, binlerce nutuktan daha kalıcıdır.

“Tevazu”dan bahsedilir ama bir kırık kalbi tamir etmek, en güzel ders olur.

Peygamberlerin Tebliği: Hâl ile Sözün Birleştiği Üsve-i Hasene

Peygamberlerin en büyük mucizelerinden biri de, söylediklerini yaşamalarıydı. Onların hâlî, kāllerinden daha kuvvetliydi. Hz. Peygamber (sav) bir ahlak modeli idi. Sabırda zirveydi, affetmede eşsizdi, adalette şaşmazdı. Onun yaşantısı, İslam’ın canlı bir tercümesiydi. Bu yüzden Kur’an, onun şahsını “en güzel örnek (üsve-i hasene)” olarak tanımlar.

Risale-i Nur Talebesi Hâl Diliyle Konuşmalıdır

Risale-i Nur hizmeti, sadece ilimle değil, temsil ile taşınabilir. En güzel ders, en parlak afiş, en etkili konuşma; mütevazı, sabırlı, ihlaslı ve faziletli bir hayat ile desteklenmediği sürece sönük kalır. Cemaat ruhu, hâl ile yoğrulmuş bir imani duruştur. Bu yolda:

Hakkı konuşmak kadar, hakkı yaşamak önemlidir.

Güzel söz kadar, güzel niyet ve güzel ahlak önemlidir.

Sözlü tebliğ kadar, hal diliyle tebliğ gereklidir.

Toplumda Tesirin Sırrı: Hâl ile Güven Vermek

Bugünün insanı, nasihat yorgunudur; ama örnek insana muhtaçtır. Gençler, dinden değil; dindarların tutarsızlığından uzaklaşmaktadır. Bu yüzden artık sözden çok yaşantı inandırır.

> Bir anne-babanın sabırla çocuğa gösterdiği merhamet,
Bir öğretmenin adaleti,
Bir esnafın helal titizliği,
Bir alimin tevazusu…
Binlerce sayfalık kitabın yapamayacağını yapabilir. Çünkü hâl, hakikatin suretidir.

Sonuç: Susarak Konuşmak

“Lisan-ı hâl, lisan-ı kālden daha kuvvetlidir.” Çünkü hâl, bir davanın şahididir. Gözle görünür, kalbe işler, ruha dokunur. Bugün, doğruyu yaşamak, onu dillendirmekten daha ehemmiyetli hâle gelmiştir. Gerçek irşad, hal ile olur. İnsan, ne söylediğinden çok, neyi nasıl yaşadığı ile anlaşılır.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’da geçen “Lisan-ı hâl, lisan-ı kālden daha kuvvetlidir” ifadesi etrafında şu temel noktalar ele alınmıştır:

Lisan-ı hâl, yaşantı ile yapılan sözsüz tebliğdir.

Söz kolaydır, ama hâl ile temsil kalıcı ve derindir.

Peygamberler, hâlleriyle sözlerini teyit eden örneklerdir.

Risale-i Nur’un etkisi, hal diliyle yaşandığında çoğalır.

Bugünün dünyasında hâl, en etkili tebliğ ve irşad yoludur.

Unutmayalım: Sözler kulakta kalabilir, ama hâl kalbe işler ve unutulmaz.

 

 




SEVGİSİZLİĞİN ÇÖLÜNDE: YAŞAYANLARA UNUTULMUŞ MERHAMET

SEVGİSİZLİĞİN ÇÖLÜNDE: YAŞAYANLARA UNUTULMUŞ MERHAMET

Dervişe sormuşlar: “Ne anladın dünyadan?”
Cevabı, bir çağın ruh hâlini özetliyordu:
“Ölülerin sevgiyle anıldığı, yaşayanların sevgisizlikten öldüğü bir dünyaya şahit oldum…”

Ne hazindir ki, bugün birçok kalp hayatta ama hissetmeden, görülmeden, sevilmeden yaşamaktadır. Nice mezar taşı çiçeklerle süslenir, ama yanı başımızdaki komşunun, eşin, evladın, yaşlının yüreğine bir tek çiçek bırakılmaz. Merhametin ölülere saklandığı, dirilerin duygusal kıtlıkla kıvrandığı bir zamanın içindeyiz. Bu, sadece bireysel bir mesele değil; medeniyetin çöküşünü haber veren bir kalp iflasıdır.

YAŞAYANLAR UNUTULDU, ÖLÜLERE AĞIT MODA OLDU

İnsan öyle garip bir hâle büründü ki, ölüler için düzenlenen törenler, yaşayanlar için verilmesi gereken kıymeti gölgede bıraktı. Annemize sağken bir çiçek almayı erteledik; öldüğünde mezarına her bayram demet demet çiçek götürdük. Yaşarken bir “özür” ya da “teşekkür” çok görüldü; öldükten sonra mermer taşlara altın harflerle övgüler kazındı.

Bu bir sevgi değil, bir çelişkidir. Çünkü gerçek sevgi, yaşarken kıymet bilmektir. Ölünün toprağına çiçek dikmek değil, yaşayanın gönlüne su vermektir asıl olan. Ama biz bu basit hakikati kaybettik.

MODERN ÇAĞIN EN DERİN YARASI: SEVGİSİZLİK

Bugün insanlar yalnızlıktan değil, değersizlikten ölüyor. Hastalıktan değil, ilgisizlikten çöküyor. Şehirler büyüdü ama kalpler küçüldü. Komşuluk bitti, kardeşlik sanal âlemlere hapsoldu. Bayramlar ekranın öte yanında, taziyeler mesaj kutusunda yaşanıyor artık.

Oysa Allah insanı sevgiyle yarattı. Kur’ân’daki “vedûd” ismi, sevginin kaynağı olan Allah’ı anlatır. Sevgi, sadece duygu değil, bir kulluk halidir. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” buyruğu, bu ilahî dengeyi gösterir.

MEZARLIKLARA DEĞİL, KALPLERE ÇİÇEK EKMEK GEREK

Bir dostum şöyle demişti: “Keşke insanlar, öldükten sonra gösterdikleri ilgiyi birbirine hayattayken gösterebilseydi; belki de kimse yalnız ölmezdi.”
Haklıydı. Çünkü mezarlıklar, geç kalmış vicdanların süslü bahçesine dönüşmüştü.

Gerçek bahçıvanlık, ölülere çiçek dikmek değil, yaşayanların kuruyan kalbine merhametle dokunmaktır. Bir çocuğun başını okşamak, bir ihtiyara hâl hatır sormak, kırılmış bir kalbi tamir etmek… Bunlar bugün sevgiye susamış dünyanın en büyük ihtiyacıdır.

DERDİMİZ TEKNOLOJİ DEĞİL, HİSSİZLİK

Çağımızın krizi teknoloji değil, kalpsizliktir. Evin en güzel yerinde televizyon var ama kimse kimsenin gözünün içine bakmıyor. Binlerce takipçimiz var ama bir elin parmakları kadar yarenimiz yok. Cenazelerde ağlıyoruz, ama yaşarken sarılmaya utandık. İşte dervişin sözünde tam da bu var:
“Yaşayanların bahçesini talan ettiler…”

NE YAPMALI?

Önce sevdiklerimize sağken kıymet verelim.

Arayıp hâl hatır sormak sadakadır, unutmayalım.

Gönülleri onarmak, mermer mezarları süslemekten daha faziletlidir.

Sevgi, gösterilmediğinde yok sayılır. Yaşarken gösterilmeyen merhametin telafisi yoktur.

Ve nihayet, ölmeden evvel birbirimizin gönlüne ölmeyecek izler bırakalım. Çünkü toprak her şeyi örter ama yaşanmamış sevgiyi örtmez.

ÖZET

Bu çağın en büyük çelişkisi, ölüleri sevgiyle anarken, yaşayanları sevgisizlikten öldürmektir. Mezar taşları çiçeklenirken, yanımızdaki insanların yürekleri solmaktadır. Merhamet ve ilgi, sadece ölüm sonrasına bırakılmamalı; yaşarken verilmelidir. Aksi hâlde dervişin dediği gibi, “ölülerin toprağına çiçek eker, yaşayanların bahçesini talan ederiz.” Bu dünyada en büyük ihtiyaç; yaşarken kıymet bilmek, sağken sarılmak ve birbirimizi Allah için sevmektir.

 

 




Başlıksız Cumhuriyet: Hulefa-i Raşidîn Döneminde Hakikat Temelli Adalet ve Hürriyet

Başlıksız Cumhuriyet: Hulefa-i Raşidîn Döneminde Hakikat Temelli Adalet ve Hürriyet

“Hulefa-i Raşidîn, her biri hem halife hem reisicumhur idi. Sıddık-ı Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşere’ye ve sahabe-i Kiram’a elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
Şualar

Tarih boyunca birçok devlet kuruldu, yıkıldı, rejimler değişti, isimler ve unvanlar farklılaştı. Lakin hakikatin özü, belirli kavramların ötesine geçerek zaman üstü bir nitelik taşır. İşte İslam tarihinin en parlak dönemlerinden biri olan Hulefa-i Raşidîn (Dört Halife) dönemi, şeklen bir cumhuriyet adını taşımasa da ruhen, manen ve esasen hakiki bir “dindar cumhuriyet” anlayışını temsil eder.

Adaletin ve Hürriyetin Temsilcileri

Bediüzzaman Said Nursî’nin de ifade ettiği gibi, Hz. Ebu Bekir (ra) ve onu takip eden halifeler, sadece birer yönetici değil; aynı zamanda adaletin, hakkaniyetin ve şer’î hürriyetin timsali oldular. Bu zatlar, halktan üstün değil, halkla birlikteydiler. Halkın içinden geldiler, halkın sözcüsü oldular, kendilerini ümmetin hizmetkârı olarak gördüler. Hz. Ebu Bekir’in hilafetinde yaptığı ilk konuşma buna şahittir:

> “Ey insanlar! Sizin en hayırlınız olmadığım hâlde başınıza emir tayin edildim. Eğer doğru gidersem bana yardım edin, eğer saparsam beni düzeltin…”

Bu söz, halk iradesine saygıyı, denetimi ve yöneticinin hesap verebilirliğini açıkça ortaya koymaktadır.

Unvan Değil, Mâna Mühimdir

Modern çağda “cumhuriyet”, “demokrasi”, “başkan”, “meclis” gibi kavramlar, bir rejimin halk tarafından yönetilmesi anlayışını temsil eder. Fakat bu kavramların hakikati taşıyıp taşımadığı, onların muhtevasıyla ölçülür. Şayet bir sistemde sadece isim olarak cumhuriyet varsa, ama adalet, eşitlik ve hürriyet yoksa; o isim bir suretten ibarettir. Hulefa-i Raşidîn dönemi ise, isimden değil, esastan yola çıkar. Orada hak, halkın ve hakkın merkezindedir. Dönemin yöneticileri, yalnız halktan değil, Allah’tan da korkan, ahireti düşünen, görevini bir emanet bilen müminlerdi.

Danışma ve İstişare

İslam’ın temel prensiplerinden biri olan “şûrâ”, yani danışma, bu dönemde etkin biçimde uygulanmıştır. Halifeler kararlarını tek başına değil, sahabelerin görüşleriyle şekillendirmiştir. Bu anlayış, günümüz meclis sisteminden daha içten, daha hesaplı ve daha manevîdir. Bir kararı uygulamadan önce ümmetin kanaatine başvurmak, halkın sesini dikkate almak, şura ile istikamet belirlemek… İşte hakiki cumhuriyetin ruhu budur.

İsimden Önce Ruh ve Hikmet Gerek

Bugünün dünyasında halkın iradesi denilince genellikle sandık ve oy anlaşılır. Oysa İslam’da halkın iradesi, hakkı tercih etme kudretidir. Bu irade, sırf çoğunluğun istediği değil; Hakk’ın ve hikmetin rehberliğinde olan tercihtir. Hulefa-i Raşidîn döneminde bu tercih, Kur’an ve Sünnet ışığında şekillenmiştir. O yüzden o dönem bir “altın çağ” olmuştur. Sadece Müslümanlar için değil, tarih boyunca hakkı arayan tüm insanlar için bir numune-i imtisal olmuştur.

Özet:

Hulefa-i Raşidîn dönemi, isimde değil; özde bir “dindar cumhuriyet” modelidir. Hz. Ebu Bekir’den Hz. Ali’ye kadar bu dört halife, adaletin, istişarenin, şer’î hürriyetin ve halkla iç içe bir yönetimin temsilcileri oldular. Bediüzzaman’ın ifadesiyle onlar, manasız isim ve resim değil, hakikat-i adalet ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan ruhu yaşatmışlardır. Bu nedenle, İslam tarihinde sadece bir yönetim değil, aynı zamanda zaman üstü bir adalet ve hikmet modeli olarak yer almışlardır. Bugünün dünyasında bu ruhu anlamak ve tekrar ihya etmek, hem ümmetin hem insanlığın huzuru için zaruridir.