Sütle Gelen Rahmet: Kasdî İkramların Sessiz Lisanı

Sütle Gelen Rahmet: Kasdî İkramların Sessiz Lisanı

“Evet, kâinatta medar-ı hamd ve şükür olan kasdî in’amlar ve nimetler, hususan kan ve fışkı içinden safi, temiz, gıdalı sütü âciz yavrulara göndermek ve ihtiyarî ihsanlar ve hediyeler ve merhametli ikramlar ve ziyafetler zemin yüzünü, belki kâinatı doldurmuş. Onların fiyatı dahi başta Bismillah, âhirde Elhamdülillah, ortada nimette in’amı hissetmek ve Rabb’ini onun ile tanımaktır.”
Şualar

Kâinat, zahirde cansız ve mekanik bir varlıklar topluluğu gibi görünse de, dikkatle bakıldığında arka planında işleyen ince bir merhamet, planlı bir ikram ve kasdî bir in’am tecellisi görülür. Öyle ki her şey yerli yerinde; her ihtiyaç karşılanmakta ve her nimet bir maksat ve şuur ile sahibine ulaştırılmaktadır.

İşte Bediüzzaman’ın “kan ve fışkı içinden safî, temiz, gıdalı süt” örneği, bu hakikatin en berrak misallerindendir. Anne sütü; ilimle, hikmetle, rahmetle yoğrulmuş bir ilahi formüldür. En çirkin iki unsurun arasından, en latif ve en saf gıdanın yaratılması, sadece biyolojik bir tesadüf değil; açıkça bir rahmetin, bir ikramın, bir hikmetin tecellisidir. Bu öyle bir mucizedir ki, her gün milyonlarca bebek üzerinde yeniden yazılır, yeniden sergilenir. Süt, adeta “Merhametli bir Rabbin ikramıyım” diye konuşur.

Bu kasdî in’amların dünyası, yalnızca sütle sınırlı değildir. Zemin yüzü, ikram ve nimet sofralarıyla doludur: Toprak altından çıkan sebzeler, ağaçlarda dallara takılan meyveler, denizlerin bağrında yüzüp gelen balıklar… Bunların her biri bir sofranın parçasıdır ve her biri gönderilmiş, ulaştırılmış, ikram edilmiştir. Ve her biri “teşekkür” bekleyen bir nimettir.

İşte bu noktada, insanın bu nimet karşısındaki konumu önem kazanır. Zira bu kadar in’am ve ihsanın karşılığında istenen şey, bir bedel değil; bir şuur, bir tanıma ve bir yöneliştir. Yani nimeti fark etmek, onun arkasındaki in’amı hissetmek ve bunu vereni tanımaktır. Bu tanımanın sembolik ifadesi ise, başta “Bismillah”, ortada “şuur ve şükür”, sonda ise “Elhamdülillah” demektir.

Çünkü nimet, sahibine işaret eder. Her nimet, şükürle okunması gereken bir mektuptur. Ve insanın en büyük vazifesi de bu mektubu fark edip şükürle karşılamaktır. Aksi takdirde, nimet nimet olmaktan çıkar; insana bir imtihan, bir gaflet ve hatta bir azap vesilesi olur.

Dünyaya gönderilen sayısız nimet, aslında bizi göndereni tanıtmak içindir. Bu yüzden, “Rabbini nimetle tanı!” denilmiştir. Zira nimet, sadece mideye değil, kalbe ve akla da hitap eder. Ve şükür, sadece bir söz değil; bir yöneliş, bir tefekkür ve bir ubudiyettir.

📌 Özet:

Bu makale, kâinattaki nimetlerin kasdî, bilinçli ve hikmetli bir şekilde verildiğini; özellikle “süt” örneğiyle bu rahmetin en açık şekilde görülebileceğini ifade eder. Her nimet bir ikram, bir ihsan ve bir tecellidir. Bu nimetlerin karşılığı ise para değil; şuurla başlanan “Bismillah”, nimeti tanımakla geçen bir şükür hali ve sonunda gelen “Elhamdülillah” ile olur. İnsan, bu nimetleri fark ederek Rabbini tanır ve kulluk vazifesini eda eder. Aksi halde nimet, gafletin örtüsüne dönüşebilir.

 




Âlemler İçinde Âlemler: Kudretin Sessiz Nidası

Âlemler İçinde Âlemler: Kudretin Sessiz Nidası

“Evet, biz gözümüzle görüyoruz ki: Bu kâinatta binler değil belki milyonlar âlemler, küçük kâinatlar, ekseri birbiri içinde, her birinin idaresi ve tedbirinin şeraiti ayrı ayrı olduğu halde, öyle bir mükemmel terbiye, tedbir, idare ediliyor ki bütün kâinat bir sahife gibi her an nazarında ve bütün âlemler birer satır gibi kalem-i kudret ve kaderiyle yazılır, tazelenir, değişir. Bir nihayetsiz rububiyet içinde nihayetsiz bir ilim ve hikmet ve ihatalı hadsiz bir rahmet ve dikkat ile bu milyonlar âlemleri ve seyyal kâinatları idare eden bir Rabbü’l-âlemîn’in vücub-u vücuduna ve vahdetine küllî ve cüz’î şehadetler, zerreler ve zerrelerden terekküp eden mevcudlar adedince hadsiz, nihayetsiz şehadetler her ân ve zaman geliyorlar.”
Şualar

İnsan gözünü bir an olsun ibretle kâinata çevirdiğinde, gördüğü manzara, yalnızca yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve insanlar değildir. Her zerresiyle hikmetle dokunmuş, her yönüyle sanatla bezenmiş, binlerce değil milyonlarca âlemin iç içe geçtiği bir sistem görür. Ve her bir âlem, kendi içindeki kanunlarla, kendi şartlarıyla ve kendi dengesiyle müstakil olarak işler. Fakat bu ayrılık bir başıboşluk değil; bilakis birleşmiş bir rububiyetin, merkezden idare edilen bir kudretin tezahürüdür.

İşte Bediüzzaman Hazretleri’nin işaret ettiği gibi: Bu kâinat öyle bir terbiyeye, tedbire ve idareye mazhar olmuştur ki, bütün varlık bir kitap; her bir sistem, bir satır; her bir unsur, bir harf hükmündedir. Ve o kitap her an yazılır, silinir, yeniden yazılır. Her şey hareket hâlinde; fakat bu hareket kaos değil, muntazam bir seyirdir. Tıpkı okyanusta yüzen gemilerin rotalarını hiç çarpışmadan tamamlaması gibi…

Zerrelerden yıldızlara, hücrelerden galaksilere kadar her şey, ilim, kudret ve rahmetle örülüdür. Atomlar arası kuvvetler bir nizamla işlerken; galaksiler arası mesafeler, hassas hesaplarla dengelenmiştir. Bir böceğin kanadındaki simetri ile bir galaksinin spiral yapısındaki denge aynı kaynaktan gelir: Rububiyetin nihayetsiz ilmi ve kudreti.

Her bir âlem; mesela bir hücre âlemi, bir su damlası âlemi, bir insan zihni âlemi, bir ekosistem âlemi ya da yıldızlar âlemi… Her biri, kendi içinde ayrı ayrı idare edilirken, aynı anda umum kâinatla da kusursuz bir uyum içinde işler. Bu, tesadüfün değil; ancak her şeyi kuşatan bir İrade-i Mutlaka’nın, her şeyi bilen bir Alîm-i Mutlak’ın eseri olabilir.

Bu mükemmel idare, sadece “olmuş” değil; her an “olmakta” olan bir idaredir. Kâinat statik değil, dinamiktir. Her an yeniden yaratılır, tazelenir, değişir. Bu ise, kâinatın yalnızca bir defa yaratılıp terk edilmediğini; bilakis her an nazar-ı kudret ve ilm-i ezelîde diri ve canlı olduğunu gösterir.

Ve bütün bu kusursuzluklar, her varlıkla birlikte, her an yeni bir şehadeti, yeni bir ilanı beraberinde getirir: “Bu kâinatın bir sahibi, bir Rabbi, bir Müdebbiri vardır.” Sadece sistemler değil, onları meydana getiren her zerre bile, kendi varlığıyla bu kudretin şahididir.

📌 Özet:

Bu makale, kâinattaki sayısız âlemin, farklı şartlara ve düzenlere sahip olmasına rağmen, mükemmel bir idare ve terbiye içinde her an tazelenip yenilendiğini ortaya koyar. Her bir âlem bir satır, her bir unsur bir kelime gibi İlahi kalemle yazılır. Bu düzen, nihayetsiz bir ilim, hikmet ve rahmetin eseri olup, her varlık, hem küllî hem cüz’î olarak Rabbü’l-âlemîn’in varlığına ve birliğine her an şehadet eder. Varlık, sessiz ama güçlü bir şekilde “Allah vardır ve birdir” demeye devam etmektedir.

 




Cüz’î Şerlerde Gizli Hikmet: Bir Çiçeğin Gölgesinde Yağan Yağmur

Cüz’î Şerlerde Gizli Hikmet: Bir Çiçeğin Gölgesinde Yağan Yağmur

“Her bir unsurun, her bir nev’in, her bir mevcudun küllî ve cüz’î müteaddid vazifeleri ve o her bir vazifenin çok neticeleri ve meyveleri var. Ve ekseriyet-i mutlakası, maslahat ve güzel ve hayır ve rahmettirler. Ve az bir kısmı, kabiliyetsizlere ve yanlış mübaşeret edenlere veya ceza ve terbiyeye müstahak olanlara veya çok hayırları sümbül vermeye vesile olanlara rast gelir. Zâhirî, cüz’î bir şer, bir çirkinlik olur; bir merhametsizlik görünür.”
Şualar

Kâinat, sadece maddî değil, aynı zamanda manevî ve hikmetli bir bütünlük içinde işler. Her varlık, her unsur, her mevcud; sadece kendisi için değil, bağlı bulunduğu düzenin içinde çok yönlü görevler üstlenir. Güneş yalnız ısıtmaz, bitkileri canlandırır, suyu buharlaştırır, fotosentezi başlatır, insanın ruhunu da ısıtır. Bir yağmur damlası, sadece toprağı değil, içindeki tohumu da uyandırır. Rüzgar sadece eser gibi görünür, ama havayı temizler, polenleri taşır, denizleri hareketlendirir, bazen bir kulun duasına cevap olur.

İşte bu çok yönlü hikmet düzeninde her şey, sayısız fayda ve neticeye hizmet eder. Ancak bu şümullü işleyiş içinde bazen zâhirde şer gibi görünen olaylar da olur. Bir zelzele, bir salgın, bir yangın, ya da bir ölüm… İnsan, ilk bakışta bu olaylara “acı”, “merhametsizlik” ya da “zulüm” damgası vurabilir. Fakat bu gibi hadiseler, çoğu zaman büyük hayırların ve neticelerin doğmasına sebep olan tetikleyicilerdir.

Bir tarlayı yakarsınız; zarara benzer. Ama o yangın, zararlı otları temizler, toprağı dinlendirir, yeni bir ekime zemin hazırlar. Veya bir hastalık gelir; zâhirde elem verir, fakat kalpte tevazu doğurur, dilde dua yeşertir, ruhta kabule açık bir iklim meydana getirir. Yani şer gibi görünen şeyler, çoğu zaman rahmetin ve terbiye edici hikmetin maskesini takmıştır.

Bediüzzaman bu noktaya işaret eder: “Her bir unsurun, her bir nevin, her bir mevcudun küllî ve cüz’î müteaddid vazifeleri ve o her bir vazifenin çok neticeleri ve meyveleri var.” Yani hiçbir şey boş ve başıboş değildir. Bir yaprak rüzgârda savrulurken bile; bir kuş göğe kanat çırparken bile pek çok hikmete hizmet eder.

Lakin insan çoğu zaman tek yönlü ve dar bakar. Kendi çıkarına zarar gelince hüküm verir: “Bu çirkin, bu şer, bu haksızlık.” Oysa bütün kâinatta cereyan eden olaylar, sonsuz bir kudretin, sonsuz bir ilmin ve sonsuz bir rahmetin gözetimi altındadır. Cüz’î bir zararı umumi bir hayra tercih etmek, hakikatin bütünlüğünü anlamamaktır.

Ayrıca bu gibi musibetler, genellikle ya kabiliyetsizliğe, ya hatalı müdahaleye ya da bir terbiyeye müstehak oluşa karşılık gelir. Yani bunlar cezalandırma değil; terbiye edici, eğitici bir lütuf şeklinde de tecelli eder. Zâhirde bir çirkinlik, bâtında bir güzelliğe gebedir. İşte kaderin adaleti, burada devreye girer.

Şunu unutmamak gerekir: Kâinatta ekseriyet-i mutlakası güzeldir, hayırdır, rahmettir. Az bir kısmında görülen çirkinlikler, ya perdeli hayırlardır ya da hikmete bakan cilvelerdir. Görmek için gözün, anlamak için kalbin temiz olması gerekir.

📌 Özet:

Bu makale, kâinattaki her varlık ve olayın birden fazla görev ve neticeye hizmet ettiğini; zâhiren şer ve çirkin görünen şeylerin çoğu zaman çok yönlü hayırlara vesile olduğunu vurgular. Kaderin işleyişinde her şeyin hikmetli bir sebep ve sonuç zincirine bağlı olduğu, cüz’î görünen zararların umumi hayırlar uğruna tercih edilebileceği ve hikmetin bazen perde arkasında kaldığı anlatılır. Şer zannı altında hikmeti görmek, basit bir bakışla değil, tefekkür ve imanla mümkündür.

 




Dua ile Uyutulan Kıta: İncille Gelenler, Altınla Dönenler

Dua ile Uyutulan Kıta: İncille Gelenler, Altınla Dönenler

Afrika kıtası, insanlığın en kadim beşiklerinden biri… Doğal zenginlikleriyle, verimli topraklarıyla ve tarih öncesinden bugüne uzanan kültürel çeşitliliğiyle bir hazine adeta. Ancak ne hazindir ki, bu kıta uzun asırlar boyunca sömürgeci güçlerin hedefi olmuş, kanla, hileyle ve tahrif edilmiş dinle kuşatılmıştır. Bu gerçeğin özeti, Kenya’nın ilk devlet başkanı Jomo Kenyatta’nın şu hikmetli sözüyle adeta tarih boyunca yankılanır:

> “Batılılar Afrika’ya geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde topraklarımız ve madenlerimiz vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız ve madenlerimiz vardı.”

Gözleri Kapalı Dua: Bir Uyanış Hikâyesi

Bu söz, sadece bir eleştiri değil; bir kıtanın hafızasıdır. Sömürgeci batı, önce “medeniyet”, sonra “din”, ardından “uygarlık” ve nihayet “yardım” adı altında kıtaya girdi. Ellerinde İncil vardı, ama kalplerinde altın, elmas ve güç arzusu… Halklara dua etmeyi, sabretmeyi, kaderciliği öğrettiler. Ama bu sırada yeraltı zenginliklerini yer üstüne çıkarıp kendi ülkelerine taşıdılar.

Afrikalılar ellerini göğe açarken, Batılılar ellerini toprağın altına uzattı. Sonuçta dua edenler yoksul kaldı, sömürenler zenginleşti. Bu, dinin değil; dinin istismar edilerek bir silah gibi kullanılışının tarihidir.

Din Bir Aydınlanma mı, Uyutma mı?

Buradaki temel problem, dinin özü değil; dinin siyasi ve ekonomik hegemonya için araçsallaştırılmasıdır. Zira gerçek din, insanı uyandırır, zulme başkaldırmayı öğretir. Gerçek İncil, sevgi, adalet ve tevazuyu öğütler. Ancak sömürgecilerin taşıdığı İncil, bir din değil, bir ambalajdı. İçinde yağma, talan ve üstünlük arzusu gizlenmişti.

Afrika’nın hikayesi, İslam coğrafyasının da hikâyesidir. Din adına gelen, ama niyeti başka olan sistemler tarafından halklar uyuşturulmuş, yönlendirilmiş, susturulmuştur. Ve bu oyunun parçası olmayı kabul eden yerli iş birlikçiler, bu trajedinin en acı halkasını oluşturmuştur.

Bugün de Aynı Tuzaklar mı?

Bugün artık tanklarla değil; medya, finans, eğitim ve kültür yoluyla yeni bir sömürgecilik yürütülmektedir. Ellerimizde sosyal medya uygulamaları, gözlerimiz ekranlarda… Yine dua ediyoruz belki ama yine kör bir sabırla… Üstelik artık dua sadece Yaratıcı’ya değil; markalara, liderlere, sloganlara yönelmiş durumda.

Bu yüzden gözlerimizi açmak zorundayız. Çünkü uyutularak dua eden toplumlar, uyanan ve çalışan toplumların kölesi olmaya mahkûmdur.

Kurtuluş Nerede?

Kurtuluş, dinin özüne dönmekte. Adalet, hak, mücadele ve ilim ile yoğrulmuş bir inançta. Gözleri kapatmak yerine, gözleri açarak dua etmeyi öğrenmekte. Çünkü dua, sadece bir talep değil, bir yöneliş, bir bilinç halidir.

Toprağı, madeni, kültürü ve zihniyeti koruyabilmenin yolu; uyanık ve bilinçli bir kulluktan geçer. Zira uyanık bir kul, zalime secde etmez.

ÖZET:

Afrika’nın sömürgeleştirilmesi, yalnızca silahla değil; dinin istismar edilmesiyle gerçekleşmiştir. Jomo Kenyatta’nın sözü, Batılıların ellerinde İncil, Afrikalıların ellerinde toprak ve maden olduğu bir dönemi anlatır. Dua ile uyutulan halklar, gözlerini açtıklarında her şeylerini kaybetmişti. Bu makale, dinin istismarına ve halkların bilinçsizliğine karşı uyarıda bulunur. Gerçek dinin bilinç, gayret ve adalet getirmesi gerektiğini anlatır. Gözleri kapalı dua değil, gözleri açık kulluk çağrısı yapar.

 




İttihad-ı İslâm Fabrikası ve Kusurlara Takılan Çarklar

İttihad-ı İslâm Fabrikası ve Kusurlara Takılan Çarklar

Bediüzzaman Said Nursî’nin Tarihçe-i Hayat’ta çizdiği “İslam toplumunu bir fabrika” metaforu, sadece bir benzetme değil, aynı zamanda bir çağın teşhisidir. Bu teşhis, İslâm ümmetinin bugünkü dağınıklığına, iç çatışmalarına ve kardeşi kardeşe düşman eden zihniyetlere karşı verilen derin bir uyarıdır.

Fabrikanın Çarkları ve Toplumun Organları

Bir fabrika, birçok çarkın, dişlinin ve mekanizmanın ahenkle çalıştığı bir yapıdır. En küçük bir aksaklık, tüm üretimi durdurabilir. Tıpkı bunun gibi, İslam toplumu da; alimlerinden yöneticilerine, esnafından çiftçisine kadar her ferdin ve her zümrenin görevli birer çark gibi olduğu büyük bir manevî makinedir.

Bu makinede bir çarkın geri kalması, yavaşlaması veya başka bir çarka tahakküm etmesi, bütün sistemin bozulmasına sebep olur. Bu benzetme, İslâm toplumunun neden ilerleyemediğini ve neden içten içe çürümeye başladığını çok veciz bir biçimde izah eder. Çünkü çarklar birbiriyle uyum içinde değil; ya durmuşlar, ya birbirini kırıyorlar, ya da birbirlerinin görev alanına müdahale ediyorlar.

Kusura Odaklanmak, Kardeşliği Bozar

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.”
Bu cümle, aslında ümmetin en büyük zaafına parmak basar. Günümüzde Müslümanlar, düşmanlarına göstereceği gayreti, çoğu zaman kardeşlerinin kusurlarını aramakta harcıyor. Mezhebi farklılıklar, siyasi duruşlar, hatta kişisel zaaflar bile düşmanlık sebebi oluyor. Halbuki bu hal, bir çarkın başka bir çarka takılması gibidir: sistemi durdurur, işleyişi felce uğratır.

İttihad-ı İslâm’ın önündeki en büyük engel, dış düşmanlar değil; içimizdeki bu tahammülsüzlük, kusur avcılığı ve benmerkezciliktir. Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, bugüne gönderilmiş bir ikaz mektubu gibidir: “Şimdi tam vakti gelmiştir, yeter ki çarklar birbirini kırmasın.”

Vakit, Fabrikanın Yeniden Kurulma Vaktidir

Bugün ümmetin birçok yerinde kan akıyor, çocuklar ölüyor, değerler çiğneniyor. Bu haliyle fabrika çalışmıyor; üretim durmuş, ışıklar sönmüş, sesler kesilmiş. Ama hâlâ potansiyel var, hâlâ parçalar yerli yerinde. Birbirini suçlamak yerine birbirini tamamlamaya yönelirsek, yeniden çalışabilir bu manevi fabrika.

Bunun için:

Kardeşlik esastır, ayrılık değil.

Kusur görmek değil, örtebilmek erdemdir.

Farklılıklar düşmanlık değil, rahmettir.

İttihad-ı İslâm, sadece büyük siyasal bir birliktelik değil; aynı zamanda kalplerin birlikteliğidir. Manevî bir fabrikanın, sevgiyle yağlanan, merhametle dönen çarklarıdır.

Özet:

Bediüzzaman’ın İslam toplumunu bir fabrika gibi tasavvur etmesi, ümmetin birliğini çarpıcı bir şekilde anlatır. Her Müslümanın bir çark gibi çalıştığı bu yapıda, bir çarkın geri kalması veya diğerine müdahalesi tüm düzeni bozar. İttihad-ı İslam ancak, kardeşlerin birbirinin kusurunu aramayı bırakıp, dayanışma içinde hareket etmesiyle mümkündür. Bu çağrı, günümüz Müslümanlarına, birlik olmadan dirlik olmayacağına dair bir uyarıdır.

 




Zulmeti Yırtan Nur: İslâm’a Yapılan İtirazlara Karşı Reddiyeler ve Hakikat Mücadelesi

Zulmeti Yırtan Nur: İslâm’a Yapılan İtirazlara Karşı Reddiyeler ve Hakikat Mücadelesi

İslâm, hakikatin bizzat kendisidir. O, karanlık bir dünyaya doğmuş bir nurdur. Fakat her nur, zıddıyla beraber gelir; tıpkı gündüzü takip eden gece gibi. İşte bu yüzdendir ki, İslâm tarihi boyunca gerek dıştan gelen itirazlara gerekse içten yükselen münafıkça fısıltılara karşı reddiyeler, yani hakikati savunma metinleri hep var olmuştur.

İtirazların İki Yüzü: Harici Taarruz ve Dahili Sinsi Tuzak

İtirazlar bazen dışardan, bazen içeriden gelir. Dışarıdan gelenler genellikle şüpheyi sistematikleştirme, iman esaslarını aklileştirme bahanesiyle bozmaya çalışma, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) nübüvvetine dil uzatma ve Kur’ân’ın Allah kelamı oluşunu inkar etme şeklinde zuhur eder. Bunlara karşı yüzlerce yıldır İslam âlimleri büyük cihadlar vermiştir.

İçerden gelen itirazlar ise daha sinsidir. Münafıkça üslûp, dindarlık kisvesi altında dine sızma, iman hakikatlerini sulandırma, ahiret inancını zayıflatma, ümmet birliğini bozma gibi yollarla kendini gösterir. Bu iç bozguncular çoğu zaman modernite, reform, “çağdaş İslam” gibi söylemleri kullanarak asliyetin içini boşaltmaya çalışırlar.

Tarihte Reddiyeler: Kalemle Cihadın İzleri

İslam tarihinde reddiyeler, sadece inkârcılara cevap vermek için değil; müminlerin imanını takviye etmek için de kaleme alınmıştır. Bunlardan bazıları:

İmam Gazâlî’nin “Tehâfütü’l-Felâsife”si, felsefecilere karşı;

İbn Teymiyye’nin “Minhâcu’s-Sünne”si, Şia’ya karşı;

Bediüzzaman Said Nursî’nin Risaleleri, dehriyuna, münafıklara ve materyalist akımlara karşı yazılmış kuvvetli müdafaalardır.

Reddiyelerin en büyüğü ise hiç şüphesiz Kur’ân’ın bizzat kendisidir. Kur’ân, geçmiş ümmetlerin durumlarını anlatırken aynı zamanda bugünkü itirazlara da evrensel bir cevap verir. Mesela:

> “Onlar, Allah’a karşı yalan uydurdular” derken aslında bugünkü materyalist felsefenin temelini çürütür.
“O (Kur’an), bir beşer sözü değildir” ayetiyle de, Kur’an’ın ilahi menşeli olduğunu ilan eder.

Modern İtirazlar ve Yeni Nesil Reddiyeler

Bugünün dünyasında itirazlar artık Twitter mesajı gibi kısa, ama zihinleri karıştıracak kadar sinsice. “Din bireyseldir”, “Kur’an her çağa göre yorumlanmalı”, “Hz. Peygamber sadece Arap toplumu için gelmiştir” gibi cümlelerle hakikatler tahrif edilmek isteniyor.

Bu yeni saldırılara karşı ilmî, dijital ve hikmetli savunmalar üretilmeli. Gençlerin diliyle yazılmış, delil ve mantık temelli, kalp ve aklı aynı anda ikna eden reddiyelere ihtiyaç var.

Hakikatin Sesi Kısılmaz

Hakikat, ne kadar bastırılmak istense de fıtratlarda yankısını bulur. Çünkü o, Allah’ın kelamından doğmuştur. Birileri onu susturmaya çalışsa da, güneşi çamurla sıvayamazlar. Müminin görevi, bu nura perde olan her itiraza karşı cesurca ve hikmetle karşı durmaktır.

Tıpkı Bediüzzaman’ın özetle dediği gibi:

> Zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Mü’minin vazifesi, imana hizmettir.

Özet:

Bu makalede, İslâm’a yönelik hem dıştan gelen açık inkârcı itirazlara hem de içimizdeki münafıkça sinsi söylemlere karşı verilen reddiyeler ele alınmıştır. Tarih boyunca bu mücadele ilimle, hikmetle ve imanla yürütülmüştür. Günümüzde ise bu mücadele yeni metotlarla, özellikle dijital ortamda devam etmelidir. İtirazlar değişse de hakikat sabittir; ona sahip çıkanlar da kıyamete kadar var olacaktır.

 




Sessiz Duaların Sahibi: Fıtratın Dilinden Rabbe

Sessiz Duaların Sahibi: Fıtratın Dilinden Rabbe

“Evet, tohumlar ve çekirdekler istidat lisanıyla her biri birer ağaç ve birer sümbüle olmayı Hâlık’ından isteyip duaları gözümüz önünde kabul olması gibi; bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matlublarını birisinden isteyip o fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden ve imdatlarına acib ve şuursuz mahlukatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Hâlık-ı Kerîm’e zâhir şehadet eder.”
Şualar

Kâinatta dile gelmeyen, fakat sürekli konuşan bir dil vardır: Fıtratın dili.

Konuşmadan konuşan, dile gelmeden isteyen, kelimesiz niyaz eden bir duadır bu. Ne bir kitapta yazılıdır, ne de bir ağızdan çıkar. Fakat her an her canlı bu dille Rabbine yönelir, ister, bekler ve çoğu zaman da dileği kabul olunur. Çünkü bu dua, yaratılışın özüyle yoğrulmuş, mahiyetin ta kendisine kodlanmıştır.

Bir tohum düşünelim… Toprağa düşer, içine kapanır. Karanlık bir mezara benzer. Ama o karanlık, onun için bir son değil, başlangıçtır. Tohum, toprak altında ne dilek tutar, ne kelime sarf eder. Fakat içinde saklı istidadıyla, yani “ağaç olma” kabiliyetiyle adeta feryat eder: “Ey beni Yaratan! Beni aç, büyüt, göklere yükselt!” Ve bu sessiz dua kabul edilir. O çekirdek çatlar, filizlenir, dal verir, yaprak açar, meyve verir. İşte gözümüz önünde yapılan en hikmetli dualardan biri budur: İstidat lisanıyla yapılan dua.

Aynı şekilde bir kuş, rızkını ararken kanat çırpar. O arayış, bir ihtiyaçla yoğrulmuştur. O ihtiyaç ise bir dua gibidir. Kuşun elleri yok, toprak kazamaz, ekin biçemez. Ama o aczi, onun kudretli bir Sahibi olduğunu gösterir. Çünkü her sabah uyanan milyonlarca canlı, hiçbir rezerv yapmadan, sofrasız bir şekilde yeni bir güne başlar ve rızkı onlara ulaşır. Bal arısı çiçekleri dolaşırken sadece bal yapmaz, bitkileri döller. Toprak, hiçbir aklı olmamasına rağmen, ihtiyacımız olan mineral ve vitaminleri bize ulaştırır. İşte bu da ihtiyacın diliyle edilen dua ve onun kabulüdür.

Bediüzzaman Hazretleri bu tabloyu şöyle özetler: “Hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını… istemeleri, fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri duaların gözümüz önünde kabul edilmesi…”

Demek ki kâinat, baştan sona sessiz duaların kabul arenasıdır. Bütün bu dualar, sonsuz ilim, rahmet ve kudret sahibi olan bir Hâlık’ın varlığına ve keremine delildir. Çünkü bu duaları işitip kabul eden biri vardır. Zira dua varsa, kabul edecek bir mercii de vardır. Cevapsız kalan bir dua yoktur. Ya aynısıyla verilir, ya daha güzeliyle, ya da zamanı gelince…

İşte bu bakış, insana düşen görevi de hatırlatır: Kendi yaratılış istidadını keşfetmek, aczini görmek, ihtiyacını anlamak ve kendisini veren Zât’a yönelmek. Çünkü insanın en büyük kuvveti, aczidir. En keskin dili, ihtiyacıdır. En tesirli duası ise yaratılışında gizlidir.

📌 Özet:

Bu makale, fıtrî ihtiyaçlar ve istidatlar yoluyla yapılan sessiz duaların nasıl kabul edildiğini ve bunların İlâhî bir Kudretin varlığına delil olduğunu ele alır. Tohumların ağaç olma arzusu, hayvanların ulaşamadıkları yerden rızık elde etmeleri, tüm canlıların acz içinde dile getirdikleri fıtrî istekler, gözle görülen bir kabul süreciyle karşılık bulur. Bu durum, Rahîm ve Kerîm bir Yaratıcı’nın her şeyi idare ettiğini, hem şefkatle hem de hikmetle mahlûkatına cevap verdiğini açıkça ortaya koyar.

 




Sessiz Duaların Sahibi: Fıtratın Dilinden Rabbe

Sessiz Duaların Sahibi: Fıtratın Dilinden Rabbe

“Evet, tohumlar ve çekirdekler istidat lisanıyla her biri birer ağaç ve birer sümbüle olmayı Hâlık’ından isteyip duaları gözümüz önünde kabul olması gibi; bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matlublarını birisinden isteyip o fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden ve imdatlarına acib ve şuursuz mahlukatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Hâlık-ı Kerîm’e zâhir şehadet eder.”
Şualar

Kâinatta dile gelmeyen, fakat sürekli konuşan bir dil vardır: Fıtratın dili.

Konuşmadan konuşan, dile gelmeden isteyen, kelimesiz niyaz eden bir duadır bu. Ne bir kitapta yazılıdır, ne de bir ağızdan çıkar. Fakat her an her canlı bu dille Rabbine yönelir, ister, bekler ve çoğu zaman da dileği kabul olunur. Çünkü bu dua, yaratılışın özüyle yoğrulmuş, mahiyetin ta kendisine kodlanmıştır.

Bir tohum düşünelim… Toprağa düşer, içine kapanır. Karanlık bir mezara benzer. Ama o karanlık, onun için bir son değil, başlangıçtır. Tohum, toprak altında ne dilek tutar, ne kelime sarf eder. Fakat içinde saklı istidadıyla, yani “ağaç olma” kabiliyetiyle adeta feryat eder: “Ey beni Yaratan! Beni aç, büyüt, göklere yükselt!” Ve bu sessiz dua kabul edilir. O çekirdek çatlar, filizlenir, dal verir, yaprak açar, meyve verir. İşte gözümüz önünde yapılan en hikmetli dualardan biri budur: İstidat lisanıyla yapılan dua.

Aynı şekilde bir kuş, rızkını ararken kanat çırpar. O arayış, bir ihtiyaçla yoğrulmuştur. O ihtiyaç ise bir dua gibidir. Kuşun elleri yok, toprak kazamaz, ekin biçemez. Ama o aczi, onun kudretli bir Sahibi olduğunu gösterir. Çünkü her sabah uyanan milyonlarca canlı, hiçbir rezerv yapmadan, sofrasız bir şekilde yeni bir güne başlar ve rızkı onlara ulaşır. Bal arısı çiçekleri dolaşırken sadece bal yapmaz, bitkileri döller. Toprak, hiçbir aklı olmamasına rağmen, ihtiyacımız olan mineral ve vitaminleri bize ulaştırır. İşte bu da ihtiyacın diliyle edilen dua ve onun kabulüdür.

Bediüzzaman Hazretleri bu tabloyu şöyle özetler: “Hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını… istemeleri, fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri duaların gözümüz önünde kabul edilmesi…”

Demek ki kâinat, baştan sona sessiz duaların kabul arenasıdır. Bütün bu dualar, sonsuz ilim, rahmet ve kudret sahibi olan bir Hâlık’ın varlığına ve keremine delildir. Çünkü bu duaları işitip kabul eden biri vardır. Zira dua varsa, kabul edecek bir mercii de vardır. Cevapsız kalan bir dua yoktur. Ya aynısıyla verilir, ya daha güzeliyle, ya da zamanı gelince…

İşte bu bakış, insana düşen görevi de hatırlatır: Kendi yaratılış istidadını keşfetmek, aczini görmek, ihtiyacını anlamak ve kendisini veren Zât’a yönelmek. Çünkü insanın en büyük kuvveti, aczidir. En keskin dili, ihtiyacıdır. En tesirli duası ise yaratılışında gizlidir.

📌 Özet:

Bu makale, fıtrî ihtiyaçlar ve istidatlar yoluyla yapılan sessiz duaların nasıl kabul edildiğini ve bunların İlâhî bir Kudretin varlığına delil olduğunu ele alır. Tohumların ağaç olma arzusu, hayvanların ulaşamadıkları yerden rızık elde etmeleri, tüm canlıların acz içinde dile getirdikleri fıtrî istekler, gözle görülen bir kabul süreciyle karşılık bulur. Bu durum, Rahîm ve Kerîm bir Yaratıcı’nın her şeyi idare ettiğini, hem şefkatle hem de hikmetle mahlûkatına cevap verdiğini açıkça ortaya koyar.

 




İnsan Sanatı ve Hâlıkının İlim Güneşi

İnsan Sanatı ve Hâlıkının İlim Güneşi

“Evet insanın şuuruna, ilmine delâlet eden düzgün, ölçülü sanatı ile; insanın hâlıkının ilmine, hikmetine delâlet eden hüsn-ü hilkat-i insan muvazenesi; aynen yıldız böceğinin gecedeki ışığının lem’acığının, gündüzde güneşin ihatalı ziyasına nisbeti gibidir.”
Şualar

İnsan, yaratılış itibarıyla kainatın en dikkat çekici varlığıdır. Aklı, şuuru, dili, sanat kabiliyeti, düşüncesi ve iradesiyle diğer varlıklardan ayrılır. Bu yönüyle insan, hem sanatkârdır hem de sanattır. Yaptığı işler, inşa ettiği yapılar, yazdığı kitaplar, çizdiği resimler, söylediği sözler hep bir ilmin, bir şuurun ve bir maksadın göstergesidir. Yani insanın ortaya koyduğu her düzgün, ölçülü sanat eseri, onun aklına ve ilmine şahitlik eder.

Ancak Bediüzzaman Hazretleri burada der ki: “İnsanın kendi ilmine delâlet eden sanatı ne kadar kıymetli ve dikkat çekici görünse de, insanın yaratıcısının ilmi ve hikmeti yanında, ancak yıldız böceğinin gece karanlığında gösterdiği o zayıf ışık kadar kalır.” Oysa insanın yaratılışı, hüsn-ü hilkati (güzel yaratılışı), kudretin ve ilmin sonsuz derecedeki bir tezahürüdür. İnsan yalnızca bir et ve kemik yığını değil, aklı, ruhu, hisleri ve duygularıyla birlikte eşsiz bir sanat harikasıdır. İşte bu mükemmel terkip, bir tesadüfün eseri olamaz.

Bir böceğin gecede parlayan ışığını düşünelim… Küçücük bedeniyle ortaya koyduğu o parıltı, elbette onun içindeki bir sistemi, bir programı, bir gayeyi gösterir. Ama o ışık, gündüz ortasında güneşin bütün kâinatı kuşatan ziyasına nisbetle nedir ki? İşte insanın yaptığı sanat, güneşe karşı bir ateşböceği ışığı gibidir. Ve bu nisbetle, insanın yaratıcısının sanatı, hikmeti, ilmi ve rahmeti sonsuz büyüklüktedir.

İnsanın kendi varlığı, iç organlarının düzeni, duygularının hassas dengesi, psikolojik yapısındaki incelikler ve tüm bunların bir bütünlük içinde işlemesi, onun Hâlık’ının (Yaratıcısının) nihayetsiz bir ilim ve kudrete sahip olduğunu haykırır. Bir gözün görmesi, bir dilin tatması, bir parmağın dokunması, bir kalbin hissetmesi… Her biri ayrı bir mucize, ayrı bir sanat, ayrı bir kudret mühürüdür.

İşte asıl ibret buradadır: İnsan, kendi yaptığına hayran olurken, kendi yapılışına kör kalır. Oysa insanın ilmi sınırlı, kudreti zayıf, gücü fânidir. Ama onu yaratan Zat’ın sanatı öyle bir sanattır ki, tek bir insanla bin hikmet hedeflenmiş, tek bir kalp ile bin his inşa edilmiştir.

Ve bu bakış açısı insana şunu hatırlatır: Senin içinde bir sanat varsa, bu senin değil, seni yaratana aittir. Senin yaptıkların, O’nun yaptıklarının zayıf bir yansımasıdır. Senin ilmin varsa, o da sana verilen cüz’î bir yansımadır. Asıl güneş, senin varlığını yaratan, seni düşünecek hale getiren, seni konuşturan, hissettiren Rabb’indir.

📌 Özet:

Bu makale, insanın yaptığı sanatların kendi ilmine delil olduğunu; ancak insanın yaratılışındaki hikmet ve sanatın, onun yaratıcısının sonsuz ilmine, hikmetine ve kudretine şehadet ettiğini anlatır. İnsanın yaptığı işler yıldız böceğinin ışığı gibi sınırlı iken, Hâlık’ının sanatı ve ilmi, gündüz güneşi gibi kâinatı kuşatıcıdır. Bu yüzden insan, hem sanatıyla hem varlığıyla kendini değil, onu Yaratan’ı göstermelidir. Asıl sanat, insanı sanat hâline getiren kudretin sanatıdır.

 




Ol Dedi Oldu: Kudretin Sırrı ve Meşietin Derinliği

Ol Dedi Oldu: Kudretin Sırrı ve Meşietin Derinliği

“Her şey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbir şey olmaz. ”
Şualar

Her şey, “O’nun” dilemesiyle olur. O istemezse hiçbir şey olmaz. Bu hakikat, sadece bir kelâmî prensip değil, Kur’an’ın yüzlerce ayetiyle sabit bir tevhid gerçeğidir. Çünkü kâinatı yoktan var eden, her an idare eden, değiştiren, dönüştüren ve sürdüren ancak Allah’tır. O’nun iradesi sınırsız, kudreti mutlak, meşieti kuşatıcıdır.

Kur’an bu hakikati şöyle bildirir:

﴿إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ﴾
“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri sadece ‘Ol!’ demesidir; hemen oluverir.”
(Yâsîn, 36/82)

Bu ayet, Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engele, hiçbir sürece ve hiçbir sebebe ihtiyaç duymadan gerçekleştiğini beyan eder. O, bir şeye “Ol” der ve o olur. Bu, mahlukat için değil, yalnızca Hâlık için geçerlidir. Biz insanlar sebeplere bağlıyız; ama Allah sebeplerin yaratıcısıdır.

﴿وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ﴾
“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz.”
(İnsan, 76/30)

Bu ayet ise, insanın irade sahibi olmakla birlikte, iradesinin üstünde Allah’ın mutlak meşietinin olduğunu bildirir. İnsan ancak Allah dilerse dileyebilir. Yani insanın seçimi, Allah’ın müsaadesi ve yaratmasıyla mümkündür.

İşte bu büyük sır, Şuâlar’da veciz bir şekilde şöyle özetlenir:

“Her şey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbir şey olmaz.”

Bu hakikat, kainattaki en küçük zerreden en büyük galaksiye kadar her şeyde kendini gösterir. Bir yaprak düşmez ki O bilmeden… (Bkz: En’âm, 6/59) Bir damla yağmur inmez ki O dilemeden… Bir hücre bölünmez ki O’nun takdiri olmadan…

Bu ilahi irade, aynı zamanda adaletin, hikmetin ve rahmetin de temelidir. O her şeyi sebeplerle yaratır; ama sebepler O’nun dilemesinin önünde bir perde olamaz. Zira dilerse sebepsiz yaratır; Hz. Âdem’i annesiz-babasız, Hz. İsa’yı babasız yaratması gibi. Dilerse bir sebeple bin netice yaratır, dilerse bir netice için bin sebebi harekete geçirir. Tüm bu düzen, Allah’ın irade ve meşietinin sınırsızlığını ve dilediğini yapmaya kâdir olduğunu gösterir.

Bu bakış açısı, insana büyük bir tevhid dersi verir. Çünkü hiçbir güç, hiçbir kudret, hiçbir sistem O’nun iradesine galip gelemez. Bu yüzden mümin bilir ki, ne başına gelen bir musibet tesadüfen olmuştur, ne de elde ettiği bir nimet sadece kendi gücünün sonucudur. Her şey O’nun dilediği gibi cereyan eder.

Bu sırra eren bir kalp, hem tevekkülün hakikatine ulaşır hem de teslimiyetin lezzetini tadar. O bilir ki, Allah dilediyse olur; dilemediyse ne kadar çabalasa da olmaz. Ve bunda da hayır vardır.

📌 Özet:

Bu makale, “Her şey O’nun irade ve meşietiyle olur” hakikatini Kur’an ayetleriyle açıklayarak Allah’ın mutlak irade sahibi olduğunu ortaya koyar. Yâsîn 82 ve İnsan 30 gibi ayetler, kâinattaki her olayın O’nun dilemesiyle gerçekleştiğini bildirir. Allah’ın iradesi; sebepleri yaratan, varlıkları yöneten ve kaderi tayin eden nihai kudrettir. Bu hakikati idrak eden insan, hem tevekkül hem teslimiyet içinde yaşar. Hiçbir şey sebeplere değil, sadece Allah’ın dilemesine dayanır.

 




Ol Dedi Oldu: Kudretin Sırrı ve Meşietin Derinliği

Ol Dedi Oldu: Kudretin Sırrı ve Meşietin Derinliği

“Her şey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbir şey olmaz. ”
Şualar

Her şey, “O’nun” dilemesiyle olur. O istemezse hiçbir şey olmaz. Bu hakikat, sadece bir kelâmî prensip değil, Kur’an’ın yüzlerce ayetiyle sabit bir tevhid gerçeğidir. Çünkü kâinatı yoktan var eden, her an idare eden, değiştiren, dönüştüren ve sürdüren ancak Allah’tır. O’nun iradesi sınırsız, kudreti mutlak, meşieti kuşatıcıdır.

Kur’an bu hakikati şöyle bildirir:

﴿إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ﴾
“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri sadece ‘Ol!’ demesidir; hemen oluverir.”
(Yâsîn, 36/82)

Bu ayet, Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engele, hiçbir sürece ve hiçbir sebebe ihtiyaç duymadan gerçekleştiğini beyan eder. O, bir şeye “Ol” der ve o olur. Bu, mahlukat için değil, yalnızca Hâlık için geçerlidir. Biz insanlar sebeplere bağlıyız; ama Allah sebeplerin yaratıcısıdır.

﴿وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ﴾
“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz.”
(İnsan, 76/30)

Bu ayet ise, insanın irade sahibi olmakla birlikte, iradesinin üstünde Allah’ın mutlak meşietinin olduğunu bildirir. İnsan ancak Allah dilerse dileyebilir. Yani insanın seçimi, Allah’ın müsaadesi ve yaratmasıyla mümkündür.

İşte bu büyük sır, Şuâlar’da veciz bir şekilde şöyle özetlenir:

“Her şey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbir şey olmaz.”

Bu hakikat, kainattaki en küçük zerreden en büyük galaksiye kadar her şeyde kendini gösterir. Bir yaprak düşmez ki O bilmeden… (Bkz: En’âm, 6/59) Bir damla yağmur inmez ki O dilemeden… Bir hücre bölünmez ki O’nun takdiri olmadan…

Bu ilahi irade, aynı zamanda adaletin, hikmetin ve rahmetin de temelidir. O her şeyi sebeplerle yaratır; ama sebepler O’nun dilemesinin önünde bir perde olamaz. Zira dilerse sebepsiz yaratır; Hz. Âdem’i annesiz-babasız, Hz. İsa’yı babasız yaratması gibi. Dilerse bir sebeple bin netice yaratır, dilerse bir netice için bin sebebi harekete geçirir. Tüm bu düzen, Allah’ın irade ve meşietinin sınırsızlığını ve dilediğini yapmaya kâdir olduğunu gösterir.

Bu bakış açısı, insana büyük bir tevhid dersi verir. Çünkü hiçbir güç, hiçbir kudret, hiçbir sistem O’nun iradesine galip gelemez. Bu yüzden mümin bilir ki, ne başına gelen bir musibet tesadüfen olmuştur, ne de elde ettiği bir nimet sadece kendi gücünün sonucudur. Her şey O’nun dilediği gibi cereyan eder.

Bu sırra eren bir kalp, hem tevekkülün hakikatine ulaşır hem de teslimiyetin lezzetini tadar. O bilir ki, Allah dilediyse olur; dilemediyse ne kadar çabalasa da olmaz. Ve bunda da hayır vardır.

📌 Özet:

Bu makale, “Her şey O’nun irade ve meşietiyle olur” hakikatini Kur’an ayetleriyle açıklayarak Allah’ın mutlak irade sahibi olduğunu ortaya koyar. Yâsîn 82 ve İnsan 30 gibi ayetler, kâinattaki her olayın O’nun dilemesiyle gerçekleştiğini bildirir. Allah’ın iradesi; sebepleri yaratan, varlıkları yöneten ve kaderi tayin eden nihai kudrettir. Bu hakikati idrak eden insan, hem tevekkül hem teslimiyet içinde yaşar. Hiçbir şey sebeplere değil, sadece Allah’ın dilemesine dayanır.

 




Cehennem Korkusuyla Günaha Karşı Perhiz: Akıllı İnsanın Gerçek Tercihi

Cehennem Korkusuyla Günaha Karşı Perhiz: Akıllı İnsanın Gerçek Tercihi

“Hayret ederim o kişiye ki; hastalık korkusuyla yemekten perhiz eder de, Cehennem korkusuyla günahtan perhiz etmez.”
— Yahya bin Muaz (rahmetullahi aleyh)

İnsanoğlu fıtratı gereği zarardan kaçar, faydaya yönelir. Kimi şeker hastalığına yakalanmamak için tatlıdan, kimi tansiyonu yükselmesin diye tuzdan uzak durur. Doktorun “yeme” dediğini yemez, “hareket et” dediğini harfiyen uygular. Çünkü dünya hayatı değerlidir, sağlığı korumak ise akıllı bir davranıştır.

Ancak aynı insan, âhiret hekimi olan Kur’ân’ın emirlerini duyduğu hâlde, çoğu zaman kulak ardı eder. Tıpkı hasta olmamak için lokmasını dikkatle seçen birinin, kalp ve ruh hastalıklarına sebep olan günahları umursamaması gibi…

Perhiz: İrade ve Akıl İşidir

Yemekte perhiz, sadece kararlılıkla yapılabilir. Tatlı önünde dururken ona el uzatmamak bir irade gücüdür. Aynı şekilde harama karşı gözünü, dilini, elini tutmak da imanla yoğrulmuş bir irade meselesidir.

Yahya bin Muaz’ın bu sözü tam da bu noktaya parmak basar. Dünya için gösterdiğin özeni, âhiret için neden göstermiyorsun? Mideyi korumak için dikkat ediyorsun da, kalbi ve ruhu korumak için neden gayret etmiyorsun?

Dünya Korkusu vs. Âhiret Korkusu

İnsan hastalanmaktan korkar çünkü dünya hayatı tatlıdır. Fakat Cehennem korkusu, eğer kalpte yer etmemişse, insanı günahtan alıkoymaz. Oysa hastalık birkaç ay sürebilir, ama Cehennem azabı ebedidir. Buna rağmen, geçici bir dünya sıkıntısından kaçarken, ebedî bir azabı düşünmemek, insanın basiretini sorgulaması gereken bir durumdur.

Günahların Tadı, Azabın Acısını Haklı Kılar mı?

Günahlar da tıpkı tatlı yiyecekler gibi anlık haz verir. Ama sonu kalp hastalığı, ruh çöküntüsü ve âhirette azaptır. Şeytan, “Bir kereden bir şey olmaz” diyerek insanı kandırır. Tıpkı “bir dilim daha ye, bir şey olmaz” diyen nefsin fısıltısı gibi… Ama o “bir dilim” diyabetin kapısını aralayabilir. O “bir günah” ise ebedî pişmanlığın başlangıcı olabilir.

Gerçek Akıl Nedir?

Gerçek akıl, zararı önceden sezebilmek ve ona karşı tedbir almaktır. Bir doktorun önerdiği diyeti harfiyen uygulayan insan, Allah’ın ve Resulü’nün emir ve yasaklarına karşı aynı ciddiyeti göstermezse, bu bir gaflettir.

Dünya için gösterdiğin ciddiyet ve dikkat, âhiret için de gösterilmelidir. Çünkü dünya hayatı bir imtihan salonu, beden bir emanet, ruh ise ebediyet yolcusudur.

Sonuç ve Özet

Yahya bin Muaz’ın bu sözü, çağları aşan bir uyarıdır. İnsan, hastalık korkusuyla yeme-içmesini sınırlarken, Cehennem korkusunu göz ardı ederek günaha yöneliyorsa, bu durum bir akıl ve iman zaafıdır. Gerçek perhiz, hem bedeni hem ruhu koruyandır. O hâlde Müslümana düşen görev; tıpkı hastalıktan korunur gibi, günahlardan da sakınmaktır. Çünkü:

> “Günahın zevki geçici, azabı ise ebedidir.”

 




Üstünlük Yarışı Değil, Hakk’a Yakınlık Yarışı: Kur’ân’da Üstünlük ve Muradına Erenler

Üstünlük Yarışı Değil, Hakk’a Yakınlık Yarışı: Kur’ân’da Üstünlük ve Muradına Erenler

İnsanlık tarihi kadar eski bir mesele var karşımızda: Üstünlük arzusu… İlk kıskançlık Hz. Âdem’in iki oğlundan biri olan Kabil’in, kardeşi Hâbil’in kabul edilen kurbanına duyduğu hasetle başladı. O günden bugüne üstünlük mücadelesi, toplumların, milletlerin, hatta bireylerin iç çatışması olarak varlığını sürdürdü.

Kur’ân-ı Kerîm, bu kadim meseleyi yalnızca tarihî örneklerle değil, doğrudan ilahî ölçülerle ele alır. Üstünlüğün ne olduğu, kimlerin Allah katında değerli olduğu ve kimin muradına ereceği açık bir şekilde belirtilmiştir. Ancak bu ölçüler, beşerî sistemlerin ölçüleriyle çoğu zaman çelişir. Kur’ân’ın aynasında gerçek üstünlük ve muradına ulaşmak, mal, makam ve soyla değil; takva, sabır, sadakat ve teslimiyet ile mümkündür.

Kur’ân’da Üstünlük Ölçüsü: Takva

> “Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Hucurât, 49/13)

Bu ayet, soy, ırk, dil, zenginlik gibi dünyevî ölçüleri bir kenara iterek takvayı yani Allah’a karşı derin bir saygı, bilinç ve sorumlulukla yaşama hâlini üstünlük kriteri olarak ortaya koyar. Bu ayetle birlikte, insanın hakikî yüceliği dış görünüşte değil, iç derinliktedir. Ne ırkçılık ne de sınıf ayrımı, Allah’ın nazarında bir anlam ifade eder.

Muradına Erenler: Allah’a Yönelenler

Kur’ân’da “murad” kelimesi, Allah’ın muradı ve kulun muradı olmak üzere iki yönlü geçer. Kulun muradı, nefsinin ve arzularının peşinde koşmak olabilir; fakat Allah’ın muradı ise kullarını kemale erdirmektir.

> “Kim Allah’ı, âhireti ister ve onun gerekleriyle amel ederse, işte onlar muradına erenlerdir.” (İsrâ, 17/19)

Bu ayet, muradına ermenin dünyevî başarılarla değil, âhiret merkezli bir hayata yönelmekle mümkün olduğunu bildirir. Nice insanlar vardır ki dünyada mahrum gibi görünür ama Allah’ın katında en büyük murada erenler onlardır.

İbretlik Misaller: Firavun ve Musa

Firavun, görünüşte en üstün kişiydi. Saltanat, ordu, mülk ve halk üzerindeki mutlak otoritesiyle kendisini ilah gibi görüyordu. Ama onun “üstünlüğü” Kur’ân’da yerle bir edilir:

> “Firavun kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat etti. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi.” (Zuhruf, 43/54)

Öte yanda Hz. Musa, bir sopayla Firavun’un karşısına çıkan bir mülteciydi. Ama Allah’ın muradı onun üzerindeydi. Sonuçta görünen üstünlük mağlup oldu, Allah’ın muradı galip geldi.

Müfessirlerin Görüşleri

İbn Kesîr, Hucurât 13. ayetinde geçen “en üstün” kelimesini, “Allah’a en yakın olan” şeklinde yorumlar. Elmalılı Hamdi Yazır ise takvayı “kalpteki Allah korkusunun ve sorumluluk şuurunun davranışlara yansıması” olarak açıklar. Râzî ise bu ayetin, beşerî üstünlük iddialarını kökten reddettiğini ve insanın ancak Allah’a yaklaşmakla yüceleceğini söyler.

Gizli Tehlike: Zahiri Üstünlük Göstergeleri

Bugün de benzer bir gaflet içindeyiz. Akademik unvanlar, mal-mülk, sosyal medya takipçileri üzerinden kendimize “üstünlük puanları” veriyoruz. Ancak bunların hiçbirisi Allah katında geçerli değil. Asıl geçerli olan: Kalbin ne kadar saf, niyetin ne kadar halis, davranışların ne kadar ihlâslı olduğudur.

Sonuç ve Özet

Kur’ân-ı Kerîm’de üstünlük, maddî ya da sosyal ölçütlerle değil, takva ve ihlâsla tanımlanır. Gerçek üstünlük, Allah’a yakınlıktır. Muradına erenler ise dünya metaının değil, âhiretin peşinde olanlardır. Müfessirler de bu ayetlerde takvayı ve ilahî muradın tecellisini merkeze alır. Kıssalar, tarihî ibretler ve ayetlerin ışığında şu hakikat apaçık ortaya çıkar:

> “Üstünlük iddia değil, kullukla kazanılır. Muradına ermek ise Allah’a yönelmekle mümkündür.”

 




Kudretin Kelimeleri: Varlığın Sessiz Şahitleri

Kudretin Kelimeleri: Varlığın Sessiz Şahitleri

“Kudretin vücudu, kâinatın vücudundan daha ziyade kat’îdir. Belki bütün mahlukat, her biri hem beraber o kudretin mücessem kelimatıdır. Onun aynelyakîn vücudunu gösterirler. Onun mevsufu olan Kadîr-i Mutlak’a adetlerince şehadetler ederler.”
Şualar

Kâinat, gözle görülür, elle tutulur bir hakikattir. Dağlar, yıldızlar, okyanuslar, ağaçlar, kuşlar ve nihayet insan… Hepsi birer varlık numunesidir. Ama tüm bu varlıklar içinde asıl görülmesi gereken, onlardan daha kesin olan bir hakikat vardır: Kudret.

Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeği şöyle ifade eder: “Kudretin vücudu, kâinatın vücudundan daha ziyade kat’îdir.” Çünkü kudret, varlığı yaratan sebeptir. Kâinat, kudretin eseridir; eser varsa onu meydana getiren kuvvet elbette vardır ve daha gerçektir.

Mesela bir kitap gördüğümüzde, onun bir yazar tarafından yazıldığına hiç şüphe etmez, yazarını da onun üzerinden tanırız. O halde kâinat dediğimiz bu dev kitap, her satırıyla, her harfiyle, her noktasında bir Kudret’i gösterir. Öyle ki her varlık, o kudretin “mücessem bir kelimesi” (yani cisimleşmiş bir sözcüğü) gibidir.

Bir çiçek, kokusuyla; bir karınca, düzeniyle; bir yıldız, intizamıyla; bir anne, şefkatiyle; bir çocuk, safiyetiyle hep aynı Kudret’in varlığına işaret eder. Hepsi, kendilerini yaratana “Kadîr” ismiyle şahitlik eder. Bu şehadet, yalnız dillerle değil, halleriyle, varlıklarıyla, faaliyetleriyle ve hareketleriyle yapılır.

İşte bu noktada kâinatın dili açılır. Gözünü açan her kalp, kulak kesilen her ruh bu sessiz lisanı duyar: “Ben varım ve beni yaratan var!” Çünkü hiçbir şey kendiliğinden var olamaz. Ne bir arı bal yapmayı bilir, ne de bir çiçek renk seçmeyi… Bütün bu mükemmel düzen, onları terbiye eden, idare eden, yaratan ve yönlendiren sonsuz bir Kudret’in varlığını ilan eder.

Kudret, sadece bir şeyi yaratmakla kalmaz; onu her an ayakta tutar. Kâinat, bir an için o kudretten kesilse darmadağın olur. Tıpkı elektrik kesilince kararan şehirler gibi… Demek ki kudret, sadece başlangıçta devreye giren bir güç değil; her an her şeyi çepeçevre kuşatan, varlıkları diri tutan, yöneten ve yenileyen ezelî bir kuvvettir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle her varlık “onun mevsufu olan Kadîr-i Mutlak’a adetlerince şehadet eder.” Yani kâinattaki her şeyin diliyle yaptığı bu tanıklık, Allah’ın sadece var olduğunu değil, aynı zamanda her şeye gücü yettiğini (Kadîr-i Mutlak) gösterir.

Bu bakış açısı, insana derin bir farkındalık kazandırır: Etrafımızda gördüğümüz her varlık, sadece maddî bir nesne değil, aynı zamanda bir delildir. Gözümüzü kâinata değil, kâinatın ardındaki kudrete çevirdiğimizde, imanımız ilmelyakîn mertebesinden aynelyakîn derecesine çıkar.

📌 Özet:

Bu makale, kudretin varlığının, kâinatın varlığından daha kesin ve daha açık olduğunu vurgular. Her varlık, Allah’ın kudretinin cisimleşmiş bir kelimesi gibi olup, Kadîr-i Mutlak ismine kendi varlığıyla şehadet eder. Kâinat bir kitap, kudret ise onun yazarıdır. Her şey bu kudretin varlığını gösterir ve insan, bu delillerle derin bir imana ulaşır. Kudret, yaratmanın ötesinde her an varlıkları ayakta tutan ezelî bir güçtür.

 




Kiminle Dostsun, Kiminle Düşman? Ayetlerin Işığında Zamanın Aynasında

Kiminle Dostsun, Kiminle Düşman? Ayetlerin Işığında Zamanın Aynasında

Zaman değişir, insanlar değişir, devletler yükselir, imparatorluklar yıkılır. Fakat değişmeyen bir hakikat vardır: İlahi kelâmın zaman üstü uyarıları. Kur’ân’ın sayfalarında yer alan bazı ayetler, yalnızca bir dönem değil, tüm zamanlara rehberdir. Haşr, Al-i İmran, Fetih, Mücadele ve Maide surelerinde yer alan ayetler; düşman tanımını, dostluk sınırlarını ve Allah’ın davasında sebat gösterenlerin vasıflarını çarpıcı biçimde ortaya koyar. Bu ayetleri günümüz gelişmeleriyle birlikte okuyunca, hak-batıl mücadelesinin hala diri ve dipdiri olduğu anlaşılır.

🔥 Haşr Suresi 13-14: Kalpsiz Cesetler ve İçten Korkanlar

> “Siz onların kalplerinde Allah’tan çok sizden korktuklarını görürsün. Bu, onların akıl etmeyen bir topluluk olmalarındandır.” (Haşr, 13)

Bugün de müstekbirler güçlü görünseler de kalpleri korku içindedir. Çünkü hakikat karşısında yalancı kuvvetin ne kadar kırılgan olduğunu bilirler. Filistinli bir çocuğun sapanıyla, bir annenin duasıyla, bir mazlumun sessiz ahıyla bile sarsılırlar. Çünkü haklı bir korku, batıl bir ordudan daha büyüktür.

> “Onlar toplu halde sizinle savaşamazlar, ancak surlarla çevrili şehirlerde yahut duvarlar arkasında…” (Haşr, 14)

Bugün İsrail’in demir kubbeleri, duvarları ve yüksek teknolojili savunma sistemleri; korkunun, içten çöküşün ve ruhsuz cesaretin simgesidir. Zira savaş cesaretle değil, imanla kazanılır. Gönlü boş olanlar, silahları dolu olsa da titrerler.

⚔️ Al-i İmran 12: Küfre Karşı Net Tavır

> “İnkâr edenlere de ki: ‘Yakında yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sevk edileceksiniz. Ne kötü bir yataktır orası!'” (Al-i İmran, 12)

Bu ayet, küfre karşı net bir duruşu emreder. Bugün ümmetin bazı kesimleri, zalimlerin sofrasına oturmakta, onların düzenine meyletmektedir. Oysa Allah, batıla teslim olanların değil, batıla karşı dimdik duranların yanındadır. Geçici galibiyetlere aldananlar, cehennemle yüzleşecektir. Bu yalnızca ahiret için değil, dünyada da zilletle sonuçlanan bir süreçtir.

🛡 Fetih 22-23: Kudret Allah’ındır, Plan Onundur

> “Eğer inkârcılar sizinle savaşsaydı, kesinlikle arkalarını döner kaçarlardı. Sonra da bir yardımcı da bulamazlardı.” (Fetih, 22)

Bugün Müslümanlar, sayıca az, imkânca kıt olabilir. Ama tarih göstermiştir ki Allah’ın yardım ettiği azlar, Allah’sız çoklardan üstündür.

> “Allah’ın öteden beri süregelen sünnetidir bu. Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.” (Fetih, 23)

Bu ayet, ilahî kanunların değişmeyeceğini söyler. Zalimler her çağda vardır; fakat Allah’ın düzeni de her çağda geçerlidir: Mazlumun duası arş-ı âlâyı titreten bir güçtür.

💡 Mücadele 21-22: Hakiki Sadakat ve Dava Adamları

> “Allah yazmıştır: ‘Ben galip geleceğim ve peygamberlerim de.’ Şüphesiz Allah güçlüdür, mutlak kudret sahibidir.” (Mücadele, 21)

Bugün yaşananlar ne olursa olsun, Allah bu hükmü vermiştir: Hak galip gelecektir. Mesele, hangi safta durduğumuzdur.

> “Allah’a ve ahiret gününe inanan hiçbir topluluğu, Allah’a ve peygamberine düşman olanlarla dostça ilişki kurarken bulamazsın…” (Mücadele, 22)

Ayet, kalbi imanla dolu olanların, küfre meyletmeyeceğini net biçimde ortaya koyar. Bugün Filistin davası üzerinden zalimle iş birliği yapan, İsrail’e göz kırpan her tavır, bu ayetin aynasında sorgulanmalıdır.

🌊 Maide 54: Sadık ve Mütevazı Bir Toplum

> “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever…” (Maide, 54)

Zamanın fitnesi arttığında, saflar netleşir. İman edenlerle dinini pazarlık konusu yapanlar ayrılır. Allah, dönenlerin yerine sevdiği ve kendisini seven bir toplumu getireceğini vaat eder. Bu toplum alçak gönüllüdür, müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı izzetlidir. Bugün bu toplumun inşasına en çok ihtiyaç duyduğumuz andayız.

Sonuç ve Özet:

Haşr, Al-i İmran, Fetih, Mücadele ve Maide surelerindeki bu ayetler; küfrün yapısını, hakla batılın mücadelesini, müminin tavrını ve Allah’ın değişmeyen sünnetini açıkça beyan eder. Günümüz olaylarında da bu hakikatler bire bir yaşanmaktadır. İsrail’in korkuyla örülü politikaları, ABD ve Evanjeliklerin batıl destekleri, Müslümanların uyanışı ve safların netleşmesi bu ayetlerin yansımalarıdır.

Bu ayetler birer tarihî belge değil, zamanlar üstü uyarılardır. Allah’ın tarafında olmak, sadece sözle değil; tavırla, duruşla, kimden yana olduğunla mümkündür.