Manevî İlaçlar ve Kur’an’ın Eczanesinden Gelen Şifa

Manevî İlaçlar ve Kur’an’ın Eczanesinden Gelen Şifa

“Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakîm’in esrarından manevî ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddi ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir.”
Mektubat

İnsan yalnız et ve kemikten ibaret değildir. Onun asıl varlığı, ruhu ve kalbidir. Maddî hastalıkların olduğu gibi, kalbî ve ruhî yaralar da vardır. Korku, ümitsizlik, boşluk, kibir, riya, inançsızlık ve gaflet gibi marazlar, insanın iç âlemini tahrip eder. Bu yaralara maddî tedavi yetmez. Bu gibi dertlerin şifası ancak manevî ilaçlarla mümkündür. İşte bu manevî reçetelerin en hakikisi ve en tesirlisi, Kur’ân-ı Hakîm’in esrarından süzülen ulûm-u imaniye, yani imanî ilimlerdir.

Kur’an, bir nurdur; karanlıkları dağıtır. Bir şifadır; kalp ve ruhun yaralarını iyileştirir. Bir rahmettir; sarsılan gönüllere teselli verir. Onun en büyük mucizesi de, her çağda her ihtiyaca cevap vermesidir. Özellikle, zamanın bozduğu kalbî dengeleri yeniden kurmakta, maddîleşen düşünceyi maneviyata yöneltmekte eşsiz bir rehberdir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, eğer imanî ilimler doğrudan ihtiyaç hissedilerek ve yaralara derman niyetiyle Kur’an’ın eczanesinden alınırsa, tesiri kesinleşmiş bir ilaç gibi fayda verir. Ancak bu istifadede iki temel şart vardır:

  1. İhtiyacı Hissederek Almak:

Bir hasta, hastalığını kabul edip çare aramadıkça iyileşemez. Aynen bunun gibi, insan da manevî eksikliğini, kalbindeki boşluğu, inanç zaafını fark etmedikçe Kur’an’dan gelen ilaçlara yönelmez. İhtiyacını bilen, eksikliğini gören kişi, Kur’an’a sığınır; ona “benim derdime çare sensin” dercesine yaklaşır. Bu yaklaşım ise hakikî bir yöneliştir, tesirli bir duadır.

  1. İhlas ile Kullanmak:

Kur’an’dan istifade ancak ihlâsla mümkündür. Samimiyetle okunan bir âyet, riya ile ezberlenen bin âyetten daha fazla tesir eder. Kalbin anahtarı ihlâstır. Eğer Kur’an, bir gösteriş aracı, bir gelenek parçası ya da kuru bir bilgi yığını olarak ele alınırsa, asıl şifasından mahrum kalınır. Ama bir kul, Yaradan’ına yönelip kalbinin diliyle “Ya Rabbi, derdime derman sensin” diyerek Kur’an’a başvurursa, o zaman Kur’an, onun ruhuna adeta bir merhem gibi iner.

Kur’an’ın İlaç Olarak Tesiri:

Kur’an’daki imanî hakikatler, insanın fıtratına doğrudan hitap eder. Mesela:

Tevhid: Dağ gibi endişeleri eritip kalbe huzur verir.

Haşir: Ölüm korkusunu ebedî hayat ümidiyle değiştirir.

Kader: Belalara karşı sabır ve tevekkül kazandırır.

Nübüvvet: Hayatı anlamlandırır ve peygamberlerle örneklik sunar.

Adalet ve ibadet: Hayatı düzene koyar, ruhu arındırır.

Bu ulûm-u imaniye, sadece öğrenmek için değil, yaşamak ve tedavi olmak için lazımdır. Bir âyet, bir hakikat, bir dua; içten ve ihlâsla tefekkür edilirse, karanlık kalpleri nurlandırabilir.

Sonuç ve Mesaj:

Kur’an, bir eczanedir. İçinde her derde derman, her yaraya merhem vardır. Fakat bu ilaçların tesiri, ihtiyaç hissetmeye ve samimiyetle uygulamaya bağlıdır. Ulûm-u imaniye; kuru bilgi değil, hayat veren, şifa sunan bir manevî iksirdir. O halde derdini bilen, gönül hastalıklarının farkında olan her kul, Kur’an’ın reçetelerine başvurmalı; ihlâs ile bu manevi ilaçları kullanmalıdır. Zira bu şifa, hakikîdir ve kâfidir.

Özet:

Bu makalede, Kur’an-ı Kerîm’in sunduğu ulûm-u imaniyenin kalp ve ruh yaralarına şifa olduğu vurgulanmıştır. Bu manevî ilaçlardan istifade edebilmenin iki temel şartı olduğu belirtilmiştir: İhtiyacını fark etmek ve ihlâs ile yönelmek. Kur’an’dan alınan bu hakikatler, imanî bir tefekkürle ele alındığında kişiye sarsılmaz bir huzur, derin bir anlam ve ebedî bir istikamet kazandırır.

 




Manevî İlaçlar ve Kur’an’ın Eczanesinden Gelen Şifa

Manevî İlaçlar ve Kur’an’ın Eczanesinden Gelen Şifa

“Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakîm’in esrarından manevî ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddi ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir.”
Mektubat

İnsan yalnız et ve kemikten ibaret değildir. Onun asıl varlığı, ruhu ve kalbidir. Maddî hastalıkların olduğu gibi, kalbî ve ruhî yaralar da vardır. Korku, ümitsizlik, boşluk, kibir, riya, inançsızlık ve gaflet gibi marazlar, insanın iç âlemini tahrip eder. Bu yaralara maddî tedavi yetmez. Bu gibi dertlerin şifası ancak manevî ilaçlarla mümkündür. İşte bu manevî reçetelerin en hakikisi ve en tesirlisi, Kur’ân-ı Hakîm’in esrarından süzülen ulûm-u imaniye, yani imanî ilimlerdir.

Kur’an, bir nurdur; karanlıkları dağıtır. Bir şifadır; kalp ve ruhun yaralarını iyileştirir. Bir rahmettir; sarsılan gönüllere teselli verir. Onun en büyük mucizesi de, her çağda her ihtiyaca cevap vermesidir. Özellikle, zamanın bozduğu kalbî dengeleri yeniden kurmakta, maddîleşen düşünceyi maneviyata yöneltmekte eşsiz bir rehberdir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, eğer imanî ilimler doğrudan ihtiyaç hissedilerek ve yaralara derman niyetiyle Kur’an’ın eczanesinden alınırsa, tesiri kesinleşmiş bir ilaç gibi fayda verir. Ancak bu istifadede iki temel şart vardır:

  1. İhtiyacı Hissederek Almak:

Bir hasta, hastalığını kabul edip çare aramadıkça iyileşemez. Aynen bunun gibi, insan da manevî eksikliğini, kalbindeki boşluğu, inanç zaafını fark etmedikçe Kur’an’dan gelen ilaçlara yönelmez. İhtiyacını bilen, eksikliğini gören kişi, Kur’an’a sığınır; ona “benim derdime çare sensin” dercesine yaklaşır. Bu yaklaşım ise hakikî bir yöneliştir, tesirli bir duadır.

  1. İhlas ile Kullanmak:

Kur’an’dan istifade ancak ihlâsla mümkündür. Samimiyetle okunan bir âyet, riya ile ezberlenen bin âyetten daha fazla tesir eder. Kalbin anahtarı ihlâstır. Eğer Kur’an, bir gösteriş aracı, bir gelenek parçası ya da kuru bir bilgi yığını olarak ele alınırsa, asıl şifasından mahrum kalınır. Ama bir kul, Yaradan’ına yönelip kalbinin diliyle “Ya Rabbi, derdime derman sensin” diyerek Kur’an’a başvurursa, o zaman Kur’an, onun ruhuna adeta bir merhem gibi iner.

Kur’an’ın İlaç Olarak Tesiri:

Kur’an’daki imanî hakikatler, insanın fıtratına doğrudan hitap eder. Mesela:

Tevhid: Dağ gibi endişeleri eritip kalbe huzur verir.

Haşir: Ölüm korkusunu ebedî hayat ümidiyle değiştirir.

Kader: Belalara karşı sabır ve tevekkül kazandırır.

Nübüvvet: Hayatı anlamlandırır ve peygamberlerle örneklik sunar.

Adalet ve ibadet: Hayatı düzene koyar, ruhu arındırır.

Bu ulûm-u imaniye, sadece öğrenmek için değil, yaşamak ve tedavi olmak için lazımdır. Bir âyet, bir hakikat, bir dua; içten ve ihlâsla tefekkür edilirse, karanlık kalpleri nurlandırabilir.

Sonuç ve Mesaj:

Kur’an, bir eczanedir. İçinde her derde derman, her yaraya merhem vardır. Fakat bu ilaçların tesiri, ihtiyaç hissetmeye ve samimiyetle uygulamaya bağlıdır. Ulûm-u imaniye; kuru bilgi değil, hayat veren, şifa sunan bir manevî iksirdir. O halde derdini bilen, gönül hastalıklarının farkında olan her kul, Kur’an’ın reçetelerine başvurmalı; ihlâs ile bu manevi ilaçları kullanmalıdır. Zira bu şifa, hakikîdir ve kâfidir.

Özet:

Bu makalede, Kur’an-ı Kerîm’in sunduğu ulûm-u imaniyenin kalp ve ruh yaralarına şifa olduğu vurgulanmıştır. Bu manevî ilaçlardan istifade edebilmenin iki temel şartı olduğu belirtilmiştir: İhtiyacını fark etmek ve ihlâs ile yönelmek. Kur’an’dan alınan bu hakikatler, imanî bir tefekkürle ele alındığında kişiye sarsılmaz bir huzur, derin bir anlam ve ebedî bir istikamet kazandırır.

 




Zihniyet Meselesi: Kimin Çocuğuyuz, Kimin Yolundayız?

Zihniyet Meselesi: Kimin Çocuğuyuz, Kimin Yolundayız?

İnsan zamanla değil, zihniyetle yaşar. Ve toplumlar da, fiziki düşmanlardan çok, zihinlerine yerleşmiş bozuk fikirlerin esaretiyle çöküşe gider. Bu çağda yaşadığımız tüm krizler —ahlaki, siyasi, ekonomik ya da inanç temelli olsun— aslında tek bir hastalığın farklı semptomlarıdır: Zihniyet çürümesi.

Bugün insanlar sadece ne yaptıklarıyla değil, neye sebep oldukları ve neye ortak olduklarıyla da sorgulanmalı. Bir oy, bir alkış, bir sessizlik, bir paylaşım… Zannettiğimiz kadar masum olmayabilir. Her biri bir zalimi meşrulaştırabilir, bir mazlumu susturabilir.

Hırsızlık Artık Sadece Malda Değil

Meral Akşener’in “Kocaman birer hırsız olduklarını anladığımızda çektiğimiz acılar…” sözleri, aslında sadece ekonomik yolsuzluklara değil, umutların, adaletin, güvenin çalınmasına da işaret ediyor. Hırsızlık artık sadece evlerden, kasalardan değil; insanların iradesinden, ahlakından, inancından yapılıyor.

27/06/2025 tarihli Hutbede anlatıldığı gibi, arsızlık ve yüzsüzlük, artık sıradanlaştı. Siyasiler halkı değil, kendi ikballerini düşünüyor. Halk ise bir kısmı menfaatine, bir kısmı kör taraftarlıkla bu gidişe alkış tutuyor. Peki sonra ne oluyor?

İzmir’de çöpler toplanmıyor, şehir kokuyor. Ama belediye hangi partiden, önemli olan bu! Çünkü artık temizlik değil, aidiyet önemli! Oysa çöp partili değildir, temizlik ahlâktır.

Körü Körüne Taraftarlık = Zulme Ortaklık

Bir partiye ya da lidere, hata yaptığında bile susmak, görmezden gelmek; zulme alkış, hırsızlığa ortaklıktır. Bu bağlamda, “Ellerimiz kırılsaydı da vermeseydik” diyecek hâle gelmek, geç kalmış bir pişmanlıktır. Asıl marifet, doğruyu zamanında fark edip, hatadan dönmektir. Aksi hâlde “ellerimize sağlık” diyerek zulmü onaylamış oluruz.

Dışarıdaki Düşmandan Evvel İçimizdeki Zihniyet

İran gibi bazı ülkeler bugün “İslam Hukuku dersi veriyor” diye övülürken, mazideki zulümleri unutuluyor. Suriye’deki mezhep temelli katliamlar, hâlâ hafızalarda taze. İran ABD üslerini önceden haber vererek vuruyor diye kahraman oluyor ama kendi halkına, mazlum Sünnilere reva gördüğü zulüm sorgulanmıyor. Peki hangi hukuk? Hangi adalet? Kime karşı geçerli bu hukuk?

Bu çifte standartlar, ümmetin parçalanmasının baş sebebidir. Çünkü biz adaleti, hukuk ile değil, kişiye göre değerlendirmeye başladık. “Bizdense haksız bile olsa savunalım” anlayışı, her coğrafyada zulme zemin hazırlıyor.

Türkiye’de Zihin Kirliliği

Laiklik kavramı, bireysel inanç hürriyetinden değil, dine düşmanlık üzerinden tanımlanıyor. Bugün “laik olmanın” şarta bağlandığı bir anlayış oluşmuş durumda:

Başörtüsüne düşman olacaksın,

Dine ve dindara karşı duracaksın,

Geçmişi inkâr edeceksin,

Heykellerle övünüp tarihten utanacaksın,

İçkiyi savunacaksın, üretmeye değil tüketime yöneleceksin.

Bu anlayış, ne özgürlük getirir ne de ilerleme. Çünkü imanını, ahlakını ve kimliğini kaybetmiş bir millet, ne üretir, ne korur, ne de büyür.

Sokaklar ve Siyonist Destekçiler

Siyonist soykırımcıların desteklendiği salonlarla, çıplaklıkla dolu sokaklar arasında belki birebir bağlantı yok gibi görünebilir. Ama ortak bir payda vardır: İffetsizlik ve şahsiyet yitimi. Bunlar sadece bedenin değil, ruhun da çıplak bırakıldığı hâllerdir.

Peki bu insanlar kimin çocukları?

Cevap: Bu milletin, bu toprağın çocukları… Ama kalbi başka kıblelere yönelmiş, zihni başka sistemlerle şekillenmiş çocukları. Yani mesele sadece dış düşman değil, zihniyetin işgalidir.

Özet:

Bu makalede, toplumsal çürümenin temelinde yatan zihniyet bozukluğu ele alınmıştır. Siyasi körlük, hırsızlığı meşrulaştıran sadakat, dine düşmanlık üzerinden tanımlanan laiklik anlayışı, ahlakî yozlaşma ve çifte standartlarla desteklenen zulümler; milletin maneviyatını ve geleceğini tehdit etmektedir. Çözüm, ne yeni sistemlerde ne de farklı kişilerde değil; zihinlerin ve kalplerin tevhîde, adalete ve ahlâka dönmesindedir. Çünkü insan, sadece yaptığıyla değil, neyi desteklediğiyle de sorumludur.

 




Tinet Değişmez: Hainliğin Maskesi Düşer, Mazlumun Gözyaşı Kalır

Tinet Değişmez: Hainliğin Maskesi Düşer, Mazlumun Gözyaşı Kalır

Bazı hakikatler vardır ki zaman geçse de, mekân değişse de değişmez. Tıpkı ateşin yakması, yılanın sokması, arının bal yapması gibi. Varlıklar özleriyle konuşur. Ve insan da bu varlıklar âleminde en karmaşık ama bir o kadar da fıtratı net bir mahluktur. Zira “tinet”, yani yaratılıştaki huy, eğilim ve öz, çoğu zaman ne makamla değişir ne de zamanla. İşte bu yüzden, “Hain her halükarda haindir.” sözü, sadece bir öfke cümlesi değil, tarih boyunca tekrar tekrar isbatlanmış bir hikmettir.

Gazze’de yaşananlar, insanlığın değil bir topluluğun değil, bir türün -insanoğlunun- vicdan testidir. Yeryüzünün en kuşatılmış yerinde, bir avuç toprakta, bir avuç yiyecek için hıçkırıklara boğulan bir kız çocuğunun gözyaşı, bir çok bombadan daha güçlü bir haykırıştır. Çünkü o gözyaşı masumiyetin ifadesidir, zulmün aynasıdır. Bu çocuk sadece açlıktan değil, dünyanın suskunluğundan, kirlenmiş vicdanlardan ve haince kurulan tuzaklardan ağlamaktadır.

İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları artık sadece fiziksel değil, psikolojik ve biyolojik bir savaş halini almıştır. Yardım kisvesi altında un çuvallarına saklanan uyuşturucu haplar, sadece bedenleri değil, nesilleri de çökertmeyi hedefleyen sinsi bir zehirdir. Bu durum bir kez daha gösteriyor ki; zalim, zulmünü bir kalıba sığdırmaz. Bazen bomba olur düşer, bazen silah olur patlar, bazen de yardım olur gelir ve içeriden çürütür. Oysa bu toprakların insanı, yıllardır süren abluka, yoksulluk ve yokluk içinde dahi vakarını ve direnişini muhafaza ediyor.

İsrail askerlerinin kendi ağızlarıyla itiraf ettikleri cinayetler, öldürmeyi “oyun” gibi görmeleri, vicdanî deformasyonun en acı örneğidir. Bu noktada insanlığın düştüğü çukurun derinliği, sadece İsrail’in zulmüyle değil, Batı dünyasının suskunluğuyla, İslam âleminin dağınıklığıyla ve tüm dünyanın ahlâkî çöküşüyle ölçülmelidir.

İran-İsrail gerilimi, küresel gündemi değiştirmek için kullanılan sinsi bir perde gibidir. Netanyahu’nun oğlunun düğününü bir dikkat dağıtma aracı olarak kullanması, şeytanın dahi aklına gelmeyecek bir savaşı propaganda unsuru hâline getirmenin delilidir. Tüm bunlar gösteriyor ki, “iyilik postuna bürünen kötülük”, er ya da geç postunu yırtar ve gerçek yüzünü gösterir.

Ama bu karanlık senaryoda bir umut da vardır. O da Gazze’nin sokaklarında yükselen “sabır”, “dua” ve “direniş”tir. Çadırları yerle bir eden bombaların altında bile toprağı tırnaklarıyla kazan insanlar, sadece yakınlarını değil, insanlığı da kurtarma çabasındadır. Her karış toprakta, her gözyaşında, her kurşun izinde Allah’a arz edilmiş bir şikâyet vardır. Ve o şikâyetlerin hiçbirisi cevapsız kalmayacaktır.

Çünkü zalimlerin unuttuğu bir hakikat var: Mazlumun duası arş-ı âlâyı titreten bir haykırıştır.

Özet:

Bu makalede, İsrail’in Gazze’ye yönelik fiziki ve psikolojik saldırıları bağlamında, bir toplumun ve küresel insanlığın nasıl bir vicdan krizine sürüklendiği ele alınmaktadır. Yardım görüntüsü altında yapılan ihanetler, çocukların açlıktan yere yığılmaları, sivillere karşı doğrudan ölüm emirleri ve uluslararası gündemi değiştirme maksatlı sinsi planlar, bir zulmün çeşitli veçhelerini ortaya koymaktadır. Ancak bütün bu zulme rağmen Gazzelilerin direnişi, insanlık onurunun en güçlü göstergesi olarak yükselmekte ve “tinetin” her iki kutbunu da gözler önüne sermektedir: Zalim ne yaparsa yapsın, mazlumun duası galip gelecektir.

 




Kıblemiz Ne, Dinimiz Ne Oldu?

Kıblemiz Ne, Dinimiz Ne Oldu?

Efendimiz Şöyle Buyurmuştur;
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki,
Bütün endişe ve düşünceleri Mideleri,
Şerefleri Dünyalıkları,
Kıbleleri Kadınları,
Dinleri de Paraları olacaktır.
İşte bunlar mahlukatın en kötüleri’dir,
Ahirette onlara hiçbir pay yoktur.”
(Deylemi, Aclûni, Keşfi’l-Hafâ)

Bu ifadeler, sadece bir hadis metninin tekrarı değil; çağımızın kanayan bir yarasının, insanlık onurunun çöküşünün ve maneviyatın zayıflamasının keskin bir özeti gibidir. Efendimiz (s.a.v.)’in asırlar öncesinden haber verdiği bir hakikat bugün apaçık yaşanmakta: İnsanlık, varlık gayesinden uzaklaşmış, dünya hayatının geçici süsüne tapar hâle gelmiştir.

> “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki…”
Bu ifadeyle başlayan uyarı, sadece bir zaman tesbiti değil, aynı zamanda derin bir istikbal pusulasıdır. O zaman geldiğinde insanın:

Endişesi ve düşüncesi midesi olacak,

Şerefi yalnızca dünyevi mal ve makamla ölçülecek,

Kıblesi kadın, yani heva ve heves olacak,

Dini ise para olacak.

Bu sıralama, insanın yavaş yavaş ruhî melekelerini nasıl kaybettiğini, nasıl sadece bedenî arzularının esiri hâline geldiğini açıklar. İnsanın hayat gayesi, midesini doyurmakla, nefsini tatmin etmekle sınırlı olursa, o zaman onun ruhu aç kalır, kalbi taşlaşır, vicdanı körelir.

Bugün reklamların dili, dizilerin teması, siyasetin hesapları ve insanların hedefleri bu hadisin çizdiği tabloya ne kadar da benziyor… Mideler şatafatlı sofralarla, gözler şehvetle, zihinler alışverişle dolmuş. Artık kimse “Ne için yaratıldım?” sorusunu sormuyor. Çünkü “Nasıl daha fazla kazanırım?” sorusu her şeyin önüne geçmiş durumda.

Dikkat edin: Artık bir insanın değeri, karakteriyle değil, arabasıyla; saygınlığı, imanıyla değil, banka hesabıyla; yönü ise kıbleyle değil, ekranın yönüyle belirleniyor. Kadınlar, moda ve metalaştırmayla kutsal değerlerin önüne geçiriliyor; erkekler, iffetsizliğe cesaretli, sorumluluğa korkak hâle geliyor.

Dinler, birçokları için sadece ritüelden ibaret. Ama asıl ibadet paraya olan kulluk hâline gelmiş. Sabah ezanı değil, borsa açılışı uyandırıyor insanı. Namaz değil, kâr zarar cetveli belirliyor günün gidişatını.

Ve hadis açıkça diyor ki:

> “İşte bunlar mahlûkatın en kötüleridir.”
Çünkü diğer mahlûklar, fıtratları gereği ne yapıyorlarsa onu yapıyorlar. Fakat bu sınıfa giren insanlar, akıl ve irade nimetini kötüye kullanarak, kendilerini hayvanlardan daha aşağı bir dereceye indiriyorlar. Çünkü hayvanlar mideleri için yaratılmıştır ama insan kalbi için.

Ve işin en çetin tarafı şu ki:

> “Ahirette onlara hiçbir pay yoktur.”
Bu, sadece bir tehdit değil, bir hüküm cümlesidir. Zira kalbini paraya, yönünü kadına, şerefini mala teslim edenlerin hakiki saadet yurdu olan âhirette hisseleri yoktur.

Özet:

Bu makalede, yer alan hadis ışığında, çağımız insanının manevi çöküşü, dünya hayatına tapınması ve ahiret düşüncesinden uzaklaşması ele alınmıştır. Midelerin, paranın, kadın arzularının ve mal sevgisinin insanın merkezine yerleşmesi, onu mahlûkatın en kötüleri arasına sokar. Gerçek kulluk ve insanlık, bu dünyevî yönelimleri aşarak yeniden kalp merkezli bir hayata dönmekle mümkündür. Aksi hâlde, ne dünyada huzur bulunur ne de ahirette bir pay kalır.

 




Dalkavukluk Zafiyettir, İz’anı Olanın Zırhı İzzettir

Dalkavukluk Zafiyettir, İz’anı Olanın Zırhı İzzettir

Hayatın her sahasında, güçlü ile zayıf, zalim ile mazlum, şahsiyetli ile dalkavuk karşı karşıya gelir. Ancak bu karşılaşmalarda insanın tavrı, onun değerini, akıbetini ve izzetini tayin eder. Tarihin derinliklerinden günümüze kadar tekrar eden bir hakikat vardır: Zulüm, zaafla beslenir; tecavüz, teslimiyetle cesaret bulur. İşte bu yüzden, zalimin karşısında eğilmek; onu değil, zulmü güçlendirir. Onun insaniyet değil, canavar vicdanı taşıdığını unutanlar; dalkavuklukla kurtulacaklarını sanırken, saldırılara kapı açarlar.

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu veciz tesbiti, sadece bir siyaset dersi değil, aynı zamanda bir insanlık uyarısıdır:

> “Canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşci ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder.”

Bu cümle, hayata ve topluma dair derin bir sosyolojik ve psikolojik gözlem ihtiva eder. Zira kimi insanlar ve sistemler, karşılarında sağlam duruşlar bulduklarında frenlenir, ama zayıflık gördüklerinde taşkınlıklarını azgınlığa çevirirler.

  1. Zayıflık mı, Zillet mi?

İnsanın zayıf olması, fıtrîdir. Herkes bir yönüyle acizdir, muhtaçtır. Ama bu zayıflık iffetli bir sabır ve vakar içinde taşınırsa, insana değer kazandırır. Ne var ki, zayıflığı dalkavuklukla telafi etmeye kalkmak, zayıflığı zillete dönüştürür. Bu da insanın hem şahsiyetine hem de karşısındakine zarar verir.

Canavar vicdanlı kişiler; merhamet, adalet, empati gibi duygulardan mahrum oldukları için, zayıf gördükleri her fırsatı ganimet sayarlar. Onlara karşı gösterilen eğilim ya da yağcılık, onların şefkatini değil, açgözlülüğünü artırır. Nitekim Firavun’un kavmi ona “en yüce rab” diye boyun eğdikçe, Firavun azgınlaştı. Çünkü onun vicdanı, dalkavuklukla yumuşamazdı.

  1. Dalkavukluğun Bedeli: Onur ve Haysiyetin Kaybı

Dalkavukluk, dıştan bir koruyucu maske gibi görünse de, içten içe ruhu kemiren bir zehirdir. Önce izzeti öldürür, sonra haysiyeti çürütür. Dalkavuk olan kimse, sadece bir şahsı değil, kendi kimliğini de inkâr etmiş olur. Zira dalkavuk, ne sadıktır ne de özgürdür. Sürekli rüzgâra göre eğilen bir kamış gibidir. Kimi zaman bu tavırdan menfaat doğar gibi görünse de, uzun vadede en büyük zararı dalkavuk çeker. Çünkü zamanla kişiliği silinir, itibarını kaybeder ve güven duyulmayan biri haline gelir.

  1. İzzetli Duruş: Zulmün Panzehiri

Zalime karşı izzetli durmak, en büyük cesaret göstergesidir. Bu cesaretin kaynağı ise hakikate olan inanç, kalpteki iman ve vicdandaki adalettir. İnsan, Rabbine dayanırsa, hiçbir canavardan korkmaz. Zira bilir ki, kudret sahibi Allah’tır ve zalimler, sonsuz kudret karşısında acizdir.

İzzetli duruş, sadece düşmanı frenlemez; aynı zamanda mazlumlara da umut olur. İnsanlık tarihinde birçok devrimin, inkılabın ve direnişin temelinde böyle bir izzet vardır. Peygamberlerin, velilerin ve hak dostlarının en büyük silahı, ihlâs, sabır ve izzettir. Onlar hiç kimsenin önünde eğilmediler; çünkü yalnız Allah’ın huzurunda secde ettiler.

Sonuç: Dalkavukluk Değil, Dirayet

İnsan, her şartta izzetini korumalıdır. Zalimden menfaat ummak, dalkavuklukla merhamet aramak, tehlikeli bir yanılgıdır. Canavar ruhlulara karşı zaaf göstermek, onları cesaretlendirir. Halbuki dirayetli duruş, zulmü sınırlandırır, tecavüzü engeller. Günümüz dünyasında gerek ferdî hayatta gerek toplum düzeyinde bu hakikate sımsıkı sarılmak elzemdir:
Dalkavukluk zillet getirir, izzetli duruş ise hürriyet doğurur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “canavar vicdanlılara dalkavukluk zaaftır” tesbiti çerçevesinde, zalimlere karşı sergilenen zayıf tavırların nasıl tecavüzü artırdığı açıklanmıştır. Dalkavukluğun kişilik erozyonuna yol açtığı, izzetli duruşun ise hem ahlaki hem toplumsal koruyucu olduğu anlatılmıştır. Sonuç olarak, insanın her halükârda vakarını, onurunu ve dirayetini muhafaza etmesi gerektiği belirtilmiştir.

 




Zulme Meyil de Zulümdür – Sessiz Kalmak Suça Ortak Olmaktır

Zulme Meyil de Zulümdür – Sessiz Kalmak Suça Ortak Olmaktır

Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetinde zulüm, en ağır şekilde yerilmiştir. Çünkü zulüm, sadece bir hak gaspı değil; aynı zamanda insanlık onuruna, adalete ve ilahî düzene karşı işlenmiş büyük bir cürümdür. Ancak dikkat çekici olan şudur ki, Kur’an zulmü sadece yapanı değil, ona meyil edeni dahi ağır bir dille tehdit eder. İşte, Tevbe Sûresi’nin şu ayeti bu hakikati tokat gibi yüzümüze çarpar:

> “وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ”
“Zulmedenlere meyletmeyin, sonra size de ateş dokunur!” (Hud, 11/113)

Bediüzzaman Said Nursî, bu ayetin manasını açarken şöyle der:

> “Zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.”

  1. Zulme Rıza: Sessiz Suç Ortaklığı

İslam adaleti ayakta tutan en büyük ilkedir. Bir mümin için zulüm, sadece kınanacak bir davranış değil; topyekûn karşı durulması gereken bir sapmadır. Zulmü sadece icra eden değil; onun yanında duran, sessiz kalan, mazlumu görmezden gelen de bu suçun bir parçası sayılır. Çünkü rıza, kalbin bir fiilidir ve fiillerin en sessiz ama en tehlikeli olanıdır. “Ben yapmadım” demek, masumiyet değildir. “Ben sadece izledim” diyen, zulmün sürdüğü sahnenin perde arkasındaki failidir.

  1. Kalben Meyil: Günahın En Sinsi Biçimi

Zulme kalben meyletmek, onu fiilen işlememiş bile olsak, zihnen ve duygusal olarak bir bağlılık kurmaktır. Bu ise zamanla insanın hak ile batıl arasındaki farkı bulanıklaştırmasına neden olur. Böyle biri, zalimin zulmünü mazur görmeye, hatta gizlice desteklemeye başlar. Bu da onu manen aynı karanlığın içine çeker.

Ayetin “فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ – size de ateş dokunur” tehdidi, yalnızca ahiret azabını değil, bu dünyada da gönül yangınlarını, toplumdaki fitneyi ve adaletin çöküşünü haber verir. Çünkü bir toplumda zulüm meşrulaşırsa, bu yangın sadece zalimi değil, seyirci kalan herkesi yakar.

  1. Zulme Karşı Tavır: Hakikî İman Gereğidir

İmanın en büyük tezahürü, adaleti sevmek ve zulme buğz etmektir. Zira zulme karşı durmayan bir vicdan, zamanla zulmü normalleştirir. Bu yüzden sahabe efendilerimiz ve sonraki büyük müçtehitler, sadece zulme karşı değil, zulmü destekleyen düşüncelere karşı da kıyama durmuşlardır.

Bir mümin, zalimin yanında değil, mazlumun safında durmakla mükelleftir. Çünkü adalet ilahî bir emanettir ve bu emanete sahip çıkmak, yalnızca hâkimlerin değil, her bir vicdan sahibinin sorumluluğudur. Gerek dua ile, gerek kalben buğz ile, gerek sözle, gerekse imkân dâhilinde fiilî müdahale ile zulme karşı tavır almak, mümince bir duruşun ifadesidir.

  1. Günümüz İçin Dersler:

Zulüm, sadece diktatörlükle, işgal ile, baskı ile olmaz. Bir haksızlığı meşrulaştırmak, yalana susmak, harama alkış tutmak da zulme iştirak etmektir. Günümüzde sosyal medya ile, algılarla, manipülasyonlarla insanların zulme rıza göstermesi kolaylaştırılıyor. Ama gerçek şu ki: Zulme alkış tutan da zalimdir, alkış tutanı alkışlayan da…

Sonuç: Adalet Varsa İnsanlık Vardır

Zulme meyil etmek bile Kur’an’da bu kadar ağır bir tehdit ihtivavediyorsa, zulmü fiilen desteklemenin veya sessiz kalmanın vebali daha da büyüktür. Adalet, bir milletin ve bir ferdin haysiyetidir. Bu haysiyeti korumak da imanlı bir duruşla mümkündür. Zulme rıza göstermeyenler, tarihin ve vicdanların hür insanları olarak kalacaklardır.

Özet:

Bu makalede, “Zulmedenlere meyletmeyin” ayetinin derin anlamı ele alınmıştır. Zulmü sadece yapanın değil, ona kalben meyil edenin dahi azapla tehdit edildiği belirtilmiştir. Dalkavukluk, sessiz kalmak ve destek verir gibi görünmek de zulme ortaklık sayılır. Kur’an’ın bu kesin uyarısı, her Müslümanın adaletin yanında, zulmün ise karşısında yer alması gerektiğini hatırlatır. Zulme rıza zulümdür; adalete sadakat ise hakikî imanın şanındandır.

 




Şükür, İmanın Ruhudur – Nimetleri Tanımak, Hakkı Teslim Etmektir

Şükür, İmanın Ruhudur – Nimetleri Tanımak, Hakkı Teslim Etmektir

“Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, tekrar ile

اَفَلَا يَشْكُرُونَ ۝ اَفَلَا يَشْكُرُونَ ۝ وَسَنَجْزِى الشَّاكِرٖينَ ۝ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَزٖيدَنَّكُمْ ۝ بَلِ اللّٰهَ فَاعْبُدْ وَ كُنْ مِنَ الشَّاكِرٖينَ

gibi âyetlerle gösteriyor ki Hâlık-ı Rahman’ın ibadından istediği en mühim iş, şükürdür. Furkan-ı Hakîm’de gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzip ve inkâr suretinde gösterip

فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

fermanıyla, Sure-i Rahman’da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdit ediyor. Şükürsüzlüğün, bir tekzip ve inkâr olduğunu gösteriyor. ”
Mektubat

İnsan, hayatını çevreleyen sayısız nimetin içinde yaşar ama çoğu zaman bunların farkına varmaz. Göz, akıl, nefes, sağlık, rızık, sevdiklerimiz, imkânlarımız ve bilhassa iman gibi paha biçilmez nimetler, her an elimizdedir. Ancak bu nimetlerin devamı, sıradanlıkla değil; şükürle mümkündür. Zira şükür, hem nimetin değerini artırır hem de nimeti vereni tanımanın bir ifadesidir.

Kur’ân-ı Hakîm, birçok ayette ısrarla ve defaatle şükre davet eder. Bu, sıradan bir öğüt değil; Allah Teâlâ’nın kullarından istediği en mühim kulluk görevidir. Nitekim ayetlerde tekrar tekrar şöyle buyrulmuştur:

> “أَفَلَا يَشْكُرُونَ – Hâlâ şükretmiyorlar mı?”
“وَسَنَجْزِى الشَّاكِرِينَ – Şükredenleri mutlaka mükâfatlandıracağız.”
“لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ – Eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artırırım.”
“فَبِأَيِّ آلَاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ – Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman Suresi, 31 defa tekrar edilir.)

Bu ayetler, şükrün sadece bir fazilet değil; varoluşu ifade  eden bir sorumluluk, ilahî bir emanet olduğunu açıkça ortaya koyar.

  1. Şükür Nedir? Basit Teşekkür mü, Derin Bir İman mı?

Şükür; yalnızca “Elhamdülillah” demek değildir. O sadece sözlü ifadedir. Hakiki şükür, üç temel unsurdan oluşur:

Kalple tanımak: Nimeti Allah’tan bilmek, ona minnet duymak.

Dille ifade etmek: “Elhamdülillah”, “Şükürler olsun” gibi sözlerle hamdetmek.

Amelle göstermek: Nimetin gereğini yerine getirmek, onu yerli yerinde kullanmak.

Mesela, sağlığa şükür; onu haramda değil, ibadet ve hayırda kullanmakla olur. Malın şükrü; zekât ve infakla, aklın şükrü; tefekkür ve hikmetle, ilmin şükrü ise; insanlara fayda sunmakla yerine gelir.

  1. Şükürsüzlük: Sessiz Bir İnkâr ve Nankörlük

Kur’an, şükürsüzlüğü sadece bir ilgisizlik değil, aktif bir inkâr olarak tanımlar. Çünkü nimetleri görmemek, onları bir tesadüf veya kendi çabamızla elde ettiğimizi zannetmek; nimetin sahibini tanımamak ve tekzip etmektir. İşte bu yüzden Kur’an, “فَبِأَيِّ آلَاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ – Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ayetini Sure-i Rahman’da 31 kez tekrar eder. Bu tekrar, insana verilen nimetlerin çokluğuna işaret ettiği kadar, insanın gafletine ve nankörlüğüne de sert bir ikazdır.

Nimeti gören ama şükretmeyen bir insan, sessiz bir şekilde nimetin arkasındaki hakikati inkâr etmiş olur. Tıpkı bir mektubu alıp okuyup da, onu yazanı hiç düşünmeyen kişi gibi…

  1. Şükür, Nimetin Artışına Sebeptir

“Eğer şükrederseniz, artırırım (لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ)” ayeti; şükrün bereket kaynağı olduğunu ilan eder. Çünkü şükür, nimetin kıymetini bilmektir. Kıymeti bilinen şey korunur, artırılır. Allah Teâlâ, kulun bu teveccühünü karşılıksız bırakmaz. Şükreden kuluna daha çok ihsan eder. Bu yalnızca maddî rızık değil; huzur, sekinet, hayır yollarının açılması ve kalbin tatmini şeklinde de tecelli eder.

  1. Şükür, Zamanın İlacı ve Ruhun Gıdasıdır

Bugün insanlık büyük bir tatminsizlik içindedir. Elindeki nimetlerin kıymetini bilmeden daha fazlasını isteyen doymaz bir nefis taşıyor. İşte bu doyumsuzluğun panzehiri şükürdür. Şükür, insanı kanaate ulaştırır, kanaat ise saadetin temelidir.

Şükür, aynı zamanda psikolojik bir dirençtir. Zorluklar içinde bile şükredecek bir şey bulan insan, sabır ve teslimiyetle Allah’a daha çok yaklaşır. Bu da imanı kuvvetlendirir, ruhu yüceltir.

Sonuç: Şükür, Allah’la Olan Bağın Dilidir

Şükürsüzlük, insanı nimetlerden mahrum eder. Şükür ise nimeti artırır, manayı derinleştirir, insanı Rabbine yaklaştırır. Kur’an’ın ısrarlı şükür çağrısı, bize hayatımızı bir teşekkür mektubuna çevirmemiz gerektiğini öğretir. O hâlde nimetleri tanımak, onları Allah’tan bilmek ve O’nun rızası doğrultusunda kullanmak, en hakiki şükürdür.

Özet:

Bu makalede Kur’an-ı Kerîm’in şükür konusuna verdiği önem açıklanmış, şükrün üç boyutlu bir kulluk ifadesi olduğu vurgulanmıştır: Kalben tanımak, dille ifade etmek ve amelle göstermek. Şükürsüzlük, nimetleri inkâr ve Rabbimizi tanımamak anlamına gelir. Şükür ise nimeti artırır, huzur getirir ve kulluğu kemale erdirir. Kur’an’ın şükre daveti, hayatımızı nimetin farkındalığıyla yaşama çağrısıdır.

 




Şükrün Ölçüsü, Kanaat ve Rızadır – İsraf ve Hırs, Şükürsüzlüğün Alametidir

Şükrün Ölçüsü, Kanaat ve Rızadır – İsraf ve Hırs, Şükürsüzlüğün Alametidir

Şükür, sadece dilde kalan bir teşekkür değil; hayatın tüm alanlarında tezahür eden bir kulluk tavrıdır. Şükür, nimeti tanımak ve ona karşı gösterilen kalbî ve fiilî saygıdır. Ancak bu saygının ölçüleri vardır. Nitekim Bediüzzaman Said Nursî, şükrün ve şükürsüzlüğün ölçülerini dört veciz kelimeyle izah eder:

> “Şükrün mikyası: kanaattir, iktisattır, rızadır ve memnuniyettir.
Şükürsüzlüğün mizanı: hırstır, israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir.”

Bu tanımlar bize, şükrün sadece kalpte değil; insanın tutum ve davranışlarında da tezahür etmesi gerektiğini gösterir.

  1. Şükrün Dört Ölçüsü: Kanaat, İktisat, Rıza, Memnuniyet

Kanaat:

Kanaat, verilenle yetinmesini bilmektir. İnsan sahip olduklarının kıymetini bildikçe, onlara şükreder. Kanaatkâr insan, her zaman huzurludur çünkü gözünü başkasının malına dikmez, isyan etmez. Kanaat, nimeti az görmemektir; “Az çoktur” düsturunu yaşamak demektir.

İktisat:

İktisat, nimetleri ölçülü ve yerli yerinde kullanmaktır. İsraftan uzak durmak, nimete karşı saygının bir ifadesidir. Çünkü iktisat eden, nimeti hor görmez. İsraf ise, şükürsüzlüğün fiilî bir ilanıdır. Zira şükreden bir kimse, her lokmanın, her damlanın hesabını bilir.

Rıza:

Rıza, kaderin taksimine razı olmaktır. Şükür, sadece bollukta değil; darlıkta da olur. Allah’ın verdiğine razı olan, O’na karşı daima minnettardır. Rızasızlık ise şikâyet doğurur ve şükür kapısını kapatır.

Memnuniyet:

Memnuniyet, iç huzuru ve Allah’ın nimetlerinden hoşnut olma halidir. Nimeti küçümsememek, verilene değer vermek, memnuniyetin bir tezahürüdür. Bu da kalpte yer eden bir şükran duygusunun göstergesidir.

  1. Şükürsüzlüğün Dört Belirtisi: Hırs, İsraf, Hürmetsizlik, Helâl-Haram Tanımazlık

Hırs:

Hırs, doyumsuzluğun adıdır. Hırslı kişi, neye sahip olursa olsun, daha fazlasını ister. Bu hâl, nimete değil, eksikliğe odaklı bir bakış getirir. Hırs, insanı şükürden uzaklaştırır; hatta küfre yaklaştırır. Çünkü gözü doymayan kalp, şükrü terk eder.

İsraf:

İsraf, nimeti lüzumsuzca harcamaktır. Bu hem nimete hem de nimeti verene karşı bir saygısızlıktır. Allah’ın mülkünü savurganca tüketmek, şükrü unutmaktır. İsraf eden, farkında olmadan nankörlük eder.

Hürmetsizlik:

Nimeti küçük görmek, nimeti vereni unutmak demektir. Hürmetsizlik, kalpteki minnettarlığı öldürür. Bir nimeti hor gören, aslında onun arkasındaki ilahî ihsanı da inkâr edercesine davranmış olur.

Helâl-Haram Ayırmadan Tüketmek:

Şükür, helâl yoldan kazanmakla başlar. Helâl rızık, kalbi saflaştırır ve şükrü kolaylaştırır. Ancak haramla beslenen kalp, şükürden uzaklaşır. Her önüne geleni, kaynağını sorgulamadan tüketen insan, nimete değil, nefsine tapar hâle gelir.

  1. Günümüz İçin Dersler:

Modern çağ, şükrü sözde bırakıp, yaşam tarzında şükürsüzlüğü hâkim kılan bir sistem sunuyor. Tüketim çılgınlığı, gösteriş tutkusu, tatminsizlik kültürü; insanları kanaatten, iktisattan, rızadan ve memnuniyetten uzaklaştırıyor. Bu da kalplerde doyumsuzluk, sosyal hayatta israf, ruhlarda huzursuzluk doğuruyor.

Oysa şükreden insan, hem dünya hem ahiret saadetine erer. Şükürle yaşayan bir toplumda israf azalır, huzur artar, nimet kıymetlenir, bereket çoğalır. Bu yüzden Bediüzzaman, şükrü sadece bireysel değil, toplumsal bir kurtuluş reçetesi olarak sunar.

Sonuç: Şükür, Hayatın Ölçüsüdür

Şükür, bir tavırdır. Bu tavır; kanaatle yaşamak, nimetleri ölçülü kullanmak, kadere rıza göstermek ve memnuniyet içinde bir hayat sürmekle mümkün olur. Buna karşılık, şükürsüzlük; doymaz bir hırs, kontrolsüz israf, nimetlere karşı hürmetsizlik ve helâl-haram tanımayan bir savrulma ile kendini gösterir. O hâlde her mümin, kendini bu iki mizanla tartmalı ve hayatını şükür terazisinde dengelemelidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın şükrün ölçülerine dair veciz ifadesi çerçevesinde şükrün dört ana göstergesi (kanaat, iktisat, rıza, memnuniyet) ve şükürsüzlüğün dört alameti (hırs, israf, hürmetsizlik, helâl-haram ayırmamak) ele alınmıştır. Şükür, nimetin kıymetini bilmek ve o nimeti Allah’ın rızasına uygun bir şekilde kullanmakla gerçekleşir. İsraf ve hırs gibi tutumlar ise şükürsüzlüğün ve nankörlüğün açık göstergesidir. Sonuç olarak şükür, yalnızca bir söz değil; hayat tarzıdır.

 




Yanılsama ve Hakikat Arasında: Medeniyetin Maskesi, Dinlerin Gerçek Yüzü

Yanılsama ve Hakikat Arasında: Medeniyetin Maskesi, Dinlerin Gerçek Yüzü

> “Hıristiyanlığın malı olmayan mehâsin-i medeniyeti ona mal etmek; ve İslâmiyet’in düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. Medeniyetin Sahibi Kim?

Tarih boyunca insanlığın bilgi, sanat, ahlak, hukuk ve teknik alandaki birikimi “medeniyet” olarak adlandırılmıştır. Ancak modern dünyada bu medeniyetin tüm kazanımları neredeyse sadece Batı’ya —ve dolayısıyla Hıristiyanlığa— atfedilir hâle gelmiştir. Demokrasi, bilim, insan hakları, özgürlük, sanat ve teknoloji gibi güzelliklerin hepsi, sanki Hıristiyanlığın bir neticesiymiş gibi sunulur.

Oysa Bediüzzaman bu yanılmayı ifşa eder:

> “Hıristiyanlığın malı olmayan mehâsin-i medeniyeti ona mal etmek…”

Yani Batı’da doğan her güzel şeyin kaynağı din değil, insanlığın ortak aklı, gayreti ve çoğu zaman da seküler değerlerdir. Hıristiyanlık, Orta Çağ boyunca bilim karşıtı, özgürlük düşmanı, baskıcı bir dinî sistem olarak kendini göstermiştir. Bu nedenle modern Batı medeniyeti, kiliseye rağmen gelişmiş, dinin katkısıyla değil, dinin etkisinin azalmasıyla serpilmiştir.

  1. İslâmiyet ve Tedenni: Şerefli Bir Dinin Gölgeye Mahkûm Edilişi

Öte yandan İslâm, tarih boyunca insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran bir nur olmuştur. İlim, adalet, ibadet, merhamet ve sosyal dengeyi esas alan bir inanç sistemi olarak Kur’ân, sadece bir ibadet rehberi değil, aynı zamanda bir medeniyet inşacısıdır.

Ancak modern zamanlarda, İslâm dünyasının içine düştüğü gerilik ve çözülüş, sanki İslâm’ın doğal sonucuymuş gibi lanse edilmiştir. Geri kalmışlığın, fakirliğin, cehaletin sebebi olarak İslâmiyet gösterilmiştir. İşte bu da ikinci büyük ters yüz oluşun göstergesidir:

> “İslâmiyet’in düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek…”

Gerçekte ise İslâm’ın emirleriyle değil, İslâm’ın terk edilmesiyle bu düşüş yaşanmıştır. Cehalet, taassup, bid’at ve ayrılıkçılık İslâm’ın değil, ondan uzaklaşmanın ürünüdür.

  1. Feleğin Ters Dönmesi: Hakikatlerin Alt Üst Edilmesi

Bediüzzaman’ın “feleğin ters dönmesi” ifadesi, toplumsal ve tarihsel ölçülerin alt üst oluşunu anlatır. Artık insanlar:

Güzeli çirkin, çirkini güzel görür olmuş,

Gelişmişi geri, geriyi gelişmiş zannetmiş,

Batı’yı kurtarıcı, Doğu’yu yük görmeye başlamıştır.

Bu büyük algı çarpıklığı, ümmetin kendine güvenini zedelemiş, medeniyet üretme azmini törpülemiş, kimlik krizlerini derinleştirmiştir. Bugün Müslümanlar Batı’ya bakarken kendilerinden utanmakta, İslâm’ı savunmak yerine meşrulaştırmaya çalışmakta, hâlbuki asıl zenginlik kendi özlerinde mevcuttur.

  1. Medeniyetin Gerçek Sahibi Kimdir?

Medeniyetin temel taşları —adalet, ilim, fazilet, nezaket, hürriyet, hakikat— esas itibarıyla İslâm’ın özünde mevcuttur. Kur’ân, ilmi teşvik etmiş, adaleti esas almış, merhameti yüceltmiş, zulmü lanetlemiştir. Asıl medeniyet budur. Hz. Ömer’in adaleti, Endülüs’ün ilmi, Selçuklu’nun mimarisi, Osmanlı’nın hukuk ve hoşgörüsü bu medeniyetin canlı şahitleridir.

Modern Batı, bu değerleri sonradan keşfederken, İslâm dünyası bunları daha önce yaşamış ama maalesef koruyamamıştır.

  1. Doğru Okuma ve Sahih Bir Yeniden Diriliş İçin

Bediüzzaman’ın bu tesbiti bugün hâlâ geçerlidir. Zihinlerin bulanıklığı, kendilik bilincini zayıflatmıştır. Oysa:

Batı’yı körü körüne taklit değil, hakikati ayırt etme basireti gerekir.

Geri kalmışlığı dine mal etmek yerine, asıl sebepleri görmek gerekir.

Müslümanlar, değerlerini kompleksle değil, izzetle sahiplenmelidir.

Bu bağlamda yapılması gereken, İslâm’ın özündeki medeniyet tohumlarını yeniden keşfetmek, bunları çağın diliyle ifade ederek medeniyet yarışında yeniden söz sahibi olmaktır.

Özet:

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, Batı’nın sahip olduğu modern medeniyet unsurları Hıristiyanlık’tan değil, insanlığın ortak mirasından kaynaklanır. Buna rağmen bu değerler Batı dininin bir ürünü gibi sunulmakta; öte yandan İslâm dünyasındaki gerilik, İslâm’a mâl edilmektedir. Bu iki büyük yanılgı, feleğin ters dönmesi gibi bir algı sapmasıdır. Gerçekte İslâm, medeniyetin özünü taşımaktadır; geri kalmışlık ise İslâm’dan uzaklaşmanın sonucudur. Hakikate ulaşmak için Müslümanların, öz değerlerini sahih şekilde okuyup, çağdaş dünyada yeniden diriltmeleri gerekmektedir.

 




İnsanın Dört Kapısı: Takva ile Açılan Sonsuzluğa Yolculuk”

İnsanın Dört Kapısı: Takva ile Açılan Sonsuzluğa Yolculuk”

> “Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irâde, zihin, his, latîfe-i Rabbâniye, her birinin bir gâyetü’l-gâyatı var: irâdenin, ibâdetullahtır; zihnin, mârifetullahtır; hissin, muhabbetullahtır; latîfenin, müşâhedetullahtır. Takva denilen ibâdet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gâyetü’l-gâyata sevk eder.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. İnsanın İçindeki Kutsal Sevk: Bir Kalbin Haritası

İnsan yalnızca etten kemikten değil, irade, zihin, his ve latîfe-i Rabbâniye denilen dört derin mânevî kuvvetten dokunmuştur. Bunlar, birer mekanizma değil, aynı zamanda emanettir. Her biri, kendi istikametine yönelirse insan kemale erer; aksi hâlde bu kuvvetler insanı uçuruma da götürebilir.

İrade, insanın yöneliş pusulasıdır. Onun hedefi, ibâdetullahtır; yani Allah’a yönelen bilinçli kulluk.

Zihin, anlam arayışının sahasıdır. Gerçek meyvesi, mârifetullahtır; yani Allah’ı bilmek, tanımak ve tanıttığı ölçüde aklı derinleştirmektir.

His, insanın sevme ve sevilmeye duyduğu iştiyaktır. Onun en yüksek yönelimi, muhabbetullahtır; yani yaratılmışların üstünde, yaratana duyulan aşk.

Latîfe-i Rabbâniye, ruhun en ince ve derin katmanıdır. O da ancak müşâhedetullah ile yani kalbin Allah’ı müşahede eder gibi derinden hissetmesiyle huzura erer.

Bu dört unsur birlikte çalıştığında ortaya çıkan hal, insanın fıtrî kemali ve hakiki insanlığıdır.

  1. Takva: Dört Pusulanın Ortak İstikameti

Bediüzzaman, “takva”yı yalnızca günahlardan sakınmak değil, bütün bu dört kuvvetin ilahî istikamette kullanılmasının adı olarak tanımlar:

> “Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder.”

Yani takva, sadece nefsi frenlemek değil, aynı zamanda iradeyi ibadete, zihni marifete, hissi muhabbete, latifeyi müşâhedeye yönlendirmektir. Takva, bir pasif korunma değil; aktif bir yöneliş, bilinçli bir kulluk hâlidir. Bu açıdan bakıldığında takva, sadece “günah işlememek” değil, “en yüceye ulaşmak için tüm donanımı seferber etmek”tir.

  1. Şeriat: Ruhun Mimarı, Ahlâkın İnşacısı

Bediüzzaman burada şeriatı yalnızca hüküm koyan değil, aynı zamanda bir ruhu eğiten, bir latifeyi terbiye eden, bir iradeyi yücelten sistem olarak tarif eder:

Tenmiye (besleme): Şeriat insanın manevî cihazlarını besler, büyütür. İrade ibadetle kuvvetlenir. Zihin tefekkürle zenginleşir.

Tehzib (arınma): Şeriat, kötü duyguları arındırır. Hırsı şükre, kibri tevazuya, nefreti muhabbete dönüştürür.

Gâyetü’l-gâyata sevk: Yani her şeyi en yüce gayeye, Allah’a ulaşma yoluna sevk eder. Hayatı bir kulluk yolculuğu kılar.

Burada şeriat, bir zorlama değil; insanı kemale taşıyan bir sistem, fıtratla barışık bir rehber olarak sunulmuştur.

  1. Modern Dünyada Dört Kuvvetin Felaketi

Bugün insanlık, bu dört manevî cevherin hepsini ya yanlış kullanmakta ya da köreltmektedir:

İrade, hazlara esir, bağımlılıklara teslim.

Zihin, bilgi çöplüğüyle dolu, marifetten uzak.

His, şehvetin esiri, muhabbete yabancı.

Latîfe, materyalizmle körelmiş, müşâhedeye kapalı.

İşte bu yüzden bugün modern insan, güçlü ama huzursuz; zeki ama şaşkın; hissiyatlı ama yalnız; bilgili ama manevî olarak susuzdur. Bu hâlden kurtulmanın yolu, Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi bu dört unsuru asli mecralarına döndürmek ve hepsini takva merkezli bir hayat anlayışıyla inşa etmektir.

Özet:

Bediüzzaman Said Nursî, insanın ruh dünyasını oluşturan dört temel cevheri —irade, zihin, his ve latîfe— ayrı ayrı tanımlar ve bunların en yüksek hedeflerinin sırasıyla ibadet, marifet, muhabbet ve müşâhede olduğunu bildirir. Bu dört unsur birlikte takvayı oluşturur. Takva ise sadece korunma değil; insanın kemale yürüyüşüdür. Şeriat, bu dört cevheri besler, arındırır ve ilahî gayeye yönlendirir. Modern dünyada bu dört cevher istikametini kaybetmişken, yeniden ruhî inşa için takva merkezli bir hayat şarttır. Bu anlayış, sadece bireysel kurtuluş değil, toplumsal dirilişin de anahtarıdır.

 




Felâketten Dirilişe: Uhuvvetin Mayasında Bir Devletin Kaderi”

Felâketten Dirilişe: Uhuvvetin Mayasında Bir Devletin Kaderi”

> “Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifâye-i cihadı deruhde ile kendini, yekvücud olan âlem-i İslâm’a fedaya vazifedar ve hilâfete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiye’nin felâketi; Âlem-i İslâm’ın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiye’nin inkişafını hârikulâde ta’cil etti.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. Bayraktarlık Vazifesi: Bir Tarihî Sorumluluğun Muhasebesi

Bediüzzaman’ın bu cümlesi, Osmanlı Devleti’nin tarihsel misyonunu tarif ederken aynı zamanda kaderî bir süreci de tahlil etmektedir. Osmanlı, yalnızca bir siyasi yapı değil, İslâm’ın izzeti ve birliği uğruna “kendini feda etmeyi” şiar edinmiş bir medeniyetin temsilcisiydi.

Bu feda oluş, sıradan bir imparatorluk refleksi değil; ümmetin mukadderatıyla birleşmiş bir teklif-i İlâhî idi. Hilâfet sadece bir unvan değil, bütün İslâm coğrafyasının ruhunu bir arada tutan bir emanetti.

  1. Felâket Görünen, Aslında Bir Uyanış Fitilidir

Osmanlı’nın yıkılışı, sadece bir devletin çöküşü değil; ümmetin moral çöküşü, manevî çözülüşü gibi algılandı. Ancak Bediüzzaman burada farklı bir pencere açar:

> “Bu felâket, Âlem-i İslâm’ın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir.”

Yani bu yıkım, İslâm dünyasının yeniden silkinişi, ferdiyetçilikten uhuvvete geçişi için bir ilâhî hazırlık hükmündedir. Her şok, bir şuura gebedir. Her yıkım, bir yeniden yapının öncesidir. Osmanlı’nın çöküşü, milliyetçilik akımlarıyla paramparça olan İslâm beldelerini uhuvvet fikrine daha derinden muhtaç hâle getirmiştir.

  1. Uhuvvet-i İslâmiye: Çaresizliğin Değil, Şuurun Doğurduğu Bir Bağ

Bediüzzaman, İslâm kardeşliğini “mayemiz”, yani hayatiyetimizin özü olarak görür. Musibetler, bu uhuvvetin yeniden hatırlanmasına vesile olur. Batının sömürgeciliği karşısında dağınık kalan ümmet, sadece aynı dine değil, aynı kader ağına sahip olduğunu tekrar fark eder.

Bugün hâlâ bu birlik ihtiyacı canlıdır. Filistin’den Doğu Türkistan’a, Arakan’dan Yemen’e kadar her zulüm, Müslümanların ayrı ayrı değil; bir vücut gibi hareket etmesini zarurî kılmaktadır. Bu ise, mezhep, meşrep, ırk ve dil farklılıklarının üstünde bir uhuvvet bilinci ister.

  1. Cihad: Savaş Değil, Fedakârlık Ruhudur

“Farz-ı kifâye-i cihadı deruhde etmek” ifadesi, yalnızca kılıçla yapılan bir mücadeleyi değil; ilimle, fikirle, sabırla, medeniyetle yapılan bir fedakârlığı da kapsar. Osmanlı bu cihadı asırlarca omuzlamış; şimdi ise bu vazife, tüm Müslüman milletlerin ortak sorumluluğu hâline gelmiştir.

Bugün bu cihad, kimi zaman kalemle, kimi zaman ekranla, kimi zaman yardımla, kimi zaman duayla yapılmak zorundadır. Çünkü artık cihadın en zoru, hakikati ayakta tutma cihadıdır.

  1. Yeni Bir Diriliş: Küllerinden Doğan Bir Ümmet

Bediüzzaman’ın tesbiti, yalnızca bir geçmişi yorumlamak değil, geleceğe yön çizmektir. Osmanlı’nın felâketi, eğer doğru okunursa, İslâm ümmeti için bir yeniden doğuşun hazırlığıdır. Uhuvvetin inkişafı, yeni bir medeniyet inşasına gebedir.

Ancak bu inkişaf:

Sadece siyasetle değil, ahlâkla olur.

Sadece güçlü devletle değil, uyanmış fertlerle mümkündür.

Sadece maddî kalkınmayla değil, ruhi dirilişle gerçekleşir.

Özet:

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu veciz ifadeleri, Osmanlı’nın tarihî misyonunu, yaşadığı felâketin kaderî hikmetini ve bu felâketin ümmet için nasıl bir uyanış fırsatına dönüştüğünü açıklamaktadır. İ’lâ-yı kelimetullah uğruna kendini ümmete vakfetmiş bir devletin yıkımı, İslâm dünyasının kardeşlik ruhunu (uhuvvet-i İslâmiye) keşfetmesini hızlandırmıştır. Bu musibet, bir çözülüş değil, manevî bir toparlanışın işaretidir. Ümmet, uhuvvet bilinciyle yeniden dirilecek, küresel zillete karşı izzetli bir duruş sergileyebilecektir. Yeter ki fertler, bu çağrıyı kalplerinde duysun ve adım atsın.

 




Cennetten Dünyaya: Nikâhın Hikmeti ve Tenasülün Sırrı

Cennetten Dünyaya: Nikâhın Hikmeti ve Tenasülün Sırrı

İnsanoğlunun serüveni cennetle başlar. Hz. Âdem ve Hz. Havva, insanlığın ilk babası ve annesi olarak cennette yaratılmış; orada huzur, nimet ve ilâhî yakınlık içinde yaşamışlardır. Ancak ilâhî bir plan gereği, yasak ağaca yaklaşmaları ve şeytanın iğvasına uymaları sonucu dünyaya gönderilmişlerdir. Bu zahiren bir düşüş gibi görünse de, hakikatte hikmetlerle dolu bir yükselişin ve imtihanın başlangıcıdır.

  1. Cennetten Dünyaya: İlâhî Bir İmtihan ve İradenin Tecellisi

Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması bir ceza değil, bir kader ve rahmet cilvesidir. Çünkü insanlığın dünya sahnesine çıkarılması, imtihanın ve tekâmülün şartıydı. İnsan, ancak dünyada özgür iradesiyle iyilikle kötülük arasında tercihte bulunabilir ve böylece ahireti kazanabilir.

Bu noktada nikâh ve tenasül devreye girer. Çünkü cennetteki hal, beşeriyetin çoğalmasına elverişli değildi. Dünya, bir terbiyegâh ve insanlığın çoğalıp tekâmül edeceği bir zemin olarak hazırlandı.

  1. Nikâh: İmtihanın Başlangıcında İlâhî Bir Sözleşme

Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın bir aile olarak yeryüzüne gönderilmesi, nikâhın ilâhî bir kurum olarak insanlık tarihinin merkezinde yer aldığını gösterir. Onlar, sadece bir erkekle bir kadının bir araya gelişi değil, aynı zamanda insanlık neslinin meşru temeller üzerine bina edileceğinin ilk örneğidirler.

Nikâh; sorumluluk, sadakat ve emanet duygularını yüklenen bir akittir. Yeryüzünde yaşamanın ilk adımı, eşler arasında bu mukaddes bağın kurulmasıyla gerçekleşmiştir. Bu bağ, insanlık tarihinin temel taşı olmuş, aile kavramının doğmasına ve toplumun inşasına vesile olmuştur.

  1. Tenasül: Tek Bir Cüz’den Sonsuz Bir Manaya

Cennetten çıkarılma olmasaydı, Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın hayatları sınırlı olur, insanlık nesli çoğalmazdı. Oysa yeryüzü, Rabbin “Halife” olarak yarattığı insanın çoğalması ve yeryüzünde O’nun isim ve sıfatlarını temsil etmesi için yaratılmıştır.

Tenasül, yani neslin devamı, bu ulvî görevin bir parçasıdır. Her doğan çocuk, insanlığın kaderine yeni bir satır, imtihanına yeni bir sahne ve kulluğuna yeni bir fırsattır. Rabbimiz buyurur:

> “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden sakının…” (Nisâ, 1)

Bu âyet, hem yaratılışın birliğini hem de tenasülün hikmetini özetler: İnsanlık bir özden çoğalmış, nikâh ile birleşmiş, aile ile köklenmiş, çocuklarla yeryüzüne dağılmıştır.

  1. Şeytanın Vesvesesi ve Nesil İmtihanı

Hz. Âdem ve Havva’nın cennetten çıkarılmasına sebep olan şeytan, aslında insanlığın karşısındaki ilk büyük imtihanı temsil eder. Şeytanın ilk hedefi aile müessesesidir. Çünkü şeytan bilir ki sağlam aile, sağlam toplum demektir.

Bu nedenle tenasül, sadece biyolojik bir çoğalma değil, aynı zamanda manevî bir inşa sürecidir. Her çocuk bir emanettir; onun terbiyesi, kulluk şuuruyla donatılması ebeveynin vazifesidir. Bu da nikâhı sadece cinsel bir birliktelik değil, bir nesli inşa etme ahdi kılar.

  1. Âhiret İçin Dünya: Zamanın Tarlasında Nesil Yeşertmek

Cennetten dünyaya gönderilen ilk çift, bu âlemin misafirleri olarak yaşamış ve dünyayı bir imtihan yurdu olarak tecrübe etmişlerdir. Onların bu yolculuğu, aslında tüm insanlığın kaderidir. Dünya, ebedi saadet için bir bekleme salonu değil, çalışılacak bir tarla; her bir evlat da bu tarlada açan bir filizdir.

Tenasül bu yönüyle de ilahî bir sır taşır: Her yeni hayat, yeni bir dua, yeni bir secde ve yeni bir imkândır. Ve her aile, cennet yurduna doğru yürüyen bir kafilenin ilk halkasıdır.

Sonuç ve Hikmetli Özeti:

Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten çıkarılışı, görünürde bir düşüş, hakikatte insanlığın inşasına yönelik ilâhî bir yükseliştir. Bu çıkışla birlikte nikâh ve tenasül devreye girmiş, insanlık yeryüzünde çoğalmaya, aile kurmaya, medeniyetler inşa etmeye başlamıştır. Nikâh, ilâhî bir ahit; tenasül ise bu ahdin bereketidir. Her doğan çocuk, bu kaderin yeni bir meyvesi, her aile ise bu hikmetli planın yeni bir sahifesidir. Cennetten kovuluş, aslında cenneti kazanmak için bir fırsata dönüşmüştür.

 




İt Ürür, Kervan Yürür: Hakikatin Yolculuğu ve Zamanın Firavunları

İt Ürür, Kervan Yürür: Hakikatin Yolculuğu ve Zamanın Firavunları

Bazı sesler vardır ki, ne kadar yüksek çıksa da hakikati sarsamaz. Bazı tehditler vardır ki, ihtiva  ettiği hezeyanla kendini tüketir. Bu seslerin sahipleri, bin yıldır aynı dili konuşur, aynı kini taşır ve aynı oyunu sahneler. Bu oyunlara verilen cevap ise kadimdir, vakurdur ve derindir:
“İza elkamte külle haven, ma vecedet fil ardı hacaren.”
(Her ürene bir taş atsan, yeryüzünde taş kalmaz.)

Bu söz, bir hikmettir. Her iftiranın, her saldırının, her düşmanca naranın peşine düşmek, büyük davaların ve büyük milletlerin şanına yakışmaz. Çünkü hakikat kervanı, itlerin sesiyle yön değiştirmez. Kervan yürür, it ürür.

Tohum Aynı Tohum: Gladstone’dan Menachem’e

Bugün İsrail’in içinden veya batılı merkezlerden Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan açıklamalar yeni değildir. Bundan bir asır önce, İngiltere parlamentosunda Kur’ân’ı kaldırarak “Bu kitap Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hâkim olamayız” diyen Gladstone, hangi kini taşıyorsa; bugün onun izinden giden Yoni Ben Menachem de aynı kinle konuşmaktadır.

Tohum aynı tohumdur.
Damar aynı damardır.
Oyun aynı oyundur.
Hedef aynı hedeftir: Müslümanların birliğini bozmak, millet ile idarecinin arasına fitne sokmak, İslâm coğrafyasını dizayn etmektir.

İçimizdeki Eller, Dışımızdaki Kuklacılar

İsrail’in ve Batı’nın doğrudan veya dolaylı saldırıları, her zaman içerideki taşeronlar eliyle başlamıştır.

Darbeler,

Kaos planları,

İnanç ve kimlik düşmanı medya,

15 Temmuz gibi işgal denemeleri hep aynı gayenin uzantılarıdır.

Ne zaman içimizdeki taşeronlar tükenmeye başlamışsa, asıl merkez sahaya çıkmak zorunda kalmıştır. Bu, bir yönüyle düşmanın çaresizliğini; bir diğer yönüyle ise zaafımızı değil, mukavemetimizin büyüklüğünü göstermektedir.

İrandan sonra sıranın Türkiye’ye geldiği zırvasında bulunanlar belli ki hala bu milleti uyuşturdukları millet düşünüp, ecdatlarını ve attığı Osmanlı tokadını da unutmuş gibiler.

Garkad Ağacı ve Tarihin Mukadderat Planı

Peygamber Efendimiz’in (sav) Garkad ağacı hadisi, bu hesaplaşmanın sıradan bir siyasi mücadele olmadığını gösterir.
Hadiste buyurulur ki:

> “Ağaçlar ve taşlar, ‘Ey Müslüman, işte arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür’ diyecekler. Ancak Garkad ağacı konuşmayacak; çünkü o Yahudilerin ağacıdır.”
(Tirmizî, Fiten, 57; Müslim, Fiten, 82)

Bu, bir kin söylemi değildir; bir ilâhî senaryonun bildirisi, bir ilâhî vaadin işaretidir. İstanbul’un fethi nasıl bir hakikat olarak tahakkuk ettiyse; bu hadisin işaret ettiği hakikat de zamanı geldiğinde tahakkuk edecektir.

Bu yüzden Müslüman, sadece siyasi gelişmeleri değil; vaad-i ilâhîyi de okumalıdır.

Tepki Değil, Tavır Zamanı

Bugün düşmanın her sözüne cevap yetiştirmek değil; istikamet üzere olmak, birliğimizi korumak ve kararlılığımızı sürdürmek esastır. Onlar iftira atar, tehdit eder, kaosu büyütmeye çalışır. Lakin biz şu gerçeği biliriz:

> “Onlar tuzak kurar, Allah da tuzak kurar. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”
(Âl-i İmrân, 54)

İslâm milleti, bu asrın son büyük cihadına hazırlanırken; düşman cephesinde sesler yükselecektir. Çünkü hak doğdukça, bâtıl daha çok bağırır. Zira tükenmekte olan bir yalancının en çok konuştuğu zamandır.

Özet:

İsrail ve Batı’dan gelen tehdit ve saldırılar, tarihin tekrarından ibarettir. Bir zamanlar Gladstone’un Kur’ân düşmanlığı neyse; bugün onun izinden gidenlerin hezeyanları da aynıdır.
İrandan sonra sıranın Türkiye’ye geldiği zırvasında bulunanlara bir cevaptır.
Gerçek sahadaki cevaptan önceki cevap.
Ancak her iftiraya, her saldırıya cevap vermek değil; istikamet üzere durmak, hikmetle hareket etmek ve birliğimizi korumak esastır. “İt ürür, kervan yürür” sözü, bu duruşun özüdür. Garkad ağacı hadisi gibi ilâhî işaretler de, bu büyük hesaplaşmanın sonunda hakikatin galip geleceğini haber vermektedir. Bugün Müslümanlara düşen; davalarını, düşmanın sesiyle değil, imanın sesiyle büyütmektir.

 




İt Ürür, Kervan Yürür: Hakikatin Yolculuğu ve Zamanın Firavunları

İt Ürür, Kervan Yürür: Hakikatin Yolculuğu ve Zamanın Firavunları

Bazı sesler vardır ki, ne kadar yüksek çıksa da hakikati sarsamaz. Bazı tehditler vardır ki, ihtiva  ettiği hezeyanla kendini tüketir. Bu seslerin sahipleri, bin yıldır aynı dili konuşur, aynı kini taşır ve aynı oyunu sahneler. Bu oyunlara verilen cevap ise kadimdir, vakurdur ve derindir:
“İza elkamte külle haven, ma vecedet fil ardı hacaren.”
(Her ürene bir taş atsan, yeryüzünde taş kalmaz.)

Bu söz, bir hikmettir. Her iftiranın, her saldırının, her düşmanca naranın peşine düşmek, büyük davaların ve büyük milletlerin şanına yakışmaz. Çünkü hakikat kervanı, itlerin sesiyle yön değiştirmez. Kervan yürür, it ürür.

Tohum Aynı Tohum: Gladstone’dan Menachem’e

Bugün İsrail’in içinden veya batılı merkezlerden Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan açıklamalar yeni değildir. Bundan bir asır önce, İngiltere parlamentosunda Kur’ân’ı kaldırarak “Bu kitap Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hâkim olamayız” diyen Gladstone, hangi kini taşıyorsa; bugün onun izinden giden Yoni Ben Menachem de aynı kinle konuşmaktadır.

Tohum aynı tohumdur.
Damar aynı damardır.
Oyun aynı oyundur.
Hedef aynı hedeftir: Müslümanların birliğini bozmak, millet ile idarecinin arasına fitne sokmak, İslâm coğrafyasını dizayn etmektir.

İçimizdeki Eller, Dışımızdaki Kuklacılar

İsrail’in ve Batı’nın doğrudan veya dolaylı saldırıları, her zaman içerideki taşeronlar eliyle başlamıştır.

Darbeler,

Kaos planları,

İnanç ve kimlik düşmanı medya,

15 Temmuz gibi işgal denemeleri hep aynı gayenin uzantılarıdır.

Ne zaman içimizdeki taşeronlar tükenmeye başlamışsa, asıl merkez sahaya çıkmak zorunda kalmıştır. Bu, bir yönüyle düşmanın çaresizliğini; bir diğer yönüyle ise zaafımızı değil, mukavemetimizin büyüklüğünü göstermektedir.

İrandan sonra sıranın Türkiye’ye geldiği zırvasında bulunanlar belli ki hala bu milleti uyuşturdukları millet düşünüp, ecdatlarını ve attığı Osmanlı tokadını da unutmuş gibiler.

Garkad Ağacı ve Tarihin Mukadderat Planı

Peygamber Efendimiz’in (sav) Garkad ağacı hadisi, bu hesaplaşmanın sıradan bir siyasi mücadele olmadığını gösterir.
Hadiste buyurulur ki:

> “Ağaçlar ve taşlar, ‘Ey Müslüman, işte arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür’ diyecekler. Ancak Garkad ağacı konuşmayacak; çünkü o Yahudilerin ağacıdır.”
(Tirmizî, Fiten, 57; Müslim, Fiten, 82)

Bu, bir kin söylemi değildir; bir ilâhî senaryonun bildirisi, bir ilâhî vaadin işaretidir. İstanbul’un fethi nasıl bir hakikat olarak tahakkuk ettiyse; bu hadisin işaret ettiği hakikat de zamanı geldiğinde tahakkuk edecektir.

Bu yüzden Müslüman, sadece siyasi gelişmeleri değil; vaad-i ilâhîyi de okumalıdır.

Tepki Değil, Tavır Zamanı

Bugün düşmanın her sözüne cevap yetiştirmek değil; istikamet üzere olmak, birliğimizi korumak ve kararlılığımızı sürdürmek esastır. Onlar iftira atar, tehdit eder, kaosu büyütmeye çalışır. Lakin biz şu gerçeği biliriz:

> “Onlar tuzak kurar, Allah da tuzak kurar. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”
(Âl-i İmrân, 54)

İslâm milleti, bu asrın son büyük cihadına hazırlanırken; düşman cephesinde sesler yükselecektir. Çünkü hak doğdukça, bâtıl daha çok bağırır. Zira tükenmekte olan bir yalancının en çok konuştuğu zamandır.

Özet:

İsrail ve Batı’dan gelen tehdit ve saldırılar, tarihin tekrarından ibarettir. Bir zamanlar Gladstone’un Kur’ân düşmanlığı neyse; bugün onun izinden gidenlerin hezeyanları da aynıdır.
İrandan sonra sıranın Türkiye’ye geldiği zırvasında bulunanlara bir cevaptır.
Gerçek sahadaki cevaptan önceki cevap.
Ancak her iftiraya, her saldırıya cevap vermek değil; istikamet üzere durmak, hikmetle hareket etmek ve birliğimizi korumak esastır. “İt ürür, kervan yürür” sözü, bu duruşun özüdür. Garkad ağacı hadisi gibi ilâhî işaretler de, bu büyük hesaplaşmanın sonunda hakikatin galip geleceğini haber vermektedir. Bugün Müslümanlara düşen; davalarını, düşmanın sesiyle değil, imanın sesiyle büyütmektir.