İçtihat ve Teşri’ Arasındaki İnce Sınır: Hududu Aşmamak Hikmettir

İçtihat ve Teşri’ Arasındaki İnce Sınır: Hududu Aşmamak Hikmettir

“Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

Bu cümle; hem ilmî hem ahlâkî, hem de sosyal bir mihenk taşıdır. Çünkü ilim, niyetle birleşmezse tehlikeye dönüşür. Bu çağrıda, hem istidat sahibine bir alan açılır, hem de onu sorumluluğun çerçevesiyle sınırlar. Zira herkes kendi nefsi için, şahsî hayatında anlam arayabilir, hükümler çıkarabilir; ama bu onu yasa koyucu yapmaz. Teşri’ yani din adına bağlayıcı hükümler koymak, sıradan insanların değil; peygamberlerin ve onlardan gelen nasların dilini hakkıyla anlayan müçtehitlerin işidir.

İçtihat: Arayışın ve Gayretin Adıdır

İçtihat; İslam’ın dondurulmuş değil, canlı bir din olduğunu gösterir. Müstaid olan yani ilim, takva ve basiret sahibi bir kişi; çağın meselelerine Kur’an ve sünnet ışığında çözüm arayabilir. Lakin bu arayış, yalnızca kendisini bağlar. Bir başkasına hüküm koymak, “şeriat budur” demek, ilâhî vazifeye müdahaledir. İşte burası, müstaid ile teşri’ makamı arasındaki çizgidir.

Teşri’: Sınırsızlık Değil, Hudutla Gelen Hikmettir

Teşri’; Allah’a mahsustur. Peygamberler de Allah’tan aldıkları vahyi insanlığa ulaştırır. Dolayısıyla teşri’ etmek, yani din adına hüküm vazetmek; yalnızca vahiy ve sünnet dairesinde mümkündür. Kendi aklıyla hüküm koyan kişi, ya hevasını din edinmiş olur ya da toplumu parçalamaya başlar. Bugün İslam dünyasında yaşanan birçok fırkalaşmanın, hizipleşmenin temelinde; bu hassas sınırın ihlali vardır.

Müstaid Olmak Yeterli Değil; Mahkeme Kurmak Ayrı Bir İş

Bir doktorun kendi tedavisini uygulaması ile başkalarına reçete yazması arasındaki fark gibidir bu. Her bilen, yön gösteremez. Her anlayan, hüküm koyamaz. Her yol bulan, yol gösterici olamaz. Zira teşri’ yalnız bilgi değil; vahiy, hikmet, adalet, ehliyet ve sorumlulukla bütünleşen büyük bir ilâhî yüktür. Onun için Cenab-ı Hak, “Hüküm yalnız Allah’ındır” (Yusuf, 40) buyurur.

İçtihadın Hududu, Teşri’in Sorumluluğu

Günümüzde dinî konularda bilgiye kolay erişim, beraberinde bir özgüven patlaması doğurmuştur. Kimi insanlar ayet ve hadisleri bağlamından kopararak, içtihad yapmaya ve hatta din adına hükümler vermeye kalkışmaktadır. Bu hem tehlikeli bir sapma hem de ümmeti bölmenin zeminidir. Herkesin kendi mezhebi, kendi dini, kendi hükmü olduğu bir yerde “ittihad-ı İslâm” hayal olur.

Ümmetin selameti, bireysel heveslerin değil, istişarenin, usûlün ve şer’î delillerin gölgesindedir. Dolayısıyla içtihad edene saygı duyulur, ama teşri’ iddiasına suskun kalınmaz.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın “Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez” sözü üzerine inşa edilmiştir. İçtihadın bireysel bir gayret ve arayış alanı olduğu, ancak teşri’nin (din adına hüküm koymanın) yalnızca Allah ve Resûlü’ne mahsus bir alan olduğu anlatılır. Müstaid kişi kendi için anlayış geliştirebilir, ancak bunu başkalarına bağlayıcı hale getiremez. Günümüzde bu sınırın ihlalinin ümmet birliğini zedelediği, fırkalaşmaya yol açtığı belirtilir. Makale, dinî meselelerde ilim, ehliyet ve sorumluluğun esas alınması gerektiğini hatırlatarak son bulur.

 




Sessiz Çığlık: Gazze’de Bir Bebek Ağlaması

Sessiz Çığlık: Gazze’de Bir Bebek Ağlaması

Bebekler uyurken susulur, çünkü onlar masumiyetin, huzurun ve sükûnetin remzidir. Ancak ölürken değil… Zira ölüm, hele ki bir çocuğun ölümü; sessizlikle geçiştirilemez bir feryattır. Bir çağrıdır semaya, bir isyandır insanlığa…
İşte Gazze, sessizliğin haykırdığı yer. Orada bir kuş gibi cennete uçan çocuklar, ekmek bulmak için çıktıkları yolda şehadetle buluşuyor. Adı Aylin olanlar ve ismi bilinmeyen binlerce yavru; birer birer karışıyor gökyüzüne. Onları sadece anneleri değil, melekler de uğurluyor gözyaşlarıyla…

Gazze’de ölüm sessizdir. Çünkü dünya sağırdır. Bombaların gürültüsüne karşılık insanlığın vicdanı susmuştur. Belki de en yüksek ses, sessizliktir artık. Çünkü bu sessizlik, haykırmaktan vazgeçmiş bir insanlığın utancını örtmeye yetmez.

Zalimlerin tanklarının, uçaklarının, bombalarının hedefi olan bu çocuklar; aslında insanlığın vicdanını hedef alıyor. Masum bir bebek cesedi, herhangi bir savaşın değil, insanlığın kaybettiği savaşın delilidir. Bu çocuklar kurşunlara hedef olurken, insanlık da kalbinden vuruluyor. Yalnızca Gazze değil; insanlık da ölüyor, günden güne…

Neden susuyoruz?
Çünkü gerçek acılar karşısında kelimeler yetersiz kalıyor. Lakin susmak, kabullenmek değildir. Sessizlik bazen de direniştir. Lakin bu suskunluk, eğer zalime değil de mazluma zarar veriyorsa, artık suç ortaklığına dönüşür.

Zulüm sıradanlaştığında, şefkat azalır.
Şefkatin çekildiği bir dünyada, çocuklar ölür. Oysa bir milletin en büyük serveti çocuklarıdır. Çocuklarını kaybeden bir toplum sadece bireylerini değil, geleceğini de kaybeder. Gazze’de vurulan yalnızca çocuklar değil, insanlığın yarınlarıdır.

Bu çağda öyle bir devir yaşıyoruz ki, bir çocuğun ölümü sıradan bir haber, bir futbol maçından daha az ilgi görüyor. Halbuki Kur’an, bir canın haksız yere öldürülmesini, bütün insanlığı öldürmekle bir tutar. (Maide, 32)

Kiminle konuşsak?
Birleşmiş Milletler mi? Sessiz.
Batı’nın “özgürlük” havarileri mi? Kör ve sağır.
İslam ülkeleri mi? Bir kısmı sessizliğini altınla tartıyor, diğer kısmı ise kendi iç savaşlarında nefessiz.

Ama unutmamalı ki; gök susmaz.
Ve dualar sessizce yükselirken, her çocuğun canı Allah’a birer şikâyet mektubu olur.
Her kurşun, adaleti çağırır.
Her sessizlik, hesap gününde delil olur.

Gazze, sadece bir coğrafya değil, insanlığın vicdanıdır.
Ve şu an orası kanıyor.
Sustukça, biz de kanıyoruz…

Özet:

Bu makale, Gazze’de çocukların ve masumların sessiz ve sistematik bir şekilde katledilişini konu alır. Dünya kamuoyunun ve özellikle İslam ülkelerinin bu zulüm karşısındaki sessizliğine dikkat çeker. Çocukların ölümü, sadece fiziksel bir ölüm değil, insanlığın ruhunu da öldüren bir trajedidir. Makale, zulüm karşısında sessizliğin suça ortaklık olduğunu, Kur’an’ın adalet ve merhamet temelinde zulmü nasıl tanımladığını hatırlatır. Ve nihayetinde Gazze’nin bir coğrafya değil, insanlığın vicdanı olduğu anlatılır.

 




İSLÂMİYET KARŞISINDA NASRANİYETİN GELECEĞİ: YAKLAŞAN TESLİMİYET VE TEVHİDE İNKILÂP

İSLÂMİYET KARŞISINDA NASRANİYETİN GELECEĞİ: YAKLAŞAN TESLİMİYET VE TEVHİDE İNKILÂP
Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’deki Tevhid İstikametinde Medeniyetler Arası İlerleyiş Vizyonu Üzerine Bir Makale

“Nasraniyet ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi’ olan hakâik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: “Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak; şeriatımla amel edecektir.”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:

Tarihin derin katmanlarında dinler, yalnızca bir inanç sistemi olarak değil; aynı zamanda toplumların kültürel, siyasî ve ahlâkî omurgaları olarak varlık gösterdi. Hristiyanlık (Nasraniyet) ve İslamiyet, yüzyıllar boyunca bazen çatışan bazen kesişen iki büyük medeniyetin taşıyıcısı oldular.
Bediüzzaman Said Nursî, bu derin meseleyi Hutbe-i Şamiye’de şu şekilde özetler:
“Nasraniyet ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir.”
Bu ifade, Hristiyanlıkla İslâmiyet arasında sadece tarihî bir rekabeti değil, geleceğe dair ruhî bir dönüşümü ve ilahî kaderi de haber verir. Makalemizde bu dönüşümün hikmetini ve tevhid merkezli yönelişini irdeleyeceğiz.

  1. Hristiyanlığın Değişimi: Katoliklikten Protestanlığa, Tevhide Yakınlaşma

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, Hristiyanlık zamanla birçok değişime uğramıştır.

İlk dönemlerdeki tevhidî çizgi, zamanla teslis (üçleme) inancıyla bozulmuş,

Katolik kilisesiyle birlikte ruhban sınıfı doğmuş,

Protestanlık ise bu bozulmaya tepki olarak doğmuş ve tevhide bir adım daha yaklaşmıştır.

Protestanlık, aklı ve Kitab-ı Mukaddes’i merkeze alan bir duruş sergilemiş, Hz. İsa’yı bir insan ve peygamber olarak görmeye daha yakın bir anlayışı benimsemiştir. Bu, tevhid hakikatine giden yolu açan bir “yırtılma”dır.

  1. Tevhid Hakikatinin Zaferi: Fıtratın Galebesi

Bediüzzaman’a göre bu parçalanmalar boşuna değildir. Zira bu süreçler, bir sapmadan doğan geri dönüş arayışlarıdır.

Hakiki Hristiyanlık yani Hz. İsa’nın tebliğ ettiği tevhide dayalı talim,

Günümüzde tahrife uğramış şekliyle değil, İslâmiyet’te kemalini bulur.

Bu yüzden diyor ki:

> “Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi’ olan hakâik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.”
İslam, tahrif edilmiş dinlerin değil; onların asıllarının ve saf hakikatlerinin mihrakı olacaktır. Çünkü Kur’ân, sadece bir kitap değil, aynı zamanda önceki hak dinlerin tasdik edicisi ve tamamlayıcısıdır.

  1. Hazret-i İsa’nın Nüzulü: Sembol Mü, Gerçek Mi?

Hadis-i şerifte bildirildiği üzere:

> “Hz. İsa inecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”

Bu, sadece ahir zamanda vuku bulacak bir fizikî dönüş değil; aynı zamanda Hz. İsa’nın tevhid davasının İslamiyet içinde zuhur etmesidir.
Bediüzzaman bu durumu şöyle yorumlar:

Hz. İsa, gerçek dindar Hristiyanların öncüsü olacak.

Batı’nın zulüm ve sekülerliğine karşı Kur’ân ahlâkıyla mücadele edecek.

Şeriat-ı Muhammediyye ile hükmederek, tevhidin bayraktarlığını yapacaktır.

Bu, insanlık tarihinin en büyük dinî barış ve birleşme senaryosudur.

  1. Günümüz Gelişmeleri: Tevhid’e Yönelişin İzleri

Bugün birçok Batılı entelektüel, Hz. İsa’yı “Tanrı” değil, “peygamber” olarak görmeye başlamıştır.

İncil’in tahrif edildiğine inanan Hristiyan gruplar ortaya çıkmaktadır.

Kur’ân’a hayranlık duyan Batılı araştırmacılar, İslâm’ın tevhide verdiği işareti daha net anlamaktadır.

Bu gelişmeler, Hristiyanlığın Kur’ân hakikatleri karşısında “terk-i silâh” etmeye hazırlandığını gösterir. Birçok samimi Hristiyan, İslam’a doğrudan geçmese bile, onun ruhuna teslim olmakta, hakikate boyun eğmektedir.

  1. İstikbalin Hakikati: Hak Dinler İslâmiyet’te Cem Olacaktır

Bediüzzaman’ın vizyonu; sadece İslam’ın yayılması değil, hakikatin küresel bir şekilde teslim alınmasıdır.

Dinî çatışmaların sona erdiği,

Ortak değerlerin İslâm’ın çatısı altında birleştiği,

Tevhit merkezli yeni bir dünya düzeninin kurulduğu bir gelecek,
bu vizyonun neticesidir.

Bu süreçte İslâmiyet, sadece “din” olarak değil; fıtratla, hakikatle, akılla, adaletle örtüşen bir sistem olarak insanlığın aradığı her şeyi temsil edecektir.

Sonuç:

Bediüzzaman, dinler arası mücadeleyi bir rekabet değil, bir dönüşüm olarak görür. Hakikatin güneşi olan İslamiyet’in karşısında hiçbir bâtıl ayakta kalamaz. Nasraniyet, ya inkâr içinde sönüp yok olacak ya da tevhide yönelerek İslâm hakikatleriyle birleşecektir.
Bu inkılâp, sadece dini değil, medeniyetlerin temelini de değiştirecektir. O zaman, Kur’ân ahlâkı, İsa’nın ruhuyla ve Muhammed’in (s.a.v) şeriatıyla dünyaya yeniden adalet getirecektir.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki “Nasraniyet ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir…” cümlesinden hareketle Hristiyanlığın tarihî dönüşümü, tevhide yaklaşma süreci ve İslamiyet karşısında teslimiyeti ele alınmıştır.
Neticede; hakiki Hristiyanlık İslam’a zıt değil, aslında onun özünü kabule yakındır. Bu büyük birleşme, Hz. İsa’nın nüzulüyle kemale erecek ve dünya, tevhidin barışına sahne olacaktır.

 




Fıtratın Dili Yalan Söylemez: Meyelanların İlâhî Kudretle Konuşması

Fıtratın Dili Yalan Söylemez: Meyelanların İlâhî Kudretle Konuşması
Bediüzzaman’ın Tekvînî Emirler Üzerine Derin Bir Tefekkürü

“Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelan-ı nümuvv der: “Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Yumurtada bir meyelan-ı hayat var: Der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelan-ı incimad ile der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelanlar, irâdeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:

Her varlık, sessiz fakat hikmetli bir dil konuşur. Bu dil, ne harf ister ne kelime… Fakat ilim ve tefekkür ehline sırlar fısıldar. O dilin adı: fıtrattır. Ve fıtrat asla yalan söylemez.
Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu gerçeği şu veciz cümleyle dile getirir:
“Fıtrat yalan söylemez.”
Ardından çekirdekten suya, yumurtadan demire kadar örneklerle, yaratılışın hakikate şahadet ettiğini anlatır. Bu derin bakış; hem kevnî (yaratılışla ilgili) hakikatlerin keşfine, hem de insanın iç âlemine ayna tutar.

  1. Fıtrat: Yaratılışın Doğruya Kodlanmış Halidir

Fıtrat; her şeyin yaratılıştaki tabii yönelişi, özü ve karakteridir.

Çekirdeğin sünbül olma meyli,

Yumurtanın canlılığa açılması,

Suyun donarak genişlemesi…
Bunların her biri, kendi hâlince bir “tevhid” ilanıdır. Çünkü kendi başlarına bu işleri bilerek yapmaları mümkün değildir. Her biri, kendisine yüklenen ilâhî programı ifa eder. O hâlde bu “meyelan” (yönelme) halleri, Allah’ın irade ve kudretinin bir cilvesidir.

  1. Meyelan: Emir-i İlâhînin Kevnî Dili

Çekirdeğin içindeki büyüme arzusu, bilimsel dille “biyolojik potansiyel” olarak ifade edilir. Ama bu meyelan, sadece fizikî değil, aynı zamanda metafizikîdir.

O meyelan, emirle gelir.

Emir ise irade-i ilâhiyeden doğar.
Çünkü cansız olan bir tohumun, toprağı delip filizlenmesi, ilim, irade ve kudret olmadan mümkün değildir.
Dolayısıyla bu meyiller, “tesadüf” ya da “tabiat” denilerek geçiştirilemez. Onlar, emr-i tekvinîdir: Allah’ın yaratma emrinin fiilî yansımalarıdır.

  1. “Yalan Söylemeyen” Fıtratın Dili ve Tesiri

Bediüzzaman’ın verdiği örnekler çarpıcıdır:

Çekirdek, “Ben ağaç olacağım” der — ve olur.

Yumurta, “Piliç olacağım” der — ve olur.

Su, “Donunca genişleyeceğim” der — ve olur.
Bu olaylar, fizikî sebeplerle izah edilebilir; ama hakikat şu ki, bu düzenli işler tesadüf eseri değil, iradeli bir elin dokunuşudur.
Suyun donarak metali patlatması, kudretin en küçük bir parçadaki tecellisini gösterir. Madde, bu kudretin emrine karşı koyamaz. Zira fıtrat, asla yalan söylemez.

  1. İnsan Fıtratı da Aynı Kanuna Tabidir

İnsanın da içinde derin bir “meyelan” vardır:

Hakikate yönelme,

Adaleti isteme,

İmana susama…
Bu yönelişler de Allah’ın insana kodladığı fıtrî emirlere dayalıdır. Ancak bu meyiller, şüphe, nefs ve inkâr ile bastırıldığında insan, fıtratından uzaklaşır; yani kendi hakikatini bozar. Ama nefsin inadı da hakikati değiştirmez. Çünkü fıtratın yalan söylemediği gibi, fıtratla çatışan da iflah olmaz.

  1. Günümüze Düşen Hikmet:

Bugün bilim, olayların nasıl gerçekleştiğini inceler. Ama niçin gerçekleştiğini çoğu zaman ihmal eder. Bediüzzaman bu boşluğu doldurur. Maddenin ve hayatın arkasında işleyen bir kudret, bir irade, bir şuur olduğunu hatırlatır. Modern zihin, görünene takılırken; fıtrat, görünmeyeni gösterir. Yeter ki insan, tabiatı dinlesin. Zira o, Allah’tan gelen bir ilham gibi konuşur — hem de yalan söylemeden.

Sonuç:

Fıtrat; her varlığın yaratılışındaki niyet, yön ve çizgidir. Ve o çizgi hep doğrudur. Zira onu çizen Allah’tır. Bir çekirdeğin ağaç olma yönelişi ne kadar doğruysa, insanın imana ve hakikate yönelişi de o kadar doğrudur. Bu nedenle fıtrata kulak vermek, ilâhî iradeye teslim olmak demektir. Ve bu teslimiyet, hem aklın hem kalbin selametidir.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Fıtrat yalan söylemez…” ifadesinden yola çıkarak; varlıkların yaratılıştan gelen yönelişlerinin (meyelanlarının), Allah’ın irade ve kudretinin yansıması olduğu anlatılmıştır. Çekirdeğin filizlenmesi, yumurtanın canlanması gibi örnekler; tabiatın, bir fail değil, ilâhî emre itaat eden bir memur olduğunu gösterir. Neticede fıtrat, tevhidin kevnî delilidir ve hakikate susamış ruhlara sadık bir kılavuzdur.

 




TABİATIN PERDESİ: ESERDEN MÜESSİRE GİDEN HAKİKAT YOLCULUĞU

TABİATIN PERDESİ: ESERDEN MÜESSİRE GİDEN HAKİKAT YOLCULUĞU
Bediüzzaman’ın Tabiat Telakkisine Hikmetli Bir Yaklaşım

Giriş:

Modern akıl, varlığı açıklama gayretinde sıklıkla “tabiat”ı merkeze alır. Yaratılanı Yaratan’a bağlamak yerine, tabiatı bir “fail” olarak tanıtır. Bu düşünce, kadim felsefî sapmaların ve materyalist anlayışların günümüze taşınmış halidir. Bediüzzaman Said Nursî ise Hutbe-i Şamiye’de bu yanlış anlayışı kökünden sarsan bir ifadeyle hakikati haykırır:
“Tabiat, misalî bir matbaadır, tâbi’ değil; nakıştır, nakkaş değil; kâbildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı irâdiyedir, hakikat-ı hâriciye değil!..”

Bu cümle, bir akide manifestosu, bir tevhid beyannamesidir. Tabiatın kendiliğinden hiçbir şey yapamayacağını; aksine ilahî kudretin izinden başka bir şey olmadığını ilan eder.

  1. Tabiat: Eserdir, Sanatkâr Değil

Tabiat; dağları, denizleri, gökleri, hayvanları, bitkileriyle muazzam bir manzara sunar. Fakat bu manzara, kendi kendine var olamaz. Çünkü her şeyde kusursuz bir ölçü, ince bir sanat, derin bir hikmet vardır.
Nasıl ki bir kitap, mürekkep ve kâğıtla değil, onu yazan bir yazarla izah edilirse;
nasıl ki bir tablo, boyalarla değil, ressamla anlam bulursa;
öyle de tabiat da, ancak ve ancak onu takdir eden bir Nakkaş-ı Ezelî ile açıklanabilir.

  1. Tabiatın Vasfı: Nakıştır, Nakkaş Değil

Bir halının üzerindeki desen, halının kendisinden değil, onu dokuyanın sanatından gelir. Tabiatta gördüğümüz düzen, intizam ve güzellik; tabiatın “yapan” değil, “sergilenen” olduğunu gösterir.

Tabiat, nakıştır, yapan değil, yapılan bir şeydir.

Matbaadır, yani harici kudretin izini taşır.

Kanundur, ama kudretin kendisi değildir.
Kanunlar kağıtta kalır; uygulayıcı bir güç olmazsa fiil meydana gelmez. Aynen öyle de, tabiatta gözlenen kanunlar da Allah’ın kudret ve iradesine bağlıdır.

  1. Tabiat Teorisi: Aklen ve Mantıken Çıkmazda

Tabiatı “fail” kabul etmek, ciddi bir akıl tutulmasıdır. Çünkü:

Bilinci olmayan bir şeyin hikmetli işler yapması mümkün değildir.

Kudreti olmayan bir şey, yaratamaz.

İradesi olmayan bir şey, seçim yapamaz.
Halbuki doğada gördüğümüz her şey; ölçülü, seçilmiş, anlamlı ve bir maksada yönelmiştir. Bu da irade, ilim ve kudret sahibi bir Zât’ı zaruri kılar.

  1. Tabiat, İlâhî Şeriatın Zahiri Tezahürüdür

Bediüzzaman’ın kullandığı “şeriat-ı irâdiye” ifadesi; Allah’ın kevnî (kâinata yönelik) iradesini ifade eder. Nasıl ki insanlar için şer’î hükümler varsa, kainat da Allah’ın emrine boyun eğen bir sistemle işler. Güneşin doğması, elektronların dönmesi, suyun buharlaşması; hepsi bu şeriat-ı iradiyenin hükümleridir. Bu sistemin adı fizik, kimya, biyoloji olabilir ama fail ve müdebbiri Allah’tır.

  1. Tevhidin Temeli: Müessiri Unutma, Eseri Putlaştırma

Materyalist felsefe ve pozitivist bilim anlayışı; eseri putlaştırır, müessiri unutur. Tabiata ilahlık verir, yaratıcılığını yüceltir. Hâlbuki bu, şirkin bilimsel bir kılığa bürünmesinden başka bir şey değildir. Tabiat, Allah’ın yaratma sanatını gösteren bir aynadır. Aynada görünen güneş gerçek güneş olmadığı gibi, tabiatta görünen kudret de Allah’ın kudretinin gölgesi ve tezahürüdür

Sonuç:

Tabiatı fail göstermek, en büyük ilmi gaflettir. Hakikat ise şudur: Tabiat Allah’ın kudretine ait bir nakıştır; asla fail değil, ancak mazhar olabilir. Bediüzzaman’ın bu tesbiti; hem imanları tahkim eder hem akılları temizler. Bu anlayış, insanı tevhid nuruna çıkarır, kâinata Allah’ın esmasıyla bakmayı öğretir. Gerçek bilim, eserden müessire ulaştıran ilimdir. Gerçek marifet, tabiat perdesinin arkasında Allah’ı tanıyabilmektir.

ÖZET:

Bu makalede Bediüzzaman’ın “Tabiat, nakıştır; nakkaş değil…” ifadesiyle ortaya koyduğu tevhidî bakış açısı açıklanmıştır. Tabiat, bir sanat eseri gibi işlenmiş ama kendi başına fail olmayan bir vasıtadır. İlmi, iradesi ve kudreti olmayan tabiat; asla yaratıcı olamaz. Tabiatı putlaştıran anlayış, şirki bilim kılığına sokar. Oysa tabiat, Allah’ın isim ve sıfatlarının bir yansıması, bir ayinesi ve kudretinin sessiz bir şahididir.

 




İTTİHÂD-I İSLÂM: KADERİ TERSİNE ÇEVİREN İLAHÎ BİRLİK

İTTİHÂD-I İSLÂM: KADERİ TERSİNE ÇEVİREN İLAHÎ BİRLİK
Bediüzzaman’ın Umumî Reçetesi Üzerine Hikmetli Bir Makale

Giriş:

Her toplumun tarihinde şanlı sayfalar, her coğrafyanın kaderinde yüksek potansiyeller ve her milletin yüreğinde büyük umutlar gizlidir. Ancak bu değerlerin boşa gitmemesi için bir ruh, bir hedef, bir birlik lazımdır. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu hakikati çarpıcı bir cümleyle dile getirir:
“Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi; ittihâd-ı İslâm’dır.”

Bu cümle, sadece bir dönemin değil, bütün bir ümmetin, İslam coğrafyasının ve mazlum milletlerin manevî haritasını çizer. Azametli ama perişan, şanlı ama istikametini kaybetmiş, değerli ama yetim bırakılmış bir dünyanın en büyük ihtiyacını haykırır: İttihâd-ı İslâm.

  1. Azametli Bahtsız Bir Kıta: İslâm Coğrafyasının Hazin Manzarası

Asya, Afrika ve Ortadoğu… Yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle, tarihi ve kültürel mirasıyla dünya medeniyetlerinin beşiği olan bu kıta, bugün emperyalist müdahalelerin, iç çatışmaların ve fikrî dağınıklıkların pençesindedir. Bediüzzaman’ın “azametli” ifadesi bu kıtanın potansiyeline; “bahtsız” nitelemesi ise bu potansiyelin heba edilişine işaret eder. Bu bahtsızlığın temelinde ise; birlik eksikliği vardır.

  1. Şanlı Talihsiz Bir Devlet: Osmanlı’nın Mirası ve İbretli Düşüşü

Bediüzzaman’ın bu ifadeyi özellikle Osmanlı Devleti için kullandığı açıktır. Asırlarca İslam âleminin hizmetkârı olan bu devlet, şanlı mazisiyle tarihe yön vermiştir. Ancak son asırlarda içte ayrılıklar, dışta kuşatmalar, ilimde geri kalma ve fikirde dağınıklık onu “talihsiz” hâle getirmiştir. Şanlı tarihi, zayıf günlerini örtmeye yetmemiştir. Bediüzzaman, bu düşüşe karşı reçeteyi net ortaya koyar: İttihad-ı İslam.

  1. Değerli Sahipsiz Bir Kavim: Ümmetin Yetime Dönüşmesi

Ümmet-i Muhammed (s.a.v), Allah katında en kıymetli ümmettir. Kur’ân, onu “hayırda en ileri giden topluluk” olarak tarif eder. Ancak bu kavim, bugün parçalanmış, yönsüz ve sahipsizdir. Herkes kendi mezhebi, meşrebi, ırkı ve ideolojisi için mücadele ederken; ümmet bilinci silinmiş, kardeşlik bağları kopmuştur. Bu sahipsizlik hissi; hem ümmeti savunmasız bırakmış, hem de içe dönük bir kırılganlık oluşturmuştur.

  1. Reçete: İttihâd-ı İslâm

İttihâd-ı İslâm, sadece siyasî bir birlik değil, daha çok kalbî, fikrî, ilmî ve vicdanî bir bütünleşmedir.

Aynı kıbleye dönen,

Aynı kitaba inanan,

Aynı peygamberin ümmeti olan milyonların; mezhep, ırk, coğrafya ve menfaat ayrılıklarını aşarak, vahdet içinde hareket etmesi demektir.
Bu ittihad; düşmanın değil, kardeşin sesini duymak, farklılıkları düşmanlık değil rahmet saymak demektir. Çünkü İslam düşmanlarının en çok korktuğu şey, bu birlik ruhunun dirilmesidir.

  1. Günümüz İçin Ne Anlama Geliyor?

Bugün İslam dünyasında yaşanan kan, gözyaşı ve perişanlık; sadece maddî sebeplerle değil, manevi bir dağınıklığın neticesi olarak da görülmelidir. Mazlum milletlerin sesi kısık, ümmetin çocukları yetim, liderleri dağınık, kalpleri ayrıdır. Bu sebeple İttihad-ı İslam fikri, artık bir hayal değil, bir beka meselesidir. Bediüzzaman’ın yüzyıl önce sunduğu bu reçete, bugün çok daha acil ve hayati hâle gelmiştir.

Sonuç:

Bir kıtanın azameti, bir devletin şanı ve bir kavmin değeri; ancak iman, ilim, adalet ve birlik ile korunabilir. Bu birlik ise mecburî değil, meşru ve mukaddes bir ihtiyaçtır. Bediüzzaman’ın sunduğu reçete, ne bir ideoloji ne de siyasî bir sistemdir; o, kalplerin, zihinlerin ve niyetlerin Kur’ân etrafında birleşmesidir. İttihâd-ı İslâm; sadece geçmişin değil, geleceğin de inşasıdır.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki “Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi; ittihâd-ı İslâm’dır.” cümlesinden yola çıkılarak İslâm dünyasının coğrafî, siyasî ve sosyal manada yaşadığı çöküş ve buna karşı sunulan reçete olan İttihâd-ı İslâm fikri ele alınmıştır. Neticede; kurtuluşun, izzetin ve dirilişin yolu, ümmetin kardeşlik bilinciyle birleşmesinden geçmektedir.

 




KUR’ÂN’IN ŞİFASI: MARİZ ASRA, HASTA İNSANA İLAÇ

KUR’ÂN’IN ŞİFASI: MARİZ ASRA, HASTA İNSANA İLAÇ
Bediüzzaman’ın Kur’ân’a İttibâ Vurgusu Üzerine Hikmetli Bir Makale

Giriş:
Her çağın kendine özel hastalıkları vardır. Kimi zaman bu hastalık savaşlarla, kimi zaman inanç krizleriyle, kimi zaman da ahlâkî çöküşlerle tezahür eder. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de, yaşadığı çağın da bir “mariz asır” yani hasta bir dönem olduğunu ilan eder ve bu marazlara karşı tek reçeteyi açıklar:
“Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittibâ-ı Kur’ân’dır.”

Bu cümle, hem teşhis hem tedavi hem de istikamet bildirir. Zira çağın da, toplumun da, ferdin de hastalığı bellidir; çare ise her devrin ebedî tabibi olan Kur’ân’a yönelmekte gizlidir.

  1. Asrın Marazı: Maddî Terakki, Manevî Tereddî

Bediüzzaman’ın yaşadığı 20. yüzyıl başları, Batı’nın teknolojik olarak yükseldiği, ancak insanlık değerlerinde ciddi bir yozlaşmanın başladığı bir dönemdir. Bugün de benzer bir hastalık devam etmektedir:

Bilgi arttı, hikmet azaldı.

İletişim çoğaldı, muhabbet azaldı.

Konfor büyüdü, huzur küçüldü.

İnsanlık, zâhirî ilerlemelerle gururlanırken; iç dünyasında şüphe, yalnızlık, depresyon ve anlam kaybına düçar oldu. Bu hâl, bir medeniyetin ruhi buhranıdır. İşte bu yüzden bu çağ, “mariz bir asırdır.”

  1. Hasta Unsur: Ümmetin Dağınıklığı ve Kimlik Bunalımı

Bediüzzaman’ın “hasta unsur”dan kastı, özellikle İslam ümmetinin dağınık ve zayıf hale gelmiş halidir. İttihadı kaybetmiş, Batı’nın fikrî ve siyasî istilasına maruz kalmış, kendi dinî ve kültürel mirasına yabancılaşmış bir ümmet; manevî bir hastalığın pençesindedir. Kimi yerde taassup, kimi yerde gaflet, kimi yerde sefahatle bu hastalık derinleşmiştir. Milletin bu hale gelmesinin temel sebebi: Kur’ân’ın hayattan uzaklaştırılmasıdır.

  1. Alîl Uzuv: Ferdî Bozulma ve Ruhî Sakatlık

Toplumun her bir ferdi, ümmetin bir uzvu gibidir. Bu ferdî uzuvlar, manevî eğitimden, Allah’a yönelişten, ahlâkî değerlerden uzak kaldıkça; hayatları sarsılır, benlikler savrulur. Aile bozulur, gençlik hedefsizleşir, çocukluk kirlenir. Ruhlar, Kur’ân’ın nurundan mahrum kaldıkça, modernliğin sahte ışıltıları altında karanlıkta kalır.

  1. İttibâ-ı Kur’ân: Sadece Okumak Değil, Yaşamak

“İttibâ”, sadece Kur’ân’ı okumak değil; Kur’ân’ı hayatın merkezine almak, onu başucu rehberi yapmak demektir. Kur’ân’a ittibâ;

Ahlâkta Peygamberî çizgiyi,

Ekonomide helal dairesini,

Siyasette adaleti,

İlimde hikmeti,

Toplumda kardeşliği,
gaye edinmek demektir.

Kur’ân, sadece “ölülere okunan” bir kitap değil; ölmeye yüz tutmuş kalpleri dirilten ebedî bir ilaçtır. İttibâ-ı Kur’ân demek; ferdin kendini inşa etmesi, cemiyetin istikamet bulması ve çağın karanlıklarından nura ulaşması demektir.

  1. Kur’ân’ın Reçetesi: Toptan Şifa

Kur’ân bir ilaç değil, eczâhâne gibidir. Şuurlu iman, sabır, şükür, tefekkür, ihlâs, tevazu, hayâ, kanaat gibi kavramlar, onun reçetesinde yer alan şifa maddeleridir. Bir ayetiyle kalbe huzur verir, bir emriyle toplumun düzenini sağlar. Kur’ân’a yönelen millet, geçmişte izzet bulduğu gibi bugün de aynı kudretle doğrulur.

Sonuç:

Bediüzzaman’ın ifadeleriyle, çağımız bir asr-ı sefalettir; hem akıl, hem kalp, hem cemiyet, hem siyaset yaralıdır. Bu yaralara Batı’nın felsefî düşüncesi değil, Kur’ân’ın ebedî reçetesi şifa verir. Çünkü Kur’ân; ezelî bir hekim, ebedî bir şifadır. Şifa arayan her ferdin, her milletin, her ümmetin ilk başvuracağı kaynak; Allah’ın kelâmı olan Kur’ân olmalıdır.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittibâ-ı Kur’ân’dır” sözünden hareketle çağın, toplumun ve ferdin yaşadığı manevî hastalıklar teşhis edilmiş ve bu hastalıklara karşı Kur’ân’ın sunduğu şifalı reçeteler anlatılmıştır. Netice olarak, Kur’ân’a yöneliş; hem ruhun, hem ümmetin, hem insanlığın hakiki dirilişidir.

 




ASKER VE SİYASET: GÜCÜN YÖNETİMİ, ADALETİN İSTİKAMETİ

ASKER VE SİYASET: GÜCÜN YÖNETİMİ, ADALETİN İSTİKAMETİ
Bediüzzaman’ın Askerî-Siyasi Denge Uyarısı Üzerine Düşündürücü Bir Makale

Giriş:
Tarihte birçok milletin yükselişi adaletle olduğu gibi, çöküşü de güçlerin yerinden oynamasıyla olmuştur. Gücü temsil eden ordu, asli vazifesini bırakıp siyasete karıştığında, ne millet huzur bulur ne devlet istikametini koruyabilir. Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de dile getirdiği şu cümle, bu hakikatin tarihî ve evrensel özeti gibidir:
“Tarih-i âlem serapa şehâdet ediyor ki, asker neferatının siyasete müdahaleleri, devletçe ve milletçe müthiş zararları intac etmiştir.”

Bu uyarı, sadece Osmanlı’nın son dönemine değil, aynı zamanda Cumhuriyet sonrası ve günümüz dünya siyasetlerine de ışık tutacak bir derinliğe sahiptir.

  1. Askerin Varlık Hikmeti: Koruyuculuk, Emniyet ve Disiplin

Asker, bir milletin güvenlik zırhıdır; bedeni koruyan sağlam bir kalkan gibidir. Görevi, sınırları savunmak, iç güvenliği temin etmek, milletin huzurunu tehdit eden unsurlara karşı caydırıcı bir kuvvet olmaktır. Bu yüce görev; disiplin, sadakat ve tarafsızlık ister. Siyaset ise çoğu zaman menfaat, rekabet ve polemik sahnesidir. Bu iki alanın karışması, hem ordunun vakarını zedeler hem siyaseti baskılar. Asker siyasete karıştığında, artık sadece ülkesini koruyan bir güç değil, fikirleri dizayn eden bir vesayet makamına dönüşür.

  1. Tarihî Tecrübeler: İbret Tabloları

Roma’dan Osmanlı’ya: Roma İmparatorluğu’nun son döneminde askerlerin imparator tayin etme alışkanlığı, devleti zaafa sürüklemiştir.

Osmanlı’da Yeniçeri Tehlikesi: Askerî sınıfın siyasete müdahalesiyle başlayan Yeniçeri isyanları, hem padişahların şehit edilmesine hem de devletin otoritesinin sarsılmasına neden olmuştur.

  1. Yüzyıl Darbeleri: Modern dünyada da askerî müdahaleler, demokrasileri felce uğratmış, halkın iradesine ipotek koymuş, fikir hayatını susturmuştur. Türkiye, Mısır, Pakistan gibi ülkelerde görülen darbeler, kısa vadede “düzen” vaad etse de uzun vadede geri kalmışlık, kutuplaşma ve huzursuzluk üretmiştir.
  2. Askerin Siyasete Karışmasının Neticeleri:

Demokrasiye Güvenin Sarsılması: Halkın iradesine dayanan sistem, gücün zorla tahakkümüne dönüşür.

Askerin Saygınlığının Zedelenmesi: Tarafsızlığı ve milletin tümüne ait olma vasfı zarar görür.

Kutuplaşmanın Artması: Silahlı kuvvetlerin bir taraf gibi görülmesi, halk arasında derin ayrılıklar doğurur.

İlerleme Yerine Gerileme: Darbe ve askeri vesayet dönemlerinde bilim, fikir, sanat ve ekonomi alanlarında durağanlık ve gerileme gözlenir.

  1. Siyasi Erdem: Her Kurum Yerinde Güzeldir

Toplumun tüm kurumları kendi yerinde değerlidir. Yargı, yürütme, yasama, ordu ve medya; her biri sistemin bir parçasıdır. Ancak bu parçalar yer değiştirirse, düzen bozulur. Asker; idare edici değil, emniyeti temin edicidir. Siyaseti yönlendiren değil, onun hukuk içinde işlemesini sağlayan güvencedir. Siyaset ise halkın temsilidir. Biri diğerinin yerine geçmeye çalıştığında adalet terazisi bozulur.

  1. İslam’da Askerin Yeri ve Ahlâkı:

İslam’da ordu kutsaldır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Bir gün nöbet tutmak, bir ay nafile ibadetten hayırlıdır” buyurmuştur. Fakat bu kutsiyet, görev sınırlarında geçerlidir. Hz. Ömer döneminde bile ordu, siyasete müdahale etmemiş; görevini hakkıyla icra etmiştir. Askerin ahlâkı; itaattir, sadakattir, vakar ve dürüstlüktür. Siyaset ise bu meziyetleri suistimale açık hale getirebilir.

Sonuç:

Askerin siyasete müdahalesi, kısa vadede bir “düzen” görüntüsü verse de uzun vadede adaleti, meşruiyeti ve halk iradesini örseleyen bir kaostur. Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’de ifade ettiği gibi, tarih bizzat şahittir: Bu müdahaleler daima milletin aleyhine işlemiştir. O halde her kurumun kendi vazifesinde kalması, milletin huzuru ve devletin bekası için zaruridir. Güç ve irade, milletin elinde ve hukuk zemininde tecelli etmelidir. Asker, milleti koruduğu gibi, onun iradesine de hürmet göstermelidir.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “askerin siyasete müdahalesi” uyarısı merkeze alınarak, askerî gücün siyasete karışmasının tarihî, sosyolojik ve ahlâkî zararları incelenmiştir. Ordunun görevi milletin güvenliğini sağlamak; siyasetin görevi ise halkın iradesini temsil etmektir. Bu alanların karışması, demokrasiyi, adaleti ve toplumsal huzuru tehdit eder. Gerçek istikrar, her gücün kendi sınırında kalmasıyla mümkündür.

 




Sessiz Çığlıklar ve Görülmeyen Haritalar: Gazze’den Türkiye’ye Uzanan Bir Senaryo

Sessiz Çığlıklar ve Görülmeyen Haritalar: Gazze’den Türkiye’ye Uzanan Bir Senaryo

Giriş: Görülmeyeni Görmek, Duyulmayanı Duymak

Dünya, bir damla petrol için ayağa kalkarken, bebeklerin bir damla süt için öldüğü bir çağdayız. Modern uygarlığın sahte parıltısı altında, Gazze gibi mazlum coğrafyalar her gün kanla, gözyaşıyla ve sessizlikle yıkanıyor. Oysa yaşananlar tesadüf değil. İsrail’in yıllardır sürdürdüğü saldırıların bir plan çerçevesinde ilerlediği artık sadece bir iddia değil; itiraflarla da sabit hale geldi.

  1. İsrail’in Haritası: Sınırlar Değil, Hedefler Çizilmiş

ABD’li diplomat Chas Freeman ve emekli General Wesley Clark’ın açıklamaları, İsrail’in “Büyük Orta Doğu Projesi” doğrultusunda adım adım ilerleyen bir hedef planı olduğunu ortaya koyuyor. Clark’ın “5 yılda 7 ülke harap edilecek” sözü, Irak, Suriye, Libya, Sudan gibi ülkelerin yaşadığı yıkımla birebir örtüşüyor. Ve şimdi sıra son halkaya, İrana ve belki de ondan sonra Türkiyeye geliyor.

Freeman’ın son açıklamaları ise bu senaryoyu daha da netleştiriyor:

> “İsrailliler şimdi bunun bir ön gösteri olduğunu ve nihai düşmanın Türkiye olacağını söylüyorlar.”

Bu cümle, bölgedeki karanlık hesapların artık perde arkasında kalmadığını; doğrudan dillendirildiğini gösteriyor.

  1. Gazze’de Yıkılan Sadece Binalar Değil, İnsanlık da Çöküyor

İsrail’in uyguladığı abluka, Gazze’yi açık hava hapishanesine çevirdi. Ancak artık bu hapishane bir çocuk mezarlığına dönüşüyor. El Şifa Hastanesi’ndeki prematüre bebeklerin, tükenmiş oksijen tüpleri arasında yaşama tutunma mücadelesi, sadece Filistin’in değil, insanlığın dramıdır.

> Her gün bir bebeğin ölümüyle başlamak, bir milletin değil, bir vicdanın felaketidir.

İlaç yok, mama yok, elektrik yok… Ama bombalar hiç eksik değil. Çünkü bu savaş tohumlara karşı, rahimlere karşı, nesillere karşı bir savaştır. Gazze’de bugün doğan bir bebek, İsrail için yarının “düşmanı” sayılmakta ve doğmadan önce bile cezalandırılmaktadır.
Firavun gibi. Doğanlar dahi hayat hakkı tanımayan bir soykırım.

  1. Türkiye Neden Hedef?

Türkiye, Osmanlı’nın bakiyesi, İslam dünyasının tarihsel ve coğrafi kalbi olarak daima hedef olmuştur. Bugün Siyonist akıl, İsrail’in güvenliği için yalnız Filistin’i değil, çevresindeki tüm potansiyel güçleri devre dışı bırakmak istemektedir. Türkiye;

Stratejik konumu,

Genç nüfusu,

Tarihî ve kültürel etkisi,

Ve İslam dünyasındaki birleştirici potansiyeli nedeniyle
nihai hedef olarak belirlenmiştir.

Ve unutmamak gerekir: Gazze susarken, sıra bir gün mutlaka başka yerlere gelir. Sessizliğimiz, zalime cesaret, mazluma ihanettir.

  1. Hikmet ve İbret: Gazze Aynasında Kendimize Bakmak

Gazze’de yaşananlar bize üç önemli ders vermektedir:

Birincisi: Hiçbir zulüm gelişigüzel değildir. Hepsi ince ince planlanır.

İkincisi: Sessiz kalan her millet, yarın kendisi için hazırlanmış bir senaryoya ortak olur.

Üçüncüsü: Asıl düşman, sadece dışarıdan değil; içimizdeki gafletten de gelir.

Kur’an, zulme rıza gösterenleri zalimlerle bir tutar. Hadis ise “bir kötülüğü eliyle, diliyle, hiç olmazsa kalbiyle engellemeyen kimse”yi imanın zafiyeti diye ifade  eder. O hâlde Gazze sadece bir coğrafya değil; vicdanımızın test edildiği bir aynadır.

  1. Ne Yapmalı?

Şuur inşa edilmeli: Gençlik, sosyal medya bağımlılığından çıkarılmalı, tarih ve coğrafya şuuruyla donatılmalı.

Dua yetmez, duruş şart: Yardım kampanyalarıyla yetinilmemeli, siyasî ve kültürel olarak hakikat dillendirilmeli.

Görsel ve yazılı içerik üretimi: Filmler, belgeseller, makaleler, sosyal medya projeleri ile dünya kamuoyu bilgilendirilmeli.

İttihad-ı İslam bilinci yeniden dirilmeli: Bu planlara karşı duracak en güçlü zırh, ümmet bilincidir.

📌 Sonuç ve Özet:

İsrail, uzun vadeli bir yıkım planı uygulamakta ve bunu artık gizlememektedir.

Gazze’deki insanlık dramı, bu planın ilk değil, son da olmayacak adımıdır.

Türkiye’nin adı artık açık açık “nihai hedef” olarak anılmaktadır.

Gazze’deki bebekler sadece bombalarla değil, dünyayı saran sessizlikle de ölmektedir.

Bu sessizlik, sadece mazlumları değil, bizi de boğacaktır.

> “Mazlumun ahı, arşı titreten bir feryattır. Ve o feryat, er ya da geç, zalimi vurur.”

 




Kabir Kapısına Kadar Değil, Ebediyete Kadar Yol Arkadaşlığı

Kabir Kapısına Kadar Değil, Ebediyete Kadar Yol Arkadaşlığı

“Herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.”
“Eyvah gençliğimizi bâd-i hevâ, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.” Bediüzzaman.

Bu iki söz, hayatın iki farklı yüzünü gösteren ama aynı hakikate işaret eden derin cümlelerdir. Biri dostlukların faniliğini, diğeri gençliğin kıymetini ve vebalini hatırlatır. İkisi bir araya geldiğinde bize hayatın gerçek yönünü gösterir: Faniye değil, bâkîye yatırım yapmak.

Dostluklar Kabre Kadar mı, Sonsuzluğa mı?

İnsan fıtraten bir dosta, bir yoldaşa muhtaçtır. Ancak bu dostlukların çoğu menfaate, zamana ve mekâna bağlıdır. İyi günde, sağlıklı zamanda, zenginlikte veya makamda bolca dost etrafımızı sarar. Ama yaşlandıkça, hastalandıkça, gücümüz azaldıkça bir bir eksilirler. Nihayet insan “kabir kapısına” geldiğinde çoğu elini çeker, çünkü onlar oraya kadar arkadaş olabilmiştir.

Bu hakikate işaret eden büyüklerimiz şöyle der:
“Salih amel ve ihlaslı ibadet dışında hiçbir dost, seninle kabrin ötesine geçmez.”

Gençlik: Ya Ebedî Kazanç, Ya Telafisi Zor Ziyan

İkinci söz ise, yaşlılığın ve hastalığın içinde bir pişmanlık feryadı gibidir.
“Eyvah gençliğimizi bâd-i hevâ, belki zararlı zayi ettik.”
Bu söz, sadece geçmişe değil, geleceğe bir uyarıdır. Gençlik gafletle harcandığında, ihtiyarlık pişmanlıkla geçer. Nice yaşlı, omuzlarında dünya yorgunluğu ve kalbinde ahiret korkusuyla yürür; ama en çok da boşa geçen gençliğe yanar. Çünkü gençlik, hem bir sermaye hem de imtihan vesilesidir.

İhtiyarlık: Sonbahar Değil, Hasat Vaktidir

İhtiyarlık, sadece zayıflık ve yavaşlık değil, aynı zamanda hikmet, olgunluk ve iç muhasebe zamanıdır. Tıpkı ağaçların yapraklarını dökmesi gibi, insan da dünyaya dair bağlarını azaltır, hakikate daha açık hale gelir. Bu sebeple ihtiyarlar bazen en doğru sözleri, en sade ifadeyle söyler:
“Sakın bizim gibi yapmayınız.”
Bu nasihat, bir ömürlük tecrübenin özüdür.

Kabirden Öteye Dost Götürmek Mümkün mü?

Evet, mümkündür. Hem de en kuvvetli şekilde. Şöyle ki;
“Amel-i salih, sadaka-i câriye, faydalı ilim, dua eden evlat” kabirden sonra da bizimle gelir. Bunlar hakiki dostlardır. Zira kabir dostlukları değil, ahiret dostlukları kıymetlidir. Dünya dostu olmak kolaydır; asıl meziyet, ebedî hayatta da yoldaş olmaktır.

🧭 Sonuç: Kıymetli Gençlik, Şerefli İhtiyarlık ve Sadık Dostlar

Bu iki hakikat bize şu üç temel hakikati hatırlatıyor:

  1. Gençlik, geçici zevkler uğruna harcanmamalı; ebedî saadet için bir fırsat bilinmeli.
  2. Dostluklar, sadece dünya menfaati için değil; ahirette de devam edecek sadık dostluklara dönüşmeli.
  3. İhtiyarlık, bir bitiş değil; hayatın en hikmetli dönemidir. Bu dönemde kazanılan salih ameller, hem dünyada hem kabir ötesinde insana yoldaş olur.

📌 Özet:

Herkes kabre kadar dost olur, ama salih ameller ve Allah dostluğu ebediyete kadar seninle kalır.

Gençlik, zayi edilirse pişmanlık getirir; değerlendirildiğinde ise ebedî saadetin temelini atar.

İhtiyarlık, geçmişin hesabını görme ve geleceğe hazırlanma zamanıdır.

Gerçek dostluk, Allah rızasına bağlı olandır. Fani olanla değil, bâkî olanla yolculuk yapılmalı.

> Unutma: Kabre kadar değil, kabirden sonra da seninle olacak dostlar biriktir.
O da ibadet, dua, hizmet ve ihlâs dolu bir ömürdür.

********

🎬 1. Video Anlatımı (Belgesel Tarzında)

Başlık:
“Kabir Kapısına Kadar Değil, Ebediyete Kadar Dostluk”

Anlatım Metni (Örnek Başlangıç):

> “Hayat bir yolculuktur… Bazıları bu yolda sadece yanında yürür; bazılarıysa, seni kabir kapısından sonra da yalnız bırakmaz.
Gençlik, bir fırsattır. İhtiyarlık, bir uyanış.
Ve gerçek dostluk, sadece bu dünya için değil, ebediyet içindir…
Gelin, kabirden öteye gidecek dostları birlikte tanıyalım.”

Görsel Yönlendirmeler:

Solgun bir ağaç ve kuş sürüsü (ilk cümle).

Yaşlı iki insanın bastonla yürüyüşü (ikinci cümle).

Saat, kum saati, kabir metaforu.

Genç birinin düşünceli hâli.

Ayet ve hadis animasyonları (örneğin: “Sadaka-i cariye” vurgusu).

Müzik Önerisi:

Hafif ney ve kanun temalı, duygusal ve yavaş tempo müzik.

Arka fonda doğa sesleri (rüzgar, kuş, su).

🕌 2. Vaaz Metni Formatı

Başlık:
“Gerçek Dostluk Kabirde Belli Olur”

Giriş:

> Aziz cemaat! İnsan bir ömür boyu arkadaş arar. Ancak Kur’ân ve sünnet bize öğretmiştir ki, hakiki dostluk, kabirden sonra da devam edendir…

Ana Maddeler:

  1. Kabirden öteye giden dostluklar: Amel-i salih, dua eden evlat, sadaka-i cariye.
  2. Gençliğin kıymeti ve ihtiyarlığın ibreti: “Sakın bizim gibi yapmayınız.”
  3. Herkes kabir kapısına kadar gelir; ama Allah dostları, kabirden sonra da seninledir.

Kapanış:

> Gelin dostlar! Kabre kadar değil, kabirden sonra da yanımızda olacak iyilikleri, duaları, hizmetleri çoğaltalım.
“Allah’ım! Bizi bu zamanın cazibedar fitnesinden koru, ebedî dostluklarla bizi şereflendir. Âmin!

> “Ey insan! Kendine ebedî bir dost ara. O da Allah’ın rızasını kazanmakla olur.”

 




Damladan Kâinata: Rahimde Başlayan Sonsuz Yolculuk

Damladan Kâinata: Rahimde Başlayan Sonsuz Yolculuk

Giriş: Varlıkla Yokluk Arasında Bir Başlangıç

Her insan, görünüşte sessiz ama hakikatte hayret verici bir yolculuğun meyvesidir. Bu yolculuk, rahim duvarlarında değil, kaderin satırlarında yazılmıştır. O basit ve değersiz görünen bir damla su, trilyonlarca kardeşi arasından seçilir. Hem bir yarışın hem de bir kaderin galibi olur. O damla, Allah’ın rahmet nazarıyla yoğrularak bir bebek, sonra bir insan ve nihayet bir kâinat çapında bir varlık haline gelir. Bu, sıradan bir gelişim değil, rahmetin mühürlediği bir mucizedir.

  1. Üç Karanlıkta Biçimlenen Mucize: Ana Rahminde Üç Aşama

Kur’ân, insanın yaratılışını anlatırken şöyle der:
“Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde yaratıp biçimlendiren O’dur.” (Zümer, 6)

Bu üç karanlık:

  1. Karın duvarı
  2. Rahim duvarı
  3. Amniyon sıvısı

Aynı zamanda bu karanlıklar, varlıkla yokluk, bilinçle bilinçsizlik, şekille şekilsizlik arasında geçen üç büyük geçit gibidir. İnsan bu merhalelerde hem şekil kazanır hem kaderini yüklenir. Görmeyen göz oluşur, duymayan kulak açılır, konuşmayan bir dil yaratılır.

  1. Seçilmişlik: Trilyonlar Arasında Bir Tek Sen

Trilyonlarca sperm hücresi içinden yalnızca biri seçilir. “Ben oldum” diyebilen her insan, bu büyük seçilmenin farkında olmalıdır. O seçilme, tesadüf değil; bir kaderin, bir muradın ve bir rahmetin yansımasıdır.
“O halde insan, neden yaratıldığına bir baksın!” (Târık, 5)
Bir damla suyu, düşünen ve hisseden bir varlık yapan “Ol!” emridir.
O emirle var edilen insan, artık sadece bir beden değil, bir emanet taşıyıcısı, bir imtihan yolcusu ve bir manâ arayıcısıdır.

  1. Olmak ile Olmamak Arasındaki Eşikler

Ana rahmindeki bu yaratılış, aslında hayatın tamamına dair bir temsildir.

Bir engeli aşmak mı, pes etmek mi?

Bir hakikati aramak mı, oyalanmak mı?

Seçilmişliğe layık yaşamak mı, zayi etmek mi?

İnsan bu sınavla yüz yüzedir. O ilk üç aşama gibi, hayatın da üç büyük geçidi vardır:

  1. Doğum
  2. Ölüm
  3. Diriliş (haşir)

Bu üç aşama da tıpkı rahimdeki devreler gibi karanlık, bilinmez ve rahmetle yoğrulmuş geçitlerdir.

  1. Engeller ve Merhametin Eli

İnsan ilk sınavını karanlık, bilinçsiz ve sessiz bir ortamda, rahim denilen zindanda verir. Ama orası bir zindan değil, rahmetin eliyle inşa edilmiş bir saraydır.
Organlarını kullanamadan büyür. Gözleri açılmadan ışığı hazır edilir. Ayakları yürümeden zemin düzlenir. Dili konuşmadan nimetler hazırlanır.
Her şey onun adına planlanır. Çünkü o bir misafirdir. Hem de eşref-i mahlûkat olan bir misafir.

  1. Damladan Kâinata: Bir Varlığın Sırrı

Bir damlayla başlayan insan, zamanla dünyayı keşfeder, okur, yazar, hisseder, ağlar, güler, icatlar yapar, gökleri gözlemler, mikrodan makroya doğru yol alır. Ama eğer unutursa ki;

> “Sen bir damlaydın, kudreti seni insan yaptı.” O zaman benlik davası, seçilmişliğin sırrını örter.
Ama hatırlarsa ki; “Ben hiçbir şeydim, oldum çünkü O istedi.”
İşte o zaman o insan, Allah’ın halifesi olarak yaratıldığını idrak eder. Ve o zaman damladan rahmete, rahmetten mükâfata uzanan bu yolculuk, sonsuzluğun kapılarını aralar.

📌 Sonuç ve Özet:

İnsan, trilyonlarca aday arasında seçilmiş ilahi bir mucizedir.

Ana rahminde geçirilen üç karanlık aşama, aslında hayattaki geçitlerin temsilidir.

Seçilmişlik; sorumluluk, şükür ve idrak gerektirir.

Olmak ile olmamak arasında verilen bu sınav, hayat boyunca devam eder.

İnsan basit bir damla sudan, kâinat çapında bir varlık haline gelir.

Bu yolculuk rahmetle başlar, hikmetle devam eder, ebediyetle son bulur.

> “Bir damlayla başlayan bu yolculuk, eğer idrak edilirse, cennette biter.”

*******

🎬 1. Video Anlatımı / Belgesel Tarzı (Senaryo + Görsel Yönlendirme)

Başlık:
“Damladan Kâinata: Rahimde Başlayan Sonsuz Yolculuk”

Anlatım Metni – Giriş:

> (Fon müziği: Derin ve yavaş ney sesi, arka planda kalp atışı ve su sesi)

“Karanlık, sessizlik ve bilinmezliğin ortasında bir kıvılcım…
Görmeyen bir göz, duymayan bir kulak, hissetmeyen bir ten…
Trilyonlarca içinden sadece biri… O da sensin.”

“Bir damladın… ama seçildin.
Seçilmişliğinle yoğruldun.
Şimdi konuşuyor, seviyor, ağlıyor, düşünüyor, icatlar yapıyorsun.
Çünkü sen, damladan kâinata uzanan mucizesin.”

Görsel Yönlendirme:

Mikroskobik sperm yarış sahnesi → Zigot oluşumu → Karın içi animasyonlar

Üç karanlık katmanın üst üste gösterimi

Gelişen bir bebek, kalp atışı sesi

Doğum sahnesi → çocuk → genç → yaşlı → tekrar toprağa doğru yürüyüş

Son sahnede yıldızlara bakan bir insan silueti ve şu yazı:

> “Unutma: Bir damla olarak geldin, sonsuzluk yolcususun.”

Müzik:

Başlangıç: Kalp atışı + rahim içi ses

Gelişim bölümleri: İlham verici piyano/ney

Son: Hafif hüzünlü ama umutlu bitiş (ud ya da kanun eşliğiyle)

******((

🕌 2. Vaaz Metni / Hutbe Formatı

Başlık:
“Rahimde Başlayan Kudret Yolculuğu: Damladan Kâinata”

Giriş:

> Aziz cemaat!
Bugün sizlere, her birimizin geçtiği ama unuttuğu bir yolculuğu hatırlatmak istiyorum. O yolculuk, bir damla suyla başlar; rahmetle devam eder; ebediyete uzanır…

Bölüm Başlıkları:

  1. Üç karanlıkta yoğrulan hikmet: Kur’ân’da Zümer 6 ile bağlantı

“O sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini de var etmiştir; hayvanlardan da sizin için sekiz eş lutfetti. Sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde türlü yaratılış safhalarından geçirerek yaratmaktadır. İşte bu yaratıcı, rabbiniz Allah’tır. Hükümranlık O’nundur; O’ndan başka tanrı yoktur. Buna rağmen nasıl olup da hakikatten uzaklaşabiliyorsunuz?”

  1. Seçilmişlik ve sorumluluk: Spermden seçilenin emanet taşıması
  2. İnsan neyle yaratıldı? Târık 5. ayet ışığında tefekkür

“İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılan bir sudan yaratıldı. (O su) sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar. İşte Allah (başlangıçta bu şekilde yarattığı) insanı tekrar yaratmaya da kadirdir.”( Târık. 5-8)

  1. Hayatın üç büyük geçidi: Doğum – Ölüm – Diriliş
  2. Olmak ve olmamak arasındaki sınav: Varlığın ve şükrün anlamı

Kapanış Duası:

> “Ya Rabbi! Bizi seçilmişliğimizin şuuruna erdir.
Hayatı zayi edenlerden değil, emaneti hakkıyla taşıyanlardan eyle.
Rahmetinle başlayan yolculuğumuzu, cennetine ulaştır. Âmin.”

 




Bâtılı Süslü Göstermek: Hakikatin Gölgesine Düşen Aldanış

Bâtılı Süslü Göstermek: Hakikatin Gölgesine Düşen Aldanış

> “Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

Hakikat, saf ve berraktır. Zihinler de fıtrat itibariyle safiyetle yaratılır. Lakin bu safiyet, yanlış ellerde kolayca istismar edilebilir. Bediüzzaman Said Nursî’nin bu hikmetli sözü, çağlar üstü bir uyarıdır: Yanlış olanı, yani bâtılı, sanatkârane bir şekilde süsleyerek anlatmak; berrak akılları karartır, hakikatten saptırır.

Zira bâtıl, çoğu zaman çirkinliğiyle değil, süslenmişliğiyle zarar verir. Hakikate benzediği oranda aldatıcı olur. Ve çoğu zaman idlâl (sapıtma), doğrudan yalanla değil, yarım doğruyla, dikkatle seçilmiş imgelerle ve etkileyici sözlerle yapılır. Bu yüzden bâtılın tasviri sadece bir “anlatım” meselesi değil, bir sorumluluk meselesidir.

Saf Zihinler: Fıtratın Emniyet Sandığı

Zihinler, özellikle genç ve temiz kalmış olanlar, hakikati aramaya meyyaldir. Ama aynı zamanda en kolay etkilenenler de onlardır. Göz kamaştırıcı bir anlatım, parlak cümleler, görsel sunumlar, müzik ve duygu yüklü çağrışımlar… Bâtılın sunumu ne kadar profesyonelse, zihinlerin onu hak sanma riski o kadar artar.

Bugün modern medya, sinema, sosyal medya içerikleri, reklamlar ve ideolojik söylemler; çokça bu yöntemi kullanır. Bâtıl olan bir düşünce, hayat tarzı, inanç ya da eğilim; öyle güzel tasvir edilir ki, hakikatten habersiz veya tereddüt hâlindeki biri onun peşine takılır.

Tasvirin Sınırı: Aklı Aydınlatmak mı, Kandırmak mı?

Sanat, edebiyat, hitabet, medya; hepsi birer anlatım aracıdır. Ancak bu araçlarla ne anlattığınız ve nasıl anlattığınız ayrı bir meseledir. Bir hastalığı anlatırken merhametle şifa yollarını gösteren bir üslup başka, hastalığın cazibesini överek onu merak ettiren bir anlatım başkadır. Bir günahı anlatırken onu kötülemek değil de “ne kadar heyecanlı, zevkli, özgürce” göstermek, işte saf zihinleri idlâl budur.

Bediüzzaman’ın uyarısı, bize şunu söyler:
Bâtılı anlatmak ve aynı zamanda onu cazip hale getirmek tehlikelidir. Bâtılı “aydınlatmak” için değil, “yaygınlaştırmak” için anlatanlar; gerçekte sapkınlığın propagandasını yapmaktadır.

Bugün Bu Uyarı Neden Daha Önemli?

Çünkü bugün her şey görsel ve etkileyici sunumla paketleniyor. Günah, modernlik kisvesiyle. Küfür, bireysellik etiketiyle. İsyan, özgürlük sloganıyla. Ahlaksızlık, sanat başlığıyla. Ve bunlar o kadar parlak ve profesyonel anlatılıyor ki; zihinler gerçeklikten uzaklaşıyor. Hele ki gençler, hak ile bâtılı ayıracak ölçüden yoksunsa, bâtıla hak gömleği giydirildiğinde hayran oluyor.

Bu sebeple, bâtıl şeyleri tasvir edenler; sadece bilgi vermiyorlar, yön veriyorlar. Yön verdikleri yol ise çıkmaz sokaklara, kalp ve aklın karanlığına gidiyor.

Çözüm: Hakikati Hak Şekilde Anlatmak

Bu yüzden hakikatin dostları da güçlü anlatmalı, güzel tasvir etmeli. Çünkü bâtılın karşısında sessizlik, teslimiyettir. Ama hakikati anlatırken de bâtılı övücü tasvirlerden kaçınmalı. Her anlatım, merhametle, hikmetle ve hakikat terazisinde ölçülerek yapılmalı. Zihinler bir emanet; onları şaşırtmak, en büyük vebaldir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir” sözü üzerinden, bâtılın süslenerek anlatılmasının nasıl bir zihinsel ve toplumsal sapmaya yol açtığı ele alınmıştır. Saf zihinlerin, özellikle gençlerin, etkileyici sunumlarla bâtılı hak zannetme riski anlatılmıştır. Medya ve sanat gibi araçlarla yapılan bilinçsiz veya kasıtlı anlatımların tehlikesi açıklanmış, çözüm olarak ise hakikatin merhamet ve hikmetle anlatılması gerektiği ifade edilmiştir.

 




Gerçek Âlimin Şefkati: Süt Gibi Besleyici, Kay Gibi Sert Değil

Gerçek Âlimin Şefkati: Süt Gibi Besleyici, Kay Gibi Sert Değil

> “Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

Bir milletin kurtuluşu için sadece silah, ekonomi veya siyaset yetmez; doğru rehberliğe, ilimle yoğrulmuş merhamete ihtiyaç vardır. Bediüzzaman Said Nursî, bu sözüyle ilmi sadece bilen değil, öğreten; sadece konuşan değil, ulaştıran; sadece sert sözlerle uyaran değil, şefkatle doyuran bir ilim anlayışını öğütler. Çünkü gerçek âlim, mürşid olmalıdır; yani doğruya yönlendiren, kalplere inen, ruhu besleyen bir önderdir.

Ancak öyle âlimler vardır ki, kuş misali sert kaylar (yarı sindirilmiş taş gibi sert gıdalar) verirler. Bilgileri çoktur ama anlatımları soğuk, usulleri ürkütücüdür. Halkın seviyesine inmeden, merhamet göstermeden, sabırla öğretmeden konuşurlar. Böyle âlimlerin bilgisi vardır; ama etkisi yoktur. Çünkü ilim yalnız zihinleri değil, kalpleri de beslemelidir.

Süt ve Kay Arasındaki Fark: Hedef Anlatmak mı, Anlatabilmek mi?

Süt; hazmı kolay, besleyici, sıcak ve fıtrî bir gıdadır. Kay ise kuşların yavrusuna verdiği sert, zor hazmedilen bir yemdir. Kuzular için süt neyse; ümmet için de rahmetli, sabırlı, seviyeye uygun ilim odur.

Bir âlim, halka süt verir gibi ilim sunmalı:

Sindirilebilir,

Ruhları incitmeyen,

Anlayış seviyesine göre,

Merhametle yoğrulmuş.

Eğer ilim, ego ve kibirle veriliyorsa, “anlasın da nasıl anlarsa anlasın” anlayışıyla sunuluyorsa, bu ilim değil; enformasyon zorbalığıdır. Bu tür kuş âlimler, bilgiyi yükseklerden atar ama yere inmeyi bilmezler. Halbuki gerçek irşat, yüksek hakikatleri halka yaklaştırmak sanatıdır.

Âlimlik: Bilmek Değil, Ulaştırmak Sanatıdır

Gerçek bir mürşid; sadece bilen değil, bildiğini ulaştırandır. Hz. Peygamber (s.a.v.), en büyük âlimdi; ama çocuklarla diz çöküp konuşmuş, bedevîlerle sabırla muhatap olmuş, hata yapanlara merhametle yaklaşmıştı. Çünkü maksadı üstünlük göstermek değil, kalpleri diriltmekti.

Bir koyun, kuzusuna kendi kanından üretip süt verir. Bu, sadece bir besin değil; bir fedakârlık, bir rahmet ve bir şefkattir. Gerçek âlim de kendi nefsini eriterek halkına bilgi sunar. Bu yüzden ilimde en makbul olan, karşıdakinin halini gözeterek konuşandır.

Bugün Neden Bu Söz Daha Anlamlı?

Çünkü çağımızda sosyal medya, ekranlar ve mikrofonlar, birçok kişiye konuşma imkânı veriyor. Lakin hitaplar çoğu zaman tepeden, aşağılayıcı, sabırsız ve kırıcı oluyor. Gençler, merakla yaklaşırken, sert bir üslupla karşılaşınca uzaklaşıyor.
Oysa bu çağın en çok ihtiyaç duyduğu şey; rahmetli öğreticiliktir.
İnsanlar, ruhlarına süt gibi gelen sözleri özlüyor.

Sonuç: İlmi, Şefkatle Taşımak Gerek

Koyun, kuzusuna süt verirken sessizdir; kuş ise yavrusuna kay verirken gürültülüdür. Gerçek mürşidlik, gürültüde değil; özde, merhamette ve hikmettedir. Bediüzzaman’ın bu temsili ifadesi, bizlere hem ilim ehlinin nasıl olması gerektiğini hem de rahmetle irşat etmenin ne büyük bir fazilet olduğunu hatırlatır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı…” sözü üzerinden, bir âlimin nasıl merhametli, besleyici ve seviyeye uygun bilgi sunması gerektiği anlatılmıştır. Koyunun sütü gibi, ilim de ruhları beslemelidir. Kuş gibi yüksekten ve sertçe anlatılan bilgi, insanların zihninde değil, sadece gürültüsünde yankılanır. Gerçek âlim, ilmiyle halkı kucaklayan, anlayış gösteren ve şefkatle irşat edendir.

 




Gerçek Âlimin Şefkati: Süt Gibi Besleyici, Kay Gibi Sert Değil

Gerçek Âlimin Şefkati: Süt Gibi Besleyici, Kay Gibi Sert Değil

> “Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

Bir milletin kurtuluşu için sadece silah, ekonomi veya siyaset yetmez; doğru rehberliğe, ilimle yoğrulmuş merhamete ihtiyaç vardır. Bediüzzaman Said Nursî, bu sözüyle ilmi sadece bilen değil, öğreten; sadece konuşan değil, ulaştıran; sadece sert sözlerle uyaran değil, şefkatle doyuran bir ilim anlayışını öğütler. Çünkü gerçek âlim, mürşid olmalıdır; yani doğruya yönlendiren, kalplere inen, ruhu besleyen bir önderdir.

Ancak öyle âlimler vardır ki, kuş misali sert kaylar (yarı sindirilmiş taş gibi sert gıdalar) verirler. Bilgileri çoktur ama anlatımları soğuk, usulleri ürkütücüdür. Halkın seviyesine inmeden, merhamet göstermeden, sabırla öğretmeden konuşurlar. Böyle âlimlerin bilgisi vardır; ama etkisi yoktur. Çünkü ilim yalnız zihinleri değil, kalpleri de beslemelidir.

Süt ve Kay Arasındaki Fark: Hedef Anlatmak mı, Anlatabilmek mi?

Süt; hazmı kolay, besleyici, sıcak ve fıtrî bir gıdadır. Kay ise kuşların yavrusuna verdiği sert, zor hazmedilen bir yemdir. Kuzular için süt neyse; ümmet için de rahmetli, sabırlı, seviyeye uygun ilim odur.

Bir âlim, halka süt verir gibi ilim sunmalı:

Sindirilebilir,

Ruhları incitmeyen,

Anlayış seviyesine göre,

Merhametle yoğrulmuş.

Eğer ilim, ego ve kibirle veriliyorsa, “anlasın da nasıl anlarsa anlasın” anlayışıyla sunuluyorsa, bu ilim değil; enformasyon zorbalığıdır. Bu tür kuş âlimler, bilgiyi yükseklerden atar ama yere inmeyi bilmezler. Halbuki gerçek irşat, yüksek hakikatleri halka yaklaştırmak sanatıdır.

Âlimlik: Bilmek Değil, Ulaştırmak Sanatıdır

Gerçek bir mürşid; sadece bilen değil, bildiğini ulaştırandır. Hz. Peygamber (s.a.v.), en büyük âlimdi; ama çocuklarla diz çöküp konuşmuş, bedevîlerle sabırla muhatap olmuş, hata yapanlara merhametle yaklaşmıştı. Çünkü maksadı üstünlük göstermek değil, kalpleri diriltmekti.

Bir koyun, kuzusuna kendi kanından üretip süt verir. Bu, sadece bir besin değil; bir fedakârlık, bir rahmet ve bir şefkattir. Gerçek âlim de kendi nefsini eriterek halkına bilgi sunar. Bu yüzden ilimde en makbul olan, karşıdakinin halini gözeterek konuşandır.

Bugün Neden Bu Söz Daha Anlamlı?

Çünkü çağımızda sosyal medya, ekranlar ve mikrofonlar, birçok kişiye konuşma imkânı veriyor. Lakin hitaplar çoğu zaman tepeden, aşağılayıcı, sabırsız ve kırıcı oluyor. Gençler, merakla yaklaşırken, sert bir üslupla karşılaşınca uzaklaşıyor.
Oysa bu çağın en çok ihtiyaç duyduğu şey; rahmetli öğreticiliktir.
İnsanlar, ruhlarına süt gibi gelen sözleri özlüyor.

Sonuç: İlmi, Şefkatle Taşımak Gerek

Koyun, kuzusuna süt verirken sessizdir; kuş ise yavrusuna kay verirken gürültülüdür. Gerçek mürşidlik, gürültüde değil; özde, merhamette ve hikmettedir. Bediüzzaman’ın bu temsili ifadesi, bizlere hem ilim ehlinin nasıl olması gerektiğini hem de rahmetle irşat etmenin ne büyük bir fazilet olduğunu hatırlatır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı…” sözü üzerinden, bir âlimin nasıl merhametli, besleyici ve seviyeye uygun bilgi sunması gerektiği anlatılmıştır. Koyunun sütü gibi, ilim de ruhları beslemelidir. Kuş gibi yüksekten ve sertçe anlatılan bilgi, insanların zihninde değil, sadece gürültüsünde yankılanır. Gerçek âlim, ilmiyle halkı kucaklayan, anlayış gösteren ve şefkatle irşat edendir.

 




İnsanın Bozulması: Yağ Gibi Zehir Olmak

İnsanın Bozulması: Yağ Gibi Zehir Olmak

“Nasıl ki süt ve yoğurt bozulsalar, yine yenilebilir. Yağ bozulsa, yenilmez, bazen zehir gibi olur.
Öyle de: mahlukatın en mükerremi, belki en âlâsı olan “insan”, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur.”
Lem’alar 82

İnsan, yaratılmışların en şereflisi, en mükemmeli, en donanımlısıdır. Kur’ân-ı Kerîm onu “ahsen-i takvîm” üzere yaratıldığını bildirir. Yani en güzel kıvamda, en yüksek kabiliyetlerle donatılmıştır. Fakat aynı insan, bu yüksek potansiyelini kötüye kullanır, istikametten saparsa, sıradan bir varlık olmaktan da öteye düşer. Tıpkı Risale-i Nur Külliyatı’nda geçtiği gibi, “süt ve yoğurt bozulsa yine yenilebilir; ama yağ bozulsa, bazen zehir gibi olur.” İşte insan da bu “yağ” gibidir. Bozulduğunda, sadece kendisine değil, çevresine de zarar verir; hatta bazen bütün bir toplumu ifsat eder.

Bozulmuş bir süt, belki kokar ama yeniden yoğurt yapılabilir. Yoğurt ekşirse bile ayran olur. Ama bozulmuş bir yağ, yalnızca mideyi değil, bedeni zehirler. İnsan da aynen böyledir: İlmiyle, kudretiyle, nüfuzuyla, iradesiyle bozuldu mu; hırsıyla, kibriyle, zulmüyle, şeytandan daha zararlı bir hale gelir.

Hayvan kötülük yapmaz, çünkü iradesi yoktur. Yaratıldığı fıtrat üzere yaşar, yer, içer, ürer ve ölür. Ama insan; akıl, şuur, irade ve kalp sahibi bir varlıktır. Bu üstün meziyetleri kendini ve başkalarını faydalı kılmak için değil, aldatmak, sömürmek, yıkmak için kullanırsa; işte o zaman “bozuk hayvandan daha bozuk” olur.

Zulmeden bir firavun, sömüren bir Karun, yoldan çıkan bir Nemrud bu bozulmanın somut örnekleridir. Vahyin terbiyesinden, hakikat nurundan uzaklaşmış her insan, potansiyel bir tehlikeye dönüşür. Öyle ki, zalimleşir, firavunlaşır, koca toplumları karanlığa sürükler.

Fakat burada bir hikmet parıltısı daha saklıdır: Madem insan bu kadar yüksek ve bu kadar tehlikeli olabilir, demek ki terbiye ile, eğitimle, imanla ve ibadetle de o kadar nurlu, faydalı, mübarek ve yüce bir kıvama ulaşabilir. İşte bu sebeple, en büyük yatırım insanın ıslahına yapılan yatırımdır. Eğitim, tebliğ, ahlak, dua ve ibadetle insanı asli hüviyetine döndürmek, insanlık için en büyük hizmettir.

**

Sonuç ve Özet:

Risale-i Nur’da verilen temsildeki gibi, yağ bozulduğunda nasıl zehir gibi oluyorsa, insan da bozulduğunda sadece kendini değil, çevresini ve toplumu da ifsat eden bir musibet haline gelir. İnsanı üstün kılan akıl, irade ve ruh gibi meziyetler onu hem melekten üstün hem de şeytandan aşağı bir seviyeye taşıyabilir. Bu sebeple insanın ıslahı, dünyanın ıslahı demektir. Çünkü en büyük iyilik de, en büyük kötülük de insan eliyle olur.