Ceza Neden Vardır?

Ceza Neden Vardır?

Adaletin İlâhî Boyutu: Cezanın Ruhlara Tesir Eden Yüzü
Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’sinde Ceza Hukuku, Vicdan ve Ruh İlişkisi Üzerine Düşündürücü Bir Makale

Toplumlar suçları önlemek için cezalar koyarlar. Ama sadece bir korkutma veya caydırma aracı olarak mı?
Yoksa cezanın daha derin bir anlamı, daha ruhî bir boyutu var mıdır?

Bediüzzaman Said Nursî, cezanın yalnızca zahiri bir yaptırım değil, dahili bir eğitim ve ilahî adaletin tecellisi olduğunu ifade eder. Hutbe-i Şamiye’de şöyle der:

> “Had ve ceza, emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbâniye namına icra edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mâhiyetindeki latîfeleri müteessir ve alâkadar olurlar.”

Bu cümle; hukukun, adaletin, cezanın sadece bedene değil, insanın iç dünyasına hitap etmesi gerektiğini anlatır. Gerçek cezalandırma, sadece cezalandırmak için değil; ıslah etmek, uyarıcı olmak ve ruhu eğitmek içindir.

  1. Emr-i İlâhî Namına Olmayan Ceza, Kuru Bir Şiddettir

Modern hukuk sistemlerinde cezalar genelde dünyevî düzenin devamı için uygulanır. Fakat bu uygulama, çoğu zaman vicdanlarda makes bulmaz, çünkü:

Sadece beden cezalandırılır, ruh muhatap alınmaz.

Ceza, emr-i İlâhî adına değil, salt otorite adına verilir.

Hüküm, adalet duygusundan çok, politik dengeyi korumak adına yürütülür.

Bu hâlde ceza, ıslah değil; intikam yahut sindirme halini alır. İnsanlar cezadan ibret almaz, aksine nefret eder.

Oysa İslam’da hadler ve cezalar, nefsin arzu ve hevesine değil, Allah’ın emrine dayanır. Bu nedenle vicdanlar onu adalet olarak kabul eder, hatta ruhlar o cezada bir şifa hisseder.

  1. Ruh, Akıl, Vicdan ve İnsanî Latifeler Ceza ile Neden İlgilenir?

Bediüzzaman, cezanın sadece dışa değil, insanın iç âlemine etkili olması gerektiğini şöyle açıklar:

> “Ruh, akıl, vicdan ve insaniyetin latîfeleri müteessir ve alâkadar olurlar.”

Bu şu demektir:

Ruh: Cezanın haklılığını hissederse huzur bulur; değilse isyan eder.

Akıl: Cezanın hikmetini anlarsa, adalete teslim olur.

Vicdan: Zulümle değil, hakkaniyetle verilen cezaya boyun eğer.

Latîfeler: İnsan fıtratındaki ince duygular, adaletle tatmin olur; zulümle yaralanır.

Bu unsurlar cezadan etkilenmiyorsa, verilen hüküm sadece şeklen geçerlidir; hakikatte ruhsuzdur ve yozlaştırıcı olabilir.

  1. Ceza, Adalet Olursa Toplumu Tedavi Eder

Adalet, sadece suçluyu cezalandırmak değil, toplumu ıslah etmek demektir.
Ceza, şayet:

Emr-i İlâhîye dayanıyorsa,

İlâhî adaleti temsil ediyorsa,

Vicdanları tatmin ediyorsa,

o zaman cezalandırılan bile adaletle muhatap olduğunun farkında olur.
Nitekim Hz. Ömer zamanında bir hırsıza şeriat gereği ceza verildiğinde, o kişi adaletin işlediğini kabul ederek tevekkülle cezayı karşılamıştır. Çünkü biliyordu ki o ceza bir gazap değil, ıslah vesilesiydi.

  1. Ceza Vermek Değil, Cezada Allah’ın Hakkını Gözetmek Esastır

İslam hukukunda cezaların uygulama gayesi:

İntikam almak değil,

Caydırmak değil sadece,

Belki adaleti temsil etmek ve topluma emniyet vermektir.

Bu ancak cezayı uygulayan kişi veya sistemin, Allah’ın emrini yerine getirdiği bilinciyle hareket etmesiyle mümkündür.

Eğer ceza:

Şahsi öfkeyle,

Nefretle,

Keyfilikle verilirse,

ceza olmaktan çıkar, zulme dönüşür.

  1. Bugünün Hukuku ve Bediüzzaman’ın Uyarısı

Modern ceza sistemleri, çoğu zaman insanın sadece maddî yönünü dikkate alır. Ruh, kalp, vicdan gibi derin boyutlar hesaba katılmaz.
Sonuç: Suç oranı düşmez, mahkûmlar ıslah olmaz, toplumda huzur artmaz.

Bediüzzaman’ın bu uyarısı, modern hukuk için de evrensel bir ders niteliğindedir:

> “Eğer adalet-i Rabbâniye’yi temsil etmiyorsa, ruhlar ürker, vicdanlar acır, insanlık incinir.”

Sonuç: Cezada Adalet Olmalı ki, Hem Beden Hem Ruh Tedavi Olsun

Ceza, kuru bir hüküm değildir. O bir mesajdır: Hem suçluya, hem topluma, hem vicdana…
Bu mesaj ancak Allah’ın adıyla, adaletin ruhuyla verilirse kalplerde makes bulur.
Aksi halde, cezalar şiddet üretir, kin doğurur, vicdanı yaralar.

O hâlde adaletin hem şekli hem ruhu Allah’a dayanmalı, ceza sadece hâkimin değil, Hâkim-i Mutlak’ın adına verilmelidir.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, cezanın gerçek anlamının, onun emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbâniye namına uygulanmasında yattığını ifade eder. Böylece ceza sadece bir bedenî yaptırım değil, ruhu da etkileyen bir ıslah ve ikaz olur. Ruh, akıl, vicdan ve insanî latifeler, ancak Allah’ın emrine dayanan cezayla tatmin olur. Bu yaklaşım, İslâm hukukunun kalbinde yatan adalet anlayışını öne çıkarır.
Gerçek adalet, Allah adına verildiğinde insana hem dünya hem ahiret huzuru getirir.

 




Adaletin Gölgesinde Yaşamak

Adaletin Gölgesinde Yaşamak

Adalet Gecikirse Kıyamet Erken Gelir
Hutbe-i Şamiye’deki İlâhî İkaz: Adaletin Terkine Karşı İlâhî Tokat ve Kıyametin Gölgesi

Adalet, bir toplumun varlık şartıdır.
Bir millet; ne orduyla, ne parayla, ne sanayiyle ayakta kalır.
Eğer adalet yoksa, toplumun sinirleri kopmuş, ruhu sönmüş, gövdesi boşalmış olur.

İşte bu gerçeği Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de şöyle dile getirir:

> “Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adâlet-i İlâhiye namına ve hakâik-i İslâmiye dâiresinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak; anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silâh edecekler.”

Bu, sadece bir tehdit değil, yaşanmış ve yaşanacak bir hakikatin haberidir.
Zira tarihte nice milletler adaleti terk edip cezasını kıyamet gibi felaketlerle ödemiştir.
Şimdi aynı tehlike beşerin ensesindedir.

  1. Adalet-i İlâhiye Namına Hüküm Vermek Ne Demektir?

Adalet, sadece düzen kurmak için değil; aynı zamanda Allah’ın bir ismini yeryüzünde temsil etmek içindir.
“Adalet-i İlâhiye namına mahkeme kurmak” demek:

Ceza verirken kin değil, hak gözetmek,

Hüküm verirken heva değil, vahiy ölçüsünü esas almak,

Şahsa göre değil, hakikate göre karar vermektir.

İşte bu tarz bir adalet, insanı da toplumu da diriltir.
Bediüzzaman’ın bu ifadesi, adaletin sadece dünyevî bir düzen değil, uhrevî bir temsiliyet olduğunu anlatır.

  1. İslam Hakikatlerinden Uzak Mahkemeler Ne Doğurur?

Modern mahkemelerin çoğu, ne vahye dayanır, ne de ahlâkî sorumluluk taşır.
Sonuç?

Suçlu serbest, mazlum mahkûm olur.

Güçlü haklı sayılır, zayıf ezilir.

Adalet “şekil” olarak var, “ruh” olarak kayıptır.

Bediüzzaman bu tarz adalet boşluğunu şöyle yorumlar:

> “Maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak.”

Yani:

Toplumda kargaşa olur,

Değerler yıkılır,

Fertler güvenini kaybeder,

Anarşi doğar,

Nihayet, beşer kendi elleriyle kıyameti çağırır.

  1. Anarşiye ve Ye’cüc-Me’cüce Teslim Olmak Ne Demektir?

Bediüzzaman, anarşi ve Ye’cüc-Me’cüc kavramlarını mecaz ve hakikat dairesinde çok yerinde kullanır.

Anarşi: Hukuksuzluk, düzensizlik, herkesin kendi keyfine göre hükmetmesidir.
Bu ortamda ne insanın canı, ne malı, ne de namusu güvence altındadır.

Ye’cüc ve Me’cüc: Kur’an’da bildirilen, kıyamet alametlerinden olan yıkıcı ve azgın topluluklardır.
Bu mecazla; modern çağın kontrolsüz, yıkıcı, sapkın, değer tanımaz güçleri kastedilmiş olabilir.

Bu tür kaos odaklarına karşı direnmenin tek yolu, hakiki İslam adaletini hâkim kılmaktır.
Aksi takdirde, toplum “teslim-i silah” eder, yani değerlerinden, hukukundan, hatta istikbalinden vazgeçer.

  1. Beşer Aklını Başına Ne Zaman Alacak?

Bediüzzaman’ın “beşer aklını başına almalı” ifadesi, toplumsal bir tevbeye çağrıdır.
Bu uyanış:

Sadece kanun yapıcıları değil,

Her bireyi, her mü’mini, her idareciyi kapsar.

Bu uyanışla:

Şeriata dayalı adalet,

Vicdana hitap eden hukuk,

İnsan onurunu koruyan sistem kurulabilir.

Yoksa beşer:

Teknolojiyle ilerlese de,

Zenginleşse de,

Silah üretse de,

adaleti kaybettiği anda, helâke doğru koşuyor demektir.

Sonuç: İlâhî Adaletin Gölgesine Dönmeyen, Kıyameti Kendi Elleriyla Getirir

Bugün beşerin elindeki en büyük kriz sadece ekonomi ya da siyaset değildir.
Asıl kriz, adaletsizlik krizidir.

Mahkemeler şeklen var, ruhen çürük.

Yasalar detaylı ama vicdansız.

Hâkimler güçlü ama sorumluluk duygusu eksik.

Bediüzzaman, bu krize karşı Kur’ânî reçeteyi sunar:
İlâhî adalete dayalı mahkemeler kurmak ve İslamî hakikatleri esas almak.

Yoksa:

> “Kıyamet başa kopar, anarşiye teslim olunur, ve nihayet insanlık felç olur.”

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de beşerin gerçek kurtuluşunun, İlâhî adalet adına, İslâmî esaslara dayalı mahkemeler kurmakla mümkün olacağını anlatır. Aksi takdirde, hem maddî hem mânevî kıyametler, anarşi ve bozgunculuk beşeri esir alır. Anarşi ve Ye’cüc-Me’cüc misali güçler, adaletsiz toplumlarda kök salar. Bu sebeple çözüm; yeniden Allah merkezli, adalet odaklı, vicdana hitap eden bir hukuk sistemine dönmektir.
Adalet yıkılırsa dünya yıkılır. Adalet ayağa kalkarsa beşer kurtulur.

 




Tevfik Mi İstiyorsun? O Halde Tevfik-i Hareket Et!

Tevfik Mi İstiyorsun? O Halde Tevfik-i Hareket Et!

“Ey evliyâ-i umûr! Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira mâruf umum enbiyanın memalik-i İslâmiye ve Osmâniye’den zuhuru, kader-i İlâhî’nin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülatının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziyâ-yı İslâmiyet ile neşv ü nemâ bulacaktır.

   Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdatı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin mes’eleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü. Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.”
Hutbe-i Şamiye

Diyanet Buharıyla İşleyen Bir Medeniyet Makinesi
Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’sinde İslâmiyet, Tevfik ve Toplumsal Diriliş Üzerine Derin Bir Tahlil

İslam medeniyetinin son üç asırda yaşadığı sarsıntıların ardında yatan en büyük sebep neydi?
Silah üstünlüğü mü? Ekonomi geriliği mi? Eğitim zaafı mı?

Hayır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadeleriyle asıl sebep şudur:

> “Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.”

İşte asıl teşhis budur. Kalbî, içtimâî, siyasî ve askerî hastalıkların tedavisi; diyanetin kuvvetlendirilmesiyle, yani dinin hayatın merkezine tekrar yerleştirilmesiyle mümkündür.

  1. Tevfik İstiyorsan, Âdetullah Kanunlarına Uyun

Bediüzzaman, tevfik kavramını yani başarı, ilahî yardım ve sonuç alma yollarını doğrudan sünnetullah (Allah’ın evrensel kanunları) ile irtibatlandırır:

> “Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz.”

Bu şu demektir:

Kalkınmak mı istiyorsun? Bilimde çalışacaksın.

Zafer mi istiyorsun? Sebepleri yerine getireceksin.

Diriliş mi istiyorsun? Dine ve ahlaka sarılacaksın.

Aksi takdirde, tevfiksizlik, yani hem Allah’ın hem halkın rızasından mahrumiyet kaçınılmazdır.
Dua edilir, ama amel edilmezse cevap gelmez.
Kur’an’a inanılır, ama onun sistemine sırt çevrilirse, yardım da gelmez.

  1. Diyanet: Bu Asya’nın Buharı, Bu Medeniyetin Ruhu

Bediüzzaman’ın şu teşbihi eşsizdir:

> “Bu memleket insanlarının makine-i tekemmülatının buharı diyanettir.”

Yani:

İslâm ümmetinin ilerlemesinin motoru: dinî şuurdur.

Ruhsuz bir makine çalışamaz, buharsız bir sistem yürümez.

Din olmadan insan olur, ama mukaddes hedefleri olan bir insanlık oluşamaz.

Bu yüzden Asya’nın, Afrika’nın, Rumeli’nin yeniden yeşermesi, İslâm’ın nuruyla neşv ü nemâ bulmasına bağlıdır.

  1. Dünya İçin Din Feda Edilirse Ne Olur?

Tarihin en büyük facialarından biri, dünyevî kazançlar uğruna dinin bir kenara itilmesidir.
Bediüzzaman bu gafleti şu sert ifadelerle anlatır:

> “Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi.”

Bu tarihî hakikat, bize şunu gösteriyor:

Bir zamanlar dini meseleler, siyasî statülerin korunması adına feda edildi.

Şeriatın esasları “gereksiz detaylar” diye bastırıldı.

Neticede sadece din zayıflamadı; millet de çöktü.

Çünkü dinin feda edilmesinden hiçbir fayda çıkmadı; sadece:

Zillet geldi,

Zulüm yayıldı,

Cehalet kökleşti.

  1. Kalbin Hastalığı: Zaaf-ı Diyanet

Bir millette sosyal yozlaşma, ahlâkî çöküntü, haksızlık, vurdumduymazlık arttıysa; teşhis açıktır:
Zaaf-ı diyanet.

Yani:

Allah korkusu azalmış,

Ahiret inancı zayıflamış,

Dinin hayatla bağı kesilmiş demektir.

Peki tedavi?

> “Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.”

Yani:

Camiler canlandırılmalı,

Eğitim dine dayanmalı,

Ahlâk Kur’an’la beslenmeli,

Yöneticiler Allah’ı unutmayacak şekilde idare etmeli.

  1. Tevfik-i İlâhîye Giden Yol: Dine Dönüş, Zulmü Terk

Bediüzzaman’ın verdiği reçete çok nettir:

Dini esas alın,

Adaleti ilahî ölçülerle tesis edin,

Batıl rejimler uğruna dine zarar vermeyin,

Dinle hayatı birleştirin,

Maneviyatı ihya edin.

Aksi takdirde, tevfik değil, taksim-i gazap gelir.
Zafer değil, zillet gelir.

Sonuç: Buhar Kesilirse Makine Durur

İslâm coğrafyası bugün de hâlâ bir çıkmazda.
Savaşlar, iç çatışmalar, yolsuzluklar, kimlik bunalımları…

Bunların çözümü ne batıdan gelen siyasi reçetelerde, ne de sadece ekonomik planlamalarda gizli.
Asıl çözüm, milletin ruhuna hayat veren buharda: diyanette.

Bediüzzaman’ın çağlar üstü uyarısını hatırlayalım:

> “Makine-i tekemmülatın buharı diyanettir.”

Buhar kesilirse, teker durur.
Diyanet zayıflarsa, millet de dağılır.
O hâlde önce kalpler dirilmeli ki toplum da dirilsin.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de milletin en büyük hastalığının “zaaf-ı diyanet” olduğunu tespit eder. Tevfik ve kalkınma, ancak Allah’ın kanunlarına ve İslâm’ın hakikatlerine uygun hareket edilirse mümkündür. Dinin dünyevî çıkarlar uğruna feda edilmesi, sadece zarara yol açar. Medeniyetin ruhu İslâm’dır; onunla kalkınılır, onsuz yıkım kaçınılmaz olur.
O hâlde çözüm: Dinî şuurun ihyası, adaletin İlâhî temellere oturtulması ve milletin manevî bünyesinin kuvvetlendirilmesidir.

 




İlkesiz Siyasetin Tuzakları: Dünü Yalanlayan Bugünler

İlkesiz Siyasetin Tuzakları: Dünü Yalanlayan Bugünler

Siyaset, aslında millete hizmetin en yüksek ve sorumlu alanıdır. Fakat bu alan ne zaman ki menfaatlerin, şahsi hesapların ve dünyevi hesapların mezbahasına dönerse, o zaman hakikatin sesi kısılır, ilkenin yerini ilkesizlik alır, istikametin yerine istikrarsızlık geçer.

Ana muhalefet partisi olarak uzun yıllardır siyasetin içinde bulunan bir parti, zaman zaman iktidara da gelmiş, zaman zaman mecliste baskın bir konumda bulunmuştur. Ancak dikkat çeken bir husus var ki, bu partinin siyaset tarzı çoğu zaman hırçınlık, mızıkçılık, inkâr ve dönüşlerle örülüdür. Bir gün söylediklerini ertesi gün inkâr eden, dün “asla” dediği yere bugün koşarak dönen, dün yerin dibine soktuğu kişi veya yapıyla bugün kol kola yürüyen bir çizgi; siyasette itibar değil, istikrarsızlık doğurur.

Tükürdüğünü Yalamak Değil, Hakkı Ayakta Tutmak Gerek

Siyasette elbette zaman zaman taktiksel değişiklikler, şartlara göre stratejik pozisyonlar olabilir. Ancak bu değişim, eğer bir ilkeye dayanmazsa, samimiyetsizlikle yoğrulmuş bir menfaat çarkından başka bir şey değildir. Bugün halkın dikkatinden kaçmayan en önemli meselelerden biri de budur: Dün büyük laflar eden, hatta “yemin” edenlerin bugün sanki hiçbir şey olmamış gibi geri dönmeleri…

Bir siyasetçinin kendi durduğu yeri ve ilkesini koruyamaması, onu sadece şahsî olarak değil, temsil ettiği kitleyi de itibarsızlaştırır. “Siyaset sanatı mümkün olanı elde etme sanatıdır” sözü, ilkesizliğe kılıf yapılmamalıdır. Çünkü siyaset, en çok da tutarlılıkla büyür; en az da çark etmekle küçülür.

Sözde Muhalefet, Özde Hedefsiz

Sürekli bağırmak, kavga etmek, her şeye karşı çıkmak da bir siyaset değildir. Hırçınlıkla muhalefet yapılmaz. Yapıcı bir tutum, milletin derdine çare arayan bir öneri sunulmadıkça, muhalefet yalnızca gürültüye dönüşür. Bu hırçınlık ve çatışmacı üslup halk nezdinde güvensizlik doğurur.

Muhalefet olmak, karşı olmak değil; doğruya doğru, yanlışa yanlış demektir. Ama bazı muhalefet çizgileri, sadece karşıtlıkla beslenip, milletten değil, kurgulanmış algılardan destek ummaktadır. Böyle bir muhalefet tarzı, siyaseti bir ilke savaşı değil, bir koltuk pazarlığına dönüştürür.

Menfaat Siyaseti Değil, Vicdan Siyaseti

Bugün siyaset dünyasının en büyük açmazı, insanları ideallerine değil; çıkarlarına göre yönlendirmesidir. Ne yazık ki birçok siyasi aktör, bir zamanlar “asla!” dediği yere “aman” diyerek yöneliyor. Dün “hain” dediğiyle bugün fotoğraf veriyor. Dün yere göğe sığdıramadığıyla bugün mahkemelik oluyor. Siyaset bu kadar yüzeysel, bu kadar kaygan, bu kadar güvenilmez hale geldiğinde, halk sadece siyasetten değil, yönetimden de soğuyor.

Bu yüzden unutulmamalı ki, menfaat uğruna dününü yalanlayan biri, yarınını da inkâr eder.

Sonuç ve Özet

Bu makalede, özellikle ana muhalefet partisi özelinde ama genelde tüm siyaset kurumları için geçerli olan şu gerçek vurgulandı:
İlkesizlik ve hırçınlık, uzun vadede itibarsızlığa yol açar.
Tükürdüğünü yalamak tabiriyle özetlenen bu ilkesiz dönüşler, halkın hafızasında derin izler bırakır. Siyaset, tutarlılık ve ilkelerle büyür. Dünle bugünü çelişen siyaset, geleceğe güven veremez.

 




Saadetin Sırrı: Marifetullah ve Muhabbetullahın İzinde Hakiki Lezzet

Saadetin Sırrı: Marifetullah ve Muhabbetullahın İzinde Hakiki Lezzet
(Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat’taki Hikmetli Sözünden Yola Çıkarak)

“Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz.

   Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara ya bi’l-kuvve veya bilfiil mazhardır.

   Onu hakiki tanımayan, sevmeyen nihayetsiz şakavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptela olur. ”
Mektubat

Giriş: Lezzet Nerede?

Modern insan, mutluluğu dış koşullarda; zenginlikte, şöhrette, eğlencede veya haz merkezli tatminlerde aramaya devam ederken, ruhunun derinliklerinden yükselen gerçek tatminsizlik çığlıklarını duymamaya çalışır. Gözle görülmeyen, elle tutulmayan ama inkâr edilemeyen bir eksiklik, kalpte susmayan bir özlem vardır. İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin şu ifadeleri bize bir anahtar sunar:

> “Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz.”

Bu cümle, yalnız bir dinî nasihat değil; aynı zamanda bir varoluş haritası, bir saadet reçetesi ve ruhun öz hakikatine yapılan bir çağrıdır.

Marifetullah: Tanımadan Sevemezsin

Marifetullah, Allah’ı tanımak ve bilmek anlamına gelir. Ama bu bilgi kuru bir ezber veya kavramsal bir tanım değil, kalpte yankı bulan bir huzur bilgisidir. Göklerin sütunsuz oluşunu, kalbin ihtiyaçlarını, ölümün kaçınılmazlığını ve kainattaki mükemmel düzeni düşünen her akıl, bir Yaratıcı’nın varlığını hisseder. Ama bu his tanıma ile derinleşir, isim ve sıfatlarıyla buluşunca imanın lezzetine dönüşür.

Bediüzzaman der ki:

> “Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara ya bil-kuvve veya bilfiil mazhardır.”

Bu, Allah’ı tanıyanın dünyada dahi bir nurla yaşadığını, ahirette ise bu nurun sonsuz saadete dönüşeceğini gösterir.

Muhabbetullah: Sevmeden Yaşanmaz

Muhabbetullah, Allah’ı sevmek demektir. Bu sevgi, ilmin meyvesidir. Tanımayan sevemez. Tanıyıp da kalbi uyanmayanın da sevgisi kuru bir iddiadır. Ama gerçekten tanıyıp seven bir insan, kainatı ve içindeki her şeyi O’nun bir eseri, bir mektubu gibi görür.

Allah sevgisi, insanı başıboşluktan, anlamsızlıktan, korkudan kurtarır. Çünkü seven bir kalp bilir ki, kendisini seven ve onu terk etmeyecek bir Rab vardır. Bu sevgi, insanın ruhani kıblesi olur. Bütün fani sevgilerdeki kırılmalar, hayal kırıklıkları ve acılar, bu sevginin ebedîliği ile telafi edilir.

Onu Tanımayanın Akıbeti: Şekavet ve Vehim

> “Onu hakiki tanımayan, sevmeyen nihayetsiz şakavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptela olur.”

Bu cümle, sadece ahirette değil, dünyada da azabın başladığını ifade eder. Allah’ı tanımayan insan, boşlukta sallanan bir yaprak gibidir. Ölümden korkar, hayatın yükünden bunalır, anlamı kaybeder. Kalbi tatmin olmaz, ruhu huzur bulmaz. Her şey onun için ya sıkıcı, ya korkutucu ya da anlamsızdır. Çünkü:

Şekavet (bedbahtlık): Hayatın anlamını kaybetmenin verdiği iç karanlığıdır.

Âlâm (acı): Doymayan nefis ve tatmin olmayan kalbin ıstırabıdır.

Evham (kuruntular): Gelecek korkusu, ölüm endişesi, yokluk vehmidir.

Bunların tümü, Allah’ı tanımayan kalbin azabıdır. Ve bu azap, bazen lüks içinde bile yaşanabilir. Çünkü saadet, sahip olmakta değil; bağ kurmakta, anlam bulmakta ve güven duymaktadır.

Düşündürücü Bir Temsil: Tatlı ile Zehir

Düşünün ki biri size iki bardak sunuyor. Biri dıştan şık, ama içinde zehir var. Diğeri sade, ama içinde şifa dolu bir tatlı. Allah’ı tanımayan hayat, dıştan parlak ama içi boş ve zehirli bir bardaktır. Şekavet, evham ve âlâm ile doludur. Allah’ı tanıyanın hayatı ise sade gibi görünse de tat ve lezzetle doludur. Çünkü içindekini bilen, dış görünüşe aldanmaz.

Sonuç: Kalbin Gerçek Gıdası

İnsan ruhu, sadece maddi nimetlerle değil, marifet ve muhabbetle beslenir. Allah’ı tanımayan kalp aç kalır, Allah’ı sevmeyen ruh kurur. Bediüzzaman’ın bu veciz sözü, bir çağrıdır: Tanı ki sevebilesin, sev ki saadet bulasın.

ÖZET:

Hakiki saadet, Allah’ı tanımak (marifetullah) ve sevmekle (muhabbetullah) mümkündür.

Tanımayan ve sevmeyen insan, dünyada ve ahirette şekavet, acı ve kuruntularla baş başa kalır.

Allah’ı tanımak, kainata ve hayata anlam kazandırır; Allah’ı sevmek ise bu anlamı lezzete dönüştürür.

İnsanın kalbi, hakiki gıdasını sadece Allah’la bağ kurarak bulur.

 




Alçaklığın Âlâsı: Firavunluğu Aşan Zulüm

Alçaklığın Âlâsı: Firavunluğu Aşan Zulüm

Bazı zulümler vardır ki, sessiz kalmak bile bir suç olur. Bazı acılar vardır ki, kelimeler yetmez; insanlık, utancından başını öne eğer. İşte bugün Gazze’de yaşananlar böyle bir hâdisedir. İsrail, tüm dünyanın gözü önünde, “güvenli bölge” ilan ettiği Mevasi’deki çadırları vurdu. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar ve yaralılar diri diri toprağa gömüldü. Enkaz altında kalanları kurtarmak için yakıt yoktu; insanlar çubuklarla, elleriyle toprağı kazdı. Modern çağın ortasında, vahşetin en ilkel biçimi sahneleniyor.

Bu yaşananlar, sadece bir savaş suçu değil; bir akıl tutulması, bir vicdan iflâsı, bir insanlık cinayetidir.

Güvenli Bölge Yalanı: Masumiyetin Tuzağa Düşürülmesi

İsrail’in “güvenli bölge” diyerek insanları topladığı alanları bombalaması, tarihî anlamda en alçak stratejilerden biridir. Çünkü bu, yalnızca bir bombalama değil; aynı zamanda güveni istismar, korunma umudunu tuzağa dönüştürme, çaresizliği kullanma suçudur.

Böylesi bir ihanet, sadece bedenleri değil; hakikati, ahlâkı ve insanlık onurunu da paramparça eder.

Firavunluğu Aşan Bir Zalimlik

Kur’an-ı Kerîm’de Firavun’un zulmü anlatılırken onun bebekleri öldürmesi, kadınları sağ bırakıp aşağılaması ve kibirle yeryüzünde bozgunculuk yapması zikredilir. Bugün ise bu zulüm, Netenyahu ve onun gibilerde daha da sistematik, daha da teknik ve daha da küresel hale gelmiştir. Artık zulüm, sadece kılıçla değil; drone’la, ambargoyla, medya manipülasyonuyla, diplomatik ikiyüzlülükle yapılmaktadır.

Eğer Kur’an bugün inseydi, birçok tefsir ehline göre şu ayet belki şöyle hitap ederdi:

> “Firavun insanları fırkalara ayırdı, onların bir kısmını zayıf bıraktı, oğullarını boğazladı, kadınlarını sağ bıraktı. Şüphesiz ki o bozgunculardandı.”
(Kasas, 4)

Bugün Gazze’de olanlar bu ayetin çağdaş bir yansımasıdır. O gün Firavun Nil’de boğdu; bugün bu çağdaş firavunlar, insanları ablukada, açlıkta, susuzlukta, çaresizlikte boğuyor.

Açlıkla Gelen Ölüm: Yavaş ve Sessiz Soykırım

Bugün çocuklar yalnızca bombalarla değil, açlıkla, ilaçsızlıkla, yoklukla ölüyor. Son bir ayda 6 çocuk açlıktan hayatını kaybetti. Toplam 66 kişi açlıktan öldü. Mama, besin takviyesi ve ilaçlar kasıtlı olarak engelleniyor. Bu, artık bir savaş değil, stratejik bir soykırımdır.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre bir insan yalnızca birkaç gün açlığa dayanabilir. Fakat bebekler için bu birkaç gün, birkaç saat olabilir. İşte İsrail, bu saatleri sayıyor; gıda tırlarının geçişini bilerek engelliyor. İnsanlık, göz göre göre açlığa terk ediliyor.

Zulümle Âbâd Olanın Sonu İflâh Olmaz

Tarih, Firavun’un akıbetini yazdı. Haman’ı, Nemrut’u, Ebu Leheb’i, Hitler’i, Mussolini’yi gördü. Hepsi gitti. Zulümle kurdukları tahtlar, mazlumların bedduasıyla yıkıldı. İsrail ve onu destekleyenler de şunu bilsin:

> “Zalimler için bir son vardır; Allah’ın adaleti asla şaşmaz.”

Bugün mazlum çocuktan çıkan bir “ah”, nice hükümeti, nice gücü devirecek kudrettedir. Belki sesleri zayıf, ama duaları arşı titretecek güçtedir.

Çare: Susmamak, Unutmamak, Dua ve Dayanışma

Bu çağda zalime karşı en büyük silah şuurdur. Bugün yapılması gerekenler:

Bu zulmü unutmamak ve unutturmamak,

Her platformda zalimleri teşhir etmek,

Mazlumlara dua, yardım ve bilinçli destek vermek,

Sessiz kalmakla zalime ortak olmamaktır.

Zira sessizlik, zulmü onaylamaktır.

Özet:

İsrail’in Mevasi’deki “güvenli bölge” yalanıyla gerçekleştirdiği saldırılar, modern dünyanın en büyük utançlarından biridir. Çocukların açlıktan öldüğü, yardımların engellendiği, insanlığın toprağa gömüldüğü bu tabloda, zulüm yalnızca silahla değil; açlık, ambargo ve ikiyüzlülükle yapılmaktadır. Bu zulüm, Firavun’unkini bile geride bırakmıştır. Ancak tarih göstermiştir ki, hiçbir zalim sonsuza kadar ayakta kalmamış, mazlumun duası ve sabrı mutlaka karşılık bulmuştur. Bugün ümmete düşen görev; bu zulmü unutmamak, susmamak ve hem fiilî hem manevî mücadeleyi sürdürmektir.

 




Hedef Ne, Yol Nereye?

Hedef Ne, Yol Nereye?

“Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberî’yi ihyâ etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ ve kılıncımız da berâhin-i kâtıa ve maksadımız i’lâ-yı Kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü’min mânen müntesibdir. Sureten intisab ise, Sünnet-i Nebeviye’yi kendi âleminde ihyâya azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan ulemâ ve meşayih ve talebeyi, şeriat namına ittihada dâvet ederiz. ”
Hutbe-i Şamiye

Mesleğimiz: Ahlâk-ı Muhammediye ile Yaşamak, Sünnet-i Seniyye ile Dirilmek
Hutbe-i Şamiye’de Kurulan Manevî Cemaate ve İslâmî Dirilişe Dair Düşündürücü Bir Makale

Dünya bir yolculuktur. Her yolun bir hedefi, her hedefin bir yol haritası vardır.
Müslümanın hedefi: i’lâ-yı kelimetullah; yani Allah’ın ismini yüceltmek, O’nun dinini hayata hâkim kılmaktır.
Peki bu hedefe hangi yolla ulaşılır?

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu soruya veciz ve derinlikli bir cevap verir:

> “Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberî’yi ihyâ etmektir.”

İşte bu söz, hem bir mensubiyet bildirisi hem de bir medeniyet manifestosudur.

  1. Ahlâk-ı Ahmediye: Müslümanın Şahsiyet Reçetesi

Peygamber Efendimiz (sav), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur.
Bediüzzaman ise bu ahlâkı bir yol, bir meslek, bir hayat tarzı olarak belirler.

Bu ahlâk neyi kapsar?

Merhameti: Kaba kuvvete karşı rahmet.

Sadakati: İftiraya ve yalana karşı dosdoğru duruş.

Hilm ve sabrı: Öfkeye ve nefrete karşı soğukkanlılık.

Adaleti: Zümrecilik yerine hakkı üstün tutmak.

Tevazuu: Kibre, gurura ve riyaya karşı bir zırh.

Bugün dünyayı karartan şey, ahlâkın bu temel direklerinin yıkılmış olmasıdır.
O hâlde yeniden ihya ancak bu ahlâkla mümkündür.

  1. Sünnet-i Seniyye: Hayatın İlâhî Projesi

Bediüzzaman’ın “Sünnet-i Peygamberî’yi ihya etmek” çağrısı, sadece ibadetlerin şekliyle ilgili değil; bir hayat nizamını diriltmek anlamındadır.

Sünnet:

Yalnız namaz kılmak değildir; namazın ahlâkını yaşamaktır.

Sadece sakal bırakmak değildir; sakalın vakarını taşımaktır.

Sadece tesettür değildir; iffetli bir bakışı muhafaza etmektir.

Sadece yemek adabı değildir; israftan uzak bir hayat kurmaktır.

Kısacası sünnet, Allah’la, insanla ve kainatla kurulan dengenin adıdır.
Bu dengenin ihyası, hem ferdî huzur hem de içtimâî diriliştir.

  1. Kılıncımız: Delil, Burhan, İlim ve Hikmet

Bediüzzaman’ın şu cümlesi dikkat çekicidir:

> “Kılıncımız berâhin-i kâtıadır.”
(Kesin deliller, sağlam hüccetler)

Bu çağrıda ne kan var ne şiddet.
Çünkü Müslümanın asıl silahı:

Bilgidir,

Hikmettir,

Tevazu ve nezaketle birlikte gelen hakikattir.

Öyle ki en keskin kılıç, bir hakikati yerinde ve hikmetle söyleyebilmektir.
Bugün zihinler savaşında, imanla yoğrulmuş bir ilim, en büyük cihattır.

  1. Cemaat: İman Birliği, Ahlâk Birliği, Sünnet Birliği

Bediüzzaman bu cemaate mensubiyeti şöyle tanımlar:

> “Cemaatimize herbir mü’min mânen müntesibdir.”

Bu ne demektir?

Aynı tarikata girmek değil,

Aynı zikir halkasında olmak değil,

Aynı derneğe üye olmak hiç değil…

Belki:

Sünnet-i Nebeviyye’yi ihya etme azmini taşıyan her mümin, bu manevî cemaatin bir ferdidir.

Bu cemaatin üyeliği, ihlasla, sadakatle, amelle kazanılır.

Ve bu üyeliğe herkese açık bir davet vardır: Özellikle ulemâya, meşayihe, talebelere.

Yani bu çağrı, zümresel değil; ümmet çapındadır.

  1. İ’lâ-yı Kelimetullah: Tüm Gayretlerin Asıl Gayesi

Bu yolun amacı şudur:

> “Maksadımız i’lâ-yı Kelimetullahtır.”

Yani:

Allah’ın ismini,

O’nun emirlerini,

O’nun adaletini,

O’nun rızasını toplumda hâkim kılmak.

Ne devlet kurmak, ne menfaat elde etmek, ne de şahsî şöhret için değil…
Sadece ve sadece Allah’ın rızası için bir araya gelmek.
İşte bu, her devrin en sarsılmaz davasıdır.

Sonuç: Yol Açık, Rehber Hazır, Azim Gerek

Bediüzzaman’ın bu pasajda çizdiği yol:

Ahlâkî temelli,

Sünnet eksenli,

İlme dayalı,

Şiddetten uzak,

İhlasla yürüyen bir manevî harekettir.

Bugün bu yol hâlâ geçerlidir.
Ve hâlâ insanlığı kurtaracak tek yoldur.
O hâlde yapılacak şey, bu yolu kişisel ve toplumsal ölçekte yeniden yaşamaktır.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de Müslümanın hakiki mesleğini tanımlar: Ahlâk-ı Muhammediye ile ahlâklanmak, Sünnet-i Seniyye’yi hayatın her alanında ihya etmek, delil ve hikmetle hareket etmek ve nihayetinde i’lâ-yı Kelimetullah’ı gaye edinmek. Bu manevî cemaatin her mü’mini, bu yolda niyet ve amel ile mensubiyet kazanır. Bu davet sadece belli bir zümreye değil, ümmetin tümüne yöneliktir.
Çözüm; sünnetle yaşamak, ilimle konuşmak, ahlâkla şahlanmak ve Allah için birleşmektir.

 




Kalû Belâ’dan Günümüze Uzanan İttihadın Ruhu

Kalû Belâ’dan Günümüze Uzanan İttihadın Ruhu

“Biz Kalû Belâ’dan Cem’iyet-i Muhammedî’de (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz îmandır. Mâdem ki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü’min i’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdâd-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhıyla i’lâ-yı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz.”
Hutbe-i Şamiye

İ’lâ-yı Kelimetullah’ın Yeni Cephesi: Kalem, Sanat ve Bilimle Cihad
Hutbe-i Şamiye’nin Kalbinden Modern Çağa Işık Tutan Bir Mesaj

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözü, sadece bir hitap değil; bir kader bildirisi, bir iman yeminidir:

> “Biz Kalû Belâ’dan Cem’iyet-i Muhammedî’de (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz îmandır.”

Bu cümle, her Müslümanın aslında aynı “asli kimliğe” sahip olduğunu haykırır.
Farklı coğrafyalarda doğsak da, dillerimiz ayrı olsa da, mezhebî veya etnik köklerimiz farklı görünse de hepimiz aynı ittihadın çocuklarıyız:
Tevhid ittihadı.

İşte bu tevhid, kalpleri birleştiren, gayeleri tekleştiren, Kur’ân’ın ve Risalet’in merkezinde kurulan Cemiyet-i Muhammediyye’dir.

  1. Tevhid İttihadı: Ümmetin Doğuştan Bağlı Olduğu Birlik

Bediüzzaman bu ifadeyle diyor ki:

Müslümanlar arasında birlik ve kardeşlik yapay değil, ezelî ve İlâhî asıllıdır.

Tevhid, yalnızca Allah’ın birliğine iman değil, Müslümanların da tek bir vücut gibi hareket etmesi gerektiğinin temelidir.

Bu birlik: Irk, menfaat, hizip, ideoloji değil; imanla kurulur.

Bu durumda her Müslüman, sadece bireysel değil, ümmet adına bir sorumluluk taşıyan tevhid neferidir.

  1. İ’lâ-yı Kelimetullah: Çağın En Yüksek Vazifesi

> “Herbir mü’min i’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir.”

Bu, İslâm’ın yüceltilmesi, Allah’ın adının hem kalplerde hem toplumda hâkim kılınması vazifesidir.
Ancak asıl dikkat çekici olan şudur:

> “Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.”

Yani artık:

İ’lâ-yı Kelimetullah, yalnız minberle, yalnız kalemle değil;

Teknolojiyle, bilimle, sanatla, üretimle, sanayiyle de yapılmalıdır.

Bugünün küffarı kılıçla değil; ekonomiyle, medya gücüyle, kültür emperyalizmiyle saldırıyor.
O halde savunma hattı da buna göre yeniden tesis edilmelidir.

  1. En Büyük Düşman: Cehalet, Fakirlik ve Fikir Ayrılığı

> “…i’lâ-yı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz.”

Bediüzzaman, üç ana düşman sayar:

Cehil: Bilgi eksikliği değil, hikmetsiz yaşamak, tefekkürsüz inanmak, okumamak.

Fakr (fakirlik): Maddî zayıflık, üretimsizlik, ekonomik bağımlılık.

İhtilâf-ı efkâr: Dağınık akıllar, hizipçilik, ortak gayeye yönelmemek.

Bu düşmanlar, ne kılıçla, ne protestoyla, ne siyasi sloganlarla alt edilebilir.
Ancak:

Eğitimle,

Üretimle,

İlmi disiplinle,

Ortak ideal ve ihlasla alt edilebilir.

  1. Fen ve Sanat: Yeni Cihadın Silahı

> “Biz de, fen ve san’at silâhıyla…”

Müslümanlar, Batı’nın teknolojik üstünlüğüyle ezildikçe, sadece siyasi çareler aradılar.
Oysa çözüm çok daha kökten:

Fenle: Bilimsel gelişmeleri sahiplenerek, sadece takip değil üretici olarak.

Sanatla: İslâm estetiğini yeniden canlandırarak, ruhu incelten bir medeniyet anlayışıyla.

Artık camilerle birlikte laboratuvarlar da inşa edilmeli.
Medreselerle birlikte enstitüler kurulmalı.
Kürsüler kadar kameralar, ekranlar, sosyal medya platformları da İslâm için kullanılmalı.

Çünkü çağın cihadı, marifetle, hikmetle, estetikle yapılır.

Sonuç: Kalû Belâ’da Verilen Sözün Zamanı Geldi

Müslümanlar, Kalû Belâ’da “Evet Rabbimizsin” derken aslında tevhid sancağını taşımaya söz verdiler.
Bu söz, sadece bireysel ibadetlerle sınırlı bir görev değil, toplumsal bir misyondur.

Bugün Müslümanın görevi sadece namaz kılmak değil; bilim üretmektir.

Sadece dua etmek değil; aklı, kalbi ve eliyle ümmete faydalı olmaktır.

Sadece İslâm’ı konuşmak değil; İslâm’ı sanatla, bilimle, estetikle yaşatmaktır.

İ’lâ-yı Kelimetullah bugün; camide, sınıfta, fabrikada, sosyal medyada, sinema perdesinde, laboratuvarda yapılmak zorundadır.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de Müslümanların ezelî bir birlik olan “Cemiyet-i Muhammedî”ye mensup olduklarını hatırlatır ve her müminin İslâm’ı yüceltmekle mükellef olduğunu belirtir. Bu çağda i’lâ-yı Kelimetullah’ın en büyük vasıtası, fen ve sanatta ilerlemek, cehalet, fakirlik ve fikir kargaşasına karşı bilimle, hikmetle ve estetikle mücadele etmektir.
Artık cihadın yeni cephesi akıldır, bilgidir, üretimdir.
Kalû Belâ’da verdiğimiz sözü yerine getirme zamanı: Şimdi.

 




Biz muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur.

Biz muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur.”
Hutbe-i Şamiye

Muhabbet Fedailiği ve Elmas Kılınçlar: Şiddetsiz Cihadın Hakikat Nizamı
Bediüzzaman’ın Medeniyetler Arasında Kurduğu Vicdan Köprüsüne Dair Bir Tahlil

Giriş: Galibiyetin Yeni Yolu – Zorla Değil, Delille

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de dile getirdiği şu söz, sadece bir taktik değil, bir medeniyet duruşudur:

> “Şeriat-ı garrânın berâhin-i kâtıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.”

Bu ifade, İslâm’ın ruhuna uygun bir cihad anlayışını, yani akıl ve kalp temelli bir tebliğ metodunu esas alır.
Bu metot: Silahsız, ama sarsılmaz.
Zorlamasız, ama ikna edici.
Muhabbetle dolu, ama hedefinden şaşmaz.

  1. Şeriatın Elmas Kılınçları: Delil, Burhan ve Hakikat

“Şeriat-ı garrâ” yani parlak, göz kamaştırıcı ve hakikatli İslâm şeriatı, savaş kılıçlarıyla değil, elmas gibi keskin ve parlak hakikatlerle müdafaa edilir.

Bediüzzaman’ın “berâhin-i kâtıa” (kesin deliller) dediği bu silahlar şunlardır:

Kur’ân’ın mantıkî ve aklî hüccetleri

Peygamber Efendimiz’in ahlâkî mucizesi

İslâm’ın adalet ve rahmet sistematiği

Fıtratla barışık ahkâmı ve hikmetli kanunları

Bu delillerin keskinliği, hiçbir kılıçla kıyaslanamaz.
Çünkü bu kılınçlar, kalpleri yara yapmadan fetheder, akılları parçalamadan aydınlatır.

  1. Galebe Yolu: İkna ve İrfan

> “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir…”

Modern çağın insanı, “neden?” diye sorar.
Delil ister, ikna bekler. Artık kalpleri fethetmenin yolu:

Anlamaktan ve anlatmaktan,

İlim ve hikmetle yaklaşımdan,

Sabırlı bir eğitim ve irşad çizgisinden geçmektedir.

Silah zoruyla inanç olmaz. Olsa da kalıcı ve hakiki değildir.
Oysa Kur’ân ne buyurur?

> “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256)

İslâm’ın galibiyet metodu, muhatabını anlayan, dinleyen, sabırla anlatan bir muhabbet dilidir.

  1. Husûmet Değil, Muhabbet Fedailiği

Bediüzzaman’ın şu tarihi beyanı bir medeniyet şiarıdır:

> “Biz muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur.”

Bu söz, bir asabiyetin değil, şefkatin manifestosudur.
Fedailik; kendini adamak demektir,
Ama nefrete ve şiddete değil,
muhabbete, merhamete, diyaloga adamak.

Bu yaklaşım:

İslâm’ın bir korku dini değil, bir sevgi ve adalet dini olduğunu haykırır.

Düşmanlık üretmez, tam tersine kardeşliği tesis eder.

Muhatabını düşman olarak görmez, potansiyel bir kardeş ve hakikat arayıcısı olarak görür.

  1. Zamanın Ruhu: İkna ve Hikmetle Cihad

Artık kılıç çağında değiliz.
Kılıçlar yerini:

Kalemlere,

Ekranlara,

Dijital medya araçlarına,

Fikir ve bilim platformlarına bırakmıştır.

İşte bu devirde i’lâ-yı Kelimetullah, zorbalıkla değil, ikna ve hikmetle, ilim ve iletişimle yapılır.

Her mümin artık:

Bir bilinç savaşçısıdır,

Bir muallimdir,

Bir kalp fâtihidir.

Ve bunun için elinde taşıdığı silah: berâhin-i kâtıa yani keskin, ama kırıcı olmayan delillerdir.

Sonuç: Cihadın En Güçlü Cephesi Kalptir

Bediüzzaman’ın bu dersi, bir dönemi değil, bütün zamanları kapsar.
Zira cihadın özü:

Zulmü değil, adaleti hâkim kılmaktır.

Kavga üretmek değil, barış ve merhameti tesis etmektir.

Düşmanı yenmek değil, düşmanlığı yenmektir.

Bugün dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu şey: Anlamaya çalışan müminlerdir.
Ve en çok duyacağı şey: Şiddetsiz hakikat çağrısıdır.

O hâlde bizler, muhabbet fedaileri olarak:

Hakikati akıl ve kalbe yerleştirmeli,

Husumeti değil, hikmeti yaymalı,

Zorlamayı değil, irşadı tercih etmeliyiz.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de İslâm’ın galibiyet metodunun şiddet değil, şefkat, delil ve ikna olduğunu vurgular. Müslümanlar, hakikatleri zorla değil; berrak delillerle, hikmetle, sabırla anlatmakla yükümlüdür. “Muhabbet fedailiği” anlayışı, İslâm’ın özü olan rahmet ve adaleti çağımıza taşır.
Artık kılınçlarımız demirden değil, hakikatten yapılmalı. Ve savaşımız husûmete karşı değil, cehalete ve kalp katılığına karşı olmalıdır.

 




Hürriyetin Gerçek Manası: Hevâya Değil Hüdâya Kul Olmak

Hürriyetin Gerçek Manası: Hevâya Değil Hüdâya Kul Olmak
Hutbe-i Şamiye’de Hürriyet, Sorumluluk ve Umut Üzerine Derinlikli Bir Makale

“İttifak hüdâdadır, heva ve heveste değil. 

   İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu, şeriat da hürdür, meşrûtiyet de. Mesâil-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz.

   Ye’s, mâni’-i herkemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün.” istibdatın yadigârıdır. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş: Hürlük Arzusu mu, Hakikat Hürriyeti mi?

Modern çağ, “özgürlük” kelimesini bayraklaştırdı.
Fakat bu özgürlük çoğu zaman hevâ ve hevesin serbestliği şeklinde anlaşıldı.
Oysa Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de özgürlük anlayışına ilâhî ve ahlâkî bir boyut kazandırır:

> “İttifak hüdâdadır, heva ve heveste değil.”

Yani gerçek özgürlük, Allah’ın gösterdiği hak ve hikmet çizgisi içinde mümkündür.
Aksi hâlde “özgürüm” diyen kişi, kendi nefsinin esiri olur.

  1. Hüdâya Bağlılıkta Gerçek Hürriyet Saklıdır

Bediüzzaman şöyle der:

> “İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar.”

Bu cümle, çağlara meydan okuyan bir hakikattir:
Evet, insanlar siyasi ve sosyal olarak hür olabilirler;
Ancak en derin hakikat şudur: Her insan Allah’a kuldur.

Zira:

İnsan nefse kul olursa, azad olmuş sayılmaz.

İnsan hevâya teslim olursa, görünmez zincirlerle sarılmış demektir.

İnsan ancak ilâhî hududun içinde özgürleşir.

Bu yönüyle şeriat da hürdür, çünkü insanı nefsin zorbalığından, toplumun sürükleyici sapmalarından korur.

  1. Şeriatın Rüşveti Olmaz: İlke Asla Pazarlık Konusu Değildir

> “Mesâil-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz.”

Bu cümle, büyük bir direnişin özüdür:
İslâm’ın hükümleri bir siyasal kazanç, bir geçici barış, bir toplumsal uyum bahanesiyle terk edilemez.
Bugün de sıkça rastladığımız gibi, şeriatın hükümleri:

Çağdışı görülerek,

İmaj kaygısıyla,

“Toplum hazır değil” bahanesiyle ertelenemez.

Çünkü hakikat, modaya göre şekillenmez, çoğunluğun keyfine göre esnetilmez.

Bediüzzaman bu duruşla, ilkesiz pragmatizmi ve menfaat uğruna inançların feda edilmesini reddeder.

  1. Ye’s (Ümitsizlik): En Sinsi Düşman

> “Ye’s, mâni’-i her kemâldir.”

Ye’s, yani ümitsizlik, insanın ruhunu öldüren en tehlikeli hastalıktır.
Ve bu hastalık, sadece bireysel değil, toplumsal çöküşün de habercisidir.

Ümmet-i Muhammed’in bugünkü zaaflarında en büyük pay:

“Bir şey değişmez” inancı,

“Zaten herkes bozulmuş” bahanesi,

“Benim çabam neyi değiştirebilir ki” tembelliğidir.

Oysa:

Kur’ân ümidi emreder.

Peygamber Efendimiz (sav), Mekke zulmü altında bile umut saçmıştır.

Bediüzzaman, sürgünlerde bile “Ye’se düşmeyiniz!” demiştir.

  1. “Neme lâzım” Diyenler, Zalimlerin Sessiz Ortağıdır

> “Neme lâzım, başkası düşünsün.” istibdatın yadigârıdır.”

Bu cümle, bugün de içimizi acıtan bir sosyal hastalığı ifşa eder:
Seyircilik, sorumsuzluk, umursamazlık.

Bu tavır:

Zalimleri cesaretlendirir.

Mazlumları yalnızlaştırır.

Toplumun çürümesine sessiz onay verir.

Oysa Kur’ân, emr-i bil marufu emreder.
Hadis, “Kim bir kötülük görürse eliyle düzeltsin…” diye başlar.

İşte bu yüzden “neme lâzım” demek, hakikate sırt dönmek demektir.
Ve bu tavır, istibdatın mirasıdır. Yani zulüm düzenlerinin bizde bıraktığı bir hastalıktır.

Sonuç: Hürriyet, İlkesizlik Değil; Sorumlulukla Gelen Şereftir

Gerçek özgürlük:

Hakkı tanımakla,

Nefse esir olmamakla,

Ye’s yerine umutla,

Umursamazlık yerine sorumlulukla mümkündür.

Bediüzzaman’ın bu mesajı, sadece bir vaaz değil; toplumsal uyanış manifestosudur.

İnsan, kendini özgür sanırken nefse kul olabilir.
Toplum, şeriatın hakikatlerini terk ettikçe aslında istibdatlara kapı aralar.
Bu yüzden bugün, yeniden “hüdâda ittifak” zamanıdır.
Hevâ değil, hüdâdır.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de gerçek özgürlüğün ancak Allah’a kul olmakla kazanılacağını ifade eder. Şeriatın ilkeleri rüşvet olarak sunulamaz, ilkesizlikle saadet bulunamaz. Ümitsizlik her türlü gelişmenin önündeki en büyük engeldir ve “neme lâzım” tavrı, toplumları çürüten en sinsi zehirdir. Gerçek hürriyet; Allah’a kul olmak, umutsuzluğa düşmemek ve toplumsal sorumluluk taşımakla mümkündür.
Zincirlerden kurtulmanın yolu hevâya uymak değil, hüdâya bağlanmaktır.

 




İttihad-ı İslâm: Zamanın En Büyük Farzı ve Ümmetin Diriliş Anahtarı

İttihad-ı İslâm: Zamanın En Büyük Farzı ve Ümmetin Diriliş Anahtarı
Hutbe-i Şamiye’de İttihad, Muhabbet ve Uyanış Üzerine Derinlikli Bir Tahlil

“Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihâd-ı İslâm’dır. İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib ve muhît ve merâkiz ve meâbid-i İslâmiye’yi birbirine rabtettiren bir silsile-i nurânîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevketmektir.

   Bu ittihadın meşrebi, muhabbettir. Husûmeti ise, cehâlet ve zaruret ve nifakadır.”
Hutbe-i Şamiye

Giriş: Dağınıklıktan Dirilişe Açılan Yol

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de veciz bir biçimde ifade ettiği gibi:

> “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihâd-ı İslâm’dır.”

İttihad-ı İslâm yani İslâm birliği…
Bugün belki de herkesin özlemini çektiği ama kimsenin adım atmadığı en hayati davadır.
Çünkü bu birlik, sadece siyasi bir koalisyon değil, kalplerin, kıtaların, mescitlerin ve mefkûrelerin birbirine bağlanmasıdır.

Bu çağrının arkasında, İslâm ümmetinin dağınıklığına duyulan derin bir teessür ve vahdet özlemi yatmaktadır.

  1. İttihad-ı İslâm Neden Farz Olmuştur?

Farz; yapılması zaruri olan, terk edildiğinde mesuliyet doğuran ibadet demektir.
Bediüzzaman’ın ittihad-ı İslâm’ı bu derece yükseğe koymasının birçok hikmeti vardır:

Çünkü ümmetin dağınıklığı, sömürgeciliğin en büyük zeminidir.

Çünkü cehalet, fakr ve ihtilaf, ümmetin kalbini parçalamıştır.

Çünkü İslâm’ın ruhunu yansıtacak bir cemiyet-i manevîye kurulmadıkça, hem dünya hem ahiret felaketi kapıdadır.

O hâlde ittihad, sadece bir temenni değil, akîdevi bir zorunluluk, vicdanî bir mecburiyettir.

  1. İttihadın Maksadı: Nurânî Bir Silsileyi Harekete Geçirmek

> “…münşaib ve muhît ve merâkiz ve meâbid-i İslâmiye’yi birbirine rabtettiren bir silsile-i nurânî…”

Burada geçen “silsile-i nurânî” ifadesi, maddi bir zinciri değil;

Kalpten kalbe,

Mescidden mescide,

Maziden istikbale uzanan bir iman bağını,

Kur’ân ve Sünnet merkezli bir fikir ve hisler zincirini temsil eder.

Bu zincir harekete geçtiğinde:

Ümmet uyanır.

Mazlumlar dirilir.

İlim, marifet, hikmet ve kardeşlik yeniden canlanır.

Her belde, her cami, bir diğerini hisseder hale gelir.

Bu ittihad yalnızca fiziksel birleşme değil, manevî bir uyanış ve vicdanî bir silkiniştir.

  1. İttihadın Yolu: Muhabbet

> “Bu ittihadın meşrebi, muhabbettir.”

İttihad zorlamayla kurulamaz.
Ancak muhabbetle, yani:

Birbirine tahammülle,

Meşrep farklılıklarını zenginlik saymakla,

Affedicilikle,

İhlas ve fedakârlıkla kurulur.

Bediüzzaman’ın “muhabbet fedailiği” fikri, bu ittihadın temel taşıdır.
Zira birbirini sevmeyen, güvenmeyen ve affetmeyen topluluklardan ümmet çıkmaz, cemaat çıkmaz.

  1. İttihadın Düşmanları: Cehalet, Zaruret, Nifak

> “Husûmeti ise, cehâlet ve zaruret ve nifakadır.”

İslâm birliğinin düşmanları:

Cehalet: Hakkı bilememek, birbirini tanımamak, bâtılı hak zannetmek.

Zaruret: Ekonomik bağımlılık, geçim derdiyle başkasına el açmak.

Nifak: Fitne, ikiyüzlülük, mezhepçilik, grupçuluk ve ayrımcılık.

Bu üç düşman, içten içe İslâm toplumlarını çürütür.
Ve bu çürümüşlük hâlinde, birlik hayalden öteye geçemez.
İşte bu yüzden mücadele edilmesi gereken ilk cephe: cehaletle, fakrla ve nifakla cihaddır.

  1. Bu Çağrının Bugünkü Karşılığı

Bugün hâlâ:

2 milyar Müslüman, 50’den fazla devlet, ama bir tek yürek yok.

Her devlet başka bir emperyal güce yaslanmış durumda.

Farklı mezhep ve meşrepler, birbirine güvenmek yerine dışlamayı tercih ediyor.

Bediüzzaman’ın verdiği reçete hâlâ geçerliliğini koruyor:

Maddi ve manevi kalkınma, ancak İslâm birliği ile olur.

Kalpler birleşmedikçe siyasi ittifaklar uzun ömürlü olmaz.

Muhabbet, ilim, dayanışma ve ahlak yeniden esas haline gelmedikçe, ümmet yeniden ayağa kalkamaz.

Sonuç: Vahdet, Bu Asrın Yegâne Kurtuluş Yolu

Bediüzzaman’ın “Bu zamanın en büyük farz vazifesi” dediği İttihad-ı İslâm,
bugünün dağınık ve yorgun ümmeti için en acil ve en temel ihtiyaçtır.

Bu ittihad ne sadece siyasî bir organizasyondur,

Ne sadece bir hayal ya da nostaljidir,

Bilakis: İlme, muhabbete, hikmete ve ahlâka dayalı bir diriliş reçetesidir.

O hâlde bu çağrıya kulak vermek:
Hem dinî bir sorumluluk hem insani bir vecibedir.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de İttihad-ı İslâm’ı zamanın en büyük farzı olarak takdim eder. Bu birlik, camileri, kalpleri, kıtaları birbirine bağlayan nuranî bir zincirdir. İttihadın yolu muhabbetten, düşmanları ise cehalet, zaruret ve nifaktan geçer. Bu birliğin tesis edilmesi, ümmetin hem dünya hem ahiret saadeti için zaruridir.
Zamanın en büyük vazifesi: ayrılığı değil, vahdeti büyütmektir.

 




KALEMİN İZZETİ: EDEB-İ İSLÂMİYE İLE MÜTEEDDİB OLMAK

KALEMİN İZZETİ: EDEB-İ İSLÂMİYE İLE MÜTEEDDİB OLMAK
Hutbe-i Şamiye’nin Vicdanlara Hitabı Üzerine Bir Makale

“Edibler edebli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar. Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin. Zira bu inkılâb-ı şer’iye gösterdi ki, vicdanlarda hükümfermâ, nure’n-nur olan hamiyet-i İslâmiye’dir. Hem de anlaşıldı ki, ittihâd-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i îmana şâmildir. Hâriç kimse yoktur. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:
Bir milletin istikbâli, fikir ve kalem erbabının taşıdığı mesuliyetle şekillenir. Söz, yazı ve fikir; zihinleri inşa eder, kalpleri yönlendirir, toplumun ahlâk pusulasını belirler. Bu yüzden özellikle “edib” yani fikir ve yazı insanı olan kimselerin, sadece aklî değil, aynı zamanda kalbî bir terbiyeyle donanmış olmaları elzemdir. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu gerçeğe veciz bir şekilde temas eder:
“Edibler edebli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar.”

  1. Edeb: Kalemin Ruhudur

Edeb, insana haddini bilmek, saygıyı gözetmek, nezaketi ve vakar içinde konuşmak/yazmak gibi erdemleri kazandırır. Edebsiz bir akıl, zekâyı kibire dönüştürür. Edebsiz bir kalem, hakikati kırar, yaralar. Bu yüzden kalemi eline alan her mütefekkir, önce edebin eşiğinde diz çökmelidir. Hele ki İslâmî hakikatleri yazanlar, şahsî kanaatlerini değil, ümmetin vicdanını temsil ettiklerinin şuurunda olmalıdır.

  1. Vicdanlarda Hâkim Olan: Hamiyet-i İslâmiye

Bediüzzaman, matbuatın yani basının sadece kanun ve yönetmeliklerle değil, “vicdanlardaki hiss-i diyanet” ile şekillenmesi gerektiğini anlatır. Zira kanun, dış disiplini sağlar; ama vicdan, iç muhasebeyi. Gerçek bir kalem sahibi, sadece neyin yazılacağına değil, niçin ve nasıl yazılacağına da cevap arar. Bu da ancak Allah korkusu, ümmet sevgisi ve adalet duygusuyla olur. İşte bu, “hamiyet-i İslâmiye”dir; yani dini ve milleti adına hissettiği derin sorumluluk.

  1. İnkılâb-ı Şer’iye’nin Gösterdiği Hakikat:

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu inkılâb yani zamanın getirdiği büyük değişim göstermiştir ki, gerçek düzenleyici güç halkın vicdanıdır. Vicdanlar temizse, matbuat da temiz olur. Vicdanlar adaletli ise fikirler fesada değil, ıslaha hizmet eder. Bu noktada, dinî ve ahlâkî terbiyeden uzak bir basın; sadece bilgi değil, ifsat da yayabilir. Oysa kalemin misyonu, “nure’n-nur olan hamiyet-i İslâmiye”yi taşıyacak derecede ulvîdir.

  1. İttihad-ı İslâm: Dâhilî Dışlayıcılığı Reddeder

En dikkat çekici cümlelerden biri de şudur:
“İttihad-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i îmana şâmildir. Hâriç kimse yoktur.”
Yani İttihad-ı İslâm; sadece din adamlarının, şeyhlerin, liderlerin ya da alimlerin değil; iman eden herkesin meselesidir. Ve bu birlikten kimse dışlanamaz. Mezhep, meşrep, ırk veya milliyet farkı, bu kardeşliğe mâni değildir. Her mümin, ittihadın bir parçasıdır. Kim ki bu birliğin dışında kalıyorsa, kendi kendini dışlamış olur. Bu yüzden kalem erbabının görevi; ayrılıkları kaşımak değil, vahdeti inşa etmektir.

  1. Bugüne Düşen Gölgeler:

Bugün medya ve yayın organları; ya menfaatin, ya ideolojinin ya da nefislerin esiri olmuş durumda. Oysa Bediüzzaman’ın asırlık uyarısı hâlâ dipdiri: “Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin.” Bu cümle, her medya mensubu, her yazar, her fikir işçisi için bir anayasa gibi kabul edilmelidir. Aksi halde yazılar, imanlı gönülleri ayırır, ifsat eder, haksız yere itham eder.

Sonuç:
Kalem, ya bir inşa aleti olur ya da bir yıkım vasıtası. Edibin kalbi İslam ahlâkıyla doluysa, kalemi hakka şahitlik eder. Edibin vicdanında diyanet varsa, yazısı adaletle yoğrulur. Ve ancak o zaman basın; halkın değil, Hakk’ın sesi olur. İttihad-ı İslâm’ın dışına kimse itilemez; çünkü iman, kardeşliği emreder. Bu kardeşliğe hizmet edecek kalemler, ancak edeb-i İslâmiye ile süslenmiş fikirlerdir.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki şu temel düsturları ele alındı: Edibin edebli olması, kalem sahibinin vicdanî sorumlulukla hareket etmesi, İslâmî hamiyetin vicdanlarda hâkim kılınması ve İttihad-ı İslâm’ın tüm mü’minleri kapsadığı gerçeği. Sonuç olarak: Kalem erbabı, ilim, iman ve edep ile mücehhez olursa; ümmetin birliğine, toplumun huzuruna ve kalplerin ıslahına hizmet eder.

 




MAKSADDA İTTİHAD, MEŞREBDE HÜRRİYET: DİNÎ CEMAATLERİN BİRLİK İMTİHANI

MAKSADDA İTTİHAD, MEŞREBDE HÜRRİYET: DİNÎ CEMAATLERİN BİRLİK İMTİHANI
Hutbe-i Şamiye Üzerine Bir Tefekkür

“Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatler maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, câiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün.” sözünü de söylettirir. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:
İslam ümmeti tarih boyunca birçok meşrep, cemaat ve tarikatın zenginliğiyle yoğrulmuş bir ümmettir. Ancak bu çeşitlilik zaman zaman ayrılıklara, çatışmalara ve hatta bölünmelere sebep olmuştur. Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de dile getirdiği hakikat, günümüz İslam dünyasının en temel ihtiyacını haykırmaktadır: “Maksadda ittihad, meşrebde hürriyet.” Zira gayemiz bir; Allah’ın rızası, dinin izzeti, ümmetin selametidir. Bu gayede birleşmemiz gerekirken, usul farkları, yol tercihi ve meşrep anlayışlarını birbirimize dayatmak; hem hakkı örter, hem kardeşliği zedeler.

  1. Maksadda İttihadın Zarureti:
    Mü’minlerin ortak hedefi, Allah’ın rızasına ermek, İslam’ı ihya etmek, ahlâkı ve fazileti hâkim kılmak, mazlumlara destek, zalimlere karşı bir duruş sergilemektir. Bu ulvî maksatlarda birleşmek, ümmeti güçlendirir, dağınıklığı toparlar, dışarıdan gelen tehlikelere karşı koruyucu bir kalkan olur. Fakat ne hazindir ki, aynı kıbleye yönelen mü’minler, farklı usuller yüzünden birbirini ötekileştirerek İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmektedir. Oysa Bediüzzaman’ın dediği gibi, asıl düşman cehalet, zaruret ve ihtilaftır.
  2. Meşrep ve Mesleklerde İttihadın Sakıncası:
    Zihinler ve ruhlar farklı yaratılmıştır. Her insanın istidadı, mizacı, algısı farklıdır. Bu sebeple herkes aynı yolu takip etmek zorunda değildir. Kimi tasavvuf yoluyla kemale erer, kimi ilimle, kimi hizmetle, kimi tebliğle. Bu farklı yollar; bir zenginliktir, rekabet değil, tamamlayıcılık vesilesidir. Lakin bu meşrepleri zorla birleştirmek veya biri doğru, diğeri yanlış demek; taassuba, gurura ve taklide yol açar. Taklid ise tefekkürün ve şahsiyetin ölmesidir.

“Neme lazım”cı zihniyetin doğuşu:
Bir cemaat veya meşrep diğerlerini ötelediğinde, ferdin şahsiyeti pasifleşir. İnsan, artık kendi fikrini üretmek yerine “büyükler bilir”, “başkası düşünsün” der. Sorumluluk duygusu zayıflar. Dinî hayatta durgunluk başlar. Bediüzzaman’ın “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözü, aslında bu tehlikeye karşı bir ikazdır. Çünkü cemiyetin çöküşü, ferdi sorumluluğun gitmesiyle başlar.

  1. İttihadın Adabı ve Usulü:
    İttihad, tektipleştirme değildir; gönül birliği ve maksatta bütünleşmedir. Cemaatler birbirini kıskanmak, yermek, küçümsemek yerine; her birini İslam’ın ayrı bir hizmet birimi olarak görmelidir. Farklılıklar tehdit değil, rahmettir. Kur’ân’ın “Ve eğer Rabbin dileseydi insanları tek ümmet yapardı.” (Hûd, 118) ayeti, bu hikmete işaret eder. Ümmet, yekpare değil; birbirine hizmet eden bir yapı gibi olmalıdır.
  2. Cemaatler Arası Uhuvvetin Güncel Önemi:
    Bugün İslam coğrafyası fitne, savaş, zulüm ve ideolojik kuşatmalarla sarsılırken; cemaatler hâlâ küçük meselelerle birbirini itham etme gafletindedir. Oysa düşman büyük, dava büyüktür. Müslümanlar, tevhit davasında birlikte olmalıdır. Meşreplerin farklılığı değil, maksadın birlikteliği kurtuluşumuzdur. Aksi takdirde parçalanmış bir ümmet, ne içeride ne dışarıda izzetli durabilir.

Sonuç:
Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle, “Dinî cemaatler maksadda ittihad etmelidirler.” Meşrep taassubu, ümmetin kanayan yarasıdır. İttihad ise ümmetin şifasıdır. Her cemaat ve grup kendi usulüyle çalışsın, ama hedefte ve dava şuurunda birleşsin. “Ümmet” bilinciyle hareket edenler, ancak o zaman Allah’ın nusretine mazhar olurlar.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “maksadda ittihad, meşrebde hürriyet” düsturuna dayanarak dinî cemaatler arası birlik anlayışı ele alındı. Ortak hedeflerde birleşmenin zarureti, farklı meşreplerin tabii ve faydalı olduğu, fakat bu farkların taassuba dönüşmemesi gerektiği anlatıldı. İttihad; yeknesaklık değil, hikmetli beraberliktir. Gerçek bir İslamî diriliş, bu şuurla mümkündür.

 




BAŞIBOŞ HÜRRİYETİN MASKESİ: HAKİKİ ÖZGÜRLÜĞÜN ŞERİAT DAİRESİNDEKİ ŞEREFİ

BAŞIBOŞ HÜRRİYETİN MASKESİ: HAKİKİ ÖZGÜRLÜĞÜN ŞERİAT DAİRESİNDEKİ ŞEREFİ

“Şeriat dâiresinden hâriç olan hürriyet, ya istibdat veya esâret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlik ve sefâhetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebiye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve bir kadına yakışır –istihsan ettiği– libası erkek giyse maskara olur.”
Hutbe-i Şamiye

Giriş: Zamanımızda “özgürlük” kavramı, sıklıkla yanlış anlaşılmakta ve hakikî manasından kopartılarak sefahate, başıboşluğa ve nefsin esaretine kapı aralamaktadır. Oysa hürriyet, Şeriat dairesinde bir hikmet, bir rahmet ve bir izzettir. Şeriat dışındaki sözde özgürlük ise, ya nefsin tasallutu altında bir esaret, ya da ruhî istibdat altındaki bir perişanlıktır.

  1. Hürriyetin Mahiyeti: Hürriyet, başkalarına zarar vermeden, insana yakışan sorumluluk çerçevesinde hareket etme serbestliğidir. Gerçek hürriyet; vicdanın hür olması, aklın rehberliğinde yaşamak ve kalbin Allah’a kul olmakla huzura ermesidir. Bunun dışındaki her “özgürlük” iddiası, özde ya bir başkasına kul olmakla ya da nefsin esaretine râm olmakla sonuçlanır.
  2. Şeriatsız Hürriyetin Maskeleri: Bediüzzaman’ın ifadesiyle “şeriat dairesinden hâriç olan hürriyet” dört farklı tehlikeli şekle bürünür:

İstibdat (Baskıcılık): İnsan özgür olduğunu zanneder ama aslında güçlülerin, ideolojilerin veya sistemlerin baskısı altında yaşar. Nefsiyle ya da moda akımlarla yönlendirilen birey, kendi tercihleriyle değil dayatılan kalıplarla yaşar.

Esâret-i Nefis: Serbestlik adı altında her hevesine tabi olan kişi, aslında nefsiyle zincirlenmiştir. İradesini kaybetmiş, sevk duygularının kölesi olmuş bir halde dolaşır.

Canavarcasına Hayvanlık: Ahlâk, edep, merhamet gibi insanı insan yapan değerlerden sıyrılmış; sadece bedenî hazları önceleyen bir anlayış, kişiyi insanlık makamından aşağı indirir.

Vahşet: Toplumsal bağları koparan, sorumluluktan kaçan, aileden, toplumdan ve dinden uzak birey, manevi yalnızlık ve vahşet içinde bocalar. Bu da ruhî hastalıkların, depresyonların ve nihilizmin zeminini hazırlar.

  1. Mesleksiz ve Sefih Sevilmez: Bir insan, inançsızlık ve sefahatle asla saygı ve sevgi kazanamaz. Zira şahsiyet, ilkesizlikle inşa edilmez. İnançsız bir hayat, dayanağı olmayan, rüzgârda savrulan bir yaprak gibidir. Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, kadına yakışan zarafeti bir erkek taklit ettiğinde nasıl maskaraya dönerse; dindar olmayan bir millet de ecnebileri taklit ettiğinde kendi kimliğini yitirir ve ancak gülünç bir gölge olur.
  2. Vicdanın Sesi: Gerçek özgürlük, vicdanın sesini dinlemekle başlar. Vicdan; Allah’a karşı sorumluluğu, mahlukata karşı merhameti ve nefse karşı mücadeleyi öğretir. Şeriatın çizdiği sınırlar, kulun hürriyetini yok etmek için değil, onu koruyarak kemale erdirmek içindir. Nasıl bir geminin denizde batmaması için sağlam sınırları ve kuralları varsa, insanın da hayat gemisini batırmaması için Şeriat gibi ilahî kurallara ihtiyacı vardır.

Sonuç: Şeriat dairesindeki hürriyet, insanı insan eder; aklı rehber, kalbi rehber-i ekber yapar. Bu daireden çıkan bir özgürlük anlayışı ise maskelidir; ya nefse, ya heva ve heveslere ya da başkalarının istibdadına esir eder. Gerçek özgürlük, Allah’a kul olmakla başlar; çünkü kulluğun hürriyetinde izzet, huzur ve şahsiyet vardır.

ÖZET: Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Şeriat dairesinden hâriç olan hürriyet” tanımı merkez alınarak, gerçek özgürlük ile sahte özgürlük ayrımı ele alınmıştır. Şeriat dışındaki özgürlük; istibdat, nefsin esareti, hayvanlık ve vahşet olarak tezahür ederken; Şeriat içindeki hürriyet, şahsiyetli bir hayatın ve hakiki huzurun anahtarıdır. Sonuç olarak, insanı yücelten özgürlük; heva ve hevesin değil, hikmetli bir kulluğun ürünüdür.

 




Hak Arayışı ve Bâtıla Sarılmak: Fıtratın İmtihanı

Hak Arayışı ve Bâtıla Sarılmak: Fıtratın İmtihanı

“İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bâzen bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

İnsan, yaratılışı gereği hakikati arayan bir varlıktır. Bu arayış, onun en asil yönlerinden biridir. Ancak aynı zamanda bu yön, en büyük zaaflarının da kapısını aralayabilir. Çünkü hakikat arayışı dikkat, ilim, feraset ve basiret ister. Aksi takdirde, bâtıl süslenerek hak gibi görünür; insan da fıtratının sevgiyle ona sarılır, onu savunur, hatta onunla yaşar.

Bediüzzaman bu veciz ifadesiyle insanın iyi niyetle kötüye sarılabileceği, yanlışı hak zannedebileceği, hatta dalâleti takva gibi taşıyabileceği büyük bir tehlikeye dikkat çeker. Bu hem ferdî hayat, hem toplumsal hareketler, hem de dinî anlayışlar için son derece hayati bir uyarıdır.

Fıtratın Yönü: Hakikate Doğru

İnsan, doğuştan hakka meyyaldir. Yani doğruya, güzele, adalete, tevhide yönelmek onun fıtratında vardır. Bu yöneliş, onun yaratılışındaki ikramın bir tezahürüdür. Ancak hakikat, karmaşık bir hakikat olabilir. Hele ki çağımızda bilgi kirliliği, propaganda, dijital manipülasyon ve ideolojik yığınaklar içinde insanın hak ile bâtılı ayırt etmesi her zamankinden daha zordur.

İnsan, çoğu zaman hakkı ararken elindekini hak zanneder, ona bağlanır, onu müdafaa eder. Fakat farkında olmadan bâtılı koynuna saklar. Bu saklama, bilinçli bir sahiplenme değil, fıtrî bir iyi niyetin yanlış yönlendirilmesidir. Ama sonuç değişmez: Zarar eder.

Niyet Yetmez, Marifet Gerekir

İnsanın iyi niyetle bâtıla sarılması, onu bâtılın zararından korumaz. Çünkü hakikat, sadece niyetle değil; ilim, hikmet, istişare, ve sağlam ölçülerle bulunur. Zira:
Niyet iyi olsa da, cehaletle yapılan bir amel, hayır getirmez.

Günümüzde bir ideolojiye, bir fırkaya, bir siyasi görüşe veya bir dinî yoruma tutunup onu mutlak hakikat gibi savunanların çoğu, aslında samimiyetle doğrunun peşindedir. Ama ellerine geçen her şeyin hakikat olduğunu zannederek dalâleti başlarına taç yapıyorlar. Bu da, samimi bir niyetle, tehlikeli bir gafletin birleşimidir.

Hakikate Giden Yol: Ölçü ve Tevazu

Bediüzzaman’ın bu sözü, bize iki büyük ders verir:

  1. Hakkı aramak bir meziyettir, ama yetmez; neyin hak olduğuna dair sağlam ölçüler, ilim, istikamet ve ehliyetli rehberler gerekir.
  2. İnsan, yanılabileceğini bilmeli; her eline geçeni, her kafasına düşeni hakikat sanmamalıdır. Tevazu, hakikatin kapısını açan anahtarlardandır.

O hâlde yapılacak şey, sürekli bir muhasebe, ilme bağlılık, şüpheli olanı sorgulama ve hakikati kimden gelirse gelsin kabul etme erdemidir.

Özet:

Bu makale, insanın fıtrî olarak hakikat arayışında olduğunu, fakat bu arayış sırasında bâtılı hak zannedip koynunda saklayabileceğini anlatan Bediüzzaman’ın sözünü merkeze alır. İyi niyetin, ilim ve ölçü olmadan kişiyi yanlışa sürükleyebileceği anlatılır. Hakikat arayışında ilim, istişare, tevazu ve ferasetin gerekliliği hatırlatılır. Sonuç olarak insanın sürekli kendini sorgulaması, rehberliğe açık olması ve her duyduğunu hak zannetmemesi gerektiği ifade edilir.