Kader ve İrade Arasında: Meşiet-i İlahiye Hâkimdir

Kader ve İrade Arasında: Meşiet-i İlahiye Hâkimdir

“İnsan her ne kadar fâil-i muhtar ise de fakat

وَمَا تَشَٓاؤُنَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ

sırrınca, meşiet-i İlahiye asıldır ve kader hâkimdir. Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir. 

اِذَا جَاءَ الْقَدَرُ عُمِىَ الْبَصَرُ

hükmünü icra eder. Kader söylese iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.”
Mektubat

> “İnsan her ne kadar fâil-i muhtar ise de fakat
وَمَا تَشَٓاؤُنَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ
sırrınca, meşiet-i İlahiye asıldır ve kader hâkimdir.”
(Mektubat – Bediüzzaman Said Nursî)

İnsanoğlu, irade sahibi bir varlıktır. Seçebilir, karar verebilir, sorumluluk üstlenebilir. Lakin insan ne kadar hür gibi görünse de; onun hürriyeti mutlak değil, kayıtlıdır. O iradeyi de ona veren, Cenab-ı Hak’tır. Ve o irade, Allah’ın meşîet (dileme ve takdir) dairesi içinde geçerlidir. Zira:

> “Siz dilemedikçe Allah dilemez.” değil,
“Siz bir şeyi dileyemezsiniz, ancak Allah dilerse olur.”
(Bkz: Tekvîr, 29)

  1. İnsanın İradesi Vardır Ama Mutlak Değildir

İslam, insanın iradesini kabul eder; onu yok saymaz. İnsan:

İyiyi ya da kötüyü seçmekte serbesttir.

Amellerinden sorumludur.

Cüz’î ihtiyarı vardır.

Fakat bu irade, bağımsız bir güç değildir. Çünkü o iradenin varlığı da, tesiri de, sonuca ulaşması da Allah’ın izniyle ve takdiriyle mümkündür.

  1. Meşiet-i İlahiye Asıldır: Yani Nihai Karar Allah’ındır

> وَمَا تَشَٓاؤُنَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ
“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”
(Tekvîr, 29)

Bu ayet, insanın dileme ve seçme özgürlüğünün Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu açıkça beyan eder. Yani insanın seçmesi, Allah’ın yaratmasına, takdirine, iznine bağlıdır. İnsan ne kadar istese de, Allah dilemedikçe o istek gerçekleşmez.

  1. Kader Gelince Göz Kördür

> اِذَا جَاءَ الْقَدَرُ عُمِىَ الْبَصَرُ
“Kader geldiğinde basiret kör olur.”

Bu hikmetli cümle, kaderin inkâr edilemez hâkimiyetini gösterir. İnsan çoğu zaman aklıyla plan yapar, yollar çizer, tedbir alır. Ama kader gelir, o planları yıkar. Bu noktada basiret (derin kavrayış) susar, insan aczini anlar. Çünkü:

Kader, nihai hakemdir.

Allah’ın takdiri vuku bulunca, kulun ihtiyarı etkisizleşir.

“Ben yaparım” diyen insan, “Ancak Allah dilerse olur” hakikatini kabul etmek zorunda kalır.

  1. Kaderin Hükmü Gelince, İrade Susar

Bediüzzaman’ın şu sözü çok dikkat çekicidir:

> “Kader söylese, iktidar-ı beşer konuşmaz; ihtiyar-ı cüz’î susar.”

Bu ifade, Allah’ın mutlak hâkimiyetini gösterir. İnsan ancak bir noktaya kadar söz sahibidir. Ötesinde, hüküm kaderindir. Misal:

Bir doktor tedavi eder ama şifa Allah’tandır.

Bir asker savaşır ama zafer Allah’ın takdiridir.

Bir çiftçi eker ama verimi veren Allah’tır.

Bu noktada insan iradesi çalışır, ama kader son sözü söyler.

  1. Hikmetli ve İbretli Gerçek: Kul, İradenin Sahibi Değil, Kullanıcısıdır

İnsan iradesini dahi kendi yaratmaz. İrade insana emanet edilmiştir. Kullanma hakkı verilmiştir. Ama bu iradeyi geçerli kılan, sonuçlarını belirleyen hep Allah’tır.

İşte bu anlayış:

Ne fatalizm (kadercilik) gibi tembelliğe,

Ne de liberal özgürlük gibi başıboşluğa yol açmaz.

Aksine:

Sorumluluğu öğretir.

Acz içinde huzur bulmayı sağlar.

Başarıda şükür, başarısızlıkta teslimiyet doğurur.

Sonuç ve Özet

İnsan irade sahibidir ama o irade sınırsız değildir. Allah’ın meşieti, insanın meşietine galiptir. Allah dilemedikçe hiçbir şey gerçekleşmez. İnsan sadece seçer, Allah ise yaratır. Kaderin hükmü geldiğinde irade susar, beşerin gücü durur. Bu denge, kulun hem çalışmasını hem teslimiyetini öğretir. En doğru yol: çalışmak bizden, takdir Allah’tandır demektir.

ÖZET

İnsan irade sahibidir ama mutlak hür değildir.

Allah’ın dilemesi (meşiet), her şeyin üstündedir.

Kader gelince, insan planları ve gücü işe yaramaz.

“Siz dilemedikçe Allah dilemez” değil; “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”

Kader konuştuğunda, insan susar; iktidarı ve cüz’î iradesi etkisizleşir.

Doğru denge: Çalış, seç ama sonucu Allah’a bırak.

 




Ebedî Hayatın Anahtarı: İman

Ebedî Hayatın Anahtarı: İman

> “Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır, ona çalışmak lâzım geliyor.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Mektubat)

İnsan, ebed için yaratılmıştır. Kalbindeki sonsuzluk arzusu, ruhundaki bitmeyen mutluluk ihtiyacı ve aklındaki hakikat arayışı; onun fani değil, bâki bir saadet için yaratıldığını gösterir. Bu saadetin adı hayat-ı ebediye, yani ebedî hayattır. Peki bu sonsuz mutluluğun kapısını ne açar? İşte Bediüzzaman bu sorunun cevabını verir:

> İman.

  1. Hayatın Gerçek Gayesi: Ebediyet İsteği

İnsanın dünyadaki hayatı geçicidir:

Çocukluk geçer.

Gençlik solar.

Güç zayıflar.

Ömür tükenir.

Ancak insan, hiçbir zaman ölmek istemez. Sevdiğinden ayrılmak istemez. Hep devam etmek, yaşamak, görmek, sevmek ister. Bu arzular, yaratılışın içinde saklı olan ebediyet kodlarıdır. Bu ise gösterir ki:

> İnsanın asıl vatanı dünya değil, ebediyettir.

  1. İman: Sonsuz Hayatın Kapısını Açan Anahtar

İman, sadece bir bilgi değil; bir bağ, bir sözleşme, bir yolculuk vizesidir.

İman ile insan, hayatın anlamını bulur.

İman ile ölüm, yokluk değil; bir geçiş olur.

İman ile dünya bir imtihan sahası hâline gelir.

İman ile insan Allah’a dayanır ve O’na yönelir.

İman olmadan insan, ebedî saadetin muhatabı olamaz. Çünkü sonsuz bir saadet, ancak sonsuz bir Kudretin vaadiyle mümkündür. O da Allah’ın vaadi, Peygamber’in haberi, Kur’an’ın müjdesidir. Bunlar da imanla kabul edilir.

  1. En Mühim Çalışma: İmana Hizmet Etmek

Dünyada her insan bir şey için çalışır:

Kimi servet kazanmak için,

Kimi makam sahibi olmak için,

Kimi geçici zevkler için çırpınır.

Oysa Bediüzzaman bu çırpınışlar içinde en doğru hedefi gösterir:

> “Ona çalışmak lâzım geliyor.”
Yani imana, imanı kurtarmaya, imanı güçlendirmeye…

Bu, sadece bireysel bir görev değil; toplumsal ve ümmet çapında bir sorumluluktur. Çünkü iman kurtulursa, ahiret kazanılır. İman sarsılırsa, her şey yıkılır. O yüzden her Müslümanın birinci vazifesi; imanını tahkim etmek, sonra da başkalarının imanına hizmet etmektir.

  1. Hikmetli Bir Gerçek: Cennet, İmansız Kazanılmaz

Cennet, ucuz değil; çünkü sonsuz. Sonsuz olan bir saadet, sonsuz bir Rahmetin ve kudretin eseri olabilir. Ama bu kudreti kabul etmeyen, bu rahmete güvenmeyen bir insan, o saadete nasıl ulaşabilir?

> İman olmadan ahireti beklemek, bir yalandan ibarettir.
İman olmadan cenneti istemek, temelsiz bir hayaldir.

Bu yüzden “Ben kalben inanıyorum ama amel etmiyorum” veya “Ben iyi bir insanım ama inanmıyorum” gibi ifadeler, ebedî saadet için yeterli değildir. Çünkü Cennet, Allah’ın evidir; O’na inanmayanın o eve girmesi mümkün değildir.

  1. Mantıklı ve Düşündürücü Bir Değerlendirme: Ebediyeti Hedefle, Faniye Takılma

Bir insan düşünelim:

Elinde yüz yıllık bir altın var.

Ama o, onu bir saatlik oyuncakla değiştiriyor.

Akıl buna “israf” der, “ahmaklık” der.

Aynen öyle de:
İman, insana ebedî hayatı kazandıracak bir sermayedir. Ama insanlar bunu bazen dünyanın üç günlük eğlencesi için harcar. Oysa asıl kazanç, fani olana değil, bâki olana yönelmektir.

> “Bir saatlik lezzet için ebedî saadeti feda eden, aklını kaybetmiş olur.”

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, iman ebedî hayatın en temel anahtarıdır. İman varsa her şey vardır; iman yoksa her şey boşlukta kalır. Bu sebeple, hayatın en büyük gayesi ve en birinci işi, imanı kazanmak, korumak ve kuvvetlendirmektir. Çünkü hayat geçer ama imanla kazanılan ebediyet kalır.

ÖZET

Ebedî hayat, insanın gerçek hedefidir.

İman, bu hayatın en birinci vasıtası ve anahtarıdır.

İmanla saadet, imansızlıkla şekavet vardır.

Hayattaki en önemli çalışma, imana hizmettir.

Cennet, imanla mümkündür; iyi niyetle değil.

En büyük kazanç: İmanla ebedî saadeti kazanmak.

 




Ölçü Kitap ve Sünnettir: Zevkler Değil, Deliller Konuşmalı

Ölçü Kitap ve Sünnettir: Zevkler Değil, Deliller Konuşmalı

> “Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Mektubat)

Manevî hayatta ilerleyen bir müminin karşılaşabileceği en büyük tehlikelerden biri; duygu, hâl ve dahili tecrübeleri hakikat zannetmek ve onları ölçü yapmaktır. Bediüzzaman Hazretleri bu tehlikeyi görmüş ve altın gibi bir düstur sunmuştur: “Ölçü, zevkler değil; Kitap ve Sünnettir.”

  1. Kalp Yoluyla Gidilen Hakikat, Aklın Ölçüsünü Aşamaz

İnsanın manevî hayatında:

Ahval: Ruh halleri, değişen manevî duygular

Keşfiyat: Gaybî bazı ilhamlar, rüyalar

Ezvak: İlahi zevk ve vecd halleri

Müşahedat: Manevî gözle görüldüğü zannedilen bazı tecelliler, bunlar olabilir. Fakat bu hâller ne kadar yoğun, ne kadar güçlü ve kişiye “gerçek” gibi görünse de, ölçü olamaz. Çünkü hakikat evrensel, sabit ve değişmezdir. Oysa bu haller:

Şahsîdir

Değişkendir

Karışıktır

Hatta bazen nefsin aldatması olabilir.

  1. İlham Hakikat Değildir, Vahiy Değildir

Bir insanın kalbine bir düşünce doğabilir. Rüyasında bazı manevî işaretler görebilir. Veya zikirle, halvetle girdiği ruh hâli onu yüksek bir zevke ulaştırabilir. Ancak bunlar ilham seviyesindedir ve bağlayıcı değildir.

> Çünkü ilham:

Peygamberlik değildir.

Masumiyet ihtiva etmez.

Kontrole muhtaçtır.

İşte tam bu noktada Bediüzzaman şöyle der:

> “Mizan Kitap ve Sünnettir. Mihenk ise asfiya-i muhakkikînin kurallarıdır.”

Yani gelen bir keşif, bir rüya, bir ilham; Kur’an ve Sünnet terazisine vurulmadan kabul edilmez. Aksi hâlde insan, zannı hakikat, rüyayı şeriat, hissi ölçü zannetmeye başlar. Bu da dalalete kapı aralar.

  1. Asfiya-i Muhakkikîn: Zevki Aşmış Akıllar

Bediüzzaman Hazretleri burada “asfiya-i muhakkikîn” ifadesini kullanır. Bunlar:

Hem kalp ehli olup

Hem aklî ölçüleri ihmal etmeyen

Hem şeriatın zahirine hem batınî derinliğe uyan

Hakikate ulaşmayı şahsi ilhamla değil, ümmetin meşveretiyle ve Kitap-Sünnet mihengiyle yapan âlimlerdir.

Tasavvufta muhakkikîn meşrebi, en güvenilir yoldur. Çünkü keşfi de, ilhamı da denetler. İç tecrübeyi kutsallaştırmaz, onu bir yorum ve his olarak değerlendirir. Ölçü dışı bırakmaz.

  1. Hikmetli Bir Tesbit: Zevk Uçurur, Delil Kurtarır

Manevî zevk, ruhu uçurabilir. Ama her uçuş kanatla olmaz; bazısı nefsin rüzgârıdır. Rüya, insanı sevindirebilir ama şeriata aykırıysa kıymeti yoktur. İlham güzel olabilir ama Kitap ve Sünnet’e zıt ise sadece bir sınavdır.

Bu sebeple:

Kur’an ve Sünnet dışı bir yol, ne kadar cezbedici görünse de dalalettir.

His ve sezgi, ancak vahyin süzgecinden geçerse değer kazanır.

Gerçek maneviyat, denge ile mümkündür.

  1. İbretli Örnek: Rüya ile Fetva Verenler

Tarihte ve günümüzde bazı kimseler:

Rüyasında Peygamber Efendimiz’i (s.a.v) gördüğünü iddia ederek

İlhamla yeni hükümler çıkardığını söyleyerek

İçine doğan bir hisle şer’î delilleri görmezden gelerek

ümmeti ifsat etmişlerdir. Halbuki rüyalar, duygular, keşfiyatlar sadece kişiyi terbiye için gelir; ümmete ölçü olamaz.

> “Rüyalarla amel edilmez, hüküm verilmez. Kitap ve Sünnet, bütün zamanlara rehberdir.”

Sonuç ve Özet

İnsanın manevî hayatında ilhamlar, keşfiyatlar, ezvak ve müşahedeler olabilir. Ancak bu hâller kişiseldir; bağlayıcı değildir. Hakikat daima Kitap ve Sünnet’le sabittir. O yüzden en küçük bir ruhî hâl bile Kur’an ve Sünnet’e arz edilmelidir. Bediüzzaman’ın bu ölçüsü, maneviyatı ifrat ve tefritten koruyan en dengeli yoldur.

ÖZET

Ahval, keşif, rüya ve zevkler hakikatin ölçüsü değildir.

Ölçü: Kur’an ve Sünnettir.

Mihenk: Asfiya-i muhakkikînin akıl ve kalp dengesine dayalı kurallarıdır.

İlham kutsal değil, kontrol edilmesi gereken bir tecrübedir.

Şahsi zevklerle ümmete hüküm verilmez.

Gerçek maneviyat, şer’î ölçülere sadakatle mümkündür.

 




Vahdetü’l-Vücud: Bir Hal midir, Hakikat mi?

Vahdetü’l-Vücud: Bir Hal midir, Hakikat mi?

> “Vahdetü’l-vücud ise bir meşrep ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neşeli olduğundan seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit çoğu çıkmak istemiyorlar; orada kalıyorlar; en münteha mertebe zannediyorlar.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Mektubat)

Tasavvufun bazı yollarında, özellikle “vahdetü’l-vücud” (varlığın birliği) anlayışında, hakikat arayışı yolunda olan seyr ü sülûk ehlinin, manevi sarhoşluk içinde vardığı nokta, bazen hedef değil, sadece bir geçiştir. Bediüzzaman Hazretleri, bu meşrebi derin bir ferasetle değerlendirir: zevkli ama noksandır.

  1. Vahdetü’l-Vücud Nedir?

“Vahdetü’l-vücud”, kelime anlamıyla “varlığın birliği” demektir. Bu meşrepte olanlar, Allah’tan başka hakiki varlık olmadığını, kâinattaki tüm varlıkların O’nun birer zuhurundan ibaret olduğunu ifade ederler. Yani eşyayı, Allah’ın isim ve sıfatlarının aynaları değil de, bizzat O’nun tecellîsi olarak, hatta zaman zaman O’nun zâtıyla aynı gibi anlarlar.

Bu meşrep, başta Mevlânâ, İbnü’l-Arabî gibi büyük mutasavvıflarca temsil edilmiştir. Ancak tarih boyunca, bu anlayış yanlış yorumlandığında, “her şey O’dur” gibi hulûl (Allah’ın mahlûkata girmesi) veya ittihad (Allah’la mahlûkun birleşmesi) gibi sakıncalı sonuçlara varılmıştır.

  1. Bediüzzaman’ın Tashihi: Vahdetü’l-Vücud Meşrep, Hakikat Değil

Bediüzzaman bu meşrebin maksat olmadığını, sadece yolda bir durak olduğunu ifade eder:

> “Nâkıs bir mertebedir.”
“Seyr ü sülûkta zevkli ve neşeli olduğu için çoğu orada kalıyor.”

Bu tesbit çok mühimdir. Zira:

Vahdetü’l-vücud hakikat değil, bir manevi haldir.

O hal, cezbeye kapılan kalbin yanılgısıdır.

Hakikat ise şudur: Allah vardır, birdir; O’nun dışındaki her şey mahlûktur ve O’ndan ayrı, O’nunla kaimdir.

Bu noktada Bediüzzaman’ın tercih ettiği doğru yol ise vahdetü’ş-şuhûddur: Varlıklar vardır, ama Allah’tan başka hiçbir şeyin gerçekliği yok gibi görünür. Yani varlığı silmez ama onun Allah’a nisbetle gölge (zıll) olduğunu bildirir.

  1. Zevkli Fakat Tehlikeli: Niçin Orada Kalıyorlar?

Vahdetü’l-vücud hali, sülûk yolundaki salike yoğun bir vecd, aşk ve istiğrak hâli verir. Kendisini tamamen Allah’ın varlığı içinde hisseden kişi, “Ben yokum, yalnız O var” diyerek derin bir ruhî haz yaşar. Bu ise, nefsi susturan, kalbi konuşturan bir lezzet ihtiva ettiğinden, kişi orada takılıp kalmak ister.

Ancak burada büyük bir tehlike vardır:

Hal, hakikat sanılır.

Mahluk, Hâlık gibi anlaşılır.

Tevhid, tenzihten sapar.

İşte bu noktada, Bediüzzaman’ın ikazı bir kurtarıcıdır. Der ki:

> “Orada kalmak uygun değildir. Orası sadece bir istasyon gibidir. Gaye orası değildir.”

  1. Dengeyi Kurmak: Tevhid, Tenzih, Tecellî

Bediüzzaman’ın metodolojisi, bu gibi konularda büyük bir tevhid-tasavvuf-sünnet dengesi sunar:

Tevhid: Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.

Tenzih: Allah hiçbir mahlûka benzemez.

Tecellî: Kâinat Allah’ın isimlerinin eseridir, O değildir.

Bu denge, hem kalbi yakar hem aklı ikna eder. Vahdetü’l-vücud gibi meşrepler ise sadece kalbi coşturur ama aklı ikna edemeyebilir. Aklı dışlayan bir zevk, tehlikeye yakındır. İslam’ın hakikati ise akıl ve kalbin birlikte kulluk etmesidir.

  1. Hikmetli ve İbretli Sonuç: Mertebeleri Karıştırma

Her manevi yolun bir mertebesi, bir safhası, bir hali vardır. Lakin her hâli hakikat sanmak, aynada kendini görmekle güneşi bulduğunu zannetmeye benzer. Vahdetü’l-vücud işte böyledir:

Göz kamaşır, gönül sevinir ama görüş netleşmemiştir.

Hakk’a yaklaşılır ama Hakk tam olarak idrak edilmemiştir.

Kendi yok olur ama O’nun sonsuz varlığı henüz hakkıyla tanınmamıştır.

O yüzden bu hâl bir duraktır, son durak değil.

Sonuç ve Özet

Vahdetü’l-vücud bir hakikat değil, bir meşrep ve nâkıs bir mertebedir. Manevi yolculukta bazı saliklerin girdiği bu hâl, Allah’a yakınlık hissi doğurduğu için lezzetlidir. Ancak burada kalmak, hakikatin tamamı zannetmek yanlıştır. Varlıkların Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîsinden ibaret olduğu, fakat O’nun zâtı ile aynı olmadığı unutulmamalıdır. Her şey O değil, her şey O’ndandır. Tevhid bu çizgide kemâle erer.

ÖZET

Vahdetü’l-vücud bir meşreptir, hakikat değildir.

Zevkli olduğu için bazı salikler bu hâlde kalır.

Ancak bu mertebe noksandır, aşılması gerekir.

Doğru anlayış: Eşya vardır ama Allah’a bağlıdır.

Hakikat: Varlık Allah değildir; O’nun mahlûkudur.

Tevhid, tenzih ve tecellî dengesi korunmalıdır.

 




Heme Ezost, Heme O Nîst: Varlık, Tecellî ve Tevhid Dengesi

Heme Ezost, Heme O Nîst: Varlık, Tecellî ve Tevhid Dengesi

“Cenab-ı Hakk’ın

لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ

mazmunu üzere, hiçbir şey ile müşabeheti yok. Tahayyüz ve tecezziden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, hâlıkıyettir. Ehl-i vahdetü’l-vücudun dedikleri gibi mevcudat, evham ve hayalat değil. Görünen eşya dahi Cenab-ı Hakk’ın âsârıdır. “Heme ost” değil “Heme ezost”tur. Yani her şey o değil belki her şey ondandır. Çünkü hâdisat, ayn-ı Kadîm olamaz.”
Mektubat

> “لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ”
(“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” – Şûrâ, 11)

Bu ayet, Allah’ın her türlü benzerlikten, sınırdan, cisimden, zaman ve mekân kaydından mutlak surette münezzeh olduğunu beyan eder. Cenab-ı Hak, mahlûkat gibi bir yere sığmaz, parçalanmaz, bölünmez. O’nun yaratılmışlarla olan ilişkisi, halıkıyet yani yaratıcılığı cihetiyledir. Ne yarattıkları O’dur, ne de O yarattıklarının içindedir.

İşte bu, İslam akaidinin en dengeli ve en derin ifadesidir.

  1. Tenzih ile Tevhid Arasında İnce Bir Yol: Ne “Heme Ost”, Ne de Tabiat

Bazı tasavvuf akımları, özellikle vahdetü’l-vücud görüşü içinde, varlığı “tek bir hakikat” olarak yorumlayıp, “Her şey O’dur” (Heme o’st) demiştir. Bu yaklaşım, niyet itibariyle Allah’a yakınlaşmak için olsa da, tehlikeli bir noktaya temas eder: yaratılanla Yaratan arasındaki farkı silme riski.

Bediüzzaman Hazretleri ise bu konuda büyük bir ölçü sunar:

> “Heme ost değil, heme ezost.”
“Her şey O değildir, fakat her şey O’ndandır.”

Bu cümle, hem vahdet-i vücut fikrinin sapmasını düzeltir, hem de mutlak tenzihin sınırını belirler. Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur. Eşya ise O’nun yaratmasıyla vardır. Allah ile eşya arasındaki ilişki, hulûl (iç içe geçme) veya ittihad (bir olma) değildir. İlişki yaratılmışlık ve sanat ilişkisidir.

  1. Eşya Allah Değildir; Eşya Allah’tandır

Kâinatta gördüğümüz her şey; dağlar, yıldızlar, su damlaları, kuşlar ve insanlar… Allah’ın kudretiyle vücut bulmuş mahlûklardır. Ancak bunların hiçbiri O’nun zâtı değildir. Çünkü:

O sonsuzdur, mahlûk sınırlıdır.

O ezelîdir, eşya sonradan yaratılmıştır.

O kadîmdir, eşya hâdistir.

O’nun varlığı vaciptir, eşyanınki mümkündür.

Bu fark, varlıkta asla kaybolmaz. Evet, her şey Allah’ın isimlerinin, sıfatlarının birer tecellîsidir; ama zât-ı İlâhî ile aynı değildir.

  1. Felsefenin ve Tasavvufun Sapma Noktası: Ayn-ı Kadîm Olmak

Bazı felsefî ve tasavvufî görüşlerde, varlıkların Allah’ın kendisi olduğu (ayn-ı kadîm) iddia edilmiştir. Bu ise yaratıcı ile yaratılan arasındaki farkı ortadan kaldırmak demektir. Böyle bir düşünce, şu üç büyük hataya kapı aralar:

  1. Şirk: Allah’tan başka varlıkları da ilahi bir hakikat gibi görmek.
  2. Hulûl: Allah’ın eşyanın içine girdiği inancı.
  3. Vahdet-i mevcûd: Varlığın tek bir cevher olduğu ve o cevherin Allah olduğu görüşü.

İslam ise bu üç yolu da kapatır. “لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ” ayetiyle, Allah’ın her türlü benzerlikten ve cisimsel nitelikten münezzeh olduğunu bildirir. Kısaca: Eşya Allah değildir; Allah da eşyanın içinden ibaret değildir.

  1. Hikmetli ve İbretli Bir Gerçek: Sanatkâr ile Sanat Arasındaki Fark

Her sanat, sanatkârına işaret eder; ama sanatkâr değildir. Bir tablo, ressamı anlatır; fakat ressam olmaz. Bir kitap, müellifi tanıtır; ama müellif değildir. Aynen öyle de:

Güneş Allah’ın nur ismini gösterir; ama O değildir.

Yağmur rahmeti hatırlatır; ama rahmetin kendisi değildir.

İnsan, Allah’ın kudretinin eseridir; ama Allah’ın zatı değildir.

Bu ayrım, hem Allah’a yaklaşmayı sağlar hem de tevhidi bozmadan düşünmeyi mümkün kılar. Çünkü tevhid, sadece bir Allah’a inanmak değil; aynı zamanda O’nu her şeyden ayrı bilip her şeyi O’na bağlayabilmektir.

  1. Mantıklı ve Düşündürücü Bir Yaklaşım: Sonsuz Olan, Sonluya Sığmaz

İnsan aklı şu ilkeyi asla unutmaz:

> Sonsuz olan, sonluya sığmaz.

Allah, zamanın içine sığmaz çünkü zamandan önce vardır. Mekâna sığmaz çünkü mekânı O yaratmıştır. Cisme benzemez çünkü cisim O’nun sanatıdır. O halde varlıkla O arasındaki ilişki, ancak şu şekilde tanımlanabilir:

> Mevcudat Allah’tandır, Allah mevcudat değildir.

Bu ifade, hem tenzih hem teşbihi, hem aşk hem aklı, hem tasavvufu hem kelâmı birleştiren en hikmetli cümledir.

Sonuç ve Özet

Bu derin bahis bize şunu öğretiyor:
Allah, mutlak bir şekilde münezzehtir. O’nun zâtı yaratılmış hiçbir şeye benzemez. Görülen bütün varlıklar, Allah’ın kudretiyle yaratılmış, hikmetiyle düzenlenmiş ve rahmetiyle donatılmıştır. Ama bu eşya, Allah’ın kendisi değildir; sadece O’ndan bir eser, bir âsâr, bir tecellîdir.

İşte Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> **“Heme ost” (Her şey O’dur) değil,
“Heme ezost” (Her şey O’ndandır) demek en selametli ve en hakikatli yoldur.

ÖZET

Allah hiçbir şeye benzemez. (“لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ”)

Eşya Allah’ın eseri ve âsârıdır, O’nun zâtı değildir.

Varlık Allah’tandır ama Allah değildir.

Eşya hakikîdir ama Allah’ın yaratmasıyla vardır.

Heme ost gibi ifadeler tehlikelidir; doğrusu Heme ezosttur.

Tevhid, Allah’ı tanımak ve mahlûkları da Allah’a götüren işaretler olarak görmektir.

 




Zıll ile Hakikat Arasında: Eşyânın Varlığı ve İlahi Tecellî

Zıll ile Hakikat Arasında: Eşyânın Varlığı ve İlahi Tecellî

“sahabe ve asfiya-i müçtehidîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt

حَقَائِقُ الْاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ

derler ki Cenab-ı Hakk’ın bütün esmasıyla hakiki bir surette tecelliyatı var. Bütün eşyanın onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vâcibü’l-vücud’un vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor. ”
Mektubat

> “حَقَائِقُ الْاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ”
“Eşyânın hakikatleri sabittir.”

Bu veciz kaide, İslam düşüncesinin temel taşlarından biridir. Sahabe, müçtehid âlimler ve Ehl-i Beyt imamları bu ilkeye bağlı kalarak eşyânın, yani varlıkların gerçekliğini kabul etmişlerdir. Her şeyin varlığı, mutlak Varlık olan Allah’a bağlı olmakla beraber, Allah’ın yaratmasıyla hakiki bir mevcudiyet kazanır. İşte bu derin hakikati Bediüzzaman Said Nursî, şu veciz sözlerle özetler:

> “Cenab-ı Hakk’ın bütün esmasıyla hakiki bir surette tecelliyatı var.”

  1. Varlığın Dayanağı: Allah’ın İcadı ve Esma-i Hüsna

Kâinat bir sahnedir. Bu sahnede görünen her varlık, Cenab-ı Hakk’ın bir isminin, bir sıfatının aynasıdır. Dağlar, “Kavî” ismine; çiçekler, “Latîf” ismine; anne şefkati, “Rahmân” ismine; adalet, “Adl” ismine; bilgi, “Alîm” ismine aynalık eder.

> Hallâk ismi ise bu yaratışın devamlılığını gösterir. Allah sadece bir defa yaratıp terk etmez; her an yaratır, her an tasarruf eder.

İşte bu bakış, eşyanın varlığını “zıll” (gölge) olmakla birlikte, hayal ya da vehimden ibaret görmez. Varlıkların sabit bir mahiyeti vardır, çünkü “حقائق الأشياء ثابتة” hakikati bunu ortaya koyar.

  1. Zıllî Varlık: Gölge Ama Gerçek

Eşyânın varlığına zıll (gölge) varlık denir. Zira bu varlıklar:

Kendinden değildir, Allah’ın yaratması iledir.

Mutlak değildir, sınırlı ve fânidir.

Sürekli değildir, Allah’ın iradesiyle devam eder.

Fakat tüm bu sıfatlar onların vehim olmadığını gösterir. Yani gerçeklikleri vardır; ama bu gerçeklik mutlak değil, izafîdir. Hayal değildir, çünkü Allah’ın fiili ile mevcuttur. Vehim değildir, çünkü Allah onlara bir sistem, süreklilik ve nizam vermiştir.

Bu bakış açısı, hem tasavvufî ifratlardan, yani her şeyi hayal sayan görüşlerden sakınır; hem de maddeci inkarcıların, yani Allah’ı yok sayan felsefenin hatasına düşmez. Orta ve doğru yol: Eşya haktır ama Allah’ın bir tecellisidir.

  1. İbretli Bir Anlayış: Varlığın Sahibini Tanımak

İnsan, varlıkla yüz yüzedir. Dağlara bakar, kalbine bir heybet düşer. Güneşe bakar, içi ısınır. Bir çiçeği koklar, kalbinde bir sevinç doğar. Bu hisler, sadece fizikî karşılaşmalar değildir. Her biri, Allah’ın bir isminin iz düşümüdür. O zaman:

Güzelliğe baktığında “Cemîl” olanı hatırla.

Düzenli bir sistem gördüğünde “Hakîm” olanı düşün.

Rahmet ve şefkat hissettiğinde “Rahîm” olanı tanı.

Çünkü varlık, başıboş değil. Her şey, bir ism-i İlâhînin cilvesidir.

  1. Bilimsel Yön: Maddenin Geçici Ama Gerçek Yüzü

Modern bilim de artık maddenin sabit, sert ve değişmez olmadığını; bilakis dalga, enerji ve geçici bir süreç olduğunu ortaya koymuştur. Maddenin özü atomlar ve atom altı parçacıklardır. Ve bunlar da sabit değil, sürekli bir hareket içindedir.

Bu gerçek, zıllî varlık anlayışını bilimsel olarak da doğrular. Evet, madde gerçektir; ama bir gölge gibi gelip geçicidir. Sonsuz değildir. Bir “asıl” var ki, her şey ona bağlıdır. O da Allah’ın ilmidir, kudretidir, iradesidir.

  1. Hikmetli Bir Değerlendirme: Her Şey Hakk’ı Gösteriyor

İnsanın varlığa bakışı basit olmamalıdır. Varlıklar, sadece kendi için değil; kendilerinden yansıyan mânâlar için de vardır. Bir ayna, sadece yüzünü değil; arkadaki güneşi de yansıtır. Bu yönüyle bakıldığında:

Her şey, Allah’ı gösterir.

Her varlık, bir ismin levhasıdır.

Her mahlûk, bir mektub-u Rabbânîdir.

Bu bakışla eşyaya bakan, boşlukta değil; mânâda yaşar. Ve bu mânâ, insanı ibadete, şükre, tefekküre götürür.

Sonuç ve Özet

“Eşyânın hakikatleri sabittir” kaidesi, Allah’ın yarattığı varlıkların hayal değil, gerçek olduğunu bildirir. Ancak bu gerçeklik, mutlak bir varlık değil, gölge bir varlıktır. Eşya, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisidir. İnsan, bu tecellileri okuyarak Allah’a ulaşabilir. Bu bakış hem inancı sağlamlaştırır, hem varlığı anlamlandırır, hem de insanı hikmete ve kulluğa yönlendirir.

ÖZET

Her eşya, Allah’ın bir isminin tecellisidir.

Varlıklar gerçektir ama Allah’a bağımlı, geçici ve gölge gibidir.

Madde hayal değildir ama asıl da değildir.

Allah’ın “Hallâk” ismiyle eşya yaratılır ve idame ettirilir.

Bu anlayış hem tasavvufun hem bilimin hakikatlerine uyumludur.

İnsanın görevi, eşyanın arkasındaki Esmâ’yı görmek ve Allah’ı tanımaktır.

 




Her Gün Yeni Bir Şan: Kudretin Tecellisi ve İlmin Derinliği

Her Gün Yeni Bir Şan: Kudretin Tecellisi ve İlmin Derinliği

**“كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ” (Rahman, 29)

“فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ” (Bürûc, 16)**

Kur’ân-ı Kerim’de geçen bu iki ayet, Allah Teâlâ’nın sürekli bir fiil, sürekli bir tasarruf, sürekli bir yaratma, idare etme ve yönlendirme hâlinde olduğunu bildirir. Bu, hem tevhid akîdesinin özüdür hem de modern bilimin gözlemlediği dinamik ve değişken kâinat gerçeğiyle mükemmel bir şekilde örtüşür.

  1. Tefsirî Boyut: Her Gün Yeni Bir Tecelli

İbn Abbas (ra) bu ayetin tefsirinde şöyle buyurmuştur:

> “Allah’ın her gün bir işi vardır: Hastaya şifa verir, mazlumu kurtarır, bir kavmi aziz eder, diğerini zelil eder, bir millete yağmur indirir, bir milleti kurak bırakır.”

Bu tefsir, Allah’ın zamanla kayıtlı olmadığını ama kullarının zaman içinde ihtiyaç duyduğu her hâl ile her an ilgilendiğini gösterir.

“Külli şan”, sadece fizikî hadiselerle sınırlı değildir. İnsanların kaderinden tutun da evrenin galaksilerine kadar uzanan geniş bir yelpazede tecelli eder. “Şan”, bir hâl ve fiil içinde olmak, bir işle meşgul olmak anlamındadır.

  1. Bilimsel Yön: Dinamik Kâinatın İlahi Dili

Modern bilim bize göstermiştir ki evren durağan değil, sürekli bir hareket ve dönüşüm içindedir.

Her saniye 4 milyon ton madde Güneş’te enerjiye dönüşmektedir.

Her hücrede saniyede binlerce işlem gerçekleşmekte, DNA kopyalanmakta, proteinler sentezlenmektedir.

Kuantum alanında “boşluk” olarak zannedilen alanlar bile enerjinin fokur fokur kaynadığı bir faaliyet alanıdır.

Bu sürekli işleyiş, bir irade ve kudret olmadan düşünülemez. Tesadüflerin bu kadar düzenli bir sistemi açıklaması mümkün değildir. İşte “كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ” ayeti, bu dinamikliği bin dört yüz yıl öncesinden haber verir.

  1. Hikmetli ve İbretli Bir Bakış: Sen de Her Gün Bir Şan İçindesin

Bu ayet sadece Allah’ın fiillerini anlatmakla kalmaz; kula da bir yön çizer.
Sen de her gün bir hâl içindesin: Ya terakkîde, ya tedennîde. Ya istiğfarda, ya isyanda. Ya şükürde, ya gaflette.

Allah her gün bir şan üzerindeyken, kul da her gün ya Allah’a yakınlaşır ya da uzaklaşır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu ayete Risale-i Nur’da şöyle temas eder:

> “Kâinatı her an tazeleyen, kudretini her lahzada gösteren Zât-ı Zülcelal, mahlûkatını her anda yeni tecellilerle halk eder. Bu tazelik ve devamlılık, Cenâb-ı Hakk’ın ‘Her gün bir şan üzerindedir’ sırrını izhar eder.” (bkz. Mektubat)

  1. Muradına Olan Diğer Ayetlerle İzah

“وَ مَا تَشَاءُونَ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ” (İnsan, 30): Siz bir şey dileyemezsiniz, ancak Allah’ın dilemesiyle…

“إِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ” (Hud, 107): Şüphesiz ki Rabbin, dilediğini yapandır.

“وَ مَا أَمْرُنَا إِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ” (Kamer, 50): Bizim işimiz bir anda olur; bir göz kırpması kadar çabuktur.

Bu ayetler, Allah’ın mutlak kudretini, irade bağımsızlığını ve hiçbir varlığın O’na müdahale edemeyeceğini beyan eder.

  1. Düşündürücü Bir Gerçek: Durağanlık Allah’ın Sünnetinde Yoktur

Her gün bir şan üzerindedir demek, statik olanın değil, dinamik olanın Allah’ın sünneti olduğudur. O halde mü’min de durağan olamaz. Çünkü:

Allah’ın fiilleri hep yenidir.

Tecellileri hep tazedir.

Kul da her an tecdid-i iman, tecdid-i niyet ve tecdid-i amel ile bu ilahi akışa uymalıdır.

Sonuç ve Özet

> Allah her an yeni bir tecelli içindedir.

Kâinat, bir fabrikanın çarkları gibi sürekli işler.

İnsan, bu düzenin merkezinde imtihan içindedir.

Ayet, hem ilahi kudreti bildirir hem de kulluğa bir uyarıdır.

Tefekkür eden insan, bu ayetle kendini sorgular: “Ben bugün hangi şan içindeyim?”

Bu ayet, evrenin İlahi bir kontrol altında olduğunu gösterdiği gibi, her bireyin de hayatını boş ve tesadüfî değil, bilinçli ve sorumlulukla yaşaması gerektiğini haykırır. Çünkü her gün bir iş vardır ve her kul da o günkü şanı ile yazılmaktadır.

ÖZET
“كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ” ayeti, Allah’ın her an faaliyette olduğunu, kudret ve rahmetini sürekli tecelli ettirdiğini bildirir. Modern bilimde gözlemlenen evrensel dinamizmle örtüşür. “فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ” ise bu kudretin mutlak olduğunu ifade eder. Ayet, insanın da hayatını boş geçirmemesi, tecdid-i iman ve amel ile her gün bir hayır yolunda olması gerektiğini bildirir.

 




Hakikatin En Derin Tanığı

Hakikatin En Derin Tanığı

“Hem Kur’an, fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa her bir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü itminan-ı vicdan ve istirahat-i kalp, onun envarıyla olur. Demek fıtrat-ı selime, vicdanın itminanı şehadetiyle, onu tasdik ediyor. Evet fıtrat, lisan-ı haliyle Kur’an’a der: “Fıtratımızın kemali sensiz olamaz!”
Mektubat

Fıtratın Sesi, Kalbin Huzuru: Kur’ân ve Vicdanın Buluştuğu Yer
(Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat’taki Vurgusuyla Hakikatin Fıtrî Yolu)

İnsan yaratılış itibariyle sadece etten ve kemikten değil; akıldan, kalpten ve vicdandan yoğrulmuştur. Kalp, bir sevgi merkezi; akıl, bir muhakeme aracı; vicdan ise hakikatin yankılandığı en derin odadır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu vicdanî duyarlılığı Kur’ân ile olan ilişki açısından şöyle ifade eder:

> “Kur’ân, fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa her bir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü itminan-ı vicdan ve istirahat-i kalp, onun envarıyla olur.”

Bu cümle, sadece bir iman çağrısı değil; aynı zamanda insanın en saf halinin Kur’ân’la olan derin uyumunu ortaya koyan bir varlık tesbitidir.

  1. Fıtrat-ı Selime Nedir?

Fıtrat, insanın yaratılıştan gelen temiz mayasıdır. Yani kalbin saf hali, ruhun lekelenmemiş şeklidir. Fıtrat-ı selime ise, bu asli hâlin bozulmamış, tabii, dürüst ve doğru çalışan hali demektir.

Aç olanın ekmeğe meyli gibi,

Susayanın suya yönelmesi gibi,

Sevgisiz kalan kalbin sevgi araması gibi…

Fıtrat-ı selime de hakikati arar, Hakk’a meyleder ve Kur’ân’la karşılaştığında onu “tanır gibi” bir teveccühle tasdik eder.

  1. Kur’ân’ın Fıtrî Tasdiki: Kalpte Yankı Bulan Nur

Kur’ân, dıştan gelen bir kitap değildir yalnızca; fıtratın iç sesine tercümanlık eden bir rehberdir. Her bir âyeti, insanın vicdanında bir karşılık bulur. Eğer insan fıtratını bozmaz, nefsin ve hevanın tesiriyle körleşmezse, Kur’ân ona yabancı gelmez.

Bediüzzaman bu uyumu şöyle özetler:

> “Çünkü itminan-ı vicdan ve istirahat-i kalp, onun envarıyla olur.”

Bugün modern çağın en büyük sıkıntısı da budur: Vicdan itminan bulamıyor, kalp istirahat edemiyor. İnsan her şeye ulaşıyor ama huzura ulaşamıyor. Çünkü fıtratının sesini susturmuş, Kur’ân’ın nurundan uzak kalmıştır.

  1. Kalbin Feryadı: “Sensiz Olmaz!”

İnsan fıtratı, Kur’ân’a şöyle seslenir:

> “Fıtratımızın kemali sensiz olamaz!”

Bu cümle, hem bir itiraf hem bir özlemdir. Tıpkı susuz bir toprağın yağmura “beni yeşert” deyişi gibi, fıtrat da Kur’ân’a “beni tamamla” der.

Kalp, Kur’ân’sız mutmain olamaz.

Ruh, Kur’ân’sız yükten kurtulamaz.

Akıl, Kur’ân’sız şaşkınlıktan çıkamaz.

Çünkü Kur’ân, fıtrata yabancı bir şey değil; onun asıl muhatabıdır. Kalp için gıdadır. Ruh için nefes, vicdan için terazidir.

  1. Neden Bazı Kalpler Tasdik Etmiyor?

Eğer her fıtrat Kur’ân’ı tasdik ediyorsa, neden bazı insanlar onu reddeder?

Bediüzzaman, bunun sebebini açıkça belirtir:

> “Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa…”

Yani fıtrat, bozulmamışsa tasdik eder. Ama eğer:

Nefis baskınsa,

Heva galipse,

Menfaat öne geçmişse,

Gurur, kibir, inkâr perdesi olmuşsa…

Fıtrat bu nurdan uzaklaşır, hatta kaçar. Ama bu, fıtratın değil; onun üzerine konan karanlık perdelerin eseridir.

Hikmetli Bir Temsil: Kalbe Vurulan Damga

Düşünün ki tertemiz bir kağıt var elinizde. Bu kağıda bir mühür basmak istersiniz. Eğer kağıt pürüzsüzse, mühür net çıkar. Ama eğer çamur bulaşmışsa, mühür dağılır, okunmaz.

Kur’ân, fıtrata bir mühürdür. Fıtrat temizse, Kur’ân onda net bir iz bırakır. Ama eğer nefsaniyetle kirlenmişse, o mühür bulanıklaşır, hatta reddedilir. Suç mühürde değil, kirli yüzeydedir.

Sonuç: Kur’ân, Fıtratın Doğal Cevabıdır

Kur’ân, gökten inmiş ama fıtrata hitap eden bir kelâmdır.

O, fıtratın suskunluğunu çözer.

Kalbin huzursuzluğuna cevap olur.

Vicdanın şahitliğini uyandırır.

İnsan kendi iç sesine kulak verirse, Kur’ân’ı tasdik eder. Çünkü Kur’ân, fıtratın unuttuğu hakikati hatırlatır.

ÖZET:

Kur’ân, bozulmamış bir fıtrat (fıtrat-ı selime) tarafından doğal olarak tasdik edilen ilahî bir hitaptır.

Vicdanın huzuru ve kalbin istirahati ancak Kur’ân’ın nurlarıyla mümkün olur.

İnsan fıtratı, Kur’ân’a “Sensiz kemale eremem” diyerek içten bir yöneliş içindedir.

Kur’ân’ı reddeden kalplerin sorunu fıtratın kendisinde değil, üzerine bulaşan arıza ve kirlerdedir.

Kur’ân, fıtratın lisanına tercümandır; onu anlayan insan, kendini de, Rabbini de bulur.

 




Varlık Niçin Var?

Varlık Niçin Var?

“Demek, o nur olmazsa kâinat da insan da hattâ her şey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî’ bir kâinatta, böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.”
Mektubat

Nur Olmazsa Hiçlik: Kâinatın Mânâsı ve İnsanlığın Gerçek Değeri
(Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat’taki Vurgusuyla Varlığın Sırrı Üzerine)

İnsan, gözünü açtığı âlemde gökleri görür, yıldızları seyreder, dağları seyre dalar. Lakin sorular da zihnini bırakmaz:
“Bütün bunların anlamı ne? Ben kimim? Kâinat neden yaratıldı?”
İşte bu soruların cevabı, kâinatın yalnızca maddî varlıkla değil, mânâ ile yoğrulmuş bir gerçeklik olduğunu fark ettiğimizde anlam kazanır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu noktada sarsıcı bir tesbitte bulunur:

> “Demek, o nur olmazsa, kâinat da insan da hattâ her şey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî’ bir kâinatta, böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.”

Buradaki “nur”, sadece fizikî ışık değil, imanın, marifetin ve ilahî hakikatin nurudur. O nur olmazsa, her şey mana yönüyle çöker, varlık bir hiçliğe dönüşür.

  1. Nur Olmadan Kâinat Boş ve Manasızdır

Kâinatı sadece madde olarak gören bir göz, onun içindeki hikmeti, sanatı ve muradı göremez. O zaman şu sorular anlamsızlaşır:

Bu nizam kimin için?

Bu güzellik neye hizmet ediyor?

Bu mükemmellik kime işaret ediyor?

Nur, bu soruların cevabını veren ilahî hakikat bilgisidir. O nur, kâinatın içine sızan bir mânâ aydınlığıdır. Onunla beraber:

Gökler tesadüf değil, kasıtlı bir sanat eseri olur.

Dağlar rastgele yükselmiş yığınlar değil, ilahî kudretin nişaneleri olur.

İnsan sadece bir canlı değil, Allah’a muhatap bir varlık olur.

  1. İnsan da Bu Nura Bağlıdır

Nur, sadece kâinatı değil, insanı da anlamlandırır. O nurun olmadığı bir insan hayatı:

Rastgele doğmuş, sebepsiz var olmuş bir biyolojik organizmaya iner.

Ölümle yok olan bir anı yığınına dönüşür.

Değeri olmayan, ruhsuz bir madde yığınından ibaret kalır.

Ama o nurla beraber insan, kendini tanır, Rabbini tanır ve hakikati arar. O zaman hayatın her anı bir şuurlu kulluk, her nefes bir iman şahidi, her gözyaşı bir teslimiyet secdesi olur.

  1. “Böyle Bedî’ Bir Kâinatta, Böyle Bir Zat Lâzımdır”

“Bedî’” kelimesi burada çok anlamlıdır:

Bedî’, her şeyi eşsiz bir tarzda yaratan sanatkâr demektir.

Bu kadar sanatlı ve ince ölçülerle bezenmiş bir âlem, kendisini açıklayan bir Kaynak olmadan olamaz.

Yani sanat varsa sanatkâr vardır.
Nizam varsa nizâmı koyan vardır.
Gaye varsa, o gayeyi takdir eden bir irade vardır.

Bu kâinat, kendi kendini var edemez. Tesadüflerle izah edilemez. O yüzden Bediüzzaman der ki:
“Eğer o zat olmazsa, kâinat da olmamalı.”

Çünkü var olan şeyin anlamı O’nunla tamamlanır. O olmazsa geriye yalnız bir hiçlik, bir karmaşa ve sonsuz bir yokluk korkusu kalır.

  1. Hiçliğe Karşı Nurun Daveti

İnsanlık tarihi, zaman zaman bu nuru unutup maddeye, nefsine veya dünyaya taptığında büyük boşluklara düşmüştür. Modern çağda:

Her şey var ama anlam yok.

Bilgi çok ama hikmet yok.

Hız yüksek ama istikamet kayıp.

İşte o nurun yokluğu, insanı kâinat içinde sürüklenen bir yabancıya çevirir. Ama bu nur geri döndüğünde:

Her şey anlam kazanır.

İnsan kendini bulur.

Kâinat, sahibini gösteren bir ilahi kitap gibi okunmaya başlar.

Hikmetli Bir Temsil: Aynasız Işık

Düşünün ki elinizde bir ayna var. Ona gelen ışığı yansıtırsanız, çevreniz aydınlanır. Ama aynayı yere atarsanız, o ışık size gelmez ve karanlıkta kalırsınız. İşte iman, marifet ve muhabbet aynası kırılırsa, Allah’ın nuru insanın kalbine yansımaz. Kalp karanlıkta kalır. Kâinat da karanlık bir boşluğa dönüşür.

O halde, nurun yansıması için ayna olan kalbi temizlemek ve yönünü doğru çevirmek gerekir.

Sonuç: Nur Varsa Mana Vardır

Bediüzzaman’ın bu kısa ama derin cümlesi, şunu ilan eder:
Kâinat da, insan da, hayat da ancak Allah’ın nuru ile var olur, anlam kazanır, değer bulur.
O nur olmadan varlık, yalnız bir “var gibi görünen hiçliktir.”

Nur varsa:

Kâinat bir tefekkür sahası olur.

İnsan bir muhatap kul olur.

Ölüm bir vuslat kapısı olur.

ÖZET:

Kâinat ve insan, Allah’ın nuru olmadan anlamsız ve değersizdir.

İman, marifet ve ilahi hakikat bilgisi, varlığın asıl ışığı ve anlam kaynağıdır.

Allah’ın varlığı ve birliği bilinmezse, her şey hiçliğe ve karanlığa gömülür.

O nur ile kâinat okunur, insan kendini tanır, ölüm anlam kazanır.

 




Gayesiz Bir Hilkat Olabilir mi?

Gayesiz Bir Hilkat Olabilir mi?

“Kat’iyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. 

   Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. 

   Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. 

   Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.  ”
Mektubat

BAŞLIK: Varlığın Zirvesi, Ruhun Gıdası: İman, Marifet ve Muhabbetullahın Yolculuğu
(Mektubat’tan Hakikat Yolculuğuna Derin Bir Bakış)

İnsan her sabah gözünü açtığında hayatına devam eder, ama çoğu zaman şu soruyu sormaz:
“Neden yaratıldım? Bu varlık nereye gidiyor?”
Bu soruların cevabı bulunmadığında, insan hayatı yalnızca “yaşamak için yaşamak” döngüsüne hapsolur. Oysa yaratılışın (hilkatin) en yüksek gayesi, kuru bir hayatta kalmak değil, Yaratıcıyı tanımak ve O’na yönelmektir.

Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati veciz şekilde şöyle ifade eder:

> “Kat’iyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billâhtır.”

Bu cümle bir düşünce değil, bir varoluş gerçeğidir.

  1. Hilkatin Gayesi: İman-ı Billâh (Allah’a İman)

Her şeyin bir gayesi vardır. Ağacın meyve vermesi, güneşin ışık saçması, bulutun yağmur taşıması gibi; insanın yaratılış gayesi de Allah’a iman etmektir. Bu iman, sadece kabul etmek değil; bir bağ kurmaktır. O’na yönelmek, O’na teslim olmak, O’na güvenmek ve O’nu hayatın merkezine almaktır.

İman, kainatın diliyle konuşan insanın kendi yaratılış lisanına verdiği cevaptır. Yani bu kainat “Seni yaratan bir Kudret var” derken, insanın “Evet, O’na iman ettim” demesidir.

  1. Fıtratın Neticesi: Marifetullah (Allah’ı Tanımak)

> “Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır.”

İman bir kapıdır; marifet ise o kapıdan içeri girmektir. Allah’ı sadece “var” bilmek değil, O’nu isimleriyle, sıfatlarıyla, fiilleriyle tanımak, bu marifetin yoludur.

Bir çiçekteki sanat, bize Rahman olan bir Yaratıcıyı gösterir.

Göklerdeki düzen, Alîm ve Hakîm olan bir Rabb’i bildirir.

Kalpteki merhamet, Vedûd olan bir Zât’tan haber verir.

İnsan, tanıdığı kadar derinleşir. Allah’ı tanımak, insanı hem eşyanın hakikatine hem de kendi nefsine yaklaştırır.

  1. Saadetin Anahtarı: Muhabbetullah (Allah’ı Sevmek)

> “Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır.”

Muhabbetullah, marifetin meyvesidir. Tanımadan sevgi olmaz. Ama gerçekten tanıyan bir kalp, mutlaka sever. Çünkü Allah, güzelliklerin kaynağı, kemâlin zirvesi ve cemâlin merkezidir.

Sevgi, insanı yükseltir. Allah sevgisi ise kalbi fani sevdaların kırılganlığından kurtarıp bakiye bağlar. Bu sevgi:

Korkuyu ümit ederliğe,

Yalnızlığı vuslata,

Kaygıyı tevekküle,

Acıyı teselliye dönüştürür.

  1. Kalbin Lezzeti: Lezzet-i Ruhaniye

> “Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safî sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.”

Ruhun lezzeti maddî hazlarda aranmaz; o lezzet, ancak Allah sevgisinin kalpte yer bulmasıyla ortaya çıkar. Bu, dıştan gelen bir haz değil; içten doğan bir sürurdur.

Bu lezzet, bir namaz secdesinde yaşanır.

Bir dua ânında gözyaşına dönüşür.

Bir sabah güneşine bakarken Allah’ı hatırlamakta hissedilir.

Bir mazluma merhamet ederken içten gelen bir huzura dönüşür.

Bu ruhani lezzet, insanı içten içe doyurur ve kalbe şunu söyletir:
“Rabbim bana yeter. O varsa her şey var, O yoksa hiçbir şeyin anlamı yok.”

Hikmetli Bir Temsil: Zincirin Halkaları

Bu cümleleri bir zincirin halkaları gibi düşünebiliriz:

İman halkası olmadan zincir kurulmaz.

Marifet halkası o imanı güçlendirir.

Muhabbet halkası, zinciri kalbe bağlar.

Lezzet-i ruhaniye ise o zincirin sonunda açılan bir hazinedir.

Her bir halka, bir öncekine bağlıdır. Bu nedenle iman, bilgi, sevgi ve huzur birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

SONUÇ: Varlığın Zirvesi, Ruhun Lezzeti

İnsan, sadece yiyen-içen, düşünen-üreten bir varlık değil; aynı zamanda inanmak isteyen, sevmek isteyen ve ebediyeti arzulayan bir ruhtur.
Bediüzzaman’ın bu dört aşamalı tanımı, insanın yaratılış gayesini, en yüksek potansiyelini, gerçek mutluluğunu ve kalp huzurunu açıkça ortaya koyar:

İman-ı billâh: Yaratıcıya bağlanmak.

Marifetullah: O’nu tanımak ve anlamak.

Muhabbetullah: O’nu sevmek ve yönelmek.

Lezzet-i ruhaniye: Kalbin en saf sevinciyle huzura ulaşmak.

Bu yolculuk, her insanın içinde gizli olan hakikat arayışının özüdür.

ÖZET:

İnsanın yaratılış gayesi, Allah’a imandır.

İmanın en yüksek mertebesi, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımaktır (marifetullah).

Bu tanıma, kalpte Allah sevgisini (muhabbetullah) doğurur.

Bu sevgi ise insana ruhani bir lezzet ve gerçek bir huzur kazandırır.

İman, bilgi, sevgi ve huzur zinciri, insanı yaratılış gayesine ulaştırır.

 




Suretlerin Değiştiği Bir Zaman: Zulmün Adaletle Maskelemesi

Suretlerin Değiştiği Bir Zaman: Zulmün Adaletle Maskelemesi

> “Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyânet, hamiyet libasını giymiş; cihada bağy ismi takılmış; esarete hürriyet namı verilmiş!.. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

Tarihin her döneminde zulüm vardı. Lakin bazı dönemlerde zulüm açıkça kendini gösterir, mazlumlar onun karşısında dururdu. Bugünün farkı; artık zulmün kendini adalet gibi sunması, hıyanetin hamiyet kisvesi giymesi, esaretin hürriyet diye pazarlanmasıdır. Ve bu en tehlikeli hâlidir: Batılın hak suretine bürünmesi.

İşte Bediüzzaman bu sözleriyle, sadece bir dönemin fotoğrafını çekmiyor; aynı zamanda zamanların hastalığını teşhis ediyor: Ezdadın (zıtların) yer değiştirmesi.

Zulüm, Adalet Gibi Konuştuğunda

Zulüm artık kaba kuvvetle değil; hukuk, anayasa, güvenlik, millî birlik gibi makyajlarla sunuluyor.
Adına “düzen sağlama” deniyor.
Adına “toplumu koruma” deniyor.
Ama özünde: Mazlumu susturma, adaleti susturma ve sesi bastırma var.

Zulüm, başına adalet külâhı geçirdiğinde; artık zalimle mücadele edenler suçlu ilan ediliyor. Çünkü kelimeler yer değiştirmiş. Artık haklı olmak yetmiyor; haklı görünmek için zulmün sahnesinde rol almamış olman gerekiyor.

Hıyanet, Hamiyet Gibi Sunulduğunda

Vatanı, milleti, dini ve değerleri satmak isteyenler; sözde “ilerleme”, “özgürlük”, “medeniyet” diyerek hareket ediyor.
Ve bu aldatıcı görüntü, bir gaflet perdesi gibi halkın gözlerini örtüyor.

Oysa gerçek hamiyet, milletin ruhunu yaşatmakla olur. Ama ihanet, bu ruha zincir vurup, “çağdaşlık” yaftasıyla kimliksizliğe sürüklüyor.
Ve bunu yaparken de sanki milletin hayrına çalışıyor gibi görünüyor.
Zehirli bir bardağa bal damlatılmış gibi…

Cihad, Bağy (İsyan) Diye Damgalandığında

Hak yolda mücadele edenler terörist, bölücü, yobaz ilan edilirken;
Gerçek teröristler “özgürlük savaşçısı” sıfatıyla pohpohlanıyor.

Bir millet kendi inancını savunduğunda “radikal”,
Batı başka bir yerde savaş çıkardığında “barış elçisi” oluyor.

Cihada bağy, direnişe anarşi, ümmete ayrılık etiketi takılıyor.
Ve böylece hakkın sesi susturuluyor; haklılık, şekle kurban ediliyor.

Esaret, Hürriyet Diye Yutturulduğunda

Batı’nın kültürel esaretine giren toplumlar, bunu “özgürlük” zannediyor.
Kadim değerleri terk etmek “bireysel gelişim”,
Aile yapısının çökmesi “modern hayat”,
İnancın zayıflaması “bilimsel ilerleme” diye adlandırılıyor.

Aslında zihinler tutsak, kalpler zincirli, ama özgürlük şarkıları söyleniyor.
Çünkü esaret artık zincirle değil; ekranla, ekran diliyle, etiketlerle geliyor.

Ezdadın Mübadelesi: En Derin Aldanış

Zıtların yer değiştirmesi, basit bir kavram karmaşası değil; hakikatle bağın kopmasıdır.
Çünkü bir toplum hakla bâtılı ayırt edemez hâle gelirse, artık ona her şey meşru gösterilebilir.

Bu durumun çaresi, kalpleri basiretle, zihinleri hakikatle donatmaktır.
Hak ve bâtıl, adalet ve zulüm, hürriyet ve esaret; isimle değil, muhtevayla tanınmalı.
Ve bu tanıma ancak fikirle, imanla, hikmetle ve cesaretle mümkündür.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Zulüm başına adalet külâhı geçirmiş…” sözü etrafında, kavramların içinin nasıl boşaltıldığını ve hakikatin nasıl ters yüz edildiğini ele alır. Zulmün adalet kisvesine, hıyanetin hamiyet elbisesine, cihadın isyan etiketine ve esaretin hürriyet maskesine büründüğü günümüzde; hak ve bâtılın karıştığı bu karmaşada insanlara düşen görevin, hakikatin ölçülerine dönmek olduğu anlatılır. Zıtların yer değiştirmesi, bir toplumu en tehlikeli felaketlere sürükleyebilir. Bu yüzden hakikat, isimde değil; özde aranmalıdır.

 




Kalem Tutan Parmaklara Kurşun: Filistinli Öğrencilerin Sessiz Şehadeti

Kalem Tutan Parmaklara Kurşun: Filistinli Öğrencilerin Sessiz Şehadeti

7 Ekim 2023’ten bu yana devam eden İsrail saldırılarında 16 binden fazla Filistinli öğrenci hayatını kaybetti. Onlar okula gitmek istiyordu, mezara gittiler. Ellerine kalem tutuşturulması gereken yaşta, kefen sarıldı. Sıralarında bilgiyle buluşmaları gerekirken, bedenleri toprağa emanet edildi. Bu, sadece bir katliam değil; geleceğin planlı ve sistematik bir imhasıdır.

Eğitim; bir milletin var olma iradesidir. Okuyan bir çocuk, özgürlük hayal eder. Düşünür, sorar, hak arar. İşte bu yüzden ilk hedef hep çocuklar olur. Çünkü geleceği yok etmek, toprak işgalinden daha etkilidir. Sadece şu rakamlar bile, insanlığın vicdanını ayağa kaldırmaya yeter:

16.802 öğrenci hayatını kaybetti.

26.000’den fazla öğrenci yaralandı.

361 öğrenci gözaltına alındı.

Ders kitapları bombaların altında kaldı. Oyuncaklar paramparça oldu. Masumiyet, sınıf tahtasına değil, toprağa yazıldı.

Çocuklar Ölürse Gelecek Susar

Filistinli çocuklar sadece kurşunla değil, aynı zamanda suskunlukla öldürülüyor. Dünya, bu kadar büyük bir trajediye sessiz kaldıkça; katiller daha da cesaretleniyor. Savaş uçakları, okulları hedef alıyor; sonra “yanlışlık” deniliyor. Ama bu “yanlış” her seferinde doğrudan çocukları buluyor.

Bu çocukların ölümü, sadece Filistin’in değil, insanlığın kalbine isabet etmiş bir kurşundur. Çünkü bir çocuğun ölümü, bütün dünyanın yetim kalması demektir.

Kalemin Düşmanı Kurşun Değil; Sessizliktir

Filistinli çocuklar yaşasaydı belki doktor olacaktı, belki öğretmen, belki sadece iyi bir insan. Şimdi onlar cennetin gülleridir, ama dünya toprağında yerleri boş. Üstelik bu boşluk; vicdanla, adaletle, insanlıkla dolmazsa daha da büyür.

Kalemi yere düşen bir çocuğa, bombayla karşılık vermek; savaş değil, vahşettir. Okula giden bir çocuğun hedef alınması; güvenlik gerekçesi değil, gelecek düşmanlığıdır. Çünkü katiller biliyor ki, okuyan bir Filistinli, özgür bir Filistin demektir.

Bu Salt Bir İstatistik Değil, Sessiz Bir Feryattır

Bugün Filistin’de her şehit edilen çocuk, insanlığın göğe yükselen sorusudur:

> “Bu kadar masum, bu kadar çok çocuk neden öldü ve neden kimse durdurmadı?”

Bu rakamlar, birer sayısal veri değil; hayatın yarım kalan hikâyeleridir. Belki biri Kur’an ezberleyecekti, biri ailesine ekmek getirecekti, biri yıldızlara bakıp hayal kuracaktı. Ama şimdi yıldızlar onların şahitliğine ağlıyor.

Vicdanın Son Sınavı: Çocuklara Reva Görülen Bu Zulme Ne Diyeceğiz?

Bediüzzaman Said Nursî der ki:

> “Zalimler için yaşasın cehennem.”

Ama sadece zalimler değil; onların zulmüne sessiz kalanlar da bu ahlaki yıkımın ortağıdır. Bu yüzden bugün, insanlık ikiye ayrılıyor:

Zulme karşı çıkanlar,

Zulme alışanlar.

Bu çağ, belki de tarihte ilk defa bu kadar açık bir şekilde masumlarla zalimleri birbirinden ayırıyor. Tereddüt edenler, tarafsız kalanlar, sessizce izleyenler; aslında tercihini yapmış oluyor.

Sonuç ve Mesaj:

Filistinli 16 binden fazla öğrencinin ölümü, sadece bir savaşın yan etkisi değil; bir milletin geleceğini yok etme planının parçasıdır. Bu çocuklar, okulda öğrenmek için yaşamak isterken, ölümle tanıştırıldı. Her biri bir âyetin şahitliğinde toprağa girdi.

Ama unutulmamalı ki:

> Kalemler kırılabilir, ama hakikat yazılmaya devam eder.
Çocuklar vurulabilir, ama hakikat asla susturulamaz.

Özet:

Bu makale, İsrail’in 7 Ekim 2023’ten itibaren Gazze ve Batı Şeria’da gerçekleştirdiği saldırılarda 16 binden fazla Filistinli öğrencinin hayatını kaybetmesini konu alır. Eğitim hakkı elinden alınan bu çocukların sadece fiziken değil, aynı zamanda sessizliğe gömülerek yok edilmeye çalışıldığı anlatılır. Çocukların ölümüyle bir halkın geleceği hedef alınmakta; bu durum ise sadece Filistin’in değil, tüm insanlığın vicdanını sınayan bir felaket olarak değerlendirilir. Makale, sessiz kalmanın da bir tür suç ortaklığı olduğunu hatırlatır ve bu zulme karşı kalemle, sözle, vicdanla dur demeyi bir insanlık görevi olarak sunar.