Zamanın Dairesinde Dolaşan İnsanlık ve İslâm’ın Şafağı

Zamanın Dairesinde Dolaşan İnsanlık ve İslâm’ın Şafağı

“Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakîm üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki Küre-i Arz’ın hareketi gibi bir dâire içinde dönüyor. Bâzen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir; bâzen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-ı İslâmiye’nin güneşi ile, sulh-u umumî dâiresinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlâhiye’den bekliyebilirsiniz. ”
Hutbe-i Şamiye

Tarih bir çizgi değil, bir dairedir. O, başlangıcı ile sonu sabit bir hat üzerinde ilerleyen düz bir yol değil; mevsimler gibi dönen, tekrar eden, bazen baharı, bazen kışı gösteren bir devr-i daimdir. Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de işaret ettiği gibi, insanlık tarihi de böyle bir daire üzerinde seyrediyor: Bazen baharlarla şahlanıyor, bazen kışlarla sarsılıyor. Lakin her kışın sonunda bir bahar, her gecenin ardından bir sabah olduğu gibi; beşeriyetin de aydınlık bir sabahı, sulh ve selâmetle dolu bir baharı gelecektir inşâallah.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikat, Âl-i İmrân Suresi 140. ayette şöyle ifade edilir:

“Eğer size bir yara değmişse, o topluluğa da benzeri bir yara değmiştir. O günleri Biz insanlar arasında döndürür dururuz…”
(Âl-i İmrân, 3/140)

Bu ayet, hayatın ve tarihin döngüselliğini gösterir. Galibiyet de, mağlubiyet de bir imtihandır. Başarı da, çöküş de hikmetsiz değildir. Rabbimiz, insanlara ibret olsun diye zamanın devirlerini çevirir. Dün yıkılanlar bugün yükselir, bugün galip olanlar yarın zayıf düşer. Zira bu dünya, sabit değil, hareket hâlindedir; ve zaman dairesi içinde ilâhî bir terbiye gerçekleşir.

İnsanlık tarihindeki büyük medeniyetlere bakıldığında bu ayetin manası tecellî eder: Roma, Pers, Bizans, Emevî, Abbâsî, Osmanlı… Hepsi bir zamanlar zirvede idi, sonra inişe geçti. Ve bu iniş ve çıkışların arkasında sadece zahirî sebepler değil, kaderin cilvesi ve İlâhî muradın terbiyesi vardır. Bu iniş ve çıkışlar sayesinde insanlık, hakiki adaleti, merhameti, hikmeti ve dîni aramak zorunda kalır. Çünkü ne mutlak kudret beşere aittir, ne de ebedî zafer.

İşte bu noktada Bediüzzaman, zamanın dairesel hareketiyle beşeriyetin geleceğine dair ümitvâr bir bakış sunar. Der ki:

> “Nev’-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah.”
Bu, sadece romantik bir temenni değil, Kur’ânî bir hakikatin tefsiridir. Zira Kur’ân, “o günleri insanlar arasında döndürürüz” buyurarak; Müslümanların bugün yaşadığı çöküşün, yarın yeniden bir dirilişe döneceğini müjdeler. Bunun şartı; sabır, sebat ve hikmete yönelmektir.

Günümüzde ümmetin yaşadığı felaketler, işgaller, zulümler, dağınıklık ve zillet; bir yönüyle kış hükmündedir. Fakat bu kış, ebedî değildir. Çünkü rahmet-i İlâhîye, her kışı bir bahara çevirmiştir. Geceler ne kadar uzun olursa olsun, sabah mutlaka doğar. Bu ümmetin sabahı da, İslâm’ın hakikat güneşiyle yeniden doğacaktır. Bu doğuş, ancak sahte medeniyetin çöküşü ve hakiki medeniyetin inşasıyla mümkündür. Hakiki medeniyet ise, adaletle, muhabbetle, tevazu ve merhametle kurulabilir.

Tarih bir kere daha gösteriyor ki, beşeriyetin kurtuluşu İslâm’ın hakikatlerindedir. Zira İslâm; zulmün, menfaatin, tekebbürün değil; hakkın, ahlâkın ve fıtratın dinidir. O hâlde bizlere düşen görev; bu baharı hazırlamak için imanla, ilimle, tefekkürle, sabırla çalışmak ve kışın fırtınalarına aldanmamaktır. Çünkü zaman, her daim döner; fakat sabredenler, o dönüşün baharına ulaşanlardır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’de belirttiği zamanın dairesel akışı ile Âl-i İmrân 140. ayeti birlikte ele alınmıştır. Ayet, zafer ve mağlubiyetin dönüşümlü olduğunu bildirirken, Bediüzzaman da beşeriyetin karanlık dönemlerinin ardından bir sabah ve baharın geleceğini müjdeler. İnsanlık tarihi bir imtihan sahnesidir; başarı ve çöküşler İlâhî terbiyenin parçalarıdır. Bu dönüşde Müslümanlara düşen görev, karanlıklarda yılmamak ve hakikat güneşine doğru yürümektir. Zira her kışın ardında, rahmet-i İlâhiye ile bir bahar mutlaka gelecektir.

 




RUHUN MAHİYETİ: EMİRDEN GELEN ŞUURLU BİR KANUN

RUHUN MAHİYETİ: EMİRDEN GELEN ŞUURLU BİR KANUN
Bediüzzaman’ın Ruh Telakkisi Üzerine Derin Bir Tefekkür

“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sâbit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı irâdeden gelmiş; kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi, hem dâimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücûd-u hâricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, vücudu çıkarsa, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:

İnsanlık tarihi boyunca “ruh” meselesi, hem aklın hem inancın en çok kafa yorduğu konulardan biri olmuştur. Maddî gözle görülmeyen, elle tutulmayan ama varlığı inkâr edilemeyen bu hakikat, insanın sırlarla dolu varlığının merkezinde yer alır.
Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de ruhu tarif ederken modern felsefenin sınırlarını aşar ve Kur’ânî bir kavrayışla şöyle der:
“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir, bir namus-u zîşuurdur.”
Bu tarif, ruhun hem manevî bir kanun hem de şuurlu bir öz olduğunu ifade eder. Ruh; sadece bir canlılık ilkesi değil, ilâhî iradenin taşıyıcısıdır. Bu makalede, bu tarifin hikmetli boyutlarını anlamaya çalışacağız.

  1. Ruh: Hissedilir Ama Maddî Değil, Varlığı Zihinsel Değil, Gerçektir

Bediüzzaman’ın “kanun-u zîvücûd-u hâricî” ifadesi, ruhun sadece zihinsel bir kavram değil, aynı zamanda haricî (dışta) varlığı olan bir gerçek olduğunu ortaya koyar.

Tıpkı yerçekimi gibi bir kanundur ama o kanundan farklı olarak şuur sahibidir.

Tıpkı hayat gibi görünmez, ama eserleriyle kendini gösterir.

Ruh, varlıkların sadece yaşamını değil, anlamını da taşır.

Bu sebeple ruh; hem içimizdedir, hem dışımızda işler; hem bedenle ilgilidir hem de âlem-i emir dediğimiz yüksek manevî boyuttan gelir.

  1. Ruh ve Kanunlar: İki Kardeş Mahiyet

Ruhun, nevilerdeki sabit kanunlara benzemesi dikkat çekicidir.

Bediüzzaman’a göre, eğer kudret, o fıtrî kanunlara maddî bir varlık giydirseydi, onlar da ruh gibi olurdu.

Tersinden bakarsak; ruhtan şuur çıksa, o da sabit bir kanun gibi kalır.

Bu benzetme bize şunu gösterir: Ruh, hem sabit ve daimî bir mahiyet taşır, hem de şuurlu ve irade sahibi bir cevherdir.
Yani ruh, kainattaki sabit kanunların dahili, canlı ve idrakli versiyonudur.

  1. Âlem-i Emir: Ruhun Geldiği Yüce Kaynak

Kur’ân, ruh hakkında şöyle der:

> “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” (İsrâ, 85)

Bu ayetle uyumlu olarak Bediüzzaman da ruhu “âlem-i emir”den gelen bir varlık olarak tanımlar.

Yani ruh, maddeden değil, ilâhî emrin tecellisinden doğmuştur.

Bu da onun yaratılışının fizikî değil, metafizikî olduğunu gösterir.

Bu yönüyle ruh, elektrikle çalışan bir cihazdaki elektrik gibidir; ama o cihazdan bağımsız bir mahiyete sahiptir.

Ruhun bu yüce kaynağı, ona ebediyetle temas kuran bir cevher olma özelliği kazandırır.

  1. Ruhun Kudretle Giydirilmesi: Latîf Bir Sedefte Cevher

Bediüzzaman’ın şu ifadesi, ruhun somutlaşmasını tarif eder:

> “Kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef etmiştir.”

Yani ruh, aslında soyut bir emirdir; ama Allah’ın kudretiyle bedende hissedilir bir varlık hâline gelmiştir.

Beden, ruh için bir elbise veya bir kabuktur.

Ruh ise bu kabuğun içindeki incidir.

Ruhun latîf (nurânî ve hassas) yapısı, onu cisimlerden ayırır ama etkisini onlarda gösterir. Tıpkı bir lambanın ışığı gibi; görünmez ama aydınlatır.

  1. Şuurun Ayrılmasıyla Ruh, Yine Kanundur

Bediüzzaman, ruhun şuurundan sıyrılsa bile bir “lâyemut (ölmez) kanun” olarak kalacağını söyler.
Bu ifade; ruhun ebedîlik taşıyan bir mahiyet olduğunu ve onun sıradan bir “can” değil, yüksek bir varlık prensibi olduğunu ispatlar.
Ruhun en düşük hali bile, yine Allah’ın değişmez yasalarına (sünnetullah’a) bağlı bir gerçekliktir.

Sonuç:

Bediüzzaman’ın bu derin izahı, ruhun mahiyetini anlamada eşsiz bir perspektif sunar. Ruh, maddî değil ama gerçektir; sabit ama şuurludur; görünmez ama etkilidir. O, ilâhî bir emirden gelen, kudretle şekillenen, varlığa anlam ve hayat veren cevherdir. Bu anlayış, hem insanın kıymetini artırır, hem de yaratılışa karşı hayranlığı derinleştirir. Ruhunu tanıyan, Rabbini tanır; fıtratına kulak veren, hakikate ulaşır.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki “Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir…” cümlesinden hareketle ruhun mahiyeti izah edilmiştir. Ruh; âlem-i emirden gelen şuurlu ve sabit bir kanundur. Kudret, ona hissedilir bir varlık giydirmiştir. Şuurdan sıyrılsa bile, yine ölmeyen bir hakikat olarak kalır. Netice olarak ruh; insandaki en kıymetli cevher, varlıktaki en sır dolu emirdir. Onu anlamak, varoluşu anlamaktır.

 




RUHUN MAHİYETİ: EMİRDEN GELEN ŞUURLU BİR KANUN

RUHUN MAHİYETİ: EMİRDEN GELEN ŞUURLU BİR KANUN
Bediüzzaman’ın Ruh Telakkisi Üzerine Derin Bir Tefekkür

“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sâbit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı irâdeden gelmiş; kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi, hem dâimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücûd-u hâricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, vücudu çıkarsa, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:

İnsanlık tarihi boyunca “ruh” meselesi, hem aklın hem inancın en çok kafa yorduğu konulardan biri olmuştur. Maddî gözle görülmeyen, elle tutulmayan ama varlığı inkâr edilemeyen bu hakikat, insanın sırlarla dolu varlığının merkezinde yer alır.
Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de ruhu tarif ederken modern felsefenin sınırlarını aşar ve Kur’ânî bir kavrayışla şöyle der:
“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir, bir namus-u zîşuurdur.”
Bu tarif, ruhun hem manevî bir kanun hem de şuurlu bir öz olduğunu ifade eder. Ruh; sadece bir canlılık ilkesi değil, ilâhî iradenin taşıyıcısıdır. Bu makalede, bu tarifin hikmetli boyutlarını anlamaya çalışacağız.

  1. Ruh: Hissedilir Ama Maddî Değil, Varlığı Zihinsel Değil, Gerçektir

Bediüzzaman’ın “kanun-u zîvücûd-u hâricî” ifadesi, ruhun sadece zihinsel bir kavram değil, aynı zamanda haricî (dışta) varlığı olan bir gerçek olduğunu ortaya koyar.

Tıpkı yerçekimi gibi bir kanundur ama o kanundan farklı olarak şuur sahibidir.

Tıpkı hayat gibi görünmez, ama eserleriyle kendini gösterir.

Ruh, varlıkların sadece yaşamını değil, anlamını da taşır.

Bu sebeple ruh; hem içimizdedir, hem dışımızda işler; hem bedenle ilgilidir hem de âlem-i emir dediğimiz yüksek manevî boyuttan gelir.

  1. Ruh ve Kanunlar: İki Kardeş Mahiyet

Ruhun, nevilerdeki sabit kanunlara benzemesi dikkat çekicidir.

Bediüzzaman’a göre, eğer kudret, o fıtrî kanunlara maddî bir varlık giydirseydi, onlar da ruh gibi olurdu.

Tersinden bakarsak; ruhtan şuur çıksa, o da sabit bir kanun gibi kalır.

Bu benzetme bize şunu gösterir: Ruh, hem sabit ve daimî bir mahiyet taşır, hem de şuurlu ve irade sahibi bir cevherdir.
Yani ruh, kainattaki sabit kanunların dahili, canlı ve idrakli versiyonudur.

  1. Âlem-i Emir: Ruhun Geldiği Yüce Kaynak

Kur’ân, ruh hakkında şöyle der:

> “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” (İsrâ, 85)

Bu ayetle uyumlu olarak Bediüzzaman da ruhu “âlem-i emir”den gelen bir varlık olarak tanımlar.

Yani ruh, maddeden değil, ilâhî emrin tecellisinden doğmuştur.

Bu da onun yaratılışının fizikî değil, metafizikî olduğunu gösterir.

Bu yönüyle ruh, elektrikle çalışan bir cihazdaki elektrik gibidir; ama o cihazdan bağımsız bir mahiyete sahiptir.

Ruhun bu yüce kaynağı, ona ebediyetle temas kuran bir cevher olma özelliği kazandırır.

  1. Ruhun Kudretle Giydirilmesi: Latîf Bir Sedefte Cevher

Bediüzzaman’ın şu ifadesi, ruhun somutlaşmasını tarif eder:

> “Kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef etmiştir.”

Yani ruh, aslında soyut bir emirdir; ama Allah’ın kudretiyle bedende hissedilir bir varlık hâline gelmiştir.

Beden, ruh için bir elbise veya bir kabuktur.

Ruh ise bu kabuğun içindeki incidir.

Ruhun latîf (nurânî ve hassas) yapısı, onu cisimlerden ayırır ama etkisini onlarda gösterir. Tıpkı bir lambanın ışığı gibi; görünmez ama aydınlatır.

  1. Şuurun Ayrılmasıyla Ruh, Yine Kanundur

Bediüzzaman, ruhun şuurundan sıyrılsa bile bir “lâyemut (ölmez) kanun” olarak kalacağını söyler.
Bu ifade; ruhun ebedîlik taşıyan bir mahiyet olduğunu ve onun sıradan bir “can” değil, yüksek bir varlık prensibi olduğunu ispatlar.
Ruhun en düşük hali bile, yine Allah’ın değişmez yasalarına (sünnetullah’a) bağlı bir gerçekliktir.

Sonuç:

Bediüzzaman’ın bu derin izahı, ruhun mahiyetini anlamada eşsiz bir perspektif sunar. Ruh, maddî değil ama gerçektir; sabit ama şuurludur; görünmez ama etkilidir. O, ilâhî bir emirden gelen, kudretle şekillenen, varlığa anlam ve hayat veren cevherdir. Bu anlayış, hem insanın kıymetini artırır, hem de yaratılışa karşı hayranlığı derinleştirir. Ruhunu tanıyan, Rabbini tanır; fıtratına kulak veren, hakikate ulaşır.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki “Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir…” cümlesinden hareketle ruhun mahiyeti izah edilmiştir. Ruh; âlem-i emirden gelen şuurlu ve sabit bir kanundur. Kudret, ona hissedilir bir varlık giydirmiştir. Şuurdan sıyrılsa bile, yine ölmeyen bir hakikat olarak kalır. Netice olarak ruh; insandaki en kıymetli cevher, varlıktaki en sır dolu emirdir. Onu anlamak, varoluşu anlamaktır.

 




Muhabbetin Kal’ası ve Adavetin Aldatıcı Taşları

Muhabbetin Kal’ası ve Adavetin Aldatıcı Taşları

“Evet muhabbetin sebepleri; îman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nurânî, kuvvetli zincirler ve mânevî kal’alardır. Adâvetin sebepleri, ehl-i îmana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyle ise bir müslümâna hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.”
Hutbe-i Şamiye

Toplumları bir arada tutan görünmeyen bağlar vardır. Bu bağlar bazen bir inanç, bazen bir aidiyet, bazen de insan olmanın ortak şuurudur. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu bağları “îmân, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet” gibi nurânî ve kuvvetli zincirler olarak ifade eder. Bu zincirler, insanları birbirine kenetleyen mânevî kal’alardır. Aynı yöne bakan kalpler, aynı değerlere bağlı olan ruhlar, ortak bir Rabbe, dine ve kıbleye yönelen insanların aralarında asıl olması gereken bağ; muhabbettir.

İnsanlık onurunu yücelten bu kudsî bağlara rağmen, bazen basit sebeplerle, küçük meselelerle, geçici kırgınlıklarla koca koca kaleler yerle bir olur. Dînî kardeşliğe rağmen, îman birliğine rağmen, sırf bir hatır kırıklığı ya da dünyevî bir çıkar çatışması yüzünden düşmanlık beslenmesi, işte bu büyük bir körlük ve gaflettir. Çünkü bir mümin, başka bir mümine düşmanlık ettiğinde, dağ gibi muhabbet sebeplerini görmezden gelmiş ve adeta bu İlâhî bağları küçümsemiş olur.

Adavetin dayandığı zemin çoğu zaman zayıf, geçici ve hissîdir. Kişisel kırgınlıklar, yanlış anlamalar, gurur, kibir ya da nefisle ilgili nedenler; ebedî kardeşliği örseleyemez. Çünkü o kardeşlik, nefsin değil, ruhun birliğinden doğmuştur. Hâlbuki îman, müminleri birbirine “mukaddes bir zincir” ile bağlamıştır. O zincir, Arş’tan kalbe inen bir nurdur. Bu nur kırılmaz, kesilmez; sadece ihmal edilirse zayıflar.

Muhabbet, bu zincirin hakikatidir. Çünkü îman edenler için Kur’an’ın emri açıktır:
“Müminler ancak kardeştir.”
Bir müminin diğerine bu kadar yüksek kıymet verilmişken, husumet etmek; bu İlâhî fermanı hiçe saymak olur. Çünkü îmanın bir gereği olarak muhabbet etmek farz mesabesindedir. Kin, kıskançlık, dedikodu, öfke gibi nefsanî davranışlar; şeytanın müminler arasına soktuğu fitne taşlarıdır. Bediüzzaman’ın deyimiyle bu “küçük taşlar”, nurdan yapılmış kaleleri yıkmaya yetmez; yeter ki biz kaleyi terk etmeyelim.

O hâlde Müslümanlar arasında kalıcı bağlar kurmak ve kırgınlıkları aşmak; sadece güzel bir ahlâk değil, aynı zamanda bir îman meselesidir. Kırgınlıklar, hatalar, anlaşmazlıklar elbette olacaktır. Fakat bunları büyütmek, düşmanlığa dönüştürmek değil; muhabbetle, affetmekle, anlayışla çözmek gerekir.

Muhabbetin hakikî kıymetini bilen, kinle değil şefkatle bakar. Göz değil kalp ile görür. Çünkü kalp, îmanla beslenirse muhabbetle parlar. Ve o muhabbet, toplumu bir arada tutan sarsılmaz bir kal’a olur. Oysa adavet; o kal’anın dışında, sahte zaferlerle yıkıma götüren aldatıcı bir hayaldir.

Özet:

Bu makale, Hutbe-i Şamiye’de geçen “îmân, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nurânî zincirler”in, müminleri birbirine bağlayan asıl muhabbet vesileleri olduğunu açıklamaktadır. Müslümanların aralarındaki geçici ve küçük sebeplerden doğan düşmanlıklar, bu büyük İlâhî bağları hafife almak anlamına gelir. Adavetin dayandığı zemin zayıf, muhabbetin dayandığı zemin ise kudsîdir. Bu nedenle mümin, dînî kardeşliğini muhafaza etmeli, muhabbetin kal’asını yıkacak küçük taşlara itibar etmemelidir.

 




Muhabbet Medeniyeti ve Adavet Felaketi

Muhabbet Medeniyeti ve Adavet Felaketi

“Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husûmete en lâyık sıfat husûmettir. Yâni hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyâde sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, her şeyden ziyâde nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.”
Hutbe-i Şamiye

İnsan sosyal bir varlıktır. Varlığını sürdürebilmesi, huzurlu bir şekilde yaşayabilmesi ve insanca bir hayat sürebilmesi; içtimâî dayanışmaya, karşılıklı anlayışa ve en temelde muhabbete bağlıdır. Muhabbet, hem fertler arası ilişkilerin hem de toplumların ruhudur. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle “muhabbete en lâyık şey muhabbettir.” Zira muhabbet; sevmek, merhamet etmek, affetmek, kucaklamak ve yaşatmak demektir. İşte bu sıfat, kendisiyle hemhâl olan bir yürek ister. Ve kendi türünü yani muhabbeti sevmeye en çok muhabbetin kendisi lâyıktır.

Tam aksine, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi tahrip eden, insanı insana düşman eden, kalpleri karartan ve toplumları çürüten bir diğer sıfat vardır: Husûmet ve adavet. Düşmanlık tohumları ekilen bir toplumda huzur beklemek boşunadır. Çünkü düşmanlık; nefreti besler, kini körükler, bölünmeyi doğurur. Ve en nihayetinde insanlar birbirini kemiren yırtıcılar haline gelir.

Bu çağın en büyük musibetlerinden biri, adeta bir salgın hastalık gibi yayılan kalpsizliktir. İnsanlar birbirine güvenmez olmuş, en küçük meselelerde dahi düşmanlıklar büyümüş, kardeş kardeşe hasım kesilmiştir. Oysa ki insan, yaratılışı itibariyle muhabbet için yaratılmıştır. Kalbinin hamuru şefkatle yoğrulmuştur. Bir annenin evladına olan şefkati, bir insanın dostuna olan sadakati, bir çocuğun masum tebessümü; hep o İlâhî muhabbetin yeryüzündeki yansımalarıdır.

İşte bu sebeple, muhabbetin kendisi zaten başlı başına bir değer ve hedeftir. Sevmenin, affetmenin ve kucaklamanın güzelliği, yalnızca neticesinde elde edilen faydalardan değil, bizzat bu eylemlerin özündeki yücelikten ileri gelir. Yani bir insan başkasını seviyorsa, bu sevgi onun kendi ruhunu da güzelleştirir, kalbini de huzura erdirir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle muhabbet, içtimâî hayatı temin ederken; adavet, onu zîr ü zeber eder. Çünkü bir toplumda muhabbet varsa, fertler arasında güven vardır. Güven varsa iş birliği doğar. İş birliği varsa kalkınma ve medeniyet olur. Tam tersine düşmanlık hâkimse, herkes birbirine şüpheyle bakar, insanlar kabuklarına çekilir, yalnızlaşır ve toplum çürümeye başlar.

Muhabbet sadece bireylerin değil, ümmetin de dirilmesidir. Kardeşliği, dayanışmayı, barışı mümkün kılan esas; muhabbetin hâkim olduğu bir zemindir. Bugün İslâm dünyasının karşı karşıya kaldığı birçok sosyal, siyasi ve ahlâkî buhranın temelinde; araya ekilmiş husûmet tohumlarının büyümesi vardır. Mezhepçilik, ırkçılık, çıkar çatışmaları gibi unsurlar; ümmeti birbirine düşman ederken, asıl düşmanlarını ise gözden kaçırmaktadır.

Şu halde yapılması gereken şey, Bediüzzaman’ın çağrısını kulaklara değil kalplere nakşetmektir: Muhabbeti yaymak, düşmanlığı terk etmek. Sevmek için bahane aramak, nefret etmek için değil. Affetmek için fırsat kollamak, intikam için değil. Zira affeden büyür, düşmanlık eden küçülür.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki “Muhabbete en lâyık şey muhabbettir…” sözü etrafında muhabbetin sosyal hayat üzerindeki tesiri ve adavetin tahribatı ele alınmıştır. Muhabbet, insanı insana bağlayan, toplumu ayakta tutan İlâhî bir cevherdir. Düşmanlık ise kalbi karartır, içtimâî yapıyı çökertir. İnsanın yaratılışı muhabbet esaslıdır ve bu sevgi tüm insanlıkta yayılmalıdır. Makale, İslâm dünyasındaki birlik ihtiyacını da bu çerçevede değerlendirerek, muhabbetin yayılmasının zaruretine işaret etmektedir.

 




Beşerin Kaderi ve Hakikatin Galebesi

Beşerin Kaderi ve Hakikatin Galebesi

“âhirette Cennet ve Cehennem’in zarurî vücudları gibi, hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe edecektir. Tâ ki, nev’-i beşerde dahi sâir neviler gibi hayır ve fazilet galib-i mutlak olacak. Tâ beşer de sâir kâinattaki kardeşlerine müsâvi olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev’-i beşerde dahi takarrur etti denilebilsin.”
Hutbe-i Şamiye

İnsanlık tarihi boyunca hak ile bâtıl, hayır ile şer, adalet ile zulüm arasında bitmek bilmeyen bir mücadele yaşanmıştır. Bu mücadele bazen zahirde şerrin galebesiyle, zulmün hükümfermasıyla neticelense de hakikatte bu bir imtihanın perdesidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de ifade ettiği üzere, nasıl ki âhirette Cennet ve Cehennem’in varlığı zarurîdir ve İlâhî adaletin tecellisidir, aynı şekilde bu dünyada da neticede hayır, hakikat ve hak din galip gelecektir. Çünkü kâinattaki hikmet, intizam, nizam ve maslahat bunu gerektirir.

Beşerin bu galibiyete ulaşması, bir tesadüfün değil, ezelî hikmetin gereğidir. Zira kâinata hükmeden ilâhî sistem, hiçbir mahluku abes yaratmamıştır. Güneşin doğması, yıldızların seyri, çiçeklerin açması nasıl hikmetli ve maksatlı ise, beşerin yaratılması da aynı şekilde büyük bir gaye taşır. Ve bu gayenin zirvesi, beşerin hakikate yönelmesi, külli istidadını inkişaf ettirmesi ve kâinattaki kardeş neviler gibi fazilette galib-i mutlak olmasıdır.

İnsan, irade sahibi bir varlık olarak, hem yükselişe hem de düşüşe namzettir. Ancak tarihî süreçte görülen odur ki; her ne kadar şer, geçici parlamalarla sahnede yer bulsa da kalıcı olmamıştır. Firavunlar, Nemrutlar, diktatörler ve zâlim sistemler bir süre hüküm sürmüş; fakat neticede tarihin karanlık sayfalarına gömülmüşlerdir. Buna mukabil, peygamberlerin, âlimlerin, salihlerin ve hak ehlinin getirdiği hakikat nurunun tesiri zamanla daha da kuvvet kazanmış; yüzyıllar geçtikçe insanların ruhunda daha derin kökler salmıştır.

Bu apaçık hakikatin bir diğer yönü de, kâinatta görülen muvazene ve denge ile desteklenmektedir. Her şeyde bir denge, bir adalet vardır. Geceden sonra gündüzün gelmesi gibi; zulmün ardından adaletin zuhuru, gafletin arkasından uyanışın gelişi kaçınılmazdır. Zira Cenab-ı Hak, her şeyi bir ölçüyle yaratmıştır. İnsanlık da bu İlâhî ölçüye uygun bir istikamete yönelmek zorundadır.

Bediüzzaman’ın deyimiyle, beşer nev’i, diğer kâinat unsurları gibi hikmete mütenasip bir şekilde “istikamet” üzere gitmedikçe, yaratılışın hikmeti tamamlanmış sayılmaz. Yani insanlık ailesi, kendi içindeki ihtilafları ve zıtlıkları çözüp, hak ve fazilette birleştiğinde, kâinattaki diğer yaratılmışlarla ahenk içinde “hikmet dairesi”ne dâhil olabilir.

Bu sebeple, İslâmiyet’in bir barış, adalet ve hakikat dini olarak istikbâlde galebe edeceği, sadece bir temenni değil; aynı zamanda bir kader-i İlâhînin cilvesidir. Bugünün zahiren perişan ve dağınık manzaraları bu İlâhî vaadin hilafına değildir. Bilakis, karanlığın en koyu olduğu anın şafağa en yakın zaman olduğu gibi, bu da bir zuhuratın habercisidir.

Netice itibariyle, hayır ve faziletin mutlak galebesi, insanlık tarihinin en büyük müjdesidir. Bu galebe, sadece bir dinin değil, aynı zamanda insanlık onurunun, adaletin ve hürriyetin zaferi olacaktır. İşte o zaman, “hikmet-i ezeliye beşerde de takarrur etti” denilecek ve insanlık kendi kemâl noktasına ulaşacaktır.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Hutbe-i Şamiye” adlı eserindeki bir ifadeden hareketle, insanlık tarihinde hayır ve hakikatin mutlak galibiyeti fikri işlenmiştir. Cennet ve Cehennem’in zarurî varlığı gibi, dünyada da hak dinin galebesi bir kader-i İlâhîdir. Beşerin yaratılış gayesi, kâinatın hikmetine uygun olarak hakikate yönelmek ve fazilette galip olmaktır. Geçici şer dönemlerine rağmen, tarihi süreç hakikatin kalıcı zaferine şahitlik etmektedir. Bu galebe, hem İlâhî hikmetin bir gereği hem de insanlık onurunun kemâli olacaktır.

 




Çirkinlikteki Güzellik: Şerlerin Ardındaki İlahi Hikmet

Çirkinlikteki Güzellik: Şerlerin Ardındaki İlahi Hikmet

“Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki:

   Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-ı kâinatta cüz’îdir. Maksud değil, tebeîdir ve dolayısıyladır. Yâni meselâ, çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkata girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halkedilmiş.
kâinatta hakikî maksad ve netice-i hilkat istikra-i tâmme ile isbat ediyor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksud onlardır. Elbette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksûd-u hakikîye mazhar olmadan, dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak. Belki Cehennem hapsine girecek.”
Hutbe-i Şamiye

> “Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-ı kâinatta cüz’îdir. Maksud değil, tebeîdir ve dolayısıyladır.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

Kâinata bakınca bazen güzelliğin yanında çirkinliği, iyiliğin yanında kötülüğü, adaletin yanında zulmü görürüz. Ve çoğu insan bu çelişki gibi görünen tabloyu anlayamadığı için ya itiraz eder, ya inkâra sapar. Oysa Bediüzzaman bu gibi müşkil soruları hikmet terazisinde tartar ve bize der ki:
Kâinatta şer, maksat değil; araçtır. Hayra ve güzelliğe zemin hazırlamak için vardır.

Çirkinlik, Güzelliğin Aynasıdır

Bir ressamın tablosunda karanlık gölgeler olmasa, ışığın parlaklığı anlaşılmaz. Aynen öyle de, çirkinlik; çirkin olduğu için değil, güzelliği anlamak ve kıymetini göstermek için yaratılmıştır. Karanlık, ışığı; hastalık, şifayı; ölüm, hayatı kıymetli kılar.
Çirkinlik, güzelliğin kıyasıdır.
Şer, hayrın zıddıyla anlaşılmasına vesiledir.

Yani çirkinlik, varlık olarak değil; anlam olarak güzelliğe hizmet eder. Bu yüzden hilkatte asıl maksat güzelliktir. Çirkinlikse bu güzelliği gösteren ölçü birimi gibi bir “vâhid-i kıyasî”dir.

Şeytan Neden Var? Kötülük Neden Serbest?

Bazıları şeytanın varlığını anlamakta zorlanır. “Neden Allah şeytana izin verdi?” derler. Cevap şudur: İmtihan için. Terakki için. Hür iradenin ortaya çıkması için.

Eğer her şey sadece iyilikten ibaret olsaydı, iyiliğin kıymeti bilinmezdi. İnsan cennete layık olup olmadığını gösteremezdi. Şeytan, insana musallat olmuş ama onu zorlamamış; terakki kapılarını açmak için vesile olmuştur. Tıpkı düşman karşısında askerin gelişmesi gibi, şeytan da insanın içindeki potansiyeli ortaya çıkarır.

Bu yönüyle şeytan da, şer de, bir netice değil, yoldaki araçtır. Maksat, hayırdır. Şer, o hayra ulaşmak için yol kenarındaki taş gibidir.

Küllî Güzellik İçin Cüz’î Şer

Bir binanın sağlamlığı, içindeki birkaç çürük tahta parçasına değil, tüm yapının sağlamlığına bakılarak değerlendirilir.
Aynı şekilde kâinatta bazı cüz’î şerler, bazı bireysel zulümler, bazı geçici çirkinlikler olabilir. Ama bunlar genel güzellikleri gölgede bırakmaz. Aksine, onları daha belirgin hale getirir.

Bediüzzaman bu bakışla der ki:
“Kâinatta hakikî maksat, hayır ve hüsündür. Tekemmül esastır.”
Şerler ve çirkinlikler ise buna hizmet eder. Yani imtihanın parçasıdır, esas değildir.

Zulümle Kirletilen Dünya ve İlahi Adalet

Ancak her şeyin hikmeti varsa, zulmün de karşılığı vardır. Beşer, küfrüyle, günahıyla, zulmüyle dünyayı kirletmiş olabilir. Ama Allah adalet sahibidir. Hiçbir zulüm, cezasız kalmaz. Hiçbir mazlum da ödülsüz bırakılmaz.

Bediüzzaman bu noktada çok net konuşur:

> “Beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü perişan ettikleri halde, cezasını görmeden bu dünyadan ademe kaçamayacak. Belki cehennem hapsine girecek.”

Bu, ilahi adaletin kaçınılmaz neticesidir. Çünkü kâinatta amaç güzelliktir. Ve bu güzelliğe zarar veren, elbette bir karşılık görecektir. Herkes ektiğini biçecek, yaptığının neticesini görecektir.

Sonuç: Hikmetli Bir Kâinatta Şer de Hizmet Eder

Bediüzzaman, bize kâinatın estetik ve hikmet boyutunu gösteriyor. Şer ve çirkinlikler varsa da, bunlar geçicidir, parça üzerindedir, maksut değildir. Esas olan güzellik, hayır, kemal ve terakkidir. Şer ve şeytan bile buna hizmet ettikleri için yaratılmışlardır.

Ancak bu, şerre meyli mazur göstermez. Bilakis, bu şerle mücadele ederek güzelliğe ulaşmak içindir. İnsan, bu çetin imtihanın farkında olmalı; iradesiyle hayrı seçmeli, güzelliğin tarafında yer almalıdır.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’de geçen “Şer ve çirkinlik kâinatta maksat değil, tebeîdir” sözünü esas alarak, kâinattaki kötülüklerin hikmet yönünü ele alır. Şer, güzelliğin anlaşılması ve hayra ulaşılması için bir ölçü aracı olarak yaratılmıştır. Şeytan dahi, insanın tekâmülü için bir vesiledir. Kâinatta asıl maksat hayır, güzellik ve kemaldir. Geçici ve cüz’î şerler, bu büyük hakikatlere perde değil, ayna olur. Beşerin zulmü ise cezalandırılmadan kalmayacak, ilahi adalet mutlaka tecelli edecektir.

 




Ezmânın Gölgesinde Parlayan Nurlar: Ezvâc-ı Tâhirâtın Dinî Vahye Hizmetteki Hikmetli Vazifesil

Ezmânın Gölgesinde Parlayan Nurlar: Ezvâc-ı Tâhirâtın Dinî Vahye Hizmetteki Hikmetli Vazifesil

“Zat-ı Risalet’in akvali gibi ef’al ve ahvali ve etvar ve harekâtı dahi menabi-i din ve şeriattır ve ahkâmın me’hazleridir. Şıkk-ı zâhirîsine sahabeler hamele oldukları gibi hususi dairesindeki mahfî ahvalâtından tezahür eden esrar-ı din ve ahkâm-ı şeriatın hameleleri ve râvileri de Ezvac-ı Tahirat’tır ve bilfiil o vazifeyi îfa etmişlerdir. Esrar ve ahkâm-ı dinin hemen yarısı, belki onlardan geliyor. Demek bu azîm vazifeye, birçok ve meşrepçe muhtelif Ezvac-ı Tahirat lâzımdır.”
Mektubat

Peygamberlik, sadece vahyi tebliğ etmekten ibaret değildir. Aynı zamanda onu yaşamak, hayatın her anına uygulamak ve ümmete numune olmakla da tamamlanır. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v.) sözleri (akvâli) kadar, fiilleri (ef’âli), hâlleri (ahvâli) ve günlük hayattaki davranışları (etvâr ve harekâtı) da dinin kaynağı, şeriatın temelidir. Bu yönüyle, Efendimiz’in hayatının her yönü bir sünnet, bir örneklik, bir mîrastır.

İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî, son derece derin ve hikmetli bir noktaya işaret eder:
“Zât-ı Risalet’in akvali gibi ef‘al ve ahvâli ve etvâr ve harekâtı dahi menabi-i din ve şeriattır… Şıkk-ı zâhirîsine sahabeler hamele oldukları gibi… hususî dairesindeki mahfî ahvalâttan tezahür eden esrar-ı din ve ahkâm-ı şeriatın hameleleri ve râvileri de Ezvâc-ı Tâhirattır.”

  1. Sünnetin İki Yüzü: Zâhirî ve Bâtınî Rivayet

Sünnetin bir yönü açıktır: Cemaat önünde yapılan konuşmalar, hutbeler, gazveler, fetvalar… Bu yön, sahâbîler tarafından titizlikle nakledilmiştir.

Ancak Efendimiz’in (s.a.v.) özel hayatı, aile içi davranışları, gece ibadetleri, mahrem hâlleri de dinin ayrı bir yönünü oluşturur. Bu yön ise sadece ve sadece Ezvâc-ı Tâhirât tarafından görülmüş ve aktarılmıştır.

Bu durum bize gösterir ki, Resûlullah’ın hanımları sıradan eşler değil; vahyin ev içi taşıyıcıları, şeriatın iç dünyasını beyan eden râvileridir. Onlar olmasaydı, Peygamber Efendimiz’in özel hâlleri, aile hayatındaki ölçüleri ve mahrem ahkâm bilinemezdi.

  1. Ezvâc-ı Tâhirât: Kadının Dinde Taşıyıcı Rolü

Hz. Âişe (r.a.) başta olmak üzere Ezvâc-ı Tâhirât, sadece birer eş değil, aynı zamanda ilim taşıyıcıları, fıkhî ölçülerin kurucuları, ahlâkî normların nakledicileri olmuşlardır. Nitekim Hz. Âişe, 2.210 hadis rivayet etmiştir ve kadınların dinî hakları, temizlik, ibadet ve aile hukuku konularında vazgeçilmez bir kaynaktır.

Bediüzzaman’ın “esrar ve ahkâm-ı dinin hemen yarısı onlardan geliyor” sözü, onların bu eşsiz yerini veciz şekilde özetler. Bu da şunu gösterir: Kadın, dinin sadece muhatabı değil; aynı zamanda kurucu ve muhafaza edici bir unsurudur.

  1. Çok Evliliğin Hikmeti: Vahyin Çeşitliliğe İhtiyacı

Bediüzzaman’ın “bu azîm vazifeye birçok ve meşrepçe muhtelif Ezvâc-ı Tâhirat lâzımdır” ifadesi, Efendimiz’in çok evliliğine getirilen ithamlara en net cevabı sunar. Bu evlilikler, nefsânî değil, ilmî ve dinî zaruretlerin bir neticesidir.

Farklı yaş, anlayış, kabiliyet ve mizaca sahip hanımlar, Efendimiz’in farklı yönlerini gözlemlemiş ve ümmete bu yönleri nakletme vazifesini üstlenmiştir. Bu, bir kadro oluşturmak gibidir. Her biri ayrı bir pencere olmuş, ümmete Resûlullah’ın hayatını ve ahkâmını başka bir boyutla yansıtmıştır.

  1. Zamanımıza Düşen Pay: Sünneti Anlamada Tamlık

Günümüz Müslümanları olarak bizler, sünneti sadece sahabelerden değil, Ezvâc-ı Tâhirat’tan gelen rivayetlerle de tanırız. Onlar olmasaydı:

Resûlullah’ın gece ibadetini,

Aile içi muhabbet ve şefkat ölçülerini,

Temizlik, mahremiyet, kadınlarla ilgili ahkâmı
anlayamazdık.

Bu da gösterir ki dini tam anlamak, hem sahabenin dış rivayetini, hem de Ezvâc-ı Tâhirat’ın iç rivayetini birlikte okumakla mümkündür.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin, Efendimiz’in (s.a.v.) özel hayatındaki sünnetlerinin taşıyıcısı olarak Ezvâc-ı Tâhirât’a verdiği değerli role dikkat çekilmiştir. Dinin sadece dışa dönük değil, özel ve mahrem boyutunun da olduğunu; bu yönün ise Peygamber hanımları tarafından aktarıldığını anlatmıştır. Sahabe dini nasıl yaymışsa, Ezvâc-ı Tâhirât da onu içerden şekillendirmiştir. Bu, kadınların dindeki ilim ve hikmet taşıyıcılığına dair en güçlü delildir. Aynı zamanda Resûlullah’ın çok evliliğinin ilahî bir hikmete dayandığını da açıkça ortaya koyar. Dinî bütünlük, ancak bu iki yönün beraber okunmasıyla sağlanır.

 




Misafirhane-i Askerî: Dünyayı Doğru Okumak

Misafirhane-i Askerî: Dünyayı Doğru Okumak

“Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin.”
Mektubat

İnsan bu dünyaya neden gelir, neyle meşgul olur, nereye gider? Hayatın en kadim sorusu budur. Kimisi dünyayı bir eğlence yeri sanır, kimisi bir pazar, kimisi bir savaş alanı. Oysa Bediüzzaman Said Nursî, bu derin hakikati veciz bir ifadeyle özetler:
“Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin.”
Bu söz, dünya hayatına dair en hakiki bakış açısını verir: Misafirlik ve askerlik. Yani bu dünya, ne kalıcı bir yurt, ne de keyif yeri; geçici bir imtihan sahasıdır.

  1. Dünya Bir Misafirhane: Kalıcı Değil, Geçici

Bir misafir, gittiği yerde rahat etse de, yerleşmez. Çünkü bilir ki orası kalıcı değil. Sadece geçici bir konaktır. Bu şuurla hareket eden insan, dünyaya yerleşmeye çalışmaz; ona bağlanmaz, fani olanı ebedî gibi sevmez. Eşyayı, makamı, malı, mevkii kutsamaz. Zira hepsi misafirliğin bir parçası; gelici ve geçicidir.
Dünyayı misafirhane bilen, dünyalık musibetlerde yıkılmaz, nimetlerde şımartılmaz. Her şeyin bir vakti ve bir sonu olduğunu bilir.

  1. Askerlik Telakkisi: Emre İtaat, Sıkıntıya Sabır

Misafirhane benzetmesi yetmez; Bediüzzaman bir de “askerî” ifadesi ekler. Çünkü bu misafirlik, keyif için değil, emir komuta zinciri içinde yaşanan bir görevdir. Yani insan, başıboş değil, bir disiplin içindedir.
Nasıl ki bir asker sabah nerede uyanacağını, akşam ne giyeceğini, ne zaman yürüyüp ne zaman duracağını kendisi belirlemezse; insan da bu dünyada kendi iradesine göre değil, ilahi emirlere göre yaşamalıdır.

Askerî misafirhane, hem geçici oluşu hem de görevli oluşuyla insana şunu hatırlatır:
Sen burada sadece imtihandasın. Emir almak, görevi yerine getirmek, sabır göstermek ve sonunda terhis olmak için varsın.

  1. Bahtiyarlık: Bu Şuuru Kazanmakta

Gerçek bahtiyarlık; ne çok malda, ne büyük makamda, ne de uzun ömürde gizlidir. Gerçek saadet, dünyanın hakikatini doğru okumakla başlar. Dünyayı yanlış tanıyan, ona yanlış bağlanır. Sonunda, her şey elinden gidince, hayatı altüst olur.
Ama misafir ve asker olduğunu bilen biri, sahip olduklarını emanet görür, kayıpları ise terhis ve vazife sonu olarak karşılar. Bu ruh hâli, kişiyi daima huzurda tutar.

  1. Modern Hayatta Misafirliği Unutmak

Zamanımızda insanlar dünyayı kalıcı bir ev gibi görüyor. Kariyer, statü, yatırım, konfor… Her şey, bu dünyada kalıcıymış gibi kurgulanıyor. Oysa ölümün kapıyı çalmasıyla bu sahte ev yıkılıyor. Ve insan, hazırlıksızsa ne yapacağını bilemiyor.

İşte bu yüzden Bediüzzaman, en bahtiyar insanı şöyle tarif eder:
“Dünyayı misafirhane-i askerî bilen ve ona göre hareket eden…”
Yani bir yandan misafir gibi fani olanı kalıcı sanmadan, diğer yandan asker gibi disiplin ve vazife şuuru içinde yaşayan.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki” etmeye dair hikmetli ifadesi açıklanmıştır. Dünya hayatı geçici bir konaklama ve görev yeridir. İnsan, misafir gibi kalıcılığı unutmamalı; asker gibi emir ve görevin bilincinde olmalıdır. Bahtiyar olan kişi, bu hakikati kavrayıp ona göre hareket edendir. Bu bakış açısı, insana dünya musibetlerinde sükûnet, nimetlerinde ise şükür kazandırır; hayatı anlamlı ve dengeli yaşatır.

 




İltizam ve İz’an: İslâmiyet ile İman Arasındaki İnce Hat

İltizam ve İz’an: İslâmiyet ile İman Arasındaki İnce Hat

“İslâmiyet iltizamdır, iman iz’andır. Tabir-i diğerle İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise hakkı kabul ve tasdiktir.”
Mektubat

Kâinatta her şey bir nizam üzere yaratılmıştır. Bu nizamın merkezinde hakikat, hakikatin özünde ise iman ve İslâmiyet vardır. Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle:
“İslâmiyet iltizamdır, iman iz’andır. Tabir-i diğerle İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise hakkı kabul ve tasdiktir.”
Bu cümle, bir Müslümanın dinle olan bağını iki yönüyle ele alır: Kalbin tasdiki (iman) ve davranışsal bağlılık (İslâmiyet). Bu iki kavram, birbirinden ayrı gibi görünse de, bir kuşun iki kanadı gibidir; biri olmadan uçuş gerçekleşmez, hedefe varılamaz.

  1. İz’an: Hakkı Tanımak ve Tasdik Etmek

İz’an, sıradan bir bilgilenme veya yüzeysel bir kabul değildir. Derin bir idrak, ikna ve deruni mutmainliktir. İman da işte bu iz’anla gerçekleşir. Sadece “Allah vardır” demek değil, “Bu hakikati kalbimle kavradım ve benimsedim” demektir. Bu sebeple iman, insanın varlığına yön veren, ruhunu doyuran, aklını tatmin eden marifet temelli bir tasdiktir.

İman; Allah’ı bilmek, tanımak, sevmek ve güvenmektir. Bu kabul, kişiyi ahirete hazırlayan en temel sermayedir. Ancak bu tasdik, hayatta bir karşılık bulmazsa, eksik ve sönük kalır. İşte burada İslâmiyet devreye girer.

  1. İltizam: Hakka Tarafgirlik ve Teslimiyet

İltizam, bir şeyi benimseyip onun arkasında durmak, bir davaya gönül vermek, o yolda kararlılık göstermektir. İslâmiyet, hakka yönelişin, ilahi nizama gönülden bir bağlılığın adıdır. Sadece teorik bir inanç değil, pratik bir yöneliş ve teslimiyettir.

Bir Müslüman, Allah’ın hükümlerini iltizam ederek, sadece O’na boyun eğer. Namazla, oruçla, ahlakla, muameleyle, hayatın her alanında Allah’ın emirlerine tâbi olduğunu gösterir. Bu, iz’anın davranışa yansıması, imanın ete-kemiğe bürünmesidir. Bu yüzden İslâmiyet sadece bir isim değil; bir tavır, bir duruş, bir teslimiyettir.

  1. İman–İslâm Dengesi: Kalp ile Fiil Arasında Köprü

İman, dahili bir kabuldür; İslâmiyet ise zahiri bir yöneliştir. Birincisi Allah’a inancı kalpte kökleştirir, ikincisi o inancı hayata taşır. İman, düşünceyi; İslâmiyet ise davranışı şekillendirir. Bu denge olmazsa, dinin ruhu ya kuru bir şekilciliğe ya da soyut bir teoriliğe indirir.

Tarihte de bu ayrımın yanlış anlaşılması iki sapkınlığa sebep olmuştur:

Sadece şekli ibadetlere yönelen, ama kalben tatmin olmayan şekilcilik (zahirîlik)

Sadece kalpte bir inancı yeterli gören, ama amel ve itaati hiçe sayan tembellik (lafzî tasdikçilik)

Oysa kurtuluş, bu ikisini beraber taşıyan bir kullukta gizlidir.

  1. Zamanımızda Dengeyi Kaybetmek

Modern çağda, bazı insanlar yalnızca “kalben inanmanın yeterli” olduğunu iddia ederken, bazıları da inancın ruhunu göz ardı edip yalnızca şekli davranışlara odaklanıyor. Halbuki ne sadece kalp yeterlidir, ne de yalnızca beden. Allah, hem kalbi hem bedeni ister. Hem iz’anla iman edilmeli, hem iltizamla teslim olunmalıdır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “İslâmiyet iltizamdır, iman iz’andır” ifadesi merkeze alınarak; iman ve İslâmiyet arasındaki ilişki açıklanmıştır. İman, kalbin derin kavrayışıyla hakkı tasdik etmektir (iz’an); İslâmiyet ise o tasdikin hayata yansıyan tarafgirliği, teslimiyetidir (iltizam). Bu iki yön bir arada olmazsa, din eksik kalır. Kurtuluş, hem kalple hakkı kabulde, hem de hayatla ona yönelmekte gizlidir. Din, hem sevgiyle inanmayı, hem de sadakatle yaşamayı emreder.

 




İman ve İslâm: Kurtuluşun İki Kanadı

İman ve İslâm: Kurtuluşun İki Kanadı

“İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. ”
Mektubat

Hayat bir yolculuktur; bu yolculuğun menzili ebediyet, rotası ise marifetullahtır. Bu yolda insanın en büyük azığı imanı, en sağlam bineği ise İslâmiyet’tir. Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle:
“İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz.”
Bu cümle, hakiki kurtuluşun, hem kalpte yerleşen bir iman, hem de hayatta tezahür eden bir amel-i salih ile mümkün olduğunu beyan eder. Yani kurtuluş, yalnızca inançla değil, aynı zamanda o inancın hayata yansımasıyla mümkündür.

  1. İmansız İslâmiyet: Beden Ruhsuz Yaşamaz

İmansız bir İslâmiyet, şekilci bir görüntüdür. Diliyle kelime-i şehadet getirip, kalbiyle tasdik etmeyen bir kimse, yalnızca bir taklitten ibaret bir inanca sahiptir. Namaz kılsa bile, kalbi Allah’a yönelmiyorsa; oruç tutsa bile niyeti gösterişse; bu hâl kurtuluşa sebep değildir. Zira din, önce kalpte başlar. İbadetler, iman meyvesinin dışa yansıyan dallarıdır. Ağacın kökü olmayan dalı ne kadar yeşil görünse de, rüzgârla yere düşmeye mahkûmdur.

  1. İslâmiyetsiz İman: Ruh Amelsiz Kurur

Öte yandan, “Benim kalbim temiz, önemli olan niyettir” diyerek İslâm’ın emir ve yasaklarını hiçe sayan bir anlayış da batıldır. Zira gerçek iman, tembellik değil, sorumluluk yükler. Kalpte Allah’a iman varsa, bu kendini ibadette, ahlakta, kul hakkında, haramdan kaçınmada, emri bil-maruf ve nehyi anil-münkerde gösterir. İmansız ibadet faydasız olduğu gibi, ibadetsiz iman da meyvesiz bir ağaç gibidir.

  1. İman–Amel İlişkisi: Ruh ve Beden Gibi

İman ve amel, ruh ve beden gibidir. Ruhsuz bir beden ceset olur, hareketsiz kalır. Bedensiz bir ruh da dünyada görünemez, iş göremez. Aynı şekilde, iman bir nurdur; fakat bu nurun hayat vermesi için İslâmî hayatla birleşmesi gerekir. Kur’ân’da müminler “الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ – iman edip salih amel işleyenler” olarak tanımlanır. Bu ayrılmaz bağ, imanı kuru bir iddiadan, İslâmiyeti ise şekilcilikten kurtarır.

  1. Zamanımızda Tehlike: Parçalanmış Dindarlık

Günümüzde bazı çevreler, dini ya sadece bir inanç sistemi olarak (ibadetsiz iman), ya da sadece geleneksel ritüeller olarak (imansız İslâmiyet) anlıyor. Bu iki yanlış ucun ortasında, gerçek kurtuluşun yolu hem tasdik eden bir kalp, hem de teslim olan bir hayat ile mümkündür. Ne sırf kalpte kalmalı, ne de şekle hapsolmalı. Allah’a inanmak, O’nun emrine uymakla tamam olur.

  1. Hakiki Kurtuluş: İman + İslâmiyet

İman; Allah’ı tanımak, Onu sevmek, O’na güvenmektir.
İslâmiyet; Allah’ın emirlerine teslim olmak, yasaklarından sakınmaktır.
İman, sevginin özü; İslâmiyet, o sevginin şeriatle taçlanmasıdır.
Kurtuluş, işte bu iki hakikatin birleşimindedir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz” sözü doğrultusunda; hakiki kurtuluşun, hem kalpte yer eden bir imanla hem de hayatta yansıyan bir İslâmiyetle mümkün olduğu anlatılmıştır. Ruhsuz bedenin yaşamadığı gibi, ibadetsiz imanın da faaliyettir ve atıl kaldığı, şekilcilikle sınırlı bir İslâm’ın da kalbî tasdikten mahrumsa fayda vermeyeceği anlatılmıştır. Gerçek kurtuluş, iman ve amelin birlikte bulunmasıyla elde edilir.

 




Bir Çekirdeğe Sığan Kâinat: İlahi Programın Tohumları

Bir Çekirdeğe Sığan Kâinat: İlahi Programın Tohumları

“Eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Mesela bir çekirdek, bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir. ”
Mektubat

İnsan, kâinata ibret nazarıyla baktığında, her şeyde bir hikmet, her zerrede bir maksat, her varlıkta bir gayeye yöneliş görür. Bu bakış, sadece maddi değil, aynı zamanda manevi bir şuurun eseridir. Zira eşyanın en küçük parçası bile, sadece kendisiyle sınırlı değildir. Her tohum, her çekirdek, her zerre; kendisinden daha büyük bir varlığın nüvesini taşır, geleceğin fihristesini ve planlarını içinde saklar. Tıpkı bir bilgisayarın devasa programını taşıyan küçücük bir USB bellek gibi…

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar.” Bu cümle, yaratılışın özünde bir ilahi yazılım, bir ilahi emirler külliyatı olduğunu anlatır. Bir çekirdek, sadece bir ağaç değildir; o, bir ağacın geleceği, şekli, meyvesi, dalları, yaprakları ve hatta o meyveden doğacak binlerce diğer ağacın da mühendislik planıdır.

Bu hakikat, bize birkaç önemli dersi birden veriyor:

  1. Zerrede Tecelli Eden Sonsuz Kudret

Bir çekirdeğin içine koca bir ağacı sığdırmak, sıradan bir olay değildir. Bu, sonsuz bir kudretin, nihayetsiz bir ilmin, kusursuz bir hikmetin eseridir. Bu kadar harika bir planlamayı, böylesi bir sanatla içine gömen kudret, elbette eşyanın arkasında daimî ve mutlak bir yaratıcıyı gösterir.

  1. Tohumun Diliyle Konuşan Emirler

Tohumlar konuşmaz, ama hal dilleriyle bir şey söylerler: “Ben kendimden değilim. Beni buraya koyan bir emir, beni çalıştıran bir irade, beni tanzim eden bir kudret var.” Çekirdeğin içindeki potansiyel, ancak bu evamir-i tekviniye ile izah edilebilir.

  1. İnsan da Bir Tohumdur

İnsan da bu noktada ayrı bir tohum gibidir. Ruhunun içinde ebediyet arzusu vardır. Vicdanında sonsuzluğu hisseder. Bu hisler, onun geçici dünya için yaratılmadığını, içindeki ilahi programa göre ebedî bir âleme namzet olduğunu bildirir.

  1. Küçüğe Dair Büyük İbret

Bugün bir tohuma değer vermeyen, onu ezer geçen insan, aslında bir ağacı katletmiştir. Küçük gibi görünen bir şey, büyük sonuçlara gebedir. Bu yüzden, hayatın her anı, her eylemi, her tercihi bir tohumdur. Kim hangi tohumu atarsa, ileride onun meyvesini toplayacaktır.

Netice:

Bu küçük varlıklar, kudretin büyüklüğünü, ilmin kuşatıcılığını, hikmetin derinliğini ve tevhidin parlak delillerini gözler önüne serer. Bir tohumun içinde ağacı görmek, bir insanın içinde ebedî bir hayatın ışığını fark etmek gibi bir farkındalıktır. Yani eşyada basitlik yoktur; her şey bir emirler mecmuası, bir yaratılış programı, bir ilahi niyetin maddi ifadesidir.

Özet:

Bu makalede, bir tohumun veya çekirdeğin yalnızca maddi bir yapı değil, aynı zamanda ileride yaratılacak sistemlerin fihristesi olduğu anlatılmıştır. Bu küçük varlıkların, İlahi emirlerin tezahürü ve kudretin birer göstergesi olduğu anlatılmış, insanın da bu yaratılış hakikatlerinden ibret alarak ebedî bir gayeye yönelmesi gerektiği ifade edilmiştir. Küçük görünen şeylerin arkasında büyük mânâlar ve neticeler bulunduğu unutulmamalıdır.

 




Şerri Yaratmak Şer Değildir: Sorumluluk İnsandadır

Şerri Yaratmak Şer Değildir: Sorumluluk İnsandadır

> “Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer şerdir.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Mektubat)

Kötülük ve musibetler karşısında en çok sorulan sorulardan biri şudur:
“Madem Allah her şeyi yaratıyor, o hâlde kötülükleri de O mu yaratıyor? Ve eğer yaratıyorsa, bu zulüm olmaz mı?”

Bu soru tarih boyunca zihinleri meşgul etmiş, felsefeleri, itikatları ve hatta inançları sarsmıştır. Ancak Bediüzzaman, bu meseleyi derin ve hikmetli bir izahla şöyle özetler:

> “Kötülüğü yaratmak (halk-ı şer), kötü değildir. Kötülüğü kazanmak (kesb-i şer) kötüdür.”

  1. Yaratmak ve Yapmak Arasındaki Fark

Buradaki en önemli nokta, yaratmak ile işlemek arasındaki farkı doğru anlamaktır:

Halk (yaratmak): Allah’ın kudretiyle bir şeyi var etmesidir.

Kesb (kazanmak, tercih etmek): Kulun kendi iradesiyle bir fiili yapmasıdır.

Yani Allah, sebep-sonuç düzeni içinde, insanın ihtiyarına (iradesine) bağlı olarak her şeyi yaratır. Ama o fiilin sorumluluğu, onu isteyen, seçen insana aittir.

  1. Şerri Yaratmak Neden Şer Değildir?

Çünkü şer de hayırlı sonuçlara vesile olabilir.
Örneğin; ateş yaratılır. Ateş, ev yakarsa kötü bir sonuç olur. Ama ısınmak ve pişirmek için kullanılırsa hayırdır.
O hâlde ateşi yaratmak kötü değildir, onu kötüye kullanmak kötüdür.

Yine hastalıklar, musibetler, acılar ilk bakışta kötü gibi görünse de;

Sabır kazandırır,

İmtihan vesilesi olur,

Günahları döker,

Kalbi yumuşatır.
O hâlde şer gibi görünen bu hâllerin yaratılması da mutlak anlamda şer değildir.

  1. Kesb-i Şer: Kötülüğü Tercih Etmek

İnsan, iradesiyle kötülüğü tercih ettiğinde, artık fiilin faili olur. İşte burada sorumluluk ve günah başlar.

Yalanı söyleyen Allah değil, insandır.

Cinayeti işleyen Allah değil, insandır.

Zulmü icra eden Allah değil, iradesini kötüye kullanan insandır.

Allah, o fiili yaratmakla değil, o fiili yapmayı emretmekle suçlanabilir ki Allah böyle bir şeyi emretmemiştir. Tam tersine yasaklamış, uyarıda bulunmuştur.

> Bu nedenle: Şerri işleyen kuldur; Allah yalnızca sistemin adil yaratıcısıdır.

  1. Kötülüğün Varlığı Hayrın Anlaşılması İçindir

Bir başka hakikat de şudur:

Eğer karanlık olmasa, ışığın kıymeti bilinmezdi.

Acı olmasa, şifanın değeri anlaşılmazdı.

Günah olmasa, af ve rahmetin genişliği tecelli etmezdi.

Bediüzzaman bu noktada özetle şöyle der:

Şerler, hayırların zuhuruna vesiledir. Zahiren şer, hakikatte hayırdır.

Bu da gösterir ki Allah, şerri yaratmakla aslında hayır yollarını açmaktadır. Şer görünümündeki pek çok hadise, manevî terakki, sabır, dua ve af gibi nice rahmetlere kapı açar.

  1. Hikmetli Bir Gerçek: İmtihan Dünyasında Seçim Kulundur

Bu dünya bir imtihan sahnesidir. Seçenekler sunulmuştur:

İyilik ve kötülük,

Hayır ve şer,

Hak ve batıl…

İnsana da irade verilmiştir ki seçsin. Allah da bu seçimi yaratır. İşte imtihanın sırrı buradadır. Yoksa insan sadece iyi olanı seçmek zorunda bırakılsaydı, bu imtihan değil mecburiyet olurdu.

SONUÇ ve ÖZET

Allah kötülüğü yaratabilir ama kötülüğü işlemez.

Şerri yaratmak, şer değil; onu tercih etmek şerdir.

Yaratılan her şey bir hikmet içindir.

İnsan kötülüğü seçerse, o fiilden sorumludur.

Kötülükler de hayır doğurabilir; sabır, dua, tevbe gibi…

ÖZET:

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, kötülüğün yaratılması kötü değildir. Çünkü yaratmak Allah’a, işlemek insana aittir. Şer, Allah’ın yaratma fiilinde değil; insanın tercihinde ortaya çıkar. Dolayısıyla sorumluluk Allah’ın değil, kulun iradesindedir. Bu da kader inancını bozmadan, adaleti ve imtihan sırrını muhafaza eder.

 




Az Olan Kaliteli Olsun: Hakikî Ekseriyet Keyfiyettedir

Az Olan Kaliteli Olsun: Hakikî Ekseriyet Keyfiyettedir

> “Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Mektubat)

Modern dünyada başarı çoğu zaman sayılarla ölçülür:

Ne kadar insana ulaştın?

Kaç takipçin var?

Kaç kişi alkışladı, kaç kişi beğendi?

Ancak Bediüzzaman’ın bu sözü, tüm bu ölçülerin içini boşaltır ve bize gerçek bir ölçü sunar:

> Sayı çokluğu değil, değer büyüklüğü önemlidir.
Kalabalık olmak değil, kaliteli olmak kıymetlidir.

  1. Kemiyet: Sayının Aldatıcı Cazibesi

“Kemiyet”, nicelik yani çokluk demektir. İnsanoğlu her zaman çokluğa özenir:

Kalabalık topluluklara,

Büyük yapılara,

Geniş kitlelere…

Oysa çok olmak her zaman doğru olmak anlamına gelmez. Çünkü:

Ebu Cehil’in ordusu kalabalıktı, ama haksızdı.

Hz. Musa’nın kavmi çoğaldı, ama şükürden uzaklaştı.

Günümüzde de çoğunluğun sürüklendiği fikirler, çoğu zaman hakikatten uzak kalır.

Dolayısıyla sayı, mutlak bir kıymet ölçüsü değildir.

  1. Keyfiyet: Az Ama Öz Olmak

“Keyfiyet” ise nitelik yani kalite demektir. Bu kalite; akılla, ahlakla, imanla, sebatla, ihlâsla ölçülür. Nitelikli bir insan:

Az konuşur ama tesirli olur.

Az görünür ama derin iz bırakır.

Kalabalıkta kaybolmaz, değerle parlar.

İşte hakikî kıymet budur. Bir avuç insan, eğer nitelikliyse, bir millete yön verebilir. Tıpkı:

Bedir’de 313 kişinin, 1000 kişilik orduya galip gelmesi gibi,

Ashab-ı Kehf’in yedi kişiyle çağlara meydan okuması gibi,

İmam Gazali’nin tek başına ümmetin fikrî kaderini değiştirmesi gibi…

  1. Hakikî Ekseriyet: Görünmez, Ama Etkilidir

Bediüzzaman’ın “Asıl ekseriyet keyfiyete bakar” sözü, zannedilenin aksine bir mantık hakikatidir.

Çünkü:

Kalabalıklar fikir üretmez, fikir sahipleri kalabalıkları etkiler.

Hakikat çoğu zaman azınlıktadır, çünkü gerçek, kolay bir yol değildir.

Az ama ihlâslı insanlar, kalabalık ama hissiz insanlardan çok daha fazla iz bırakır.

  1. Bugüne Düşen Ders: Çoğunluk Peşinde Koşma, Değer Peşinde Ol

Sosyal medyada, siyasette, ticarette ve hatta dinî hizmette bile çokluk takıntısı, zamanla kaliteyi eritmektedir.
İnsanlar artık “Kaç kişiye ulaştık?” sorusunu “Kime ne ulaştırdık?” sorusundan daha çok sorar hâle geldi. Bu da hizmetin ruhunu bozmaktadır.

Unutulmamalı ki:

Bir insanın kalbine hakikati ulaştırmak, milyonların ilgisini çekmekten daha kıymetlidir.

Bin kelime konuşmak değil, bir kelimeyle bir hayatı değiştirmek önemlidir.

Allah katında bir müminin ihlâsı, bin kişinin riyâsından üstündür.

  1. Hikmetli Bir Gerçek: Toplumlar Az Ama Kaliteli İnsanlarla Ayağa Kalkar

Tarih boyunca milletleri dönüştürenler kalabalıklar değil, öncüler olmuştur.

Peygamberler çoğunlukla yalnız başladılar.

Âlimler, ilk başta azınlıktaydılar.

Hakikat yolcuları çoğu zaman toplumun kenarında görüldü. Ama onlar tarih yazdı.

Bugün de eğer bir şey değişecekse, bu az ama öz insanlar sayesinde olacaktır. Çünkü “keyfiyet” varsa, Allah’ın inayeti vardır. Kemiyet ise, onun ardından gelir.

SONUÇ ve ÖZET

Çokluk (kemiyet), kalite (keyfiyet) karşısında değer taşımaz.

Asıl başarı, etkili olmak, derinlikli düşünmek ve ihlâslı hareket etmektir.

Kalabalık olmak, haklı olmak demek değildir.

Hakikat tarih boyunca çoğu zaman azların yoluydu.

Gerçek dönüşüm, kaliteli insanlarla başlar.

ÖZET:
Kemiyet, yani çokluk; hakikatin ölçüsü değildir. Asıl kıymet, keyfiyettedir: Az ama ihlâslı, derinlikli, nitelikli olmak. Toplumlar ve hakikatler, kalabalıklarla değil; az ama güçlü fertlerle inşa edilir. Bu yüzden çoğunluk peşinde değil, değerin peşinde koşmak gerekir.

 




Sahabelerin Velayeti: En Yüksek Yol, En Kısa Mesafe

Sahabelerin Velayeti: En Yüksek Yol, En Kısa Mesafe

“Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkına uğramayarak doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki o velayet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az fakat meziyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür.”
Mektubat. Bediüzzaman Said Nursî

İslam tarihinin en parlak ve en sağlam nesli olan Sahabe nesli, sadece İslâm’ın ilk taşıyıcıları değil, aynı zamanda en yüksek velayet mertebesinin temsilcileridir. Onların yolu, keşif ve kerametle değil, hakikatin kendisiyle yürünmüş bir yoldur. Bediüzzaman bu yola “velayet-i kübra” der.

  1. Vahiy Gölgesinde Yetişen Nesil

Sahabeler:

Vahyin nazil olduğu anda oradaydılar.

Kur’an’ın muhatabıydılar.

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) canlı terbiyesinde yetiştiler.

Bu sebeple onların kalpleri, doğrudan doğruya ilahi hakikate açık hâle geldi. Onlar berzah tarîkına, yani rüya, keşif, halvet gibi perdelerle hakikate ulaşma yollarına ihtiyaç duymadılar. Çünkü:

> Zâhirleriyle hakikati gördüler, bâtına geçmeden hakikate ulaştılar.

  1. Vâris-i Nübüvvet: Peygamberlik Mirasıyla Yürüyenler

Sahabe velayeti, veraset-i nübüvvete dayanır. Yani onlar, Peygamberlik makamından doğrudan beslenen velayet yolunun yolcularıdır. Bu yol:

Uzun manevî seyr u sülûk süreçlerine ihtiyaç duymaz.

Harika hallerle değil, sadakat, ihlas ve teslimiyetle yürür.

Keşif ve kerameti az ama, tesiri çok yüksektir.

Bunun anlamı şudur:

> Velayet sadece olağanüstülük değildir. Velayet, Allah’a en yakın yoldan sadakatle yürüyebilmektir.

  1. Harika Görünmeyen Ama Çok Değerli Olan

Bediüzzaman’ın şu cümlesi çok dikkat çekicidir:

> “Hârikaları az fakat meziyatı çoktur.”

Bu ifade, bugünün maneviyat arayışına çok ciddi bir uyarıdır. Günümüzde manevî değerlere yönelen birçok insan, “keşif”, “keramet”, “harika haller” aramaktadır. Oysa sahabe yolunda bu türden görünür harikalar azdır ama Allah’ın rızasına ulaşmada çok daha derin meziyetler vardır:

Sarsılmaz iman,

Tam teslimiyet,

Şeksiz sadakat,

Peygamber’e (s.a.v.) tam ittiba,

İlahi akrebiyete mazhar olmak…

Bu meziyetler, kalp gözüyle görülen en büyük kerametlerdir.

  1. Berzah Tarîkı Nedir, Sahabe Neden Oradan Geçmedi?

“Berzah tarîkı”, manevî yolculukta genellikle araya giren perdeler, semboller, rüya ve keşiflerle ulaşılan hakikat parçalarıdır. Bu yol:

Tasavvufî seyr u sülûkta izlenen yoldur.

Uzun ve çileli bir yoldur.

Nefsin terbiyesini gerektirir.

Ama sahabeler bu yolu değil, doğrudan hakikate giden kısa ve yüksek bir yolu izlediler. Çünkü:

Zaman, asr-ı saadetti.

Rehber doğrudan Resûlullah’tı.

Vahiy canlıydı.

Gözleriyle hakikati gördüler, kalpleriyle tasdik ettiler.

  1. Hikmetli Sonuç: Yüksekliğin Ölçüsü Harika Değil, Hakikattir

Bugün bazen insanlar, velilik ölçüsünü keşif, keramet, olağanüstü rüyalar gibi şeylerle sınırlı zannediyor. Oysa asıl ölçü:

Allah’a ne kadar yakın olduğun,

Sünnet-i Seniyye’ye ne kadar sadık kaldığın,

İmanı ne kadar sağlam taşıdığın,

Hakk’a ne kadar teslim olduğundur.

Sahabeler, bunu en kısa yoldan, en sağlam şekilde başarmışlardır. Onların velayeti, az zamanda büyük yol katetmeyi başarmış bir örnektir. Onların örnekliğine uymak, harikaları kovalamaktan çok daha doğru bir tercihtir.

SONUÇ ve ÖZET

Sahabe velayeti, “velayet-i kübra”dır: Kısa ama yüksek bir manevî yoldur.

Bu yolda harikalar az, ama manevî meziyetler çoktur.

Vahyin gölgesinde ve Resûlullah’ın terbiyesiyle yetiştiklerinden dolayı, keşif gibi ara yollarla değil, zâhirden hakikate doğrudan ulaşmışlardır.

Asıl velilik, harika göstermek değil; Allah’a en sağlam ve en samimi şekilde kul olabilmektir.

Bugünün Müslümanı için örnek, harikalarda değil; sahabenin sadakatinde ve teslimiyetindedir.