Abluka Altındaki Süper Güç: Gazze’yi Unutturmak İçin İsrail-İran Gölgesi”

Abluka Altındaki Süper Güç: Gazze’yi Unutturmak İçin İsrail-İran Gölgesi”

Dünya bugün sahnede dev aktörlerin değil, perde arkasında kurguyu yazan derin yapıların oyununu izlemektedir. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da şekillenen siyaset, çoğu zaman görünenden çok daha farklı merkezler tarafından belirleniyor. Bu merkezlerin başında ise hiç şüphesiz Siyonist lobiler gelmektedir. Bu yapılar, sadece siyasi karar alma mekanizmalarını değil, medya, akademi, savunma sanayi ve hatta düşünce kuruluşlarını da kuşatmış durumdadır. Öyle ki, artık Beyaz Saray’da alınan kararlar Washington halkının değil, Tel Aviv’in hayati çıkarlarına göre şekillenmektedir.

İsrail Lobisinin Derin Kökleri

İsrail lobisi, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’de güçlenmiş, 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra ise adeta ABD siyasetinin kalbine yerleşmiştir. Bu lobiler, sadece İsrail’in savunulması için değil, aynı zamanda onun tüm hamlelerini meşrulaştırmak, itiraz edenleri susturmak ve küresel kamuoyunu manipüle etmek için çalışmaktadır.

Bugün ABD Kongresi’nde alınan pek çok kararın altında bu lobilere bağlı grupların yönlendirmesi yatmaktadır. Yahudi asıllı milyarderlerin finanse ettiği medya kuruluşları, İsrail karşıtı her söylemi “antisemitizm” yaftasıyla bastırmakta, adalet ve insan hakları gibi değerler ise yalnızca çıkarla örtüştüğünde gündeme gelmektedir.

Gazze Soykırımı ve Kurgulanan Gündem

İsrail’in Gazze’de yürüttüğü kanlı saldırılar, insanlık tarihinin en karanlık soykırımlarından biri olarak kayıtlara geçmektedir. Kadın, çocuk, yaşlı demeden siviller hedef alınmakta; altyapı, hastane ve okullar kasten vurulmakta; açlık ve susuzluk silah olarak kullanılmaktadır. Ancak Batı medyası bu vahşeti örtbas etmek için adeta seferber olmuş durumda.

Tam da bu ortamda, dikkatleri başka yöne çekmek için bir “büyük olay” gerekiyordu. Ve bu sahne İran’la gerilim üzerinden şekillendirildi. İran’a karşı kurgulanan hava saldırısı, misilleme tehdidi ve küresel savaş senaryoları, Gazze’de yaşanan trajediyi arka plana itmek için kullanıldı. Bu, sadece bir tesadüf değil, bilinçli bir yönlendirmeydi. Gündem ustalıkla değiştirildi, kamuoyu başka bir tehditle meşgul edildi.

Gazze Yerine Tahran: Kimin Oyunu, Kimin Hesabı?

İsrail-İran gerginliği, yıllardır süren bir vekâlet savaşının parçası gibi görünse de, bu gerginliğin zamanlaması manidardır. Gazze’deki soykırımın uluslararası alanda artan tepkilerle karşılanmaya başladığı bir dönemde, İran hedef tahtasına yerleştirilerek yeni bir “düşman” inşa edilmiştir. Bu strateji, İsrail’in kurbanı değil, mağduru oynayarak meşruiyet kazanmasını ve Gazze’deki suçlarının gölgede kalmasını sağlamaktadır.

Bu yöntem, tarih boyunca pek çok kez uygulanmıştır. “Yangın çıkar, sonra dikkat dağıtıcı başka bir yangın çıkar ki ilk yangının hesabı sorulmasın.” Siyonist akıl, bu konuda hayli tecrübelidir.

İbretlik Hakikat: Asıl Abluka Nerede?

Bugün dünyada asıl abluka altında olan yer sadece Gazze değil, bizzat Amerika’dır. Demokrasi kılıfı altında, başka bir ülkenin çıkarları için kendi halkının iradesini dahi bastıran bir yönetim anlayışı hâkimdir. Beyaz Saray’da oturan başkanlar, görünürde süper güç liderleri olsa da, perde arkasında senaryoyu yazanların onayı olmadan tek bir kelime dahi edemezler.

Bu yüzden “ABD’nin İran’ı vurması”, “İsrail’in kendini savunması”, “Batı’nın Gazze’ye suskunluğu” gibi kavramlar ancak bu açıdan anlaşılabilir. Gerçekte mesele, mazlum bir halkın çığlığını susturmak, zalimi aklamak ve dünya kamuoyunu başka bir meşguliyetle uyutmak meselesidir.

Sonuç ve Hikmetli Özeti

Zalim, zulmünü örtmek için gürültü çıkarır; adil olan ise sessizce sabreder ve Allah’a tevekkül eder. Gazze’de dökülen her kan, dünya sisteminin sahte adaletini ortaya çıkarmaktadır. Ve her yeni savaş senaryosu, asıl savaşın kalplerde, vicdanlarda ve hakikat terazisinde olduğunu göstermektedir.

Zaman, hak ile batılın yeniden netleştiği, aldatıcı gündemlerin arkasındaki gerçek yüzlerin ifşa olduğu bir zamandır. Her müminin görevi, bu hakikati görmek, göstermek ve zulmün değil, adaletin yanında saf tutmaktır.

Makale Özeti:

İsrail lobileri ABD’nin siyasi, askeri ve medya gücünü uzun yıllardır kontrol etmektedir.

Gazze’deki soykırım, dünya kamuoyunda tepki toplamaya başlayınca, dikkatleri dağıtmak için İran’la gerilim gündeme taşınmıştır.

İsrail-İran çatışması, Gazze’deki vahşeti unutturmak ve İsrail’i mağdur göstermek için kurgulanmış olabilir.

Bugün asıl kuşatma altında olan, Gazze kadar ABD’nin kendi karar mekanizmalarıdır.

Müminin görevi, hakikati perdeleyen oyunları fark etmek ve hak tarafında sebatla durmaktır.

 




Tecdîd-i İman: Her Gün Yeniden Dirilmek

Tecdîd-i İman: Her Gün Yeniden Dirilmek

“İnsanın hem şahsı hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. ”
Mektubat

(Bediüzzaman Said Nursî’nin “Her zaman tecdîd-i imana muhtaçtır” hakikati üzerine)

İman, bir defa elde edilip cebimize konan bir cevher değildir. O, canlı, gelişen, korunması gereken, tazelenmesi icap eden bir nurdur. Tıpkı kalp gibi atmalı, tıpkı beden gibi beslenmeli, tıpkı zihin gibi temizlenmelidir. İşte Bediüzzaman Said Nursî, bu derin gerçeğe bir cümlede işaret eder:

> “İnsanın hem şahsı hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için her zaman tecdid-i imana muhtaçtır.” (Mektubat)

Bu cümle, sadece bir akide dersi değil, bir yaşama biçimi, bir iman disiplini teklifidir. Her an değişen bir dünyada, aynı yerde duran bir iman, ayakta kalamaz. Tecdîd-i iman, bu çağın ruhî sigortasıdır.

  1. Tecdîd-i İman Ne Demektir?

“Tecdîd”, yenilemek demektir. “Tecdîd-i iman” ise, imanı yeniden hatırlamak, canlandırmak, güçlendirmek anlamına gelir. Bu sadece sözle “Âmentü billâhi…” demek değildir; aynı zamanda:

Allah’a olan bağlılığı derinden hissetmek,

Onun büyüklüğünü yeniden idrak etmek,

Kendi acz ve fakrını itiraf etmektir.

Bu, günlük ibadetlerin ve zikrin asıl gayesidir. Namaz sadece şekil değil, aynı zamanda imanın tecdîdi, yani tazelenmesidir.

  1. İnsan ve Âlemin Sürekli Değişimi

Bediüzzaman’ın “insanın hem şahsı hem âlemi her zaman teceddüd eder” ifadesi, çağlar üstü bir tesbittir:

İnsan değişir. Ruh halleri, arzuları, çevresi, psikolojisi sabit kalmaz. Dünün sağlam kararı, bugünün zaafına yenilebilir.

Âlem değişir. Dünya her gün yeni bir fitneye gebe, her an yeni bir imtihanla doludur. Bir gün sosyal medya, ertesi gün ekonomi, öbür gün siyasi çalkantılar insanın kalbini sarsabilir.

Bütün bu değişim içinde iman sabit bir merkez, sığınılacak bir liman olmalıdır. Ancak bu liman da zamanla pas tutar, unvanı tozlanır, gözden düşebilir. Onun için iman her an parlatılmalı, tekrar tekrar aslına döndürülmelidir.

  1. Neden Tecdîd-i İman Gerekli?

Unutkanlık: İnsan, gaflete müsait bir varlıktır. Unutur, ihmal eder, önemsemez. İmanı hatırlamak, tekrar etmek bu gafleti kırar.

Şüphe ve vesvese: Zihin, şeytanın ve nefsin oyun alanıdır. Tecdîd-i iman, bu vesveselere karşı bir zırh gibidir.

Dünyevî meşguliyetler: Para, makam, siyaset, geçim… Kalbi çeken binlerce bağ arasında, ruhu yeniden aslına bağlamak gerekir.

Hidayetin korunması: Hidayet bir defa kazanılınca ömür boyu garanti değildir. Onun muhafazası için sürekli takviye lazımdır.

  1. Tecdîd-i İman Nasıl Yapılır?

Sözle: Kalben tasdik ederek “Âmentü billâhi ve melâiketihî…” demek. Bu, Peygamber Efendimiz’in de tavsiye ettiği bir yoldur.

Zikirle: “Lâ ilâhe illallah” demek, iman cevherini cilalamaktır.

Tefekkürle: Kâinata, kendi nefsine, Kur’an’a bakarak Allah’ı tanımaya çalışmak, imanı kökleştirir.

İlimle: Risale-i Nur gibi imanı derinleştiren eserleri okumak ve yaşamak, tecdîdin en güçlü yoludur.

Salih amel ve dua ile: Her amel, bir imanın meyvesi; her dua, bir teslimiyet ilanıdır.

Sonuç ve Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın “Tecdîd-i iman” kavramı üzerinden iman tazelemenin önemi ele alındı. Çünkü insanın hem iç âlemi, hem dış çevresi sürekli değişmekte; her değişim, imanı zayıflatma potansiyeli taşımaktadır. Bu nedenle, iman da her an yenilenmeye muhtaçtır.
Tecdîd-i iman, sadece bir laf değil, bir şuur hâli, bir iman disiplini, bir kalbî istikrar çabasıdır. Her gün sabah uyanınca, gece yatarken, hayatın ortasında dönüp yeniden “Ben Allah’a inanıyorum!” demek…
İşte hakiki diriliş budur: Her an imanla yeniden doğmak.

 




Canları Alan Melekler: Azrail ve Kabz-ı Ervahın İlahi Hikmeti

Canları Alan Melekler: Azrail ve Kabz-ı Ervahın İlahi Hikmeti

“Hazret-i Cebrail, Mikâil, Azrail gibi melâike-i izam, birer nâzır-ı umumî hükmünde; kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, enva-ı mahlukata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehanın ervahını kabzeden başkadır; ehl-i şakavetin ervahını kabzeden yine başkadır. Nasıl ki

وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا ۝ وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا

âyeti işaret ediyor ki: Kabz-ı ervah eden, taife taifedir.”
Mektubat

Ölüm… İnsanlığın en eski, en derin ve en kaçınılmaz hakikati. Her doğanla birlikte yaklaşan, her an bir başka surette gelen büyük sır. Ancak bu sır, Kur’an ve sünnet ışığında ele alındığında, sadece bir son değil; bir geçiş, bir terhis, bir hakikat kapısı olduğu görülür.
Bediüzzaman Said Nursî, bu geçişin perde arkasını aydınlatırken şöyle der:

> “Hazret-i Cebrail, Mikâil, Azrail gibi melâike-i izam, birer nâzır-ı umumî hükmünde; kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır… Sülehanın ervahını kabzeden başkadır; ehl-i şakavetin ervahını kabzeden yine başkadır…”

Bu ifadeler, Azrail Aleyhisselâm’ın sadece bir tekil melek olmadığını; onun, büyük bir vazife sisteminin merkezindeki nâzır-ı umumî, yani genel bir gözetleyici olduğunu ortaya koyar. Onun yanında, onun emrinde, vazifeye koşan çok sayıda muavin melek, yani görevli yardımcılar vardır.

  1. Meleklerin Sistemi: Emir Komuta Zinciriyle İşleyen İlahi Nizam

Nasıl ki Cebrail (a.s.) sadece vahyi Hz. Muhammed’e değil, bütün peygamberlere tebliğ etmiş; Mikâil (a.s.) sadece rüzgâr ve yağmurla değil, tüm tabiat düzenleriyle ilgili görevleri deruhte etmiştir; aynı şekilde Azrail (a.s.) de, sadece bir kişinin canını almaktan sorumlu değil, bütün ölen mahlûkatın ruhunu kabz etme sisteminin başında bir komutan gibidir.

Bu büyük görevi bizzat tek başına yapması zahiren mümkün gibi görünmese de, onun emrinde, farklı mahlukata göre hususileşmiş yardımcı melekler, muavinler, katman katman görevli ruh kabz ediciler bulunmaktadır.

  1. Kabz-ı Ervah: Ruhun Bedenden Ayrılması

İslâm inancına göre ölüm, yok oluş değil, ruh ile bedenin ayrılmasıdır. Bu ayrılışta, her ruhun kabzı aynı şekilde olmaz. Kur’ân’ın şu âyetinde bu hakikat işaret edilir:

> “وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا ۝ وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا”
“(Ruhları) şiddetle çekip alanlara andolsun. Ve (ruhları) yumuşakça çekenlere de…” (Nâziât, 1–2)

Bu iki farklı tarz; müminin ruhunun kabzının bir yumuşaklık, bir huzur içinde,
kâfirin ya da ehl-i şekavetin ruhunun ise bir zorluk, bir dehşet içinde olduğunu bildirir.
Çünkü her bir canın ayrılış şekli, hayatındaki iman ve ameline, kalbinin nur veya zulmetine göre değişir.

  1. İlahi Adaletin Tecellisi: Herkese Lâyık Ölüm

İşte bu noktada, Azrail’in muavinleri devreye girer.

Bir salih kulun ruhunu kabz eden melekler, rahmetli, tebessümlü, müjdeci ve yumuşak bir hâlde gelir.

Bir zalim, gâfil veya inkârcı için ise görevli melekler, dehşetli, sert ve yakıcı bir surette gelir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Sülehanın ervahını kabzeden başkadır; ehl-i şekavetin ervahını kabzeden yine başkadır.”

Bu durum, Allah’ın adalet ve rahmetini aynı anda gösterir:
Her kul, nasıl bir hayat sürdüyse, ona uygun bir ölüm hâliyle karşılaşır.

  1. Melekler ve Ölüm: Korku Değil, Hikmet ve Kudret Aynası

Bugünün insanı, melekleri masal zannetmiş, ölümü ise konuşulmaması gereken bir tabu hâline getirmiştir. Oysa ölüm, hayatın anlamıdır. Ve melekler, ölümde de rahmetin, nizamın, şuurun temsilcisidir.

Her ruhu kabz eden melek, bir rahmet elçisidir. Ve bu ruh kabzı, bir intizam, bir şefkat, bir hikmet içinde gerçekleşir. Sıradanlaşan ölümler bile, aslında muazzam bir ilahi operasyonun neticesidir.

Özet:

Bu makalede, Azrail Aleyhisselâm’ın ve onun emrindeki meleklerin ruh kabz etme vazifesi, Bediüzzaman Said Nursî’nin açıklamaları ışığında izah edilmiştir. Azrail, sadece bireysel bir melek değil, büyük bir sistemin başında bir umumi nâzırdır. Süleha (iyi kullar) ile ehl-i şekavetin (kötülerin) ruhlarını kabz eden melekler farklıdır. Kur’an’da geçen “nâziât” ve “nâşitât” ifadeleri bu hakikate işaret eder. Ölüm, yokluk değil; her ruha layık bir terhis ve ilahi adaletin tecellisidir. Bu anlayış, ölümü korkulacak değil, hikmetle karşılanacak bir geçit hâline getirir.

 




Tesbih Orduları: Meleklerin Âleminde Sonsuz Zikir ve Kudretin İhtişamı

Tesbih Orduları: Meleklerin Âleminde Sonsuz Zikir ve Kudretin İhtişamı

“Ehadîs-i şerifenin delâlet ettiği üzere: “Bazı melâikeler var ki kırk bin başı var. Her başında, kırk bin dili var. (Demek, seksen bin gözü dahi var.) Her bir dilde, kırk bin tesbihat var.” Evet, madem melâikeler âlem-i şehadetin envaına göre müekkeldirler; âlem-i ervahta o envaın tesbihatlarını temsil ediyorlar, elbette öyle olmak lâzım gelir.”
Mektubat

İnsanın idraki sınırlıdır; gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine bel bağlar. Ancak hakikat, sadece görünenlerden ibaret değildir. Varlık âleminin derinliklerinde, insanın beşerî kabiliyetleriyle kavrayamayacağı derece yüksek, latif ve nuranî bir hayat tabakası vardır: Melekler âlemi.

Bediüzzaman Said Nursî, bu âlemi tasvir ederken bir hadis-i şerife dayanarak şöyle der:

> “Bazı melâikeler var ki kırk bin başı var. Her başında kırk bin dili var. Her bir dilde kırk bin tesbihat var.”

Bu sayıların hakikati, sadece matematiksel büyüklükle değil, mana derinliğiyle ölçülür. Bu tasvirler, meleklerin kudret, şuur ve ibadet enginliğini ifade eder. Aynı zamanda, yaratılmış her bir varlığın, boşuna olmadığını ve tesbihte bulunduğunu gösteren derin bir hakikate kapı aralar.

  1. Melekler: Şuur ve Kudret Sahibi Nurânî Varlıklar

Melekler; ne uyurlar, ne yorulurlar, ne günah işlerler, ne de gaflete düşerler. Onlar yaratılış itibariyle sadece emre itaat, tesbih ve tefekkürle meşguldürler. Onlar içinde öyleleri vardır ki, binlerce baş, diller ve gözlerle aynı anda zikir ederler. Bu, her bir meleğin farklı boyutlarda, farklı mahlûkat adına, farklı yönleriyle Cenab-ı Hakk’a kulluk ettiğini gösterir.

Her baş, ayrı bir varlık âleminin temsilcisidir. Her dil, o varlık nev’inin zikrini dillendirir. Her tesbih, o nev’înin ilahî sanatını ilan eder. Bu ise gösterir ki her şey, her an Allah’ı tesbih eder. Melekler, bu tesbihlerin şuurla yapılan aynaları gibidir.

  1. Âlem-i Şehadet ve Âlem-i Ervah: Zahir ve Bâtının Zikri

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, melekler âlem-i şehadetin (görünen âlemin) envaına (çeşitlerine) müekkel (görevli) varlıklardır. Yani:

Rüzgârın melekleri vardır,

Dağların, denizlerin, bulutların, hayvanların, elementlerin melekleri vardır.

Hatta her bir insanın, her bir hücresinin bile vazifeli melekleri vardır.

İşte bu melekler, görünen varlıkların Allah adına yaptığı tesbihleri, şuurla temsil ederler. İnsan su içer, ama o suyun içindeki moleküllerin, atomların Allah’a yaptığı tesbih, melekler tarafından temsil edilir. Bu, varlıkların iç âleminde süren sonsuz bir zikirdir.

  1. Sayılardaki Mana: Sonsuzluk ve Kudretin Sembolü

Kırk bin baş, kırk bin dil, kırk bin tesbih… Bu ifadeler, sembolik büyüklüklerdir. Sayıların amacı matematiksel hesap değil, sınırsızlığı ve azameti tasvir etmektir.
İfade edilen bu çokluk, Allah’ın kudretinin azametini gösterdiği gibi; meleklerin ibadetteki derinliğini ve kesintisizliğini de tasdik eder.

Bu durum aynı zamanda insanın Allah’a ibadette ne kadar eksik, ne kadar gaflette olduğunu hatırlatır. Çünkü insan, çoğu zaman fani şeylerin peşinden koşarken asıl maksadı olan kulluğu unutur. Oysa melekler, yaratıldıkları andan itibaren, kesintisiz ve tertemiz bir ibadet hâlindedir.

  1. İnsan İçin İbret: Şuurla Zikir ve Varlıkta Birlik

Meleklerin bu azametli tesbihatı, aslında insana da bir ders ve hedef gösterir. Çünkü insan, hem maddeye hem manaya açık bir varlıktır. O, melekler gibi sürekli tesbih edemez belki; ama onlardan farklı olarak irade ile, şuurla ve sevgiyle Allah’a yönelir.

Meleklerin çok başlı ve çok dilli tesbihatı, insana şunu söyler:

> “Ey insan! Senin de aklınla bir başın, kalbinle bir dilin, duygularınla bin yönün var. Sen de mevcudat gibi Allah’ı tanı, tesbih et ve bu çokluk içinde birliği bul!”

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın meleklerin çok yönlü tesbihatını anlatan hadîs-i şerif üzerine yaptığı tefekkür temellendirilmiştir. Kırk bin başlı, kırk bin dilli melek tasviri; Allah’ın azametli kudretini ve meleklerin sonsuz şuurla yaptıkları tesbihatı ifade eder. Melekler, âlem-i şehadet varlıklarının tesbihatını şuurla temsil ederler. Bu da, varlık âleminin tamamının Allah’a yöneldiğini, hiçbir şeyin başıboş olmadığını gösterir. İnsan ise, bu ilahî zikir korosuna, bilinçli bir kullukla katılarak varoluşunun hakikatini bulur.

 




İlahi İsimlerin Cilvesinde Bir Hizmet: Vedûd, Rahîm ve Hakîm Aynasında Kur’an Hizmeti

İlahi İsimlerin Cilvesinde Bir Hizmet: Vedûd, Rahîm ve Hakîm Aynasında Kur’an Hizmeti

“Ehl-i hakikatin bir kısmı nasıl ki ism-i Vedud’a mazhardırlar ve a’zamî bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın pencereleriyle Vâcibü’l-vücud’a bakıyorlar. Öyle de şu hiç-ender hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur’an’a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşâallah o Sözler

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثٖيرًا

sırrına mazhardırlar.”
Mektubat

İnsan, kâinat içinde âciz bir varlıktır; fakat bir yönüyle de sonsuz mânâlara pencere olan kıymetli bir mirsaddır. Hakikati arayanlar, bu varlık âleminde Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını temaşa eder, eşyayı birer ayine bilir, ilahi tecellilerin izlerini takip ederler. Bediüzzaman Said Nursî, bu tecelliyatın şahsî tezahürlerine dair mütevazı ama derin bir hakikati şu cümlelerle ifade eder:

> “Ehl-i hakikatin bir kısmı nasıl ki ism-i Vedûd’a mazhardırlar… Öyle de şu hiç-ender hiç olan kardeşinize… ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir.”

Bu cümle, sadece bir şahsî tefekkür değil; ilahi isimlerin insan üzerindeki tecellisinin, Kur’an hizmetine yön veren bir sır olduğunun ilanıdır.

  1. İsm-i Vedûd: Hakikatin Kalbi Olan Muhabbet

Ehl-i hakikatin bir kısmı, ism-i Vedûda mazhardır. Vedûd, “çok seven” ve “sevgisine karşılık veren” demektir. Bu mazhariyet, eşyada Allah’ın cemal ve muhabbet tecellilerini görmeyi sağlar. Bu tür hakikat ehli, kâinata sevgiyle bakar; her varlıkta Hakk’ın cemalini seyreder. Onlar için eşya aşkın ve muhabbetin dili hâline gelir.

Bu muhabbet, tasavvufun derin yolculuklarında sıkça rastlanan bir tecellidir. Ancak burada, başka bir tecelliye, başka bir vazifeye dikkat çekilir.

  1. Bediüzzaman ve İsm-i Rahîm & Hakîm

Bediüzzaman, kendisine hiç-ender hiç diyerek son derece mütevazı bir hâl ile Kur’an’a hizmet ederken, bir başka ilahi tecelliye mazhar olduğunu ifade eder:
Rahîm ve Hakîm isimlerinin cilvesine.

İsm-i Rahîm, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz merhametini, kullarını rahmetle kuşatışını temsil eder. Bu tecelli, insanlara acımayı, şefkatle yaklaşmayı, onların kurtuluşu için çalışmayı doğurur.

İsm-i Hakîm, her şeyi hikmetle yapan, abes iş işlemeyen anlamındadır. Bu isim, kainattaki düzen, denge ve gayeye yöneliklik duygusunu besler.

Bediüzzaman’ın yazdığı Sözler, işte bu iki ismin cilvesidir:
Bir yandan insanlara şefkat ve rahmetle yaklaşan, öte yandan hikmetle derin izahlar yapan bir Kur’an tefsiri mahiyetindedir. Bu eserlerde hem Rahîm isminin iç ısıtan dokunuşu, hem de Hakîm isminin aklı doyuran tahlilleri mevcuttur.

  1. Kur’an Hizmeti: Bir Hazineye Dellâllık

Bediüzzaman, kendisini “o hazine-i bînihayenin dellâlı” olarak tanımlar. Kur’an, sonsuz hakikatlerin hazinesidir. Dellâl ise, bu hazineyi halka duyuran, ilan eden kişidir. Bu misyon, nefsî bir iddia değil, bir emanettir. Bu emanetin taşıyıcısı olmak, insanı azametli kılmaz; aksine “hiç-ender hiç” hâlinde tutar. Çünkü hazine onun değildir; sadece emanetçisidir.

Bu duruş, Kur’an hizmetinde benlik ve gösterişin yerinin olmadığını, hizmetin ancak ihlâs, tevazu ve sadakatle yapılabileceğini gösterir.

  1. Ve Sonuç: Hikmetle Dolu Bir Vahiy Hizmeti

“وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا”
(“Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir.” – Bakara 2/269)

Bu ayetin işaret ettiği gibi, hikmet, her hayrın çekirdeğidir. Bediüzzaman’ın “Sözler” adını verdiği eserler, sadece dinî bilgi değil, hikmetli bir iman inşası, akla hitap eden bir marifet yapısı ve kalbe nüfuz eden bir rahmet deryasıdır.

Dolayısıyla bu eserler, yalnızca kelimeler değil; isimlerin cilvesi, ilahi sıfatların yansımaları, Kur’an’dan gelen bir hikmet nefesidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’an hizmeti sürecinde ism-i Rahîm ve Hakîme mazhar oluşu, ehl-i hakikatin ise bazen ism-i Vedûd cilvesiyle mevcudatı temaşa edişi açıklanmıştır. Sözler adlı eserler, bu ilahi isimlerin tecellisi olarak rahmet ve hikmet yüklü bir Kur’an tebliğ hizmetini temsil eder. Bu tebliğ, nefsî bir iddiadan uzak, “hiç-ender hiç” sırrıyla yapılmış ve ayetin de işaret ettiği gibi, “hikmetle gelen çok hayrın” bir ifadesi olmuştur. Gerçek hizmet, ilahi isimlerin cilvesine ayine olmaktır.

 




İman Hakikatleri: Tarikatların Meyvesi ve Hakiki Keramet

İman Hakikatleri: Tarikatların Meyvesi ve Hakiki Keramet

“Silsile-i Nakşî’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (ra) Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim.”

   Hem demiş ki: “Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”
Mektubat

Tasavvuf, kalbin saflaşması, nefsin tezkiyesi ve insanın Hakk’a vuslatıdır. Yüzlerce yıldır büyük mürşidler bu yolda insanlara rehberlik etmiş, nefis terbiyesi ve kalp tasfiyesiyle insanları marifetullaha götürmüşlerdir. Ancak bu yüce yolun da bir gayesi, bir zirvesi, bir neticesi vardır. İşte bu hakikati, tasavvufun zirve isimlerinden biri olan İmam-ı Rabbânî (k.s.), şu veciz sözlerle ifade eder:

> “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim.”

“Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”

Bu sözler, hem tasavvufun gayesini, hem de imanın hakikatini arayanlar için muazzam bir pusula hükmündedir.

  1. Ezvak ve Mevacid: Hâl Deryasında Boğulma Tehlikesi

Ezvak (manevî zevkler), mevacid (vecd ve coşkunluk hâlleri) ve kerametler, sûfî yolculuğun fıtri meyveleridir. Allah dostlarının kalbinde bir tat, ruhunda bir aşk, dilinde bir cezbe doğurur. Ancak bu hâller, nihai hedef değil; yolda zuhur eden işaretlerdir. Eğer hedef hâline getirilirse, kişi maksadı şaşırır, hâl peşinde koşarken hakikatten uzaklaşır.

İmam-ı Rabbânî işte bu noktada, imanın bir hakikatini anlamanın, bu hâllerden bin kat üstün olduğunu söyler. Çünkü imanın inkişafı, sadece bir duygusal yükseliş değil; kalpte yerleşen bir nur, ruhta doğan bir marifet, zihinde berraklaşan bir tevhid şuurudur.

  1. Hakiki Keramet: İman Hakikatinde Derinleşmek

Keramet, halkın gözünü kamaştırır; ama marifet, Allah’ın nazarına layık olandır. Gerçek bir velî için, bir iman meselesini derinlemesine kavramak, Allah’a yaklaşmada en büyük keramettir. Çünkü:

Keramet geçici, iman ise bâkîdir.

Keramet gösterisi, iman bir nur ve huzurdur.

Keramet ehli az bulunur, iman ehli ebedî saadete taliptir.

İmam-ı Rabbânî, bu düşünceyle en ileri sûfîlerin bile vardıkları menzilin iman hakikatlerinin vuzuhuna çıktığını ifade eder. Yani tarikatın en son noktası, en parlak neticesi, imanın hakikatini tam anlamak, hissetmek, yaşamaktır.

  1. Risale-i Nur ve Hakaik-i İmaniye

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de bu anlayışı eserlerinde en ileri seviyede işlemiştir. Risale-i Nur Külliyatı, tasavvuf yoluyla yüz yılda ulaşılabilecek bazı marifet mertebelerini, imanî meselelerin aklî, kalbî ve mantıkî izahlarıyla insanlara ulaştırmıştır. Çünkü zaman, artık hâl değil, hakikat zamanıdır.

Bu zamanda insanların en büyük ihtiyacı, manevî vecd değil; şüpheleri silen bir iz’an, aklı doyuran bir izah, kalbi doyuran bir hakikattir. Bu da ancak hakaik-i imaniyenin inkişafıyla mümkündür.

  1. Zamanın Yolculuğu: Şeriattan Hakikate

Tasavvufun büyükleri, şeriatla başlayan bu yolculuğun sonunda hakikate ulaşmayı hedeflemişlerdir. Ancak bu hakikat, sadece bir vecd hâli değil; imanın nuruyla Allah’ı, esmasını, Rububiyetini, hikmetini, adaletini, kudretini tanımaktır.

İşte bu tanıma, sadece bir bilgi değil; bir yakîn, bir huzur, bir sekinettir. Ve en büyük saadet budur.

Özet:

Bu makalede İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin tasavvufun zirvesinden yaptığı hakikatli tesbitler ele alınmıştır. Hakaik-i imaniyenin bir meselesini anlamak, binlerce manevî hâlden ve kerametten daha üstündür. Çünkü tüm tarikatların hedefi, imanın marifetle derinleşmesidir. Bu bakış açısı, günümüzde maneviyat arayan insanlara sağlam bir yön tayini sağlar. Gerçek saadet, iman hakikatlerinin vuzuh ve inkişafında gizlidir; vecd ve keramet ise bu yolda sadece geçici ışıklardır.