Sevr Mağarası: İlahi Himaye ve Tevekkülün Sırrı

Sevr Mağarası: İlahi Himaye ve Tevekkülün Sırrı

“Manevî tevatür derecesinde bir şöhretle, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Ebubekiri’s-Sıddık ile küffarın takibinden kurtulmak için tahassun ettikleri Sevr Mağarasının kapısında, iki nöbetçi gibi iki güvercin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi hârika bir tarzda, kalın bir ağ ile mağara kapısını örtmesidir.

   Hattâ rüesa-yı Kureyş’ten, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın eli ile Gazve-i Bedir’de öldürülen Übeyy İbn-i Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: “Mağaraya girelim.” O demiş: “Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki Hazret-i Muhammed tevellüd etmeden bu ağ yapılmış gibidir. Bu iki güvercin işte orada duruyor, adam olsa orada dururlar mı?”

(Mektubat 169.sh – Risale-i Nur)

İnsanlık tarihinin dönüm noktalarından biri olan hicret, sadece coğrafi bir yer değiştirmeden ibaret değildi; aynı zamanda iman, sabır, azim ve en önemlisi ilahi kudrete tam bir tevekkülün en çarpıcı örneğiydi. Peygamber Efendimiz (sav) ve dostu Hz. Ebubekir’in (ra) küffarın takibinden kurtulmak için sığındıkları Sevr Mağarası hadisesi, bu tevekkülün ve ilahi himayenin hikmet dolu bir tablosudur. Risale-i Nur’da zikredilen ve manevi tevatür derecesinde şöhret bulan bu olay, bizlere sonsuz ibretler sunar.
Mağaranın kapısında iki güvercinin nöbet tutması ve örümceğin mucizevi bir hızla kalın bir ağ örmesi, sıradan bir tesadüfün çok ötesindedir. Gözle görünürde aciz varlıklar olan bu hayvanlar, Allah’ın kudretinin tecellisiyle en büyük ordulardan bile daha etkili birer koruyucu olmuşlardır. Kureyş’in ileri gelenlerinden Übeyy İbn-i Halef’in “Bu ağ Hazret-i Muhammed tevellüd etmeden yapılmış gibidir. Bu iki güvercin işte orada duruyor, adam olsa orada dururlar mı?” sözü, düşmanların dahi bu mucize karşısındaki şaşkınlığını ve çaresizliğini gözler önüne serer. Onlar, en gelişmiş takip yetenekleriyle bile göremediklerini, sadece örümcek ağı ve güvercinlerle perdelenen bir ilahi sırrı görmüşlerdir.
Bu hâdise, maddi imkanların ve hesapların ötesinde bir hakikati haykırır: Tevekkül. Peygamber Efendimiz (sav) ve Hz. Ebubekir (ra), insanüstü bir gayretle hicret hazırlığı yapmış, tüm tedbirleri almışlardı. Ancak işler yolunda gitmediğinde, küffarın kılıçları mağaranın kapısına dayandığında, onların sığındığı tek liman Allah’a olan tam güvenleriydi. Hz. Ebubekir’in (ra) endişelenmesi üzerine Peygamber Efendimiz’in (sav) “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” (Tevbe Suresi, 40. Ayet) buyurması, bu hadisenin kalbi hükmündedir. En zor anlarda dahi sarsılmayan bir iman ve tevekkül, beşer aklının alamayacağı lütuflara kapı aralar.
Örümceğin zayıf ağının ve güvercinlerin masum varlıklarının, Kureyş’in gaddar ordularına karşı bir siper oluşu, aynı zamanda Allah’ın “Esbab-ı acize ile kudretini izhar etmesi” hikmetini de barındırır. İnsan çoğu zaman büyük işlerin büyük güçlerle başarılabileceğine inanır. Oysa ilahi irade, en zayıf halkadan en güçlü sonucu yaratabilir. Bu, bizlere mütevazılığı, imkanlara değil İmkân Veren’e dayanmayı öğretir.
Bu olaydan çıkarılacak ibretler saymakla bitmez. Birincisi, hakikatin korunması için ilahi himayenin daima var olduğu inancıdır. Zulmün ve şerrin en şiddetli olduğu anlarda dahi, Allah, kendi dinini ve peygamberini en umulmadık yollarla muhafaza eder. İkincisi, iman ve tevekkülün en büyük zırh olduğudur. Maddi imkansızlıklar içinde dahi, kalpteki Allah inancı, korkuyu yener ve çıkış yollarını açar. Üçüncüsü, küçük detayların büyük sonuçlar doğurabileceğidir. Bir örümcek ağı ve iki güvercin, koca bir ordunun takibini boşa çıkarır. Bu da hayatımızdaki “küçük” gördüğümüz her şeyin aslında ne kadar değerli ve önemli olabileceğini gösterir.
Sevr Mağarası, sadece geçmişte kalmış bir olay değil, çağlar ötesine ulaşan bir mesajdır. Zorluklar karşısında yılmayan azmi, Allah’a sarsılmaz tevekkülü ve ilahi kudretin sonsuz tecellisini anlamak isteyen her ruh için, bu mağara ve onun sakinleri, yol gösterici birer fenerdir.
Özet:
Makale, Peygamber Efendimiz (sav) ve Hz. Ebubekir’in (ra) hicret sırasında Sevr Mağarası’na sığınmaları ve mağara kapısındaki örümcek ağı ile iki güvercinin ilahi himayesini konu alır. Bu olayın, Allah’ın kudretinin aciz varlıklar üzerinden tecellisini ve imana dayalı tevekkülün gücünü simgelediği anlatılır. Kureyş lideri Übeyy İbn-i Halef’in şaşkınlığıyla düşmanların bile mucizeyi kabul ettiği belirtilir. Makale, hadiseden çıkarılacak dersleri; hakikatin ilahi himaye altında olması, imanın en büyük zırh oluşu ve küçük detayların dahi büyük sonuçlar doğurabileceği şeklinde özetler. Sevr Mağarası hadisesinin, zorluklar karşısında sabır, azim ve tevekkülün önemini gösteren evrensel bir ibret olduğu sonucuna varılır.

 




Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile olabilir

Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile olabilir…”
Risale-i Nur Külliyatı”ndan. Hutbe-i Şamiye.

Adalet: Beşeriyetin Saadeti ve Kur’an’ın Rehberliği
İnsanlık tarihi boyunca her dönemde aranan, özlemi duyulan ve uğruna mücadele edilen yegane değerlerden biri adalettir.
Bu derin söz, beşeriyetin gerçek saadetinin, yani dünya ve ahiret mutluluğunun ancak adaletle mümkün olabileceğini çarpıcı bir şekilde ifade ediyor. Dahası, bu adaletin kaynağını ve yolunu da doğrudan Kur’an-ı Kerim’in rehberliğinde görüyor.
Adalet, sadece hukuki bir kavramdan ibaret değildir; aynı zamanda toplumsal, ahlaki ve vicdani bir ilkedir. Bir toplumda adalet tesis edilemediği zaman, orada huzur ve güven ortamı bozulur, insanlar arasında eşitsizlikler derinleşir, zulüm baş gösterir ve nihayetinde çöküş kaçınılmaz olur. Tarih, adaletin gözetilmediği nice medeniyetlerin nasıl yıkıldığının ibretlik örnekleriyle doludur. Zira adalet, bir binanın temeli gibidir; sağlam bir temel olmadan hiçbir yapı ayakta kalamaz.
Peki, beşeriyetin saadetini temin edecek bu adaletin kaynağı ve ölçüsü ne olmalıdır? Çağlar boyunca filozoflar, düşünürler ve devlet adamları bu soruya farklı cevaplar aramışlardır. Kimi aklı, kimi geleneği, kimi ise gücü adaletin temeli olarak görmüştür. Ancak Risale-i Nur’un ifade ettiği gibi, gerçek ve evrensel adalet, insan aklının sınırlılıkları ve beşeri zaaflarla malul olmaması gereken, ilahi bir kaynaktan beslenmelidir. İşte bu noktada Kur’an-ı Kerim, insanlığa eşsiz bir adalet perspektifi sunar.
Kur’an-ı Kerim, adaleti Allah’ın emri ve kulluk görevinin bir parçası olarak tanımlar. “Şüphesiz Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl Suresi, 90. Ayet) gibi ayetler, adaletin İslam’daki merkezi konumunu açıkça ortaya koyar. Kur’an, adaleti sadece yargıda değil, ticarette, sosyal ilişkilerde, hatta düşmanlara karşı bile gözetmeyi emreder. “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun; bu, takvaya daha yakındır.” (Maide Suresi, 8. Ayet) buyurularak, adaletin kişisel duyguların ötesinde, ilahi bir ölçüyle tesis edilmesi gerektiği anlatılır.
Kur’an’ın gösterdiği adalet yolu, her bireyin haklarını koruyan, kimseye zulmetmeyen, güçlünün değil haklının yanında duran, hakkaniyet ve vicdan esaslarına dayanan bir yoldur. Bu yol, sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal ve uluslararası düzeyde de barış ve huzuru tesis etme potansiyeline sahiptir. Zira ilahi adaletin rehberliğinde şekillenen bir dünya görüşünde, ırk, dil, din, cinsiyet gibi ayrımlar adaletin önüne geçemez; herkes eşit derecede haklara ve sorumluluklara sahip olur.
Günümüz dünyasında yaşanan pek çok krizin, çatışmanın ve eşitsizliğin temelinde adaletsizlik yatmaktadır. Sömürü, fakirlik, savaşlar, toplumsal kutuplaşmalar… Tüm bu sorunların çözümü, Kur’an’ın rehberliğinde adalet tesis edebilmekten geçiyor. İnsanın fıtratında var olan hak ve adalet arayışı, ancak ilahi ölçülerle tatmin edilebilir. Bu nedenle, beşeriyetin gerçek saadeti için adaleti Kur’an’ın çizdiği yolda aramak, hem bireysel hem de toplumsal kurtuluşun anahtarıdır.
Özet:
“Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile olabilir…” sözünü temel alarak adaletin insanlık için önemini anlatmaktadır. Adaletin sadece hukuki değil, toplumsal, ahlaki ve vicdani bir ilke olduğu belirtilir. Adaletsizliğin toplumları çöküşe sürüklediği tarihsel örneklerle desteklenir. Makale, gerçek adaletin ilahi bir kaynaktan beslenmesi gerektiğini savunur ve Kur’an-ı Kerim’in adaleti Allah’ın emri ve kulluk görevi olarak tanımladığını, her alanda adaleti gözetmeyi emrettiğini Nahl ve Maide surelerinden ayetlerle açıklar. Günümüz dünyasındaki krizlerin temelinde adaletsizliğin yattığına dikkat çekerek, beşeriyetin gerçek saadeti ve toplumsal kurtuluş için adaleti Kur’an’ın çizdiği yolda aramanın önemini ifade ederek sonlanır.

 




Hayatın Paradoksu: Toprak Kokusu ve Gönül Kuraklığı

Hayatın Paradoksu: Toprak Kokusu ve Gönül Kuraklığı
“Dervişe sormuşlar: Ne anladın dünyadan? Derviş cevap verdi: ‘Ölülerin sevgiyle anıldığı… Yaşayanların sevgisizlikten öldüğü bir dünyaya şahit oldum. Ölülerin toprağına çiçek ektiler, yaşayanların bahçesini talan ettiler.'”
Bu sözler, insanlık hallerine dair derin bir gözlem, belki de çağlar boyunca süregelen bir paradoksun özeti. Bir yandan ölümün getirdiği hüzün ve saygıyla, yitirilen canlara beslenen vefa; diğer yandan ise yaşayanların birbirine karşı duyarsızlığı, sevgisizlikten kuruyan ruhlar ve talan edilen hayat bahçeleri…
İnsanlık tarihine bakıldığında, ölümün her zaman kutsal bir anlam taşıdığı, ölenlerin anısının yaşatılmaya çalışıldığı görülür. Mezarlıklara dikilen fidanlar, okunan dualar, adlarına yapılan hayırlar… Tüm bunlar, yitirilenlere duyulan sevginin ve bağlılığın göstergesidir. Ölüm, fani olanın sona erdiği, ebedi olana geçişin kapısı olarak kabul edilir. Bu nedenle, ölümle gelen ayrılık, geride kalanlarda bir boşluk hissi uyandırsa da, genellikle saygı ve sevgiyle harmanlanır. Merhumun iyilikleri anılır, hataları affedilir, hatırası yaşatılır.
Peki ya yaşayanlar? Dervişin sözleri, günümüz dünyasının acı bir gerçeğini gözler önüne seriyor: Diriler arasındaki sevgisizliğin ve duyarsızlığın yol açtığı manevi ölüm. Modern hayatın getirdiği hızlı tempo, rekabetçi ortam ve bireysellik, insanları birbirine karşı yabancılaştırmakta, empati ve şefkat duygularını köreltmektedir. Komşuluk ilişkileri zayıflamış, aile bağları gevşemiş, toplumsal dayanışma ruhu azalmıştır. İnsanlar, kendi küçük dünyalarına çekilmiş, başkalarının dertlerine, acılarına, ihtiyaçlarına kayıtsız kalır hale gelmiştir.
Bu durum, “yaşayanların bahçesini talan etmek” metaforuyla çarpıcı bir şekilde ifade edilmektedir. Bir bahçe, özen ister, ilgi ister, sevgi ister. Bakılmazsa kurur, talan edilirse virane olur. İnsan ruhu da böyledir. Sevgiyle beslenmezse, ilgiyle yeşermezse, kurur, solar. Kin, nefret, kıskançlık, bencillik gibi duygular, insan ruhunun bahçesini talan eden zararlı otlar gibidir. Bu otlar, yeşerdikçe, insan ilişkilerini zehirler, toplumsal huzuru bozar. Yaşayanlar arasında filizlenen bu sevgisizlik, aslında canlı canlı ölmektir. Ruhen tükenmek, manen yok olmaktır.
Bu paradoks karşısında, dervişin hikmetli sözleri bizlere önemli dersler vermektedir. Ölüm, fani hayatın sonu olsa da, insana kalan en değerli miras, geride bırakılan iyi bir isim ve kalplerde yer eden sevgidir. Ancak bu sevgi, yalnızca ölüler için değil, yaşayanlar için de hayati öneme sahiptir. Yaşarken birbirimize gösterdiğimiz şefkat, merhamet, anlayış ve saygı, gerçek manada bir hayat bahçesi kurmanın yegane yoludur. Unutulmamalıdır ki, bir toplumu ayakta tutan harç, sevgi ve hoşgörüdür. Dirilere karşı özenli olmak, onların bahçelerini talan etmek yerine sulamak, yeşertmek, çiçeklendirmek; gerçek yaşamın ve insanlığın ta kendisidir.
Özet:
Makale, dervişin “Ölülerin sevgiyle anıldığı, yaşayanların sevgisizlikten öldüğü bir dünya” şeklindeki sözlerini merkeze alarak, insanlık hallerindeki derin bir paradoksu inceliyor. Ölümün getirdiği saygı ve vefanın aksine, yaşayanlar arasındaki sevgisizlik, duyarsızlık ve bireyselliğin yol açtığı manevi tükenişe dikkat çekiyor. “Yaşayanların bahçesini talan etmek” metaforuyla, insan ilişkilerindeki bu yıkımı ve bunun toplumsal sonuçlarını anlatıyor. Makale, gerçek yaşamın ve insanlığın, dirilere gösterilen şefkat, merhamet ve sevgiyle mümkün olduğunu, bir toplumu ayakta tutan harcın bu değerler olduğunu belirtiyor. İnsanların kendi küçük dünyalarına çekilmek yerine, birbirlerinin ruhsal bahçelerini beslemeleri gerektiği mesajını veriyor.




Haşir Meydanı ve İlahi Mahkeme – Kehf ve İbrahim Sûrelerinin Haşre Dair Tesirli Beyanları

Haşir Meydanı ve İlahi Mahkeme – Kehf ve İbrahim Sûrelerinin Haşre Dair Tesirli Beyanları

İnsanoğlu zaman içinde pek çok şeyi unutur: Nereden geldiğini, niçin yaratıldığını ve nereye gideceğini… Oysa Kur’ân, insanı bu gafletten uyandırmak için sık sık âhireti, haşri ve hesap gününü gündeme getirir. Özellikle Kehf 47-49 ve İbrahim 48-51 ayetleri, haşir meydanının korkunç sahnelerini, mutlak adaletin tecellisini ve ilahi mahkemenin kesinliğini gözler önüne serer.

Bu ayetler, Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat adlı eserinde, özellikle 28. Mektup – Sekizinci Risale – Sekizinci Mesele – Dördüncü Noktada anlattığı haşrin zaruretini ve imkânını harika bir şekilde teyit etmektedir. Bu makalede söz konusu ayetler ve Risale-i Nur’daki bakış bir arada değerlendirilecektir.

  1. Kehf Suresi 47-49: Haşir Meydanında Her Şey Ortaya Serilecek

> “O gün, dağları yerinden oynatırız. Yeryüzünü çırılçıplak bir düzlük haline getiririz. Onları mahşerde toplarız, hiçbirini geride bırakmayız.” (Kehf, 18/47)

> “Hepsi saf saf Rabbinin huzuruna çıkarılırlar. Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi geldiniz. Size verdiğimiz söz gerçekleşti mi sandınız?” (18/48)

> “Amel defteri ortaya konur. Suçluları, içindekilerden dolayı dehşet içinde görürsün. ‘Vay halimize! Bu nasıl deftermiş? Küçük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış!’ derler. Ve yaptıklarını hazır bulurlar. Rabbin kimseye zulmetmez.” (18/49)

Bu ayetler, haşrin hem sahnesini hem de psikolojik etkisini tasvir eder.

Dağlar yerinden sökülür, yani kainatın düzeni bozulur.

Yeryüzü bir mahkeme salonu gibi dümdüz olur.

İnsanlar tek tek toplanır. Hiç kimse “Ben unutulurum” zannetmesin.

Amel defteri açılır. Küçük büyük ne varsa yazılmış.

Ve nihayetinde kişi ne yaptıysa onu önünde hazır bulur.

Bu sahneler bize neyi gösteriyor?

Kur’ân’ın haşri anlatma tarzı, yalnızca bilgilendirme değil, ruhları sarsma tarzıdır. İnsanları derin bir hesaplaşma duygusuna sürükler. Sadece cehennem korkusuyla değil; adalet karşısındaki çıplaklık ve çaresizlik ile kalpleri titreten bir uyarıdır.

  1. İbrahim Suresi 48-51: İlahi Adaletin Tecellisi ve Mahkeme-i Kübra

> “O gün, yeryüzü başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür. İnsanlar, tek ve kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.” (İbrahim, 14/48)

> “O gün, suçlular zincirlere vurulmuştur.” (14/49)

> “Elbiseleri katrandandır. Yüzlerini ateş bürür.” (14/50)

> “(Bu azap) Allah’ın her nefse kazandığının karşılığını tam olarak vermesi içindir. Allah, hesabı çabuk görendir.” (14/51)

Bu ayetler de haşrin ciddiyetini ve adaletin kesinliğini ortaya koyar:

Kâinat yeniden yaratılır; yeni bir zemin ve yeni bir sema.

Allah’a çıkış tek başına olur; aracı yok, kaçış yok.

Suçlular zincirli, yüzleri ateşle çevrili.

Amaç: Herkesin kazandığının tam karşılığını almasıdır.

  1. Bediüzzaman’ın Açıklaması: Haşrin Zarureti ve Kudretin Tecellisi
  2. Mektup, Sekizinci Risale, Dördüncü Noktada Bediüzzaman şöyle der:

> “Hiç mümkün müdür ki: Bu derece cemâl ve celâl sahibi olan Zât-ı Zülcelâl, bu dar dünyada gayet kısa bir zamanda, pek nâkıs bir sûrette, kemâlâtının bâzı cilvelerini gösterip… sonra dâr-ı saadet olan âhirette o cilveleri göstermekle kendini tanıttırmasın, sevdirmesin, ibadet ettirmesin?”

Bu ifadeyle Bediüzzaman, haşrin hem mantıkî hem kudret açısından kaçınılmaz olduğunu isbat eder:

Cemâl ve kemal sahibi bir Zat, eserlerini fanî bir dünyada eksik bırakmaz.

İnsanın ebedî arzusu, sadece bu dünyada karşılanmaz.

O hâlde bir mahkeme-i kübra kurulmalı, herkesin hesabı görülmeli, iyilik mükâfatını, kötülük cezasını bulmalıdır.

Bu da Kehf ve İbrahim Surelerinde anlatılan haşir ve hesap sahneleriyle tamamen örtüşür.

  1. Tesir Açısından Değerlendirme: Kalbe Vuran Bir İkaz

Bu ayetler ve tefekkürler, okuyucuda sadece bilgi değil, bir ruh hâli, bir sarsıntı oluşturur. Çünkü:

Hiçbir şey unutulmamış. (Kehf 49)

Kaçacak bir gölge bile yok. (İbrahim 48)

Her şey açık. Her amel şahittir. Her kul tek başınadır. Bu manzara, insanı “ne yapıyorum?”, “hangi izleri bırakıyorum?” sorularıyla yüzleştirir.

Ayetlerin tekrar, üslup ve ayrıntı açısından verdiği etki, yalnızca bilgiye değil, kalbe, vicdana ve akla yöneliktir.

Sonuç: Haşir, Adaletin Ta kendisidir

Kehf ve İbrahim Surelerinin bu ayetleri ile Bediüzzaman’ın haşre dair beyanları birlikte düşünüldüğünde görülür ki:

Haşir bir hayal değil, zorunlu bir hakikattir.

Adalet, merhamet ve hikmet bunu gerektirir.

Hiçbir amel unutulmaz, hiçbir kul ihmal edilmez.

Hâdisatın sahibi, nihayetinde her ruhu huzuruna çıkarır.

O hâlde şu dünyada hakiki akıl, hesap gününü unutmadan yaşayan akıldır. Ve gerçek şeref, mahşerde yüzü ak çıkanlardan olmak için bugünden hazırlık yapmaktır.

Özet:

Bu makalede Kehf 47-49 ve İbrahim 48-51 ayetleri, haşrin manzaralarını ve ilahî adaletin tecellisini ortaya koyan sahneler olarak açıklanmış; Bediüzzaman’ın 28. Mektup’taki haşir vurgusu ile birlikte değerlendirilmiştir. Kur’an, haşri hem kudret hem de rahmet ve adalet gereği olarak anlatır. Bediüzzaman da haşrin zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu aklî ve imanî delillerle izah eder. Sonuç olarak haşir, hesap ve ceza günü değil; aynı zamanda adaletin, merhametin ve ebediyetin tecelli ettiği ilahî bir mahkemedir.

********

Bak.
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mektubat/yirmi-sekizinci-mektub/372

 




Kur’ân’ın Çok Katmanlı Dili: Her Kalbe Hitap Eden Ezelî Bir Kelâm

Kur’ân’ın Çok Katmanlı Dili: Her Kalbe Hitap Eden Ezelî Bir Kelâm

“Kur’an-ı Hakîm’in cümleleri, birer manaya münhasır değil; belki nev-i beşerin umum tabakatına hitap olduğu için her tabakaya karşı birer manayı tazammun eden bir küllî hükmündedir.”
— Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî

Kur’ân-ı Kerîm, bir beşer kelamı değil; ezelî ve ebedî bir hitap ve kitaptır. Bu yüzden sıradan bir kitap gibi sadece bir anlamı, tek bir hedef kitlesi yoktur. Onun her bir ayeti, her bir kelimesi, hatta bazen bir harfi; nice sırları, hikmetleri ve dereceleri içinde taşır.

Çünkü Kur’ân, sadece belli bir zamanın insanlarına değil; ilk insandan son insana kadar bütün insanlığa hitap eder. O yüzden ondaki hakikatler de katman katman, tabaka tabaka anlamlarla örülmüştür.

Kur’ân: Her Seviyeye Göre Konuşan Bir Muallimdir

Kur’ân, hem bedevî bir çobana, hem çağımızın filozofuna, hem mümin bir kadına, hem düşünceli bir gence, hem de inkâr içinde boğulan bir kalbe aynı ayetle hitap edebilir.

Bir ayeti bir çocuk “namaz kılın” emri olarak okur; bir âlim onun içindeki hukukî, ahlâkî ve toplumsal boyutları görür. Bir derviş o ayette aşkı bulur; bir mütefekkir hikmeti keşfeder. Aynı kelâm, farklı yollardan farklı gönüllere aynı hakikatin farklı renklerini sunar.

İşte bu yüzden Kur’ân, her zaman taze, her kalbe canlı, her ruha dokunur bir kitaptır.

Kur’ân’ın Cümleleri Küllîdir

Bediüzzaman’ın tabiriyle, Kur’ân’ın cümleleri “küllî”dir.
Yani bir tek mânâya hapsolmamıştır.
Bir hüküm vardır, ama bu hüküm; hem ferdî, hem ailevî, hem toplumsal, hem de evrensel düzeyde farklı anlam dairelerine hitap eder.

Mesela:

> “Allah’a tevekkül et”

Bir tüccar bu ayeti rızık kaygısına karşı okur.

Bir hasta şifasını Allah’tan bilir.

Bir mazlum adaletin geleceğine dair ümitlenir.

Bir mücahit düşman karşısında moral bulur.

Aynı cümle, sayısız ruh hâline, farklı tabakalara, zamanlara ve ihtiyaçlara hitap eder.

Kur’ân, Zaman Üstü Bir Kitaptır

Bir beşer sözü, zamanı geçince anlamını yitirir. Ama Kur’ân, zamanlar üstü bir kelâm olduğu için; onun cümleleri asırlar geçse de eskiyip tükenmez.
Her çağın, her neslin, her ilmin Kur’ân’da arayıp da bulacağı derinlikler vardır.

Öyle ki, Kur’ân 1400 yıldır okunuyor; ama hâlâ bir ayeti yeniden tefsir ediliyor, yeniden keşfediliyor.
Çünkü onun cümleleri, mana pınarları gibidir. İçtikçe çoğalır, baktıkça derinleşir.

Kur’ân Her Gönle Hitap Eder, Yeter Ki Gönül Açık Olsun

Kur’ân’ın büyüklüğü; herkesin seviyesine, ihtiyacına ve haline göre cevap verebilmesindedir.
İlim ehli için ilim vardır, ibadet ehli için marifet, kalp ehli için aşk, hakikat ehli için hikmet, nefisle mücahede edenler için öğüt, idareciler için adalet dersi vardır.

Her ayet, okuyanın hâline göre “konuşur.”
Çünkü Kur’ân, sadece konuşulan değil, konuşturan bir kitaptır.

Sonuç ve Özeti

Kur’ân-ı Kerîm’in cümleleri yalnızca bir tek anlamla sınırlı değildir. Herkesin anlayışına, seviyesine, hâline göre farklı pencerelerden hakikati gösterir. Onun hitabı evrensel, mesajı çok katmanlı, hikmeti her çağın ihtiyacına cevap verecek kudrettedir.

Özetle:

Kur’ân, insanlığın tüm tabakalarına hitap eder.

Her ayeti birden fazla mânâyı içinde barındırır.

Kur’ân’ın cümleleri küllîdir; dar yorumlara sığmaz.

Her çağda yeni tefsir ve anlam derinlikleri açığa çıkar.

Kur’ân, diri bir kitaptır; çağlar üstü bir rehberdir.

> “Kur’ân okundukça konuşur; derinleştikçe çağırır. Her çağda yeni dillerle, aynı hakikati söyler.”

 




Rabbu’l-Âlemîn: Her Âleme Dokunan İlahi Terbiye

Rabbu’l-Âlemîn: Her Âleme Dokunan İlahi Terbiye

“رَبِّ الْعَالَمٖينَ

“Rabbi’l-âlemîn tabiri ise: Doğrudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir.”
— Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk suresi olan Fâtiha’da geçen “رَبِّ الْعَالَمِينَ (Rabbi’l-Âlemîn)” ifadesi, yalnızca bir sıfat değildir; başlı başına bir tevhid dersi, bir kâinat açıklaması, bir insanlık ufku ve bir kulluk manifestosudur.

Zira “Rab” kelimesi sadece yaratmak değil; aynı zamanda yönetmek, tedbir etmek, beslemek, eğitmek ve kemale erdirmek anlamlarını taşır. “Âlemler” ise sadece insanlar değil; bütün varlık sınıfları, görünen ve görünmeyen her şey demektir.

Her Âlem Allah’ın Terbiyesi Altındadır

Yıldızlardan hücrelere, kelebekten galaksilere kadar her şey bir ilahi idare ve terbiye içindedir.
Hiçbir şey başıboş değil, hiçbir hareket gayesiz değil, hiçbir varlık maksatsız değildir.

Bir çiçek bile büyürken, toprağın karanlığında bir sanat, bir ölçü ve bir rızık programına tâbidir.
Bir kuşun yavrusunu beslemesi, bir annenin merhameti, bir arının bal yapması hep Rabbu’l-âlemîn isminin tecellisidir.

> “Doğrudan doğruya her âlem, Allah’ın terbiyesi altındadır.”
– Yani Allah, sadece yaratmaz; her şeyi tedbir eder, düzenler, eğitir ve maksadına ulaştırır.

Rububiyetin Hikmeti: Tesadüfe Yer Yok

Bu düzenli terbiye gösteriyor ki, kâinatta tesadüf yoktur.
Bir tohumdan koca bir ağaç çıkar. O tohumun içindeki programı yazan, ona güneşi hizmet ettiren, yağmuru vaktiyle gönderen bir Rab vardır.
O Rab, sadece “bitkilerin Rabbi” değil; aynı zamanda insanın da Rabbidir, kalbin de, duyguların da, aklın da…

İnsan bu ilahi terbiyeye açık bir mahlûktur. Rabbimiz bizi hem bedenimizle, hem ruhî ihtiyaçlarımızla, hem de ahiret için hazırlanacak yönümüzle tedricen eğitir. Bu terbiye süreci; bazen nimetle, bazen musibetle, bazen sorumlulukla karşımıza çıkar.

Kâinatın Rabbi, Senin de Rabbindir

Allah’ın rububiyeti sadece kâinatın tamamını değil, senin özel hayatını da kapsar.
Sen bir âlemsin. Kalbin ayrı bir âlem, aklın başka bir âlem, vicdanın, hislerin, hayallerin bambaşka âlemler…
Ve her birinde Allah’ın tedbiri, terbiyesi ve hikmeti hükmediyor.

Sen nefes aldıkça, bir Rab seni yaşatıyor.
Ağladıkça, bir Rab seni teselli ediyor.
Yolunu kaybettiğinde, bir Rab seni tekrar kendine çağırıyor.

Bu yüzden Rabbi’l-âlemîn demek, aynı zamanda şunu demektir:

> “Ben Rabbimle başıboş değilim, sahipsiz değilim, gayesiz değilim. Her halim O’nun terbiyesi altındadır.”

Sonuç ve Özeti

“Rabbi’l-Âlemîn” ismi, Allah’ın bütün varlık âlemlerini doğrudan yönettiğini, terbiye ettiğini, kemale erdirdiğini ifade eder. Her şey, Allah’ın kudreti, ilmi, hikmeti ve rahmeti ile idare edilmektedir. Hiçbir şey başıboş, gayesiz, rastgele değildir.

Özetle:

Rab; sadece yaratan değil, idare eden, besleyen ve kemale erdirendir.

Âlemler; her varlık türünü, maddî ve manevî tüm âlemleri kapsar.

Her şey Allah’ın doğrudan idaresi ve terbiyesi altındadır.

Kâinattaki düzen ve hikmet, Allah’ın sürekli müdahalesini ve terbiyesini gösterir.

İnsan da bu rububiyetin muhatabıdır; Allah onu hem dünyada hem ahirette eğitir, geliştirir, terbiye eder.

> “Rabbi’l-Âlemîn demek: Her şeyin Rabbi benim de Rabbimdir. Ve ben yalnız değilim.”
– Risale-i Nur’un tefekkürüyle…

 




Her Şeyde Onu Görmek: Varlık Âleminin Satır Arasındaki Marifet

Her Şeyde Onu Görmek: Varlık Âleminin Satır Arasındaki Marifet

“Sa’dî-i Şirazî’nin dediği gibi:

دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَقٖى دَفْتَرٖيسْتْ اَزْ مَعْرِفَتِ كِرْدِگَارْ

“Her şeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar.”
— Mektubat, Sa’dî-i Şirazî’den iktibas

İnsan, baktığını gören bir varlıktır. Ama herkes görmez; görebilmek için uyanık bir kalp, diri bir ruh, tefekkürle yıkanmış bir bakış gerekir. Zira kâinat bir kitap gibidir. Her yaprakta bir sır, her satırda bir hakikat, her harfte bir kudret mührü vardır. Ama bu kitabı anlayanlar, “nazar-ı huşyar” ile bakanlardır.

Sa’dî-i Şirazî der ki:

> “Her yaprak, Allah’ı tanıtan bir defterdir.”

Bir çiçek, sadece çiçek değildir. Bir yağmur damlası, sadece su değildir. Bir kuşun ötüşü, bir çocuğun tebessümü, bir yaprağın düşüşü… Hepsi Cenab-ı Hakk’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına açılan birer penceredir. Yeter ki bakmayı bilelim.

Kâinat, İlahi Bir Kitaptır

Bediüzzaman Said Nursî’nin tabiriyle, kâinat bir “kelimat-ı kudret” mecmuasıdır. Yani Allah’ın kudret kelimeleriyle yazılmış devasa bir kitaptır. Güneş, Allah’ın nur ismini; yağmur, rahmet ismini; çiçekler, cemal ismini; dağlar, celal ismini gösterir.

İşte bu nedenle her varlık, marifetullah yolunda bir öğretmendir. Her mahlûk, “Ben de O’nu tanıtıyorum” der.

> “Her şey, kendine mahsus lisan-ı hâliyle Allah’tan bahseder.”

Tefekkür: Marifetin Anahtarıdır

Bir arıya bakarken sadece bal üreten bir böcek görenle; onun mükemmel sisteminde, ilahi programlamayı, ölçü ve hikmeti gören aynı değildir. Çünkü biri yüzeyde, diğeri hikmette dolaşır.

İşte bu farkı doğuran şey, tefekkürdür.
Tefekkür eden insan, her şeyde bir kasıt, bir düzen, bir sanat görür ve bu sanattan Sâni’ine ulaşır. Bir ağaç meyveyle, bir yıldız parıltısıyla, bir anne şefkatiyle marifetullah dersi verir.

Marifet, İmanın Derinliğidir

Marifetullah, yani Allah’ı tanımak, sıradan bir bilgi değil; kalbi, ruhu, aklı kuşatan derin bir idraktir.
Bir insan, Allah’ın var olduğuna inanabilir. Bu imandır.
Ama o varlıkta sergilenen hikmetleri, güzellikleri, kudreti, rahmeti hissedip tanımak; bu marifettir.

İman, bir tohumdur; marifet ise onun filizlenmiş hâlidir.
Her tefekkür, o imanı büyütür, kuvvetlendirir. Ve kişi, bir çiçeğe bile baktığında, içinde secde ettiren bir hayret duyar.

Bakış Değişirse Âlem Değişir

Eğer gözlerimizdeki perde kalkarsa, her şeyde Allah’ın isimlerini görmeye başlarız.
Bir çiçek, Allah’ın Müzeyyin ismini anlatır.
Bir karınca, Rezzak ismini gösterir.
Bir yavru, Vedud ismini hissettirir.
Ve bu tecelliler içinde dolaşan bir insan, hayatı sıradan bir vakit geçirme değil, marifetle dopdolu bir yolculuk haline getirir.

Sonuç ve Özeti

Her varlık, Allah’ı tanıtan bir mektup, bir pencere, bir aynadır. Tefekkür eden, derin düşünen insan bu pencerelerden bakarak marifetullah nuruna ulaşır. Kâinattaki her şey, Allah’a açılan bir kapıdır; ama o kapıdan ancak uyanık gözler ve diri kalpler geçebilir.

Özetle:

Kâinat, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir kitaptır.

Her varlık, marifetullaha açılan bir penceredir.

Marifetullah, imanın kemale ermiş halidir.

Tefekkür, bu pencereyi açan anahtardır.

Hayat, her an Allah’ı hatırlatan bir manzume hâline gelir.

> “Bakan göremez, gören bakmayı öğrenendir. Ve gören, her şeyde Rabbini bulandır.”

 




Her Şeyde Onu Görmek: Varlık Âleminin Satır Arasındaki Marifet

Her Şeyde Onu Görmek: Varlık Âleminin Satır Arasındaki Marifet

“Sa’dî-i Şirazî’nin dediği gibi:

دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَقٖى دَفْتَرٖيسْتْ اَزْ مَعْرِفَتِ كِرْدِگَارْ

“Her şeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar.”
— Mektubat, Sa’dî-i Şirazî’den iktibas

İnsan, baktığını gören bir varlıktır. Ama herkes görmez; görebilmek için uyanık bir kalp, diri bir ruh, tefekkürle yıkanmış bir bakış gerekir. Zira kâinat bir kitap gibidir. Her yaprakta bir sır, her satırda bir hakikat, her harfte bir kudret mührü vardır. Ama bu kitabı anlayanlar, “nazar-ı huşyar” ile bakanlardır.

Sa’dî-i Şirazî der ki:

> “Her yaprak, Allah’ı tanıtan bir defterdir.”

Bir çiçek, sadece çiçek değildir. Bir yağmur damlası, sadece su değildir. Bir kuşun ötüşü, bir çocuğun tebessümü, bir yaprağın düşüşü… Hepsi Cenab-ı Hakk’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına açılan birer penceredir. Yeter ki bakmayı bilelim.

Kâinat, İlahi Bir Kitaptır

Bediüzzaman Said Nursî’nin tabiriyle, kâinat bir “kelimat-ı kudret” mecmuasıdır. Yani Allah’ın kudret kelimeleriyle yazılmış devasa bir kitaptır. Güneş, Allah’ın nur ismini; yağmur, rahmet ismini; çiçekler, cemal ismini; dağlar, celal ismini gösterir.

İşte bu nedenle her varlık, marifetullah yolunda bir öğretmendir. Her mahlûk, “Ben de O’nu tanıtıyorum” der.

> “Her şey, kendine mahsus lisan-ı hâliyle Allah’tan bahseder.”

Tefekkür: Marifetin Anahtarıdır

Bir arıya bakarken sadece bal üreten bir böcek görenle; onun mükemmel sisteminde, ilahi programlamayı, ölçü ve hikmeti gören aynı değildir. Çünkü biri yüzeyde, diğeri hikmette dolaşır.

İşte bu farkı doğuran şey, tefekkürdür.
Tefekkür eden insan, her şeyde bir kasıt, bir düzen, bir sanat görür ve bu sanattan Sâni’ine ulaşır. Bir ağaç meyveyle, bir yıldız parıltısıyla, bir anne şefkatiyle marifetullah dersi verir.

Marifet, İmanın Derinliğidir

Marifetullah, yani Allah’ı tanımak, sıradan bir bilgi değil; kalbi, ruhu, aklı kuşatan derin bir idraktir.
Bir insan, Allah’ın var olduğuna inanabilir. Bu imandır.
Ama o varlıkta sergilenen hikmetleri, güzellikleri, kudreti, rahmeti hissedip tanımak; bu marifettir.

İman, bir tohumdur; marifet ise onun filizlenmiş hâlidir.
Her tefekkür, o imanı büyütür, kuvvetlendirir. Ve kişi, bir çiçeğe bile baktığında, içinde secde ettiren bir hayret duyar.

Bakış Değişirse Âlem Değişir

Eğer gözlerimizdeki perde kalkarsa, her şeyde Allah’ın isimlerini görmeye başlarız.
Bir çiçek, Allah’ın Müzeyyin ismini anlatır.
Bir karınca, Rezzak ismini gösterir.
Bir yavru, Vedud ismini hissettirir.
Ve bu tecelliler içinde dolaşan bir insan, hayatı sıradan bir vakit geçirme değil, marifetle dopdolu bir yolculuk haline getirir.

Sonuç ve Özeti

Her varlık, Allah’ı tanıtan bir mektup, bir pencere, bir aynadır. Tefekkür eden, derin düşünen insan bu pencerelerden bakarak marifetullah nuruna ulaşır. Kâinattaki her şey, Allah’a açılan bir kapıdır; ama o kapıdan ancak uyanık gözler ve diri kalpler geçebilir.

Özetle:

Kâinat, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir kitaptır.

Her varlık, marifetullaha açılan bir penceredir.

Marifetullah, imanın kemale ermiş halidir.

Tefekkür, bu pencereyi açan anahtardır.

Hayat, her an Allah’ı hatırlatan bir manzume hâline gelir.

> “Bakan göremez, gören bakmayı öğrenendir. Ve gören, her şeyde Rabbini bulandır.”

 




İman Akılla Başlar, Kalple Köklenir: İmanın Lezzeti Sadece İlimle Olmaz

İman Akılla Başlar, Kalple Köklenir: İmanın Lezzeti Sadece İlimle Olmaz

“Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse o yemek muhtelif âsaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalp, sır, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. ”
Mektubat

“Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var…”
— Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat

İnsan sadece akıldan ibaret değildir. Onun ruhu vardır, kalbi vardır, duyguları, sezgileri ve sırları vardır. İşte iman da yalnız aklın evet demesiyle tamamlanmaz; ruhun coşması, kalbin titremesi, nefsin kabullenmesi ve bütün latifelerin o hakikate “şahitlik” etmesiyle kâmil olur.

Bediüzzaman Hazretleri bu derin hakikati, bir yemeğin vücutta sindirilip her organa fayda vermesine benzeterek anlatır. Nasıl ki mideye giren gıda, tüm bedenin organlarına dağılır; aynı şekilde akıl yoluyla alınan imanî hakikatler de, ruhun tüm latifelerine yayılmalıdır.

Akılla Bilmek Başlangıçtır, Kalple Hissetmek Tamamlayıcıdır

İman ilimle başlar ama sadece bilgiyle kalırsa kuru ve sönük olur. Bir kişi Allah’ın varlığını, sıfatlarını ve ahiret hayatını aklen kabul etse bile; bu bilgi kalbine, ruhuna, vicdanına, hissiyatına ulaşmamışsa iman kemale ermez.

> Akıl “Allah var” der ama kalp bunu hisseder.
Ruh, o hakikatin içinde vuslat ister.
Sır latifesi, o hakikatte derin sırlar keşfeder.
Nefis, o hakikatin karşısında acziyetini anlar.

İşte bu çok yönlü hissediş, imanı sadece kuru bir bilgi olmaktan çıkarır; onu bir nur, bir lezzet, bir hayat haline getirir.

İman, Latifelerin Gıdasıdır

İnsanın letaifi – yani kalp, ruh, sır, nefis gibi iç âlemin incelikli cihazları – ancak imanla hayat bulur. İlimle alınan imanî meseleler, bu latifelerde hazmedilmedikçe kalbe sekinet, ruha huzur, vicdana istikamet gelmez.

Tıpkı sadece sofraya bakmakla doymayan bir beden gibi, sadece bilmekle yetinen bir ruh da doymaz. İmanî hakikatlerin kalpte tefekkür, ruhta huşû, nefsin terbiyesinde tezkiye, his dünyasında muhabbet doğurması gerekir.

İman Bilgiden Öte Bir Yaşamdır

İmanı sadece “bilgi” olarak görmek, onu entellektüel bir meşguliyete indirmedir. Oysa iman, bilgiyle başlasa da bir hâl, bir hâlet-i ruhiye, hatta bir yaşama biçimidir.

İmanlı bir insan, sadece “Allah var” diyen değil; Allah’ın varlığı karşısında boyun eğen, ona güvenen, onunla huzur bulan insandır. Bu yüzden gerçek iman, kişinin hem aklında hem kalbinde hem de hayatında tecelli eder.

İmanın Tamamlanması İçin Ne Gerekir?

Bediüzzaman’ın ifade  ettiği gibi, imanî meseleler sadece akla sunulmamalı; aynı zamanda kalbin, ruhun ve hissiyatın da bu hakikatleri massetmesine imkân verilmelidir. Bunun için:

Tefekkürle iman derinleştirilmelidir.

Dua ve ibadetle iman ruhlandırılmalıdır.

Musibet ve imtihanlarla iman kuvvetlenmelidir.

Salih amel ve takva ile iman korunmalıdır.

Sonuç ve Özeti

İman sadece aklın tasdiki değildir; kalbin itminanı, ruhun huzuru, latifelerin tatminiyle kemale erer. Akıl hakikati görür ama kalp onu hisseder, ruh sever, nefis teslim olur. Ancak bu bütünlükle, iman insanı şekillendirir, hayatına yön verir.

Özetle:

İman sadece ilimle değil, kalp ve ruhun da iştirak ettiği bir nurdur.

Akıl hakikati kabul eder, kalp onu tatlandırır, ruh onu derinleştirir.

İman, insanın bütün latifelerini kapsadığında kemale erer.

Bu bütüncül iman, sadece bilgi değil; bir yaşama biçimi hâline gelir.

Gerçek iman, bilgiyle başlar; tefekkürle büyür; ibadetle derinleşir; teslimiyetle meyve verir.

> “İman, sadece akılla değil; kalple, ruhla, hisle yoğrulursa kemâle erer.”
– Risale-i Nur’dan bir ders

 




Boşa Gitmeyen Emek: Fâniden Bâkiye Açılan Kapı

Boşa Gitmeyen Emek: Fâniden Bâkiye Açılan Kapı

“Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubudiyet boşu boşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat, bir mahall-i saadet senin için ihzar edilmiştir. Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler.”
— Risale-i Nur Külliyatı

İnsanoğlunun en derin korkularından biri boşa çalışmak, boşa yaşamak, boşa yorulmaktır. Eğer bir emeğin karşılığı alınmayacaksa, o emek zamanla külfete dönüşür. Eğer bir iyilik hiçbir şekilde görülmeyecekse, insanın içi kararır. Ama işte burada, imanın müjdesi devreye girer:

> Yaptığın hizmet, ettiğin ibadet boşa gitmez.

Bu ifade, yalnızca bir teselli değil, hakikatin ta kendisidir. Çünkü insan bu dünyaya sadece yemek, içmek, çalışmak ve eğlenmek için gönderilmemiştir. İnsanın esas vazifesi, Allah’a kul olmak, O’nun rızasını kazanmak ve ebedî saadete ulaşmaktır.

Zahmetsiz Rahmet Olmaz

Bu dünyada yapılan her ibadet, her sabır, her hizmet; ahirette büyük bir mükâfatla karşılık bulacaktır. Bir damla gözyaşı, bir anlık sabır, bir kırıntı sadaka, bir içten dua… Hepsi ilahi terazide ölçülür. Hiçbiri kaybolmaz, zayi olmaz.

Zira biz, sadece görünen dünyaya değil; gayba da iman ederiz. Ve biliriz ki, her iyiliğin, her güzel niyetin bir karşılığı vardır. Bu dünya imtihan sahnesidir, ücret ve mükâfat yeri değildir. Mükâfatın gerçek adresi, âhirettir.

Fâni Dünya, Bâki Bir Cennetin Eşiğidir

Dünya geçicidir. Zenginlik de gider, fakirlik de. Sağlık da biter, hastalık da. Gençlik solar, makam söner. Ama Allah için yapılanlar, ebediyet yolculuğunun biletidir. İşte Risale-i Nur’un bu hatırlatması, bu hakikati gönüllere kazır:

> “Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler.”

Bu ne büyük bir müjde! Ne yüce bir teselli! Dünya fânidir, evet… Ama bu fânilik içinde yapılanlar ebedî kazançlara dönüşebilir. İşte bu yüzden, bir müminin yaptığı her iyilik, bir sonsuzluk yatırımına dönüşür.

Mahall-i Saadet: Hazırlanmış Bir Cennet

Allah kullarını başıboş bırakmaz. Emeklerini de karşılıksız yapmaz. “Bir mahall-i saadet” – yani Cennet, sadece bir ödül değil; hakkaniyetin gereğidir. Çünkü mazlumun sabrı, garibin duası, muhsinin ihlâsı; dünyada tam olarak karşılık bulmaz. Bu yüzden âhiret, adaletin ve rahmetin tam anlamıyla tecelli ettiği yerdir.

Ve bu müjde şunu fısıldar:
“Ey kul! Yorul ama ümitsiz olma. Az ol ama önemsiz sanma. Görünmesen bile kaybolmuş değilsin. Allah katında her şeyin kayıt altındadır.”

Sonuç ve Özeti

İnsanın yaptığı hiçbir salih amel, hiçbir samimi ibadet, hiçbir hizmet boşa gitmez. Dünya fanidir ama ahiret bakidir. Allah, kulunun emeğini zayi etmez. Her sabrın, her secdenin, her gözyaşının karşılığı vardır. Bir Cennet hazırlanmıştır; ebedî bir saadet için…

Özetle:

Allah yolunda yapılan hizmetler ve ibadetler zayi olmaz.

Dünya geçicidir, fakat amel defterine yazılanlar bakidir.

Mükâfat bu dünyada değil, âhirette verilecektir.

İmanın getirdiği umut ve sabır, kulun içini ferahlatır.

Cennet, Allah’ın vaadi ve rahmetinin en büyük tecellisidir.

> “Dünyada ektiğini, ahirette biçeceksin. Ebedî mükâfat, fânî çabanın karşılığıdır.”

 




Helâl Dairesi: Gerçek Hürriyetin ve Huzurun Sınırı

Helâl Dairesi: Gerçek Hürriyetin ve Huzurun Sınırı

“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” – Risale-i Nur

Zaman değişiyor, dünya dönüyor, arzular çoğalıyor. İnsan nefsinin iştahı kabardıkça, haramın cazibesi de artıyor gibi görünüyor. Ama hakikat değişmiyor: Allah’ın çizdiği sınırlar, aslında kulun huzuru içindir. Risale-i Nur’un bu veciz ifadesi, hem ibretli hem de hikmetli bir hayat prensibidir.

> “Helâl dairesi geniştir…”
Yani Allah, insana yalnızca birkaç şeyi haram kılmış, bunun dışında sonsuz nimetleri helâl kılmıştır. Yeme-içme, giyim, eş edinme, eğlenme, gezip görme gibi insani ihtiyaçlar, helâl yollarla karşılandığında da hem keyif verir, hem bereket doğurur, hem de vicdanı rahatsız etmez.

Haramın Cazibesi, Şeytanın Aldatmacasıdır

Haram ise, geçici bir tat verir ama kalıcı bir iz bırakır: Vicdan azabı, pişmanlık, huzursuzluk ve ahiret vebali… Şeytan, haramı süsler, ambalajlar, cazip gösterir. Oysa haramın ardında çoğu zaman psikolojik çöküntü, toplumsal ifsad, aile dağınıklığı ve manevî boşluk vardır.

Halbuki aynı zevk, helâl dairesinde de mevcuttur. Fark şu ki: Helâl olanın sonunda huzur vardır, haram olanın sonunda ise hüsran.

Nefsin Hürriyet Zannettiği Şey Aslında Esarettir

Modern dünyada özgürlük, “sınırsız yaşamak” olarak sunuluyor. Ama bu, aslında nefsin esaretidir.
İnsan, haramla ne kadar “özgürleştiğini” zannetse de, aslında iradesini nefse, şehvete, modaya ve heva hevesine teslim etmiş olur. Gerçek özgürlük, helâl dairesinde kalıp nefsine ‘dur’ diyebilmektir.

Helâl sınırlar içinde yaşamak, insanın iç dünyasında güvenli bir alan inşa eder. Kul, Rabbine karşı mahcubiyet duymaz; kalbi daralmaz, ruhu bunalmaz. Çünkü bilir ki, onun tercihi Allah’ın rızasıyla örtüşmektedir.

Helâl Hayatın Lezzeti, Vicdanla Tadılır

Helâl lokma, sadece mideyi değil; ruhu da doyurur. Helâl bakış, sadece gözü değil; kalbi de temizler. Helâl ilişki, sadece bedeni değil; aileyi ve geleceği de korur.
İşte bu yüzden, helâl dairesindeki keyif sadece dünyada değil, ahirette de karşılık bulur.

İnsan, hem beden hem ruh sahibidir. Beden haramla şımarsa da, ruh feryat eder. Ruhun gıdası, helâldir. Ve ruh helâlle beslendikçe, insan gerçek huzura kavuşur.

Sonuç ve Özeti

Allah’ın koyduğu helâl-haram sınırları, insanın hayatını daraltmak için değil; onu korumak ve yüceltmek içindir. Helâl dairesi öyle geniştir ki, insan keyif almak için harama meyletmeye muhtaç değildir. Asıl huzur ve keyif, helâlde saklıdır.

Özetle:

Helâl dairesi insanın ihtiyaçlarını karşılayacak kadar geniştir.

Harama girmeye gerek yoktur; çünkü haramın cazibesi geçici, zararı kalıcıdır.

Gerçek özgürlük, helâl sınırları tanımak ve nefsi dizginleyebilmektir.

Helâl hayat, hem dünya huzuru hem ahiret saadeti getirir.

Nefis haramı ister; ama ruh, helâlle tatmin olur.

> “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”
– Bediüzzaman Said Nursî

 




Özgürlük Kimin Hakkı? Başörtüsü Yasağından Çıplaklığa Giden Yol

Özgürlük Kimin Hakkı? Başörtüsü Yasağından Çıplaklığa Giden Yol”
Gerçek Özgürlük, İffetin ve İnancın Hakkını Tanımaktır

Tarihin en büyük çelişkilerinden biriyle karşı karşıyayız:
Bir dönemin “çağdaş” ve “özgürlükçü” anlayışı, inancından dolayı örtünen genç kızlara kapıları kapattı, okulları, amfileri, kürsüleri yasakladı. Başörtüsü, bir tehdit gibi gösterildi.

Başını örttüğü için eğitim hakkı elinden alınan nice zihin, nice istidat, nice anne adayı; Allahın emri ve bir fariza yerine getirildiği için hayatlarının en verimli dönemlerinden mahrum edildi. Bu durum, bir yönetmelik meselesi değil; doğrudan inanca müdahale ve vicdana pranga vurmaydı.

Ama aynı toplum, yıllar sonra bambaşka bir tabloya şahit oldu:
Bu defa örtü değil, açıklık serbestti. Eğitim yuvalarında, adeta iç çamaşırıyla gezen birileri, “modernlik” adına teşvik edilirken, başını örten hâlâ “irtica” yaftasına maruz kalabiliyordu. Bu tabloyu sorgulamak değil, eleştirmek bile “gericilik” sayıldı.

Özgürlük Ne Zaman Özgürlüktür?

İşte tam da burada sormak gerekir:
Özgürlük ne zaman özgürlüktür?
Sadece çıplaklığın, sınırsızlığın, değer tanımazlığın önünü açtığında mı? Yoksa inançla, haya ile, iffetle şekillenmiş tercihlere de yer açtığında mı?

Gerçek özgürlük; kişinin kendi iradesiyle, inancına göre yaşamasının teminat altına alınmasıdır.
Bir öğrenci başını örttüğü için dışlanıyorsa, orada özgürlükten bahsedilemez.
Bir başka öğrenci, toplumun temel değerlerini hiçe sayarak teşhircilikle eğitim alanına giriyor ve alkışlanıyorsa; orada ahlak, edep ve kamusal düzen sorgulanmalıdır.

Bedenin Değil, Değerin Özgürlüğü

Toplumlar, ahlakın altına dinamit döşeyerek değil; onu koruyarak ayakta kalır.
İffetin hor görüldüğü, haya duygusunun küçümsendiği bir düzende ne birey kalır, ne aile, ne de millet.

Başörtüsüne zulmeden sistem, kadını özgürleştirmedi; sadece kimliğini baskıladı.
Açıklığı teşvik eden anlayış da kadını özgür kılmadı; onu metalaştırdı, araçsallaştırdı.

Gerçek özgürlük, bir kadının hem örtüsünü hem vakarını hem de hakkını koruyabildiği bir düzenle mümkündür.
Özgürlük, ancak iffetin onurla yaşanabildiği bir zeminde kıymetlidir.

Bir Zamanların Zorbalığı: “Özgürlük” Maskesiyle Zulüm

Dün başörtülü diye okula alınmayan kızlara, “yasaktır, çağdışı kıyafettir” deniyordu.
Bugün aynı üniversitelerde, en mahrem kıyafetlerle dolaşanlara ses çıkarılmıyor.
Hatta bunu eleştirmek bile “özgürlüğe müdahale” olarak görülüyor.

Bu çifte standart, sadece dini değil; vicdanı da yaralıyor.
Demokrasi adı altında sadece seküler yaşam tarzını kutsayıp, inançlı kimliği dışlayan bir anlayış; hürriyet değil, ideolojik tahakkümdür.

Sonuç ve Özeti

Başörtüsü yasağı, gerçek özgürlükle çelişen bir zulümdü.
Bugün ise özgürlük adı altında değerlerin erozyona uğratıldığı, iffet ve edep gibi kavramların küçümsendiği bir dönem yaşıyoruz.
Gerçek özgürlük; hem başörtülüye hem başı açık olana hakkını tanımak, fakat iffeti çiğnetmemekle mümkündür.

Özetle:

Bir dönem başörtülü öğrenciler inançları yüzünden okullardan dışlandı.

Bugün ise edepsizlik ve açıklık “özgürlük” adına yüceltiliyor.

Gerçek özgürlük, inançlı insanın hakkını korumakla olur.

Özgürlük sadece bedenin değil, değerlerin ve vicdanın da özgürlüğüdür.

Bu çifte standart, toplumsal yozlaşmayı ve değer kaybını beraberinde getirir.

> “Zulüm ile abad olanın sonu berbat olur.”
İbret almak isteyenler için tarih sayfaları açık duruyor.

 




Özgürlük Kimin Hakkı? Başörtüsü Yasağından Çıplaklığa Giden Yol”

Özgürlük Kimin Hakkı? Başörtüsü Yasağından Çıplaklığa Giden Yol”
Gerçek Özgürlük, İffetin ve İnancın Hakkını Tanımaktır

Tarihin en büyük çelişkilerinden biriyle karşı karşıyayız:
Bir dönemin “çağdaş” ve “özgürlükçü” anlayışı, inancından dolayı örtünen genç kızlara kapıları kapattı, okulları, amfileri, kürsüleri yasakladı. Başörtüsü, bir tehdit gibi gösterildi.

Başını örttüğü için eğitim hakkı elinden alınan nice zihin, nice istidat, nice anne adayı; Allahın emri ve bir fariza yerine getirildiği için hayatlarının en verimli dönemlerinden mahrum edildi. Bu durum, bir yönetmelik meselesi değil; doğrudan inanca müdahale ve vicdana pranga vurmaydı.

Ama aynı toplum, yıllar sonra bambaşka bir tabloya şahit oldu:
Bu defa örtü değil, açıklık serbestti. Eğitim yuvalarında, adeta iç çamaşırıyla gezen birileri, “modernlik” adına teşvik edilirken, başını örten hâlâ “irtica” yaftasına maruz kalabiliyordu. Bu tabloyu sorgulamak değil, eleştirmek bile “gericilik” sayıldı.

Özgürlük Ne Zaman Özgürlüktür?

İşte tam da burada sormak gerekir:
Özgürlük ne zaman özgürlüktür?
Sadece çıplaklığın, sınırsızlığın, değer tanımazlığın önünü açtığında mı? Yoksa inançla, haya ile, iffetle şekillenmiş tercihlere de yer açtığında mı?

Gerçek özgürlük; kişinin kendi iradesiyle, inancına göre yaşamasının teminat altına alınmasıdır.
Bir öğrenci başını örttüğü için dışlanıyorsa, orada özgürlükten bahsedilemez.
Bir başka öğrenci, toplumun temel değerlerini hiçe sayarak teşhircilikle eğitim alanına giriyor ve alkışlanıyorsa; orada ahlak, edep ve kamusal düzen sorgulanmalıdır.

Bedenin Değil, Değerin Özgürlüğü

Toplumlar, ahlakın altına dinamit döşeyerek değil; onu koruyarak ayakta kalır.
İffetin hor görüldüğü, haya duygusunun küçümsendiği bir düzende ne birey kalır, ne aile, ne de millet.

Başörtüsüne zulmeden sistem, kadını özgürleştirmedi; sadece kimliğini baskıladı.
Açıklığı teşvik eden anlayış da kadını özgür kılmadı; onu metalaştırdı, araçsallaştırdı.

Gerçek özgürlük, bir kadının hem örtüsünü hem vakarını hem de hakkını koruyabildiği bir düzenle mümkündür.
Özgürlük, ancak iffetin onurla yaşanabildiği bir zeminde kıymetlidir.

Bir Zamanların Zorbalığı: “Özgürlük” Maskesiyle Zulüm

Dün başörtülü diye okula alınmayan kızlara, “yasaktır, çağdışı kıyafettir” deniyordu.
Bugün aynı üniversitelerde, en mahrem kıyafetlerle dolaşanlara ses çıkarılmıyor.
Hatta bunu eleştirmek bile “özgürlüğe müdahale” olarak görülüyor.

Bu çifte standart, sadece dini değil; vicdanı da yaralıyor.
Demokrasi adı altında sadece seküler yaşam tarzını kutsayıp, inançlı kimliği dışlayan bir anlayış; hürriyet değil, ideolojik tahakkümdür.

Sonuç ve Özeti

Başörtüsü yasağı, gerçek özgürlükle çelişen bir zulümdü.
Bugün ise özgürlük adı altında değerlerin erozyona uğratıldığı, iffet ve edep gibi kavramların küçümsendiği bir dönem yaşıyoruz.
Gerçek özgürlük; hem başörtülüye hem başı açık olana hakkını tanımak, fakat iffeti çiğnetmemekle mümkündür.

Özetle:

Bir dönem başörtülü öğrenciler inançları yüzünden okullardan dışlandı.

Bugün ise edepsizlik ve açıklık “özgürlük” adına yüceltiliyor.

Gerçek özgürlük, inançlı insanın hakkını korumakla olur.

Özgürlük sadece bedenin değil, değerlerin ve vicdanın da özgürlüğüdür.

Bu çifte standart, toplumsal yozlaşmayı ve değer kaybını beraberinde getirir.

> “Zulüm ile abad olanın sonu berbat olur.”
İbret almak isteyenler için tarih sayfaları açık duruyor.

 




Her Gözde Tecelli Eden Sonsuz San’at

Her Gözde Tecelli Eden Sonsuz San’at

“Her ferdin san’at itibariyle kıymetdar olması, sonsuz bir zenginlikle gayr-ı mütenahî hazinelere mâlik olan zâta mahsustur.
Kur’an Tefsiri Risale-i Nur’dan

– Her Bir Göz, Ezelî Bir Sanatkârın Mührüdür –

Bir göz… Kimi zaman bir kertenkeleye, kimi zaman bir kuşa, bazen de insana aittir. Fakat dikkatle bakıldığında her biri apayrı bir tezyinat, eşsiz bir işçilik ve sonsuz bir sanat ihtiva eder. İşte bu manzara, yalnızca bir yaratılış değil, aynı zamanda ilahi bir sanat galerisi gibidir.

Farklı hayvanlara ait göz fotoğrafları, sadece biyolojik bir organı değil, Allah’ın “Musavvir” isminin ihtişamını, “Bedi’” sıfatının tecellisini ve yaratılışta asla tekrara düşmeyen bir kudreti gözler önüne seriyor. Her bir göz, farklı şekliyle, rengiyle, yapısıyla; kendine has bir mühür gibi yaratılmış. Bu kadar çeşit, bu kadar zenginlik, bu kadar güzellik ancak sonsuz bir ilim, irade ve kudretin eseri olabilir.

Sanat Eseri Mi, Tesadüf Mü?

Her ferdin gözündeki bu sanat, tesadüfün ürünü olabilir mi? Elbette hayır. Çünkü bir sanat eseri, sanatkârını fısıldar. Ressamı olmayan tablo, ustası olmayan saat düşünülemeyeceği gibi, gözü yaratan, ona görme kabiliyeti veren ve her türde ayrı ayrı şekillendiren bir Sanatkâr-ı Ezelî vardır. Bu da bize gösterir ki:

> “Her ferdin sanat itibariyle kıymetdar olması, sonsuz bir zenginlikle gayr-i mütenahî hazinelere mâlik olan Zât’a mahsustur.”

Yani bu çeşitlilik ve ihtişam, sadece ilahi bir kudretle izah edilebilir.

Bir Gözle Açılan Kapı

İnsan gözünü açar, baktığı her şeyde Allah’ın sanatını görürse; kalbi uyanır, ruhu aydınlanır. Ama aynı göz gafletle bakarsa, o zaman bu büyük sanatın üzeri örtülür ve insan bakarken bile göremez hale gelir. İşte Risale-i Nur’un yaptığı tam da budur: bakılan her şeyi, Allah’ı tanıtan bir ayna hâline getirmek. Gözü hakikate çevirmek.

Eğer insan, bir hayvanın gözündeki detaya hayretle bakar da, onu yaratanı düşünmezse; o hayreti boşa harcamış olur. Oysa bu bakış, kişiyi marifetullah’a, yani Allah’ı tanımaya götürmelidir. Gözdeki san’atı gören, görülmeyen Sanatkârı tanır.

Her Göz Bir Kitap Gibidir

Her göz, adeta bir ilahi kitap gibidir. Satırları yoktur ama desenlerinde hikmet vardır. Harfleri yoktur ama şekliyle tevhidi anlatır. Her gözde bir mana, bir maksat, bir kasıt, bir gaye vardır. Ve bütün bunlar bize der ki:

> “Ey insan! Sen sadece göz değil, bizzat baştan ayağa ilahi bir sanatsın. Kendini ve diğer mahlûkatı boş ve tesadüf eseri sanma. Her biriniz, Allah’ın sanat atölyesinde özel olarak işlenmiş birer sanat harikasısınız.”

Sonuç ve Özeti

Her mahlûkun gözü, Allah’ın yaratma sanatının eşsiz bir tecellisidir. Bu gözlerdeki çeşitlilik, sonsuz bir zenginliğin ve gayr-i mütenahî hazinelerin delilidir. Her bir fert, sanat itibariyle kıymetlidir. Çünkü onları yaratan zat, sonsuz kudret, ilim ve irade sahibidir.

Özetle:

Her bir göz farklı, eşsiz ve hikmetlidir.

Bu farklılıklar, Allah’ın sanatının büyüklüğünü gösterir.

Tesadüf, böylesi detaylı ve dengeli bir yaratılışı açıklayamaz.

Her bir canlı, Allah’ı tanıtan bir kitap gibidir.

İnsan, bu gözlerle sadece görmek değil, gördüğünü okumakla da mükelleftir.

> “Her göz, Rabbini gösteren bir san’at mührüdür.”
– Kur’an Tefsiri Risale-i Nur’dan

 




Aldanışın Bedeli: Hayat Bir Rüya Gibi Geçmeden…

Aldanışın Bedeli: Hayat Bir Rüya Gibi Geçmeden…

“EYVAH! ALDANDIK.
ŞU HAYAT-I DÜNYEVİYEYİ
SABİT ZANNETTİK.
O ZAN SEBEBİYLE BÜTÜN BÜTÜN
ZAYİ’ ETTİK.
EVET ŞU GÜZERAN-I HAYAT BİR
UYKUDUR, BİR RÜ’YA GİBİ GEÇTİ.
ŞU TEMELSİZ ÖMÜR DAHİ,BİR RÜZGAR GİBİ UÇAR GİDER…”
BEDİÜZZAMAN

“Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik…”
Bu cümle, sadece bir serzeniş değil; aynı zamanda insanoğlunun en büyük yanılgısına atılan keskin bir çizgidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin bu ifadeleri, dünya hayatının hakikatini, ömrün geçiciliğini ve insanın gafletini iliklere kadar hissettiren derin bir ikazdır.

Zira insan, kalıcı olmayanı kalıcı zanneder; geçiciyi ebedî gibi görür. Elindekinin fani olduğunu unutup ona tüm ömrünü yatırır. Bu yanlış zan, insanı hem dünyada hem de ahirette zarara uğratır.

Geçici Hayata Kalıcı Yatırımlar

İnsanoğlu çoğu zaman hayatın geçiciliğini fark ettiğinde, ömrünün büyük kısmı çoktan geride kalmış olur. Gençlik, sağlık, imkânlar, dostluklar ve hatta zaman… Hepsi uçup gitmiştir. Oysa dünya hayatı, bir konaklama yeri değil, bir geçiş noktasıdır. Asıl yurt, asıl hayat, ölümden sonradır. Dünya ise o hayata hazırlık yapılan bir imtihan meydanıdır.

Ancak insan ne yapar? O geçici sahneyi ebedî bir köşk zanneder, onun için savaşır, hırsla çalışır, kin besler, dünyaya esir olur. Halbuki o “şu güzeran-ı hayat” dediğimiz ömür, bir uyku gibi geçip gider. Uyanıldığında ise çok geç olabilir…

Uykudan Önceki Son Fırsat

Bediüzzaman, hayatı bir rüya, ömrü ise bir rüzgâra benzetir. Rüya nasıl ki sabah olduğunda yok olur, rüzgâr nasıl gelip geçerse, insan ömrü de öyledir. Ne kadar uzun görünse de, sonunda “geçti” denilecek bir anıdan ibarettir. Ve bu geçişin sonunda insan, yaptığı her şeyle yüzleşmek zorunda kalacaktır.

Bu yüzden mü’min kişi, dünya nimetleri ve zenginlikleri içinde boğulmadan, ebedî saadeti düşünen, hayatını hakikate göre tanzim eden bir bakış açısına sahip olmalıdır. Her gün, her an, “ölüm hakikatine” uyanık olmalı ve kendine sormalıdır:

> “Bugün elimde olan şeyler, ebedî hayatım için bana ne kazandırıyor? Yoksa sadece göz boyayan, gelip geçici birer serap mı?”

Aldanmamanın Yolu: Fâniden Bâkiye Yönelmek

Aldanmamanın yolu, fâniye değil bâkiye yönelmektir. Kalıcı olanı aramak, hakikate dost olmaktır. Kur’an-ı Kerîm ve sünnet çizgisiyle, Rabbimizin rızasına uygun bir hayat yaşamak, bu geçici ömrü gerçek bir sermayeye çevirebilir.

İnsanın asıl sermayesi zamandır. Ve bu sermaye, sürekli eksilmekte, geri gelmemekte ve bir gün bitecektir. İşte o zaman, “Aldandık!” dememek için bugün düşünmek, uyanmak, yön değiştirmek gerekir.

Sonuç ve Özeti

Bu fani hayat sabit değil, geçicidir. Bunu sabit zanneden insan, bütün ömrünü zayi eder. Dünya bir uykudur; hayat bir rüyadır; ömür bir rüzgâr gibi geçip gider. Gerçek uyanış ise ölümle başlar. Fani olanı ebedî zannetmek, insanı en büyük yanlışa düşürür.

Özetle:

Dünya hayatı geçicidir, kalıcı zannedilirse ömür zayi olur.

Hayat bir uyku, ömür bir rüzgâr gibidir; hızla geçip gider.

Uyanmak ve asıl hayata hazırlanmak için gafletten sıyrılmak gerekir.

Mümin, zamanını hakikate göre değerlendirmeli, ebedî hayatı öncelemelidir.

“Aldandık” dememek için bugün tefekkür vakti, yönümüzü ahirete çevirmeliyiz.

> “Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgar gibi uçar gider.”
– Bediüzzaman Said Nursî