Kılıçla Değil Akılla Kurulan: Yavuz’un Set Çektiği Selin Adı Şah İsmail

Kılıçla Değil Akılla Kurulan: Yavuz’un Set Çektiği Selin Adı Şah İsmail

Tarihin Kavşağında Anadolu’nun Kader Tahlili

Tarihi dönüm noktaları vardır ki, bir milim sapma, bir milenyumluk netice farkı doğurur.
1500’lü yılların başında Anadolu’nun, Mezopotamya’nın ve İslam dünyasının karşılaştığı en büyük tehditlerden biri, Şah İsmail’in ortaya koyduğu mezhep merkezli ideolojik yayılma projesiydi.

Eğer karşısına Yavuz Sultan Selim gibi siyasi zekâ, askerî kudret ve dinî feraseti yüksek bir lider çıkmasaydı, bugün “Türkiye” dediğimiz coğrafya ve millet çok farklı bir halde olabilirdi.

  1. Şah İsmail Ne Yapmak İstedi?

Şah İsmail (1487-1524), Safevîler hanedanının kurucusudur. Henüz genç yaşta İran’da iktidarı ele geçirmiş, kısa sürede bölgesel bir güç haline gelmiştir. Ancak bu güç sadece siyasî değil, aynı zamanda mezhebî bir devrim projesine dayanıyordu.

Onun hedefi, Sünnî İslam dünyasında Şiîliği yaymak,

Anadolu’dan Arabistan’a kadar uzanan topraklarda İran merkezli bir Şiî hilafet kurmak idi.

Bu uğurda on binlerce Sünnîyi kılıçtan geçirmiş, inancı zorla değiştirme politikasını uygulamıştı.

Şah İsmail, dinî değil ideolojik bir Şiîlik inşa etmiş, bunu devletin resmi tebliğ aracı haline getirmişti.

  1. Yavuz Sultan Selim Ne Yaptı?

Şah İsmail’in Anadolu içlerine kadar nüfuz eden propagandası ve ajan faaliyetleri karşısında Osmanlı Devleti sarsılmaya başlamıştı.
İşte tam bu noktada Yavuz Sultan Selim:

1514 Çaldıran Savaşı ile Şah İsmail’in yayılmacı politikalarına dur dedi.

Sadece bir askerî zafer değil, inanç ve medeniyet zaferi kazandı.

Anadolu’yu mezhep parçalanmasına karşı korudu.

Halifeliği alarak Sünnî İslam’ın siyasal merkezini İstanbul’a taşıdı.

İran yayılmacılığına karşı ebedî bir set inşa etti.

  1. Eğer Yavuz Olmasaydı…

Anadolu, büyük ihtimalle İran merkezli bir Şiî inancın hâkimiyetine girecek,

Sünnî medrese geleneği, ilmî merkezler, Ehl-i Sünnet tasavvufu ve uleması ya yok edilecek ya susturulacaktı.

Osmanlı’nın yerine Safevîler geçecek, İslam dünyası iki büyük kutba bölünecek ve parçalanma daha erken yaşanacaktı.

Bugün Türkiye olarak bildiğimiz yapı, muhtemelen İran’ın arka bahçesi gibi, mezhebi radikalizmin etkisinde, kimlik bunalımı yaşayan bir toplum olurdu.

Arap dünyası ile ilişkiler daha da koptuğu için İslam birliği hayali temelden sarsılırdı.

  1. Bugünkü İran’ın Gayesi Nedir?

İran, bugün de tarihsel kodlarını terk etmiş değildir.

Mezhep merkezli yayılma siyaseti, Irak, Suriye, Yemen, Lübnan ve hatta Türkiye içinde bile “vekâlet savaşları” üzerinden sürmektedir.

“Velayet-i Fakih” sistemiyle bütün Müslümanların temsilcisi gibi davranmakta, kendi mezhebî anlayışını evrensel İslam gibi sunmaktadır.

Tarihi Şah İsmail modeli, bugün ideolojik ve istihbari yöntemlerle yeniden sahnededir.

Medya, dernek, “kültürel merkez” adı altında inanç mühendisliği yürütülmektedir.

Fakat Türkiye, Osmanlı mirasını taşıyan bir bilinçle, hâlâ bu yayılmacılığa set olabilecek konumdadır.

  1. Tarihten Bugüne Düşen Hikmet:

İnanç birliği olmadan siyasi birliğin sürdürülemeyeceği,

Mezhepçilikle oynayan her gücün fitne üretip ümmeti böldüğü,

Dini ideolojileştirenlerin sonunda hem inanca hem siyasete zarar verdiği,

Ve bir Yavuz’un bir ümmete ne kadar gerektiği tekrar tekrar görülmektedir.

🌿 Özet:

Şah İsmail, mezhebi yaymak ve Safevî Şiîliğini Anadolu’ya taşımak istemiştir.

Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran’daki müdahalesi olmasaydı, Anadolu bugün çok farklı bir inanç ve kimlik yapısına sahip olurdu.

İran’ın bugünkü politikaları da geçmişteki Safevî projesinin modern versiyonlarıdır.

Mezhep üzerinden ümmetin yapısını bozmak isteyen bu zihniyetlere karşı ilmî, siyasî ve medenî bir teyakkuz zaruridir.

 

 




Karga Besleyen Göz Kaybeder: İran, İsrail ve İttihad-ı İslam’ın Kaçırılan Hikmeti

Karga Besleyen Göz Kaybeder: İran, İsrail ve İttihad-ı İslam’ın Kaçırılan Hikmeti

“Zulüm ile abat olanın sonu berbat olur. Vefa ile yükselen ise, ümmetin duasında yaşar.”

Tarihin ibretli sahnelerinde sıkça görülen bir hakikat vardır: Dostu düşman belleyip, düşmanı dost zannetmenin faturası ağır olur. Bugün İran, bu kadim yanılgının eşiğinde ya da tam ortasındadır. Kendi elleriyle beslediği, güç verdiği, desteklediği yapılar dönüp önce Türkiye’ye, ardından da kendisine yönelmiştir. Kendi kargalarıyla gözünü oydurmak üzere olan bir ülke manzarası izliyoruz.

Ancak peşinen şunu ifade etmeliyim ki, bazı kusurlarına rağmen hiçbir İran’lı ile İsrailli kıyasa girmez.
Zira İsrail tescilli olarak İlahi ğadaba uğramış, zillet ve meskenetlik darbesini yemiş, aşağılık bir millettir.
Kanla beslenir.

Beslenen Yılan, Dönüp Sokar

İran uzun yıllardır PKK’nın İran kolu olan PJAK’ı, Türkiye’ye karşı dolaylı bir tehdit aracı olarak kullandı. Ancak bu örgüt, bugün İsrail’in lehine istihbarat sağlayacak kadar kontrol dışına çıkmış, İran’ın içini de tehdit edecek hâle gelmiştir. İran, Türkiye’yi kuşatma hesapları yaparken, kendisinin de hem içeriden hem dışarıdan kuşatıldığını ya fark edememiştir ya da görmek istememiştir.

Suriye’de dökülen milyonlarca masumun kanı, sadece Esed’in değil; İran’ın da eliyle dökülmüştür.

İsrail’in planladığı Ortadoğu haritasında İran, sadece kullanışlı bir figürdür; nihai hedef değildir. Fakat sıradaki hedef olması kaçınılmazdır. Bu hedefte İranlı Türkler mi devre dışı bırakılacak? Mezhebi farklılıklar bahane edilerek iç savaş mı çıkarılacak? Amaç, bölgede bir Sünni-Şii çatışmasıyla Mescid-i Aksa’nın sessizce yıkılmasını sağlamak mıdır?

İran Kimi Kaybediyor?

İran, Türkiye’nin dostluğunu kaybederek:

Bölgedeki en sağlam kardeşi,

İslâm coğrafyasındaki en samimi müttefiki,

En zor zamanlarında dahi kendisine sırt çevirmeyecek tek ümmet yoldaşını kaybetmektedir.

Halbuki Türkiye, İran’ı hiçbir zaman düşman olarak görmedi. Ne Batı gibi sömürgeci, ne İsrail gibi sinsi, ne Rusya gibi çıkarcı baktı. Hep “ümmet” dedi, “ittihad” dedi. Çünkü bizim için mezhep değil, İslâm esastır. Millet değil, adalet esastır.

Gerçek Güç Birliktedir

İran’ın, Türkiye’nin güçsüzlüğünden bir fayda umması kendi sonunu hızlandırır. Zira bölgedeki her zayıf İslâm devleti, İsrail ve Batı için yeni bir müdahale alanıdır. Türkiye düşerse, İran da düşer. Irak düşerse, Lübnan da çöker. Çünkü İttihad-ı İslâm yoksa, İslam ülkelerinin hiçbirinin istikbali yoktur.

İran, geçmişin yükünden kurtulmalı; geleceğin sorumluluğunu kuşanmalıdır.

Mezhep taassubunu bir kenara bırakmalı,

İsrail ve ABD’nin açtığı yollarda yürümenin değil, ümmetin açtığı yolda yürümenin faziletini kavramalıdır.

Halklarının hakkını ve hukukunu gözetmeli,

İsrail’e koz veren yapılarla değil, Türkiye gibi samimi kardeşlerle ittifak kurmalıdır.

İttihad-ı İslâm: Vahyin Emri, Zamanın İhtiyacı

Bugün Müslümanlar arasında suni sınırlar, etnik kışkırtmalar, mezhebi ayrışmalar yeniden körükleniyor. Bunun amacı bellidir: İsrail’e alan açmak, Mescid-i Aksa’yı sahipsiz bırakmak, İslam coğrafyasını sessizce işgal etmektir.

Ama unutulmamalıdır ki:

> “Sünnisiyle Şiasıyla, Türküyle-Kürdüyle-Arap’ıyla ve Acemiyle; İttihad-ı İslâm çatısı altında birleşmeyen her topluluk, bir başka çatı altında ezilecektir.”

Bu artık bir tercih değil, bir zorunluluktur. Yoksa ümmetin coğrafyası haritalarda kalır; geriye, parçalanmış yürekler ve sessiz ezanlar kalır.

Özet:

Makale, İran’ın kendi elleriyle besleyip Türkiye’ye karşı kullandığı yapıların (özellikle PJAK) bugün İsrail’le iş birliği yapar hâle gelmesini ve İran’ın bu oyunda nasıl hem Türkiye’yi hem de kendisini zayıflattığını ele alıyor. Türkiye’nin İran’a karşı dostluk ve vefa ile yaklaştığı vurgulanırken, İslam ülkelerinin birbirine düşmesi hâlinde İsrail’in ve Batı’nın bundan fayda sağlayacağı uyarısı yapılıyor. Sonuç olarak, mezhebi farklılıklar yerine ümmet bilinci ve İttihad-ı İslâm vurgulanıyor.

*********

Yahudi ve İsrail
https://tesbitler.com/index.php?s=Yahudi+
https://tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0srail+
https://tesbitler.com/2025/01/12/chatgpt-ve-yapay-zeka-sohbetleri-2/
https://tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0RAN

 

 




Tarihin Mezarlığına Yazılan İsim: Simsonlar Kehaneti, İsrail ve İlahi Adaletin Sessiz Yürüyüşü”

Tarihin Mezarlığına Yazılan İsim: Simsonlar Kehaneti, İsrail ve İlahi Adaletin Sessiz Yürüyüşü”

Tarihte nice kudretli devletler, güçlü ordular, zengin hazineler ve korku salan hükümdarlar geldi geçti. Ancak hepsi birer isim olarak tarihin mezarlığında yerini aldı. Bugün sosyal medyada çokça konuşulan bir “Simpsonlar kehaneti”, 1948’de kurulan İsrail’in 2025’te sona ereceğine dair bir görsel üzerinden geniş yankı uyandırdı. Karikatür tadında olsa da bu sahne, tarihin derinliklerinde yankılanan bir gerçeğe işaret ediyor: Zulümle payidar olunmaz.

  1. Kehanet mi, Strateji mi? “Simpsonlar”ın Satır Araları

Simpsonlar dizisi, yıllardır “önceden haber verme” kabiliyetiyle anılıyor. Birçok küresel gelişmeyi önceden sahnelemiş olması, bazılarınca tesadüf, bazılarınca bilinçli bir mesaj olarak okunuyor. İsrail’in 2025’te sona ereceğini gösteren sahne, elbette senaristlerin “siyasi karikatürü” olabilir. Ancak bu tür semboller, çoğu zaman derin bir kolektif bilinçaltının dışa vurumudur. Tıpkı Roma’nın yıkılacağını kimsenin düşünmemesi gibi, İsrail de kendisini “ebedî” görse de her zulmün bir ömrü vardır.

  1. İsrail: Kuruluşu Zulüm, Devamı Şiddet, Sonu İbret

1948’de kurulan İsrail devleti, Filistin halkının kanı, toprağı ve hürriyeti üzerine bina edildi. Kuruluşunun hemen ardından başlayan işgaller, sürgünler, katliamlar ve ayrım duvarları; bu devletin üzerine inşa edildiği temelin zulüm olduğunu göstermektedir. Bugün ise Gazze’de, dünyanın gözleri önünde işlenen soykırım, İsrail’in uluslararası sahada yalnızlaşmasına, halkların vicdanında mahkûm olmasına yol açmıştır.

Tarih boyunca mazlumların ahı yerde kalmamıştır. Zulümle kurulan hiçbir medeniyet kalıcı olamamıştır. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar; bugün sadece ibretlik hikâyelerle anılıyor. İsrail de aynı kaderin kıyısında olabilir mi?

  1. “Görelim Mevlam Ne Eyler” Sözünün Hikmeti:

Mevlana’nın işaret ettiği gibi, ilahi adaletin terazisi şaşmaz. Bugün güçlü görünen zalimler, yarın yerle bir olabilir. Nice diktatörler devrildi, nice kibir kuleleri yerle bir oldu. Bu yüzden bir müminin görevi, sonucu değil; doğru yolda sebatı gözetmektir. Ayette geçtiği gibi:

> “Zalimler nasıl bir inkılapla devrileceklerini yakında bilecekler!” (Şuara Suresi, 227)

  1. Sürgün Edenin Sürgünü: Kaderin İnce Hesabı

Tarihte mazlumları yerinden edenler, bir süre sonra kendileri de o acının aynasını yaşarlar. İsrail, Gazzelileri yerlerinden etti. Çocukları yetim, kadınları dul bıraktı. Fakat kaderin cilvesine bakın ki, bugün İsrail’in birçok vatandaşı korkuyla sığınaklara koşuyor, havaalanlarında ülkeyi terk etmek için sıraya giriyor. Kendi ektiğini biçiyor desek, yeridir.

  1. İbret Sahnesi: Mezarlıkta Şampanya Kaldıran Karakter

Simpsonlar’daki Homer karakteri, mezarlıkta İsrail’in mezar taşı önünde içki içerken gülümsüyor. Karikatür komik görünse de arka planındaki mesaj son derece derin: Zalim devletlerin ardında kimse gözyaşı dökmez. Bu bir uyarıdır. Bir devletin, bir halkın ya da bir ideolojinin ömrü zulümle geçerse, sonu da ibretle olur.

Sonuç:

Simpsonlar’ın bu sahnesi bir tahmin değil, bir hakikatin sembolik anlatımı olabilir. İsrail gibi zulmü siyaset haline getirmiş bir yapının, tarihin çöplüğünde yerini alması ne kadar uzaksa, ilahi adalet o kadar yakındır. Bu sahneyi bir eğlence değil, bir ikaz olarak okumak gerekir. Çünkü kader, mazlumun duasıyla yazılır; zalimin kibriyle değil.

Makale Özeti:

Simpsonlar dizisindeki İsrail’in 2025’te yıkıldığı sahne, sembolik bir uyarıdır.

İsrail’in kuruluşu ve politikaları zulme dayandığı için kalıcılığı tartışmalıdır.

İlahi adalet, tarihte zalimleri silmiş, mazlumların ahını zayi etmemiştir.

“Görelim Mevlam ne eyler” sözü, müminin sabır ve tevekkül düsturudur.

Sürgün edenler, bir gün sürgün edilen olabilir; tarih bununla doludur.

> “Zulüm ile abat olanın, akıbeti berbat olur.”
— Hikmetin özüdür bu söz.

 




Kardeş Kavgası, Pusudaki Düşmanın Bayramıdır.

Kardeş Kavgası, Pusudaki Düşmanın Bayramıdır.
– İran, PJAK, Çin ve Küresel Savaş Stratejileri Üzerine Hikmetli Bir Tahlil

Tarih, içten çökertilen milletlerin yıkılış hikâyeleriyle doludur. Bugün İran, geçmişte başkalarının başına gelenleri kendi üzerinde yaşamaya başlamıştır. İçeriden kemirilen bir beden gibi, kendi bünyesindeki unsurlar tarafından tehdit altında olan bir ülke haline gelen İran, hem iç savaş ihtimaliyle hem de dış müdahale tehlikesiyle karşı karşıyadır. Görünen o ki, büyük güçler İran üzerinden yeni bir “bölgesel dizayn”a girişmekte, bu yolla Çin’in damarlarını kesmeye çalışmaktadır.

  1. Çin’in Kollarını Budamak: ABD’nin Jeopolitik Hamlesi

ABD’nin İran’a yönelik stratejisi sadece bir bölgesel sorun değil, küresel enerji dengeleriyle alakalıdır. Çin, dünya üzerindeki enerji ihtiyacının önemli bir kısmını Orta Doğu’dan sağlamaktadır. İran ise bu akışta hem enerji sağlayıcısı hem de Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesinde kritik bir durak noktasıdır. ABD’nin İran üzerindeki baskısı ve kışkırtmaları, bu hattı sabote etme, Çin’in ekonomik yükselişine set çekme çabasıdır.

Bu açıdan, İran’ı doğrudan vurmak yerine, onu içeriden çürütmek daha düşük maliyetli ama etkili bir yöntemdir. PJAK gibi grupların sahaya sürülmesi, İsrail’in bu operasyonlara destek vermesi ve içerideki istihbarat sızmaları, İran’ı kendi toprakları içinde “düşmana karşı” alarm durumuna getirmiştir.

  1. İran İçin En Büyük Tehdit: Dışarıdan Değil, İçeriden

İran bugün ajan kaynıyor. Yüzeyde güçlü duran Devrim Muhafızları’nın içinde bile dış istihbarat ağlarının çöreklenmiş olması ihtimali ciddi bir ulusal güvenlik krizidir. Her ne kadar askeri güçle PJAK gibi yapıların üzerine yürünse de, asıl sorun zihinsel ve stratejik körlüktür. İran’ın içindeki mezhep farklılıkları, etnik gerilimler ve dış destekli silahlı unsurlar, ülkeyi bir “iç işgal” sürecine sokmuştur.

Bu durum sadece İran’a değil, tüm bölgeye yayılabilecek bir fitnedir. Çünkü içeriden zayıflatılan her İslam ülkesi, aslında ümmetin ortak bedeninde açılmış bir yaradır.

  1. PJAK ve İsrail: Düşmanın Elini Güçlendiren İhanet Zinciri

PJAK ve PAK gibi yapılar, görünürde Kürt halkının haklarını savunduğunu iddia etse de, fiiliyatta İsrail ve bazı Batılı odakların taşeronu haline gelmiştir. İran’a karşı silahlanan bu unsurlar, Tel Aviv’in güvenlik politikalarına hizmet ederken, İran’ın iç istikrarını tehdit etmekte ve bölgede etnik bir çatışma zemini oluşturmaktadır. Ne hazindir ki, PJAK’ın destek verdiği İsrail, Gazze’de kadın, çocuk ve yaşlı demeden herkesi katlederken; onların arkasında saf tutanlar, aslında kendi elleriyle bölgelerini ateşe vermektedir.

  1. Kaderin Cilvesi: Sürgün Edenin Sürgünü

İsrail’in Gazze’deki zulmü, milyonları yersiz yurtsuz bırakırken; bu zulme destek verenlerin de tarihin cilvesiyle benzer bir sürgünle yüzleşmeleri kaçınılmazdır. Çünkü kader, mazlumun duasını geri çevirmez. Bugün Gazzelileri evinden edenlerin kendi gelecekleri de, ihanetle bölünmüş, iç savaşla yıpranmış ve sonunda kendi yurtlarından sürülmüş bir millet olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Zulümle abad olunmaz; bu tarihî ve ilahî bir hakikattir.

  1. Kardeş Kavgasının Bedeli: Pusuya Yatmış Sırtlanlar

İnternette bir resimde birbiriyle kavga eden iki geyikten birine arkadan bir çıta saldırır. Ancak buna rağmen onlar birbiriyle kavga etmeye devam ederler.
İşte bu görselde olduğu gibi, iki kardeş boynuzlarını birbirine takmışken, arkadan gelen çıtanın pençesiyle yıkılmak kader olur. Bugün İran’da, Irak’ta, Suriye’de ve hatta Türkiye’de yaşanan etnik ve mezhebi kavgalar, ümmeti birbirine düşürmekten başka bir işe yaramıyor. Oysa dış düşman, bu kavgaları bir istihbarat laboratuvarı gibi kullanarak pusuda bekliyor. Ümmet uyanmadıkça, “kardeşin kardeşi vurduğu bir çağda”, düşmanın kazanmadığı hiçbir savaş kalmayacaktır.

Sonuç ve Özet:

ABD’nin İran üzerindeki baskısı, Çin’e ulaşan enerji damarlarını kesmek içindir. İran ise içeriden sızdırılmış ajanlar, PJAK gibi örgütler ve mezhep çatışmalarıyla zayıflatılmakta. İsrail’in dolaylı desteklediği bu unsurlar, Gazze’yi yıkan ellerle iş birliği içindedir. Kardeş kavgasının sonunda, her iki taraf da sırtlanlara yem olurken, düşman izleyip kazanmaktadır. Bu yüzden bölgedeki tüm halkların, “kim düşman, kim kardeş” ayrımını doğru yaparak birlikte hareket etmesi bir zaruret haline gelmiştir. Yoksa her biri ayrı ayrı tarihin kara sayfalarına gömülecektir.

Özet:

ABD, İran üzerinden Çin’e enerji akışını kesmek istiyor.

İran, içeride ajanlarla ve dış destekli gruplarla içten çökertiliyor.

PJAK ve PAK gibi yapılar, İsrail’in bölgesel taşeronları haline geldi.

Gazze’yi yıkanlarla iş birliği yapanlar, aynı akıbeti yaşamaya adaydır.

Kardeş kavgaları, düşmanı sevindirmekten başka işe yaramaz.

Ümmetin kurtuluşu, birlik ve ferasetle mümkündür.

İbret alın ki, aynı tuzağa her nesil tekrar düşmesin.

 




Rızkın Sessiz Mucizesi: Hücreden Kâinata İlahi İkram

Rızkın Sessiz Mucizesi: Hücreden Kâinata İlahi İkram

“Görüyoruz ki: Bu kâinatta her daire, her nevi, her tabaka, hattâ her fert, her aza, hattâ her bedendeki her bir hüceyrenin ihtiyat rızkını taşıyan bir mahzeni, bir deposu ve levazımatını yetiştiren, muhafaza eden bir tarlası ve hazinesi var ki gayet intizam ve mizan ile ve nihayetsiz hikmet ve inayet ile vakti vaktine –muhtacın iktidar ve ihtiyarı haricinde– bir dest-i gaybî tarafından o muhtacın eline veriliyor.”
Şualar

Baktığımız her şeyde bir nizam, işleyen bir ölçü, işiten bir kudret, veren bir el vardır. Gözümüzü gökyüzüne çevirsek, yıldızlar muntazam bir ordu gibi emirlere itaat eder. Toprağın derinliklerine insek, bir karınca dahi rızkını bulur. Bir arıya baksak, çiçekleri nasıl mevsim mevsim gezdiğini, balını nasıl hikmetle yaptığını hayretle seyrederiz. Fakat insan çoğu zaman bu muazzam işleyişin farkında olmaz. Çünkü alıştıkça körleşir, bolluk içinde hakikati yitirebilir.

Oysa Şuâlar’da geçen bu enfes tesbit, bizlere çok büyük bir hakikati hatırlatır: Rızık, sadece bir ekmek parçası değil, İlahi bir ikramdır. Ve bu ikram, yalnızca insanların değil, her canlı varlığın, hattâ her bir hücrenin, her bir zerrenin dahi muhtaç olduğu ölçüde ve zamanda bir el tarafından ulaştırılır. Ne erken gelir, ne geç kalır. Ne gereğinden fazla olur, ne de eksik kalır. Bu kadar hassas bir denge, elbette ki başıboş bir tabiatın işi olamaz.

Bakın! Her varlığın bir ihtiyat ambarı, bir levazımat deposu var. İnsanın ciğeri, kandaki demiri saklar. Toprak, yüz binlerce tohumu barındırır. Atmosfer, canlıların nefes ambarıdır. Bir anne sütü, çocuğun hem bedeni hem zihni gelişimini sağlayacak bileşimlerle doludur. Hatta o sütün rengi, ısısı, besin dengesi çocuğun yaşına göre ayarlanır. Bu kadar hikmetli bir düzen, rastgeleliğe asla yer bırakmaz.

Rızık, iktidarımıza değil, ihtiyaçlarımıza göre gelir. Açlıkla kırılan kibir, rızıkla yeniden yoğrulur. Çünkü insana düşen rızkı aramak değil, rızkı vereni tanımaktır. Sebepler bir perde, zahiri vasıtalar bir hikmettir. Asıl hakikat, görünmeyen o ilahi eldir. O el ki, milyonlarca kalbi aynı anda çalıştırır; milyarlarca canlıyı aynı anda besler. Ne birini unutur, ne diğerini ihmal eder.

İşte bu yüzden, “rızık endişesi” insanı zillete götürürken, “rızık temin eden Zat’a tevekkül” insanı izzete çıkarır. Rızıkta tevekkül, miskinlik değil; gayretle beraber teslimiyettir. Çünkü biz rızkı değil, rızkı takdir edeni aramakla mükellefiz.

📌 Özet:

Bu makale, kâinattaki her varlık biriminin —hücreden galaksilere kadar— ihtiyaç duyduğu rızkın, harikulade bir nizamla ve ilahi bir hikmetle verildiğini anlatır. Rızık, insanın iktidarıyla değil, ihtiyacıyla ölçülür ve her canlının levazımat deposu vakti geldiğinde işler. Bu düzen, kör tesadüfle değil, nihayetsiz bir ilim, kudret ve rahmetle sağlanmaktadır. İnsan, bu ilahi düzen karşısında rızkı veren Zat’a tevekkül etmeli ve bu tevekkülle izzet bulmalıdır.

 




Rızık Koşusu Değil, Rızkı Vereni Tanıma Yolculuğu

Rızık Koşusu Değil, Rızkı Vereni Tanıma Yolculuğu

İnsan, yaratılış itibariyle ihtiyaçlara müpteladır. Bu ihtiyaçlar onu harekete geçirir; çalışmaya, aramaya, bulmaya ve elde etmeye sevk eder. Fakat bu hareketliliğin gayesi çoğu zaman sadece rızık olur. İnsan, günlerini helâl kazanç peşinde geçirirken farkında olmadan bir şeyleri unutabilir: Rızkı değil, rızkı vereni aramakla mükellef olduğunu.

Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Nice canlı vardır ki rızkını kendisi taşıyamaz. Onlara da size de Allah rızık verir.” (Ankebût, 60)
Bu ayet, rızık denilen ilahi hediyenin mutlak anlamda bir kul çabasıyla değil, bir rahmet tecellisiyle verildiğini hatırlatır. Zira rızık, sadece çalışana değil, hatta çalışamayana da ulaşır. O halde rızık için çabalamak elbette gereklidir ama asıl gereklilik, o rızkı takdir eden Rahmân’ı tanımak ve O’na güvenmektir.

Rızık, sadece mideye inen lokma değildir. Sağlık bir rızıktır. Huzur, sükûn, ilim, iman ve hikmet de rızıktır. Ve bunların hepsinin kaynağı, tek ve yegâne Râzık olan Allah’tır. İnsan, sadece midesine değil, ruhuna ve kalbine de rızık aramalıdır. Çünkü asıl yoksulluk, mideyi doyurup kalbi aç bırakmaktır.

Bu hakikat bize şunu ifade eder:
İnsan, rızkı için halk edilmiş değildir; belki ubudiyet için halk edilmiştir. Rızık ise, o ubudiyetin bir neticesi ve iltihakıdır.
Yani rızık, ibadetin ve kulluğun amacı değil, onunla birlikte gelen bir lütuftur. İnsan rızık için yaratılmamıştır; rızık, insan için yaratılmıştır. Ne var ki modern çağda rızkın peşine düşen insan, rızkı vereni unuttuğu için rızık kendisine bir imtihan olur.

İşte burada tevekkül devreye girer. Tevekkül, çalışmamak değil; çalıştıktan sonra sonucu Allah’a bırakmaktır. Kalbin O’na bağlanması, ne gelirse gelsin O’ndan bilmesi ve ne gelmezse gelmesin O’na itimadını yitirmemesidir. Çünkü Allah, kulunun ihtiyacını en iyi bilendir ve her canlıyı rızkı ile yaratmıştır.

Asıl izzet, rızkı değil, rızkı vereni aramakta saklıdır. Çünkü rızık, zamanla azalabilir; fakat rızkı veren Allah, sonsuz hazinelerin sahibidir. Kim O’na güvenirse, Allah ona kâfidir.

Özet:
Bu makale, rızık arayışının insanı meşgul ettiği çağımızda asıl maksadın rızkı aramak değil, rızkı vereni tanımak ve O’na tevekkül etmek olduğunu anlatmaktadır. Rızık sadece çalışmakla değil, Allah’ın rahmetiyle gelir. Gerçek izzet ve huzur, rızıkta değil, rızkı verene yönelmekte gizlidir.

 




Fare”ye Benzetilenler ve Gerçek Mağaraya Sığınanlar

Fare”ye Benzetilenler ve Gerçek Mağaraya Sığınanlar
Bir Zilletin Aynasında Kudretin Tecellisi

Tarih boyunca zulüm, kendine güvenle değil, korkuyla yaşadı. Mazlumlar yere bastıkça zalimler göğe bakamaz oldu. İsrail’in Filistin topraklarında yürüttüğü işgal ve vahşet politikası bugün bizzat kendi milletini yerin altına sürüklemiş durumda. Hani Hamas mücahidlerini tünellerde yaşamakla aşağılıyorlardı ya; şimdi o tüneller bir izzet, bir direniş şeridi iken, İsrail’in modern şehirleri birer yer altı mezarlığına dönüşüyor.

Netanyahu’nun, Gazze’de tünellerde mücadele eden Yahya Sinvar’a “fare” demesiyle alay edercesine, kader o ifadeyi ters yüz etti. Şimdi kendisi, korkudan yer altında saklanmakta. Kabine toplantıları bile yer altı sığınaklarında yapılıyor. Tel Aviv sokakları değil, otoparkları ve bodrum katları İsrail halkının yeni ikametgâhı olmuş durumda.

Aslında bu, sadece fiziki bir sığınış değil; psikolojik, siyasî ve askerî bir çöküşün sembolüdür. Kudüs’e ihanetin, Mescid-i Aksa’ya saldırmanın, masum çocukları ve kadınları hedef almanın bir bedeli vardır. O bedel, en modern orduların bile korkuya yenilmesi, en gelişmiş şehirlerin bile karanlık sığınaklara hapsolmasıdır.

Dedem derdi: “Evlat, eşkıya dağdaydı. Şimdi şehre indi.” Evet, şimdi eşkıya sadece şehre inmedi, göklere çıktı. Uçakla, füzeyle, drone ile vuruyor. Ama unuttukları bir şey var: Mazlumun ahı, arşı titreten bir füzedir. Onun menzili hesapla ölçülmez, tesiri zamanla sınırlanmaz. Zulümle abat olanın, sonu berbat olur.

Hamas mücahidlerinin tünelleri birer korkaklık değil, sabır, iman ve strateji mekânıdır. O tüneller, ümmetin izzetle yükselişine açılan kapılardır. Bugün orada mücadele edenler, yalnızca Filistin’in değil, insanlığın da haysiyetini müdafaa ediyor. Ve ne gariptir ki, “fare” benzetmesi yapanların kendisi, sığınaklarda fare gibi yaşar hale geldi.

İsrail’in bugünkü hali, Kur’an’ın zalimler hakkındaki şu ayetini hatırlatıyor:
“Zalimler, yaptıklarıyla başa baş bir cezaya çarpılacaklardır.”
(Şuarâ, 227)

Özet:

Bu makalede, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında Hamas direnişini “tünellere hapsolmuş fareler” olarak küçümseyen söylemin nasıl ters teptiği anlatılıyor. İsrail, bugün kendi şehirlerinde yer altı sığınaklarına mahkûm olmuş durumda. Bu çelişki, zalimlerin zulmüyle değil, mazlumların duası ve direnişiyle yüzleştiğini gözler önüne seriyor. Mazlumun sükûtu, zalimin korkusundan daha derin bir tesir oluşturuyor.

 




Perde Arkasındaki İmtihan: Görmek mi, İman mı?

Perde Arkasındaki İmtihan: Görmek mi, İman mı?

“İman ve teklif; ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan perdeli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî meseleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki mu’cizeler seyrek ve nadir verilir.

   Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, güneşin mağribden çıkması, bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden tövbe kapısı kapanır, daha tövbe ve iman makbul olmaz. Çünkü Ebubekirler, Ebucehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa aleyhisselâmın nüzulü dahi ve kendisi İsa aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan gibi eşhas-ı müthişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar. ”
Şualar

Dünya bir imtihan salonudur. Bu salonun düzeni, hikmet ve adaletle kurulmuştur. Bu imtihanda, her şeyin açık seçik, herkesin zorunlu olarak iman edeceği şekilde olması; imtihanı anlamsız ve teklif kanununu geçersiz kılar. İşte bu yüzden, Kur’ân-ı Hakîm ve peygamberlerin beyanları, apaçık değil, perdeli ve nazarîdir; yani tefekkürle, inceleme ile, irade ve ihtiyarla kabul edilebilecek şekilde sunulmuştur. Zira imtihanın sırrı, ihtiyarı gerektirir.

Bu ilahi imtihanda, sırlar perdelenmiş, hakikatler bazı emaresiz zırhlarla örtülmüştür. Herkesin tasdike mecbur kalacağı bir durum olursa, artık ne iman kalır ne de tercih. Çünkü iman, iradeyle seçilen bir teslimiyettir; zorunlu bir kabul değil. Ebubekir ile Ebucehil arasındaki fark, tam da bu perdelenmiş hakikatleri iman gözüyle fark etmekle ortaya çıkar.

İman, akıl ve kalbin ortak bir gayretiyle doğar. Kimi zaman akıl hakikatin eşiğine kadar gelir, kalp ise orada teslim olur. İşte bu yüzden, mucizeler çokça ve her an göz önünde sergilenmez. Zira mucize, perdeyi yırtar, iradeyi zorlar, seçimi mecburiyete çevirir. Halbuki bu dünya, mecburiyetin değil, tercihin yeridir.

Aynı sır, kıyamet alâmetlerinde de gizlidir. Kur’ân’ın müteşabih ayetleri gibi, kıyamet alâmetleri de açık değil, yorum ve dikkat isteyen işaretlerle bezenmiştir. Deccal, Süfyan, Ye’cüc-Me’cüc gibi eşhas-ı müthişe (dehşetli şahıslar), öyle perde arkasında bir tarzda ortaya çıkarlar ki, kendileri bile kendi kimliklerinin farkında olmazlar. Ta ki bu imtihan devam etsin, insanlar tercihlerini hakikatleri zorla değil, imanla fark ederek yapsınlar.

Ancak bir istisna vardır: Güneşin batıdan doğması. Bu hadise, bedahet derecesinde bir alamet-i kıyamettir. Öyle ki herkes, artık imanın hakikatini görecek ama iş işten geçecektir. Çünkü irade devre dışı kalır. Herkesin iman ettiği bir vasatta, iman bir imtihan olmaktan çıkar. Bu yüzden de o an, artık tövbe ve iman kabul olunmaz. Çünkü Ebubekir ile Ebucehil eşitlenmiştir; hakikate teslimiyet iradeyle değil, zorunlu bir tasdikle olur.

Hazret-i İsa’nın nüzulü dahi, bu sır çerçevesinde gerçekleşir. O’nun kimliğini bile, ancak nur-u iman ile kalbi gözü açık olanlar fark eder. Yani akide, yine ihtiyar süzgecinden geçerek korunur. Çünkü her hakikatin bir zahiri, bir de batını vardır. Göz zahiri görür; kalp ise batını.

O halde soru şudur: Hakikati görmek mi, yoksa imanın nuru ile anlamak mı daha kıymetlidir?

Cevap açıktır: İmanla fark edilen hakikat, iradeyi kıymetli kılar; görerek inanmak ise, tercihi ortadan kaldırır. Bu yüzden, perdeler rahmettir, zahmet değildir. Çünkü o perde, imtihanın asaletini korur.

📌 Özet:

Bu makale, dünya hayatının bir imtihan oluşunu ve bu imtihanın sırrının, hakikatlerin perde arkasında sunulmasında gizli olduğunu işler. Mucizelerin ve kıyamet alâmetlerinin nadir ve kapalı gelmesi, insanların iradelerini kullanarak imanı seçmeleri içindir. Açık ve mecburi hakikatler imtihanı anlamsızlaştırır. Deccal ve Süfyan gibi şahıslar da kendilerini bilmeyecek kadar gizli vazifelidirler. Güneşin batıdan doğması ise bu perdenin kalktığı, tercihin sona erdiği andır. İman, irade ile yapılan bir tercih olduğundan, perdeler hakikatin değil, imtihanın lüzumudur.

 




Takoz Zihniyet: Azgın Azınlığın Türkiye’ye Kurduğu Tuzak

Takoz Zihniyet: Azgın Azınlığın Türkiye’ye Kurduğu Tuzak

Tarih boyunca her milletin, kendi içinden türeyen ve düşmanlardan daha tehlikeli olan bir “azgın azınlık” ile mücadele ettiği görülmüştür. Bu azınlık, milletin diliyle konuşur ama kalbi başka yerlerde atar. Görünüşte bu topraklara ait gibidir, ama fikir ve fıtrat olarak milletin ruh köküne yabancıdır. Türkiye’nin bugünkü temel problemlerinden biri de tam olarak budur: Ülkenin yükselişinden rahatsız olan, gelişmesinden huzursuz olan, milletin öz değerleriyle çatışan kısır ve düşmanca bir zihniyetin hâlâ aktif olması.

Asıl Sorun: Dış Düşman Değil, İçteki Fitne

Dışarıdan gelen tehditler elbette vardır; ancak asıl yıkım içeriden gelir. Türkiye, maddi kalkınma yolunda barajlar, yollar, sanayi yatırımları, savunma sanayi projeleri yapar; bu kısır zihniyet hemen karalama, küçümseme ve engelleme kampanyası başlatır.

Manevî alanda Kur’an’a, ezana, İslam’a sahip çıkan bir irade güçlendiğinde; aynı zihniyet hemen laiklik ve özgürlük soslu maskelerle sahne alır. Ne zaman Türkiye bir mesafe kat etse, bu zümre adeta düğmeye basılmış gibi karşı çıkar. Çünkü bunların derdi Türkiye’nin yücelmesi değil, Türkiye’nin küçük ve dışa bağımlı kalmasıdır.

Suriyeliler Üzerinden Yürütülen Nifak Operasyonu

“Suriyeliler gitsin!” sloganıyla yola çıkanların bir kısmı; aslında sadece bir göç sorununu değil, toplumsal huzuru ve birliği hedef almaktadır. Oysa bu çığırtkanların pek çoğu kendileri de göçmen asıllıdır. Ama mesele göçmenlik değil, içlerinde taşıdıkları ideolojik kin ve asırlık kuyruk acısıdır.

Bu zümrenin ataları, Osmanlı’nın son döneminde Abdülhamid Han’a muhalefet eden, Meşrutiyet’i İngilizlerle kol kola getiren zihniyetin bugünkü yansımalarıdır. O gün “İstibdat” dedikleri şeye karşı çıkıyorlardı; bugün ise “özgürlük” maskesiyle aynı ihanet çizgisinde ilerlemektedirler.

Kim Kimdir, Nifak Perdesi Kalkmalı

Artık Türkiye’nin önündeki perde kalkmalıdır. Kim milletin yanında, kim milletin karşısında; bu açık seçik bilinmelidir. Her seferinde halktan tokat yiyen bu zihniyet, yine de halkı aşağılamaya, milleti küçümsemeye devam etmektedir. Belediyeleri bile yönetemeyen, sosyal projelerde çuvallayan bu kısır anlayış, devleti yönetmeye kalkışmakta ve devleti iflasa götürecek kadar basiret körlüğü yaşamaktadır.

Bunların ruh dünyası, yüz yıl önceki İngiliz Muhipler Cemiyeti üyeleriyle birebir aynıdır. Türkiye’yi Batı’ya teslim etmekten çekinmeyen, içten içe “Türkiye büyümesin” duası eden bir zümre vardır ve bu zümre, milletin kanını değil, ancak düşmanın planını taşır.

Mesele Erdoğan değil, Türkiye’dir

Bu zihniyetin düşmanlığı şahıslara değildir. Onlar Erdoğan olmasa başka bir isme aynı düşmanlığı göstereceklerdir. Çünkü dertleri şahıs değil, Türkiye’nin millî ve bağımsız istikametidir. Her kalkınma adımında “yandaş” derler, her manevî adıma “gericilik” yaftası yapıştırırlar. Halbuki asıl gericilik, hâlâ mandacı zihniyeti taşıyanların, bir asır sonra hâlâ emperyalizme hayranlık duyanların içinde yaşamaktadır.

Birlik, Feraset ve Deşifre Zamanı

Bugün Türkiye, bir yol ayrımında değil; varlık-yokluk mücadelesi içerisindedir. Bu mücadelede en büyük destek basiretli halk, en büyük engel ise azgın azınlıktır. Artık bu zihin yapısı net bir şekilde deşifre edilmeli; “kim kimdir?” sorusu cevapsız kalmamalıdır. Bu milletin içine sızmış, ama bu milletin ruhunu taşımayanlara karşı uyanık olmak farzdır.

Özet:

Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri; halktan kopuk, düşmanca ve kısır düşünen azgın bir azınlığın hâlâ etkin olmasıdır. Bu zümre, hem geçmişte Abdülhamid Han’a karşı durarak, hem de günümüzde millet iradesine düşmanlık ederek aynı ihanet çizgisini sürdürmektedir. Suriyeliler bahanesiyle nifak üretmekte, Türkiye’nin millî kalkınmasını durdurmak istemektedirler. Devleti iflasa götürecek kadar vizyonsuz olan bu zihniyetin kökleri tarihî olarak emperyal odaklara bağlıdır. Artık perde kalkmalı ve bu kişiler kimlikleriyle tanınmalıdır. Mesele bir şahıs değil, Türkiye’nin geleceğidir.

 




Takoz Zihniyet: Azgın Azınlığın Türkiye’ye Kurduğu Tuzak

Takoz Zihniyet: Azgın Azınlığın Türkiye’ye Kurduğu Tuzak

Tarih boyunca her milletin, kendi içinden türeyen ve düşmanlardan daha tehlikeli olan bir “azgın azınlık” ile mücadele ettiği görülmüştür. Bu azınlık, milletin diliyle konuşur ama kalbi başka yerlerde atar. Görünüşte bu topraklara ait gibidir, ama fikir ve fıtrat olarak milletin ruh köküne yabancıdır. Türkiye’nin bugünkü temel problemlerinden biri de tam olarak budur: Ülkenin yükselişinden rahatsız olan, gelişmesinden huzursuz olan, milletin öz değerleriyle çatışan kısır ve düşmanca bir zihniyetin hâlâ aktif olması.

Asıl Sorun: Dış Düşman Değil, İçteki Fitne

Dışarıdan gelen tehditler elbette vardır; ancak asıl yıkım içeriden gelir. Türkiye, maddi kalkınma yolunda barajlar, yollar, sanayi yatırımları, savunma sanayi projeleri yapar; bu kısır zihniyet hemen karalama, küçümseme ve engelleme kampanyası başlatır.

Manevî alanda Kur’an’a, ezana, İslam’a sahip çıkan bir irade güçlendiğinde; aynı zihniyet hemen laiklik ve özgürlük soslu maskelerle sahne alır. Ne zaman Türkiye bir mesafe kat etse, bu zümre adeta düğmeye basılmış gibi karşı çıkar. Çünkü bunların derdi Türkiye’nin yücelmesi değil, Türkiye’nin küçük ve dışa bağımlı kalmasıdır.

Suriyeliler Üzerinden Yürütülen Nifak Operasyonu

“Suriyeliler gitsin!” sloganıyla yola çıkanların bir kısmı; aslında sadece bir göç sorununu değil, toplumsal huzuru ve birliği hedef almaktadır. Oysa bu çığırtkanların pek çoğu kendileri de göçmen asıllıdır. Ama mesele göçmenlik değil, içlerinde taşıdıkları ideolojik kin ve asırlık kuyruk acısıdır.

Bu zümrenin ataları, Osmanlı’nın son döneminde Abdülhamid Han’a muhalefet eden, Meşrutiyet’i İngilizlerle kol kola getiren zihniyetin bugünkü yansımalarıdır. O gün “İstibdat” dedikleri şeye karşı çıkıyorlardı; bugün ise “özgürlük” maskesiyle aynı ihanet çizgisinde ilerlemektedirler.

Kim Kimdir, Nifak Perdesi Kalkmalı

Artık Türkiye’nin önündeki perde kalkmalıdır. Kim milletin yanında, kim milletin karşısında; bu açık seçik bilinmelidir. Her seferinde halktan tokat yiyen bu zihniyet, yine de halkı aşağılamaya, milleti küçümsemeye devam etmektedir. Belediyeleri bile yönetemeyen, sosyal projelerde çuvallayan bu kısır anlayış, devleti yönetmeye kalkışmakta ve devleti iflasa götürecek kadar basiret körlüğü yaşamaktadır.

Bunların ruh dünyası, yüz yıl önceki İngiliz Muhipler Cemiyeti üyeleriyle birebir aynıdır. Türkiye’yi Batı’ya teslim etmekten çekinmeyen, içten içe “Türkiye büyümesin” duası eden bir zümre vardır ve bu zümre, milletin kanını değil, ancak düşmanın planını taşır.

Mesele Erdoğan değil, Türkiye’dir

Bu zihniyetin düşmanlığı şahıslara değildir. Onlar Erdoğan olmasa başka bir isme aynı düşmanlığı göstereceklerdir. Çünkü dertleri şahıs değil, Türkiye’nin millî ve bağımsız istikametidir. Her kalkınma adımında “yandaş” derler, her manevî adıma “gericilik” yaftası yapıştırırlar. Halbuki asıl gericilik, hâlâ mandacı zihniyeti taşıyanların, bir asır sonra hâlâ emperyalizme hayranlık duyanların içinde yaşamaktadır.

Birlik, Feraset ve Deşifre Zamanı

Bugün Türkiye, bir yol ayrımında değil; varlık-yokluk mücadelesi içerisindedir. Bu mücadelede en büyük destek basiretli halk, en büyük engel ise azgın azınlıktır. Artık bu zihin yapısı net bir şekilde deşifre edilmeli; “kim kimdir?” sorusu cevapsız kalmamalıdır. Bu milletin içine sızmış, ama bu milletin ruhunu taşımayanlara karşı uyanık olmak farzdır.

Özet:

Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri; halktan kopuk, düşmanca ve kısır düşünen azgın bir azınlığın hâlâ etkin olmasıdır. Bu zümre, hem geçmişte Abdülhamid Han’a karşı durarak, hem de günümüzde millet iradesine düşmanlık ederek aynı ihanet çizgisini sürdürmektedir. Suriyeliler bahanesiyle nifak üretmekte, Türkiye’nin millî kalkınmasını durdurmak istemektedirler. Devleti iflasa götürecek kadar vizyonsuz olan bu zihniyetin kökleri tarihî olarak emperyal odaklara bağlıdır. Artık perde kalkmalı ve bu kişiler kimlikleriyle tanınmalıdır. Mesele bir şahıs değil, Türkiye’nin geleceğidir.

 




Zamanın Te’vili ve Akideyi Muhafaza

Zamanın Te’vili ve Akideyi Muhafaza


فَقَدْ جَٓاءَ اَشْرَاطُهَا

âyetinin bir nüktesi, bu zamanda akide-i avam-ı mü’minîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış. Âhir zamanda vukua gelecek hâdisata dair hadîslerin bir kısmı, müteşabihat-ı Kur’aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.

وَمَا يَعْلَمُ تَاْوٖيلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ

sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki ilimde râsih olanlar

اٰمَنَّا بِهٖ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا

deyip o gizli hakikatleri izhar ederler.”
Şualar

Kur’ân-ı Hakîm’in “فَقَدْ جَٓاءَ اَشْرَاطُهَا – Artık onun alâmetleri gelmiştir” (Muhammed, 18) ayeti, kıyametin yaklaştığına ve onun işaretlerinin zuhur ettiğine dair bir ihtar taşır. Bu ayetle bağlantılı olarak, Şuâlar’da geçen nükte, sadece bir tefsir değil; zamanın ruhunu kavrama, akaidi muhafaza ve fitnelere karşı manevi bir zırh mesabesindedir.

Âhirzamanın karmaşık hadiseleri, zahiren birer habermiş gibi görünse de, gerçekte onlar birer sembol, birer temsil ve ilahi sırlarla örtülü hakikatlerdir. Peygamber Efendimiz’in (sav) kıyamete dair verdiği haberlerin çoğu, tıpkı Kur’ân’daki müteşabih ayetler gibidir. Bunlar lafzen değil, manen tevil ve tefekkürle anlaşılır.

Kur’ân şöyle buyurur:

وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ

“Onun (müteşabih ayetlerin) tevilini ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir.” (Âl-i İmrân, 7)

Bu ayet, bizlere iki şeyi öğretir: Biri, her hakikatin anında anlaşılmayabileceği; diğeri, zamanla zuhur eden hadiselerle birlikte bazı gizli manaların tecelli edeceğidir. Râsihûne fi’l-ilm – yani ilimde derinleşmiş âlimler – olaylar gerçekleştikçe bu sırları yorumlar, perde arkasındaki muradı keşfeder ve insanlara hakikati gösterir.

İşte burada Bediüzzaman’ın mühim bir teşhisi devreye girer: “Âhir zamanda vukua gelecek hadisata dair hadislerin bir kısmı, müteşabihat-ı Kur’âniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.” Bu tesbit, zahirperestliğe karşı bir uyarıdır. Yani sadece yüzeysel okuyan, hakikatin derinliklerine inemeyen kimseler, bu hadisleri yanlış anlayabilir, hatta inkâra sapabilir.

Günümüz insanının karşı karşıya olduğu akidevi tehditlerin bir kısmı da buradan kaynaklanır. Mesela bazı kişiler, “Bu kadar alamet geldi, kıyamet neden kopmadı?” diyerek ya inkâra sapar ya da imanını zedeler. Oysa bu hadislerin bir kısmı semboliktir; zamanla tecelli eder ve her biri bir yönüyle hakikate işaret eder. Mühim olan, bu hadislerin esas amacını kavramaktır: İnsanı gafletten uyandırmak, kalbi tedip etmek ve ahirete yönlendirmektir.

Kıyametin “eşiğe kadar geldiği” ama vaktinin gizli tutulduğu hakikati, her an uyanık olmayı gerektirir. Her gelen işaret, müminin imanını tazeleyen bir hatırlatmadır. Ve her geçen an, “yaklaştı” ifadesinin doğrulandığı bir hakikat olur.

Yani zaman, bu tevilatın müfessiridir. Hadisler ve ayetler zamanla konuşur, gizli manalar vukuatla zuhur eder. Bu sırra mazhar olanlar da “آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا – Hepsi Rabbimiz katındandır, iman ettik.” (Âl-i İmrân, 7) diyerek teslimiyetle hakikate sarılırlar.

📌 Özet:

Bu makale, “فَقَدْ جَٓاءَ اَشْرَاطُهَا” ayetinin ve Şuâlar’daki tefekkürün ışığında, ahir zamanda gelen hadiselerin anlamını ve müteşabih hükmündeki hadislerin nasıl anlaşılması gerektiğini ele alır. Müteşabih hadislerin zahirine takılmak yerine, onların zamanla anlaşılacağını; hakikate ulaşmak için ise ilimde derinleşmiş âlimlerin rehberliğine ve teslimiyete ihtiyaç olduğunu anlatır. Zira hakikat çoğu zaman vuku bulduğunda tecelli eder, zaman onun en büyük müfessiridir.

 




Kürsüde Yükselen Sesler, Gönüllerde Neden Kalıcı Olmuyor?”

Kürsüde Yükselen Sesler, Gönüllerde Neden Kalıcı Olmuyor?”
Vaazların Tesir Kaybı Üzerine Derinlikli Bir Tahlil

Vaaz, İslâm geleneğinde sadece bir konuşma değil, bir kalpten diğer kalbe akan rahmetli bir nehir gibidir.
Peygamberler vaizdi, sahabeler nasihatle coştu, nice gönüller bir sözle dirildi.

Ama bugün çoğu zaman kürsülerde:

Yüksek ses var ama derinlik az,

Bilgi var ama tesir yok,

Cümle var ama iz bırakmıyor.

Soru şudur:
Neden vaazlar kalıcı bir iz, köklü bir dönüşüm ve devamlı bir bağ kuramıyor?
Nerede yanlış yapılıyor? Ne yapılmalı?

  1. KONUŞMAK VAR, TEBLİĞ YOK: “Lisan Konuşuyor, Kalp Susuyor”

Çoğu vaiz, bilgi yüklü bir metni aktarıyor.
Fakat cemaat:

Bilgi değil, his bekliyor.

Hitabet değil, muhabbet arıyor.

Kuru cümle değil, yaşanmışlık istiyor.

Vaaz metinle değil, yürekle yapılır.
Kur’ân’ın tebliğ metodunda “hikmet” vardır, “güzel öğüt” vardır, “lütufla yönlendirme” vardır.
Bugün bu üç sacayağı eksikse, vaaz havada kalır, kalbe inemez.

  1. YAŞAMAYANIN ANLATMASI: “Temsilde Eksiklik, Tesirde Kırılma”

Eskiler şöyle derdi:

> “Söz uçar, yaşanmışlık kalır.”

Bir vaizin en güçlü cümlesi, hayatında tecelli ediyorsa tesir eder.
Ama eğer:

Vaiz namazdan bahsediyor ama camide görülmüyorsa,

Tevazuu anlatıyor ama kibirle yürüyorsa,

Takvayı öğütlüyor ama dünyaya meyletmişse,
cemaat bu farkı sezer.

Ve o zaman söz “yukarıdan gelen emir” gibi olur; “gönülden dökülen çağrı” değil.

Temsil yoksa, tesir yoktur.

  1. ŞEKİLDE KALMAK: “Yöntemler Değişiyor, Yürekler Yerinde Sayıyor”

Bugün vaazlar genellikle:

Hazır kalıplarla sunuluyor,

Yüzeysel anlatımlarla geçiştiriliyor,

Gündemin gerisinde kalıyor.

Halbuki cemaat:

Çağın problemlerini bilerek konuşan,

Gençlerin dilinden anlayan,

Ayeti günün insanına tercüme eden bir vaiz bekliyor.

Kürsü, sadece geçmişin örneklerini anlatan bir zaman kapsülü değil; bugünün problemlerini kuşatan bir hayat kürsüsü olmalı.

  1. TEKRARLARIN YORGUNLUĞU: “Yine Aynı Şeyler”

Cemaatte sık duyulan bir cümle:

> “Hocam yine aynı vaaz, aynı konu.”

Bazı vaizler yıllardır aynı örneklerle, aynı kıssalarla, aynı üslupla konuşuyor.
Bu tekrar;

Dinleyicide yorgunluk,

Anlattıklarında sıradanlık,

Ve nihayetinde kayıtsızlık oluşturuyor.

Söz tazelenmezse, dinleyici tükenir.

  1. VAİZ, DİNLEYİCİYİ TANIYOR MU?

Bir doktor hastasını tanımazsa yanlış tedavi yapar.
Bir vaiz de cemaatin:

Hangi yaş grubunda,

Hangi kültür seviyesinde,

Hangi sorunlarla boğuştuğunu bilmezse,
ilaç veremez.

Cemaatin ruh halini bilmeden yapılan vaaz, hedefi şaşıran bir ok gibidir.
Hedefe varmayan söz, sadece gürültüdür.

ÇÖZÜM YOLLARI:

  1. Vaazlar bilgi aktarımı değil, gönül telkini olmalı:
    Hitabet değil, his ve hal taşımalı.
  2. Vaiz, anlattığını önce kendi hayatında yaşamalı:
    Söz temsille beslenirse tesirli olur.
  3. Gündeme dokunan, hayata değen içerikler hazırlanmalı:
    Çağdaş meseleler Kur’ân ve sünnet ışığında işlenmeli.
  4. Yeni yöntemler ve anlatım biçimleri kullanılmalı:
    Görsel anlatım, edebî unsurlar, hikâyeler ve canlandırmalarla zenginleştirilmiş vaazlar tercih edilmeli.
  5. Dinleyici profili analiz edilmeli:
    Kime konuştuğunu bilen bir vaiz, kime ilaç verdiğini bilen bir tabip gibidir.
  6. Daimî geri bildirim alınmalı:
    Cemaatin ihtiyaçları, beklentileri ve istifade düzeyleri zaman zaman ölçülmeli.

SONUÇ VE İBRET:

Bir vaaz, sadece sözden ibaret değil, bir gönül hareketidir.
Bir vaiz, sadece konuşan değil, bir ruh aktarıcısıdır.
Kalpten gelmeyen söz, kalpte yankılanmaz.

Bugün kürsülerden yükselen her söz, ya bir dirilişe, ya da bir sıradanlaşmaya sebep oluyor.

Tercih, sözü söyleyende:
Ya kendini tekrar eden bir gelenek,
Ya da kalpleri dirilten bir rehber…

ÖZET:

Vaazların etkisizliğinin sebebi; içeriklerin güncellenmemesi, temsilde zaaf, kalpten konuşulmaması, tekrarların yorgunluğu ve cemaatin ruh halinin dikkate alınmamasıdır.
Çözüm, samimi temsil, çağdaş dil, hedefe uygun anlatım ve gönülden gönüle akan bir üsluptur.
Vaiz, sadece konuşan değil; yaşayan, hissettiren, yaşatandır.

*******

Bu konuda Bediüzzaman;
“Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum:
Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.
İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin.”
Divan-ı Harb-i Örfi

 




EVRAD – EZKAR-7-

EVRAD – EZKAR-7-

İslâm tarihinde manevî terakki, kalbî arınma ve Hakk’a yakınlaşma yolunda birçok büyük zatın “evrad” olarak isimlendirdiği özel zikir, dua ve tesbih tertipleri vardır. Bu evradlar hem korunma hem de ruhen yükselme vesilesi olmuş, bazıları İsm-i Âzam gibi yüce isimlere mazhar olmuştur. İşte bu çerçevede, önemli, tavsiye edilen ve büyük zatların okuduğu evradlardan bazıları:

🌟 1. Evrâd-ı Kudsiye (İmam Rabbânî – Müceddid-i Elf-i Sânî)

Günde bir veya üç defa okunması tavsiye edilir.

Zikir, istiğfar, salavat ve duaların bir terkibidir.

Nefisle mücadelede çok tesirli olup, ruhu arındırır ve kalbi tasfiye eder.

İmam Rabbânî Hazretleri bu evradı nefsi emmâreyi öldürmek ve rızâ-i ilâhîyi kazanmak için tertiplemiştir.

🌟 2. Evrâd-ı Kudsiyye (Abdülkadir Geylânî – Gavs-ı Azam)

Salavat, istiğfar ve esmâ-i hüsnâdan oluşur.

Her sabah ve akşam okunması tavsiye edilir.

Kalp temizliği ve manevî himayeye vesiledir.

İçinde İsm-i Âzam olduğu düşünülür.

“Yâ Hayy, Yâ Kayyûm, bi rahmetike esteğîs” sıkça tekrar edilir.

🌟 3. Cevşenü’l-Kebîr (Hz. Peygamber’in (sav) duası)

İmam Zeynelâbidîn vasıtasıyla gelen sahih bir duadır.

1000 isim ve sıfat-ı İlâhiyeyi ihtiva eder.

Bediüzzaman Said Nursî’nin en çok okuduğu evraddandır.

Korunma, şifa, felaha erişme ve ismi âzama mazhariyet içindir.

🌟 4. Hizb-i Azam (İmam Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî)

7 gün boyunca farklı bölümleri okunur.

Duanın tamamı Kur’an ayetleri ve Esmaü’l-Hüsnâ’dan oluşur.

Büyük veliler arasında çok kıymetlidir.

Günlük düzenli olarak okunması büyük manevî fütuhatlara sebep olur.

🌟 5. Delâilü’l-Hayrât (İmam el-Cezûlî)

Tamamı salavatlardan oluşur.

Resulullah’a (sav) duyulan sevgiyle kalbi doldurur.

Her gün okunabilecek şekilde tertiplenmiştir.

Çokça salavat getirmek, kalbi nurla doldurur ve kalbin pasını siler.

🌟 6. Hizbü’l-Bahr (İmam Şâzelî)

Deniz gibi geniş bela ve fitnelerden korunmak için tertiplenmiştir.

Seyahat edenler, devlet görevlileri, savaşanlar ve tehlikeye maruz kalanlar için okunması çok tesirli görülür.

İçinde sırlı dualar ve Allah’a ilticayı ifade eden pek çok isim vardır.

🌟 7. Esmaü’l-Hüsnâ’dan İsm-i Âzam’a Mazhar Olanlar

Bediüzzaman’a göre İsm-i Âzam, herkesin istidadına göre farklı olabilir.

Bazı zatlara göre:

“Yâ Hayy Yâ Kayyûm” — İmam-ı Gazâlî

“Yâ Allah, Yâ Rahmân, Yâ Rahîm” — Abdülkadir Geylânî

“Yâ Vedûd, Yâ Latîf, Yâ Kâfî” — Ahmed Rifâî

İsm-i Âzam duası olarak kabul edilen:

> اللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ بِأَنَّ لَكَ الْحَمْدَ، لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ، الْمَنَّانُ، بَدِيعُ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ، يَا ذَا الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ، يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ

🕌 Önemli Tavsiyeler:

Evrad Ne zaman? Kaç defa? Tesiri

Cevşenü’l-Kebîr Gece veya sabah Günde 1 Koruma, şifa

Delâilü’l-Hayrât Her gün 1 veya 3 Muhabbet, salavat bereketi

Evrâd-ı Kudsiyye Sabah-akşam 1 Kalp safiyeti, nefis terbiyesi

Esmaü’l-Hüsnâ Sabah veya gece 66, 100, 313 Zikirle huzur, ihtiyaçların kabulü

Hizbü’l-Bahr Tehlike zamanında 1 Koruma ve fütuhat
Yâ Hayy Yâ Kayyûm Her gün 100 – 1000  Kalp diriliği, himaye

💡 Not:

Bu evradları çekmeden önce abdestli olmak, ihlâs, tezellül (alçak gönüllülük) ve tazarru ile dua etmek çok önemlidir. Zikir ve dua bir yük değil, bir lütuf olarak görülmelidir.

 




Sadece Namaz Kıldırmak mı, Yoksa Kalpleri Diriltmek mi?”

Sadece Namaz Kıldırmak mı, Yoksa Kalpleri Diriltmek mi?”
İmam ve Cemaat Arasında Eksik Kalan Manevî Bağ Üzerine Düşündürücü Bir Tahlil

İmam, sadece ön safta duran bir memur değil, bir mahallenin, bir beldenin kalp atışıdır.
Cemaat ise onun ardında saf tutan sadece insanlar değil, bir manevî yolculuk arayan gönüllerdir.

Fakat bugün camilerde, çoğu zaman bu derin bağın zayıf olduğu, imamla cemaat arasında gönül alışverişinin sınırlı kaldığı, caminin yalnızca namaz kılınan bir yer haline geldiği müşâhede ediliyor.

Soru açık:
İmam niçin sadece “namaz kıldıran” biri olarak kalıyor?
Cemaat niçin imamla birlikte manevî bir terakki yaşayamıyor?
Nerede yanlış yapılıyor? Nasıl düzeltilir?

  1. GÖREVİN MANASINI KAYBETMEK: “İmamlık mı, memurluk mu?”

İmam, kelime kökü itibariyle önder, rehber, kılavuz demektir.
Ama bugün çoğu imam, bu yüce manadan çok, sadece:

Vakit geldiğinde ezanı bekleyen,

Namaz kıldıran,

Diyanetten gelen hutbeyi okuyan,

Sonra köşesine çekilen bir “vazife memuru” haline gelmemelidir.

Oysa gerçek imam, bir mahallede gözyaşı döküldüğünde ilk bilen, bir genç sapmaya başladığında ilk ulaşan, bir gönül Allah’ı ararken ilk rehber olan kişidir.
Yanlış burada başlıyor: Görev ruhsuz, temsil zayıf, iletişim kopuk.

  1. HİTAP EKSİKLİĞİ: “Cemaatin Gönlüne Konuşmamak”

Birçok imam, hutbeyi kağıttan okuyor, vaazı taklit yapıyor, diliyle konuşuyor ama kalbiyle konuşamayabiliyor.

Cemaat ise:

Hayatın yükünü camiye taşıyor,

Gönül açlığıyla saf tutuyor,

Dertlerini dinleyecek bir yürek arıyor…

Ama karşısında çoğu zaman:

Tane tane hutbe okuyan ama yürek yakmayan,

Cennet ve cehennemden bahseden ama gözleri yaşarmayan,

Allah’tan bahseden ama heyecanı olmayan bir profil görüyor.

Bu anlatım değil, aktarımdır. Bu irşat değil, sadece bilgi sunmaktır.

  1. CEMAATLE GÖNÜL BAĞI KURMAMAK

Bir imamın cemaatle olan münasebeti sadece:

“Esselâmu aleyküm ve rahmetullah”la sınırlıysa,

Bayramdan bayrama mahalleye uğruyorsa,

Gençlerin adını bilmiyor, yaşlıların hâlini sormuyorsa,
o imam o cemaate değil, sadece görev yerine atanmış sayılır.

Halbuki imam, her çocuğun duasında yer etmeli, her yaşlının sırtını dayadığı kişi olmalı.

  1. CAMİNİN İÇİNDE KALMAK: “Hayata Açılmayan Mabetler”

Bugün camiler çoğu yerde:

Sadece namaz vakitlerinde açılıyor,

Sonra tekrar kilitleniyor,

Cami dersleri seyrek yapılıyor,

Gençlere hitap edecek etkinlik, sohbet, muhabbet ortamı oluşmuyor.

Cami sadece “namaz kılınan” bir yer olmamalı, Allah’ı arayan gönüllerin buluşma yeri olmalı.
Ama cemaat camide sadece bir görev yapılmasını izliyor, manevî bir heyecan duymuyor.

  1. GÖNÜLDEN VAZGEÇMEK: “Müezzinlik Yetiştiremeyen İmamlık”

Bir imam, arkasında:

Birkaç genci Kur’an okur hale getirememişse,

Gençleri müezzin yapacak heyecanı aşılayamamışsa,

Hiçbir gencin “ben de imam olayım” demesine vesile olamamışsa,
o zaman o imam sadece namaz kıldırmıştır, bir nesli diriltememiştir.

Gerçek imam, arkasında yürüyen izler bırakandır.

ÇÖZÜM YOLLARI:

  1. İmam, yeniden “manevî rehber” olduğunu hatırlamalı:
    Sadece görev yapmak değil, cemaatin kalbine hitap eden bir önderlik ruhuna bürünmeli.
  2. Camiyi bir eğitim ve gönül merkezi hâline getirmeli:
    Namaz sonrası kısa sohbetler, gençlerle hasbihal, yaşlılarla dua halkaları kurmalı.
  3. Mahalleye inip gönülleri fethetmeli:
    İmam mahallelinin “abisi, evladı, rehberi, dostu” olmalı. Her cenazede, düğünde, hastalıkta orada olmalı.
  4. Yeni nesli içine çekmeli:
    Cemaat içinden müezzinlik yapan çocuklar, imamlık hayali kuran gençler yetiştirilmeli. Onlara sorumluluk verilerek bağ kurulmalı.
  5. Kendi ruhunu da sürekli yenilemeli:
    Namazı sadece başkalarına değil, önce kendine diriltici bir ibadet olarak görmeli. Samimiyet, tesirin sırrıdır.

SONUÇ VE İBRET:

Bir camide kaç kişi namaz kılıyor değil; kaç kişi imanla, huşu ile, cemaatle Allah’a yöneliyor diye bakmak gerekir.

Namazı kıldırmak kolaydır. Asıl mesele, o namazla bir kalbi Allah’a bağlamaktır.
İmamlık, sadece “önde durmak” değil, arkadaki gönülleri Allah’a yürütmek demektir.

Bugünün dünyasında insanlar dinî bilgiye değil, dinî temsil ve ruha aç.
İmam, bu açlığı doyurabildiği ölçüde gerçek bir rehber olur.

ÖZET:

İmam ve cemaat arasındaki bağın zayıflamasının temel sebepleri; imamların sadece görev odaklı kalması, cemaatle gönül bağını ihmal etmeleri, caminin hayattan kopuk bir mekâna dönüşmesi ve manevi önderlik vizyonunun eksikliğidir. Bu kopukluk, gençlerin camiye ve maneviyata bağlanamamasına neden olur. Çözüm ise; gönül veren imamlar, açık ve faaliyetli camiler, temsil gücü yüksek konuşmalar ve samimi, aktif bir hizmet anlayışıdır. İmam, sadece namaz kıldırmaz; kalpleri de Allah’a kavuşturur.

 




Soykırımın Sessiz Tanıkları ve Vicdanını Yitirenler

Soykırımın Sessiz Tanıkları ve Vicdanını Yitirenler

İnsanlık tarihinin karanlık sayfalarına bir yenisi daha ekleniyor. İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü vahşet, sadece bir savaşın değil; aynı zamanda ahlâkın, vicdanın, merhametin ve insanlığın da toprağa gömüldüğünün açık göstergesidir. Bu artık bir çatışma değil; silahsız, aç ve yardıma muhtaç çocuklara yönelmiş, sistematik bir soykırım harekâtıdır.

Dünyanın gözleri önünde, çocukların un için sıraya girdiği yerde bombalar patlıyor. Kum yemeğe çalışan minik bedenler, toprağın altında kalıyor. Bu, bir milletin değil; bütün bir insanlığın iflasıdır.

İsrail’in Vahşeti ve Gazze’de Kuruyan Vicdan

İsrail, artık sadece askeri bir saldırgan değil; aynı zamanda insanlık dışı bir ambargo rejimiyle açlığı bir silah olarak kullanan, yardımları hedef alan, çocukları top mermileriyle “susturan” bir terör devletine dönüşmüştür.

Bölgede yaşanan son saldırı bunu bir kez daha göstermiştir: Un, pirinç, su gibi temel ihtiyaçlar için toplanan çocukların üzerine kurşun yağdırılmıştır. Bu bir “kaza” değildir; bu bir “strateji”dir. Açlığı yaymak, umudu kırmak ve çaresizliği sabitlemek isteyen bir zihniyetin ürünüdür. Bu, İsrail’in aklını yitirmesi değil; aklını şeytani bir şekilde kullanarak vicdanını yitirmiş olmasıdır.

Yardımı Engelle, Sonra Açları Vur

Yüzlerce yardım tırı sınır kapılarında bekletilirken, içeride açlıktan ölen çocuklar, yerden un toplamaya çalışırken vurulan kadınlar, uluslararası sistemin çürümüşlüğüne de ayna tutmaktadır. Bu suskunluk, aslında bir ortaklık suçudur.

İnsan hakları kuruluşlarının, batılı devletlerin ve medyanın bu zulme gözlerini kapaması; emperyal çıkarların, masum çocuklardan daha değerli olduğunu ortaya koymuştur. Bu artık basit bir “iki taraflı çatışma” sözleriyle geçiştirilemez.

İsrail’in İran’a Saldırısı: Bölgesel Kaosu Derinleştirme Planı

İsrail’in son dönemde İran’a doğrudan saldırması, yalnızca bir “dış tehdit” meselesi değildir. Bu, bölgesel denklemi bozma ve kaosu genişletme planının bir parçasıdır. Aynı zamanda Türkiye’de atılan olumlu adımları da hedef almaktadır.

Türkiye’de terörsüz bir gelecek inşa etme çabaları, PKK’nın silah bırakma ihtimalleri, bölgede yeni bir umut doğururken; bu süreci baltalamak isteyen iç ve dış odaklar hemen harekete geçmiştir. İsrail’in İran’ı vurması bu anlamda, sadece bir İran-İsrail gerilimi değil; Türkiye’nin iç barışına da bir sabotajdır.

Çünkü terörsüz bir Türkiye; emperyal projelerin önünde en büyük engeldir. Sol-sosyalist ideolojiye yaslanarak “Kürt devleti” hayali kuran iç odaklar ise bu kaostan beslenmekte, Erdoğan düşmanlığı üzerinden ülkeyi uçuruma sürüklemeye çalışmaktadır.

İçimizdeki İsrail Zihniyeti

İsrail sadece Gazze’de değil, içeride de bir zihin inşa ediyor. Vicdanını yitirmiş, değerlerini kaybetmiş, kaostan medet uman zihinler, bir milleti içten içe çürütür. İsrail’in kurşunu çocuklara isabet ederken; içimizdeki bazı kalemler, bazı ekranlar, bazı sözde aydınlar, o kurşunları meşrulaştırıyor, görmezden geliyor ya da perdelemeye çalışıyor. Bu, en az kurşun kadar tehlikeli bir ihanettir.

Ne Yapmalı?

Her şeyden önce hakikati dile getirmekten vazgeçmemeliyiz.

Türkiye’nin iç barışını ve dirliğini korumak, sadece bir siyaset meselesi değil, bir medeniyet görevidir.

İsrail’in bölgeyi kana bulamasına ve içerideki taşeronlarının oyunlarına karşı, basiretle, ferasetle ve imanla durmalıyız.

Özet:

İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği saldırılar artık savaş değil; açık bir soykırımdır. Açlığa mahkûm edilen çocuklar, yardım için kuyrukta beklerken kurşunların hedefi olmuştur. Bu vahşet, hem insanlığın vicdanını hem de uluslararası hukukun iflasını göstermektedir. İsrail’in İran’a saldırısı ise sadece bölgesel değil, Türkiye’nin iç barışını da hedef alan bir kaos planıdır. İçimizdeki kaostan medet uman zihniyetler de bu saldırganlığın zımni ortaklarıdır. Hakikate sahip çıkmak, bugün her şeyden daha büyük bir sorumluluktur.