Kutsayan mı, Kanla Yıkanan mı? Evanjelizm, İsrail ve Amerika’nın Karanlık İnancı


Kutsayan mı, Kanla Yıkanan mı? Evanjelizm, İsrail ve Amerika’nın Karanlık İnancı

Dünya uzun zamandır bir tiyatronun sahnesi gibi… Ancak bu sahnede dökülen kan gerçek, yıkılan yuvalar sahici, ağlayan çocuklar temsil değil. Ve perde arkasındaki güçler, savaşın tetikçileri, silahın tüccarları ve gözyaşının sponsoru olarak rollerini büyük bir iştahla oynamaktalar. Onların başında ise bir devlet var: Amerika Birleşik Devletleri. Ve onun değişmez tetikçisi: İsrail.

ABD, görünürde özgürlük ve demokrasi ihracatçısı; fakat hakikatte savaş, ölüm ve istikrarsızlık ithalatçısıdır. Bugün nerede bir çatışma, nerede bir darbe, nerede bir işgal varsa, perde arkasında onun soğuk gölgesi durmaktadır. Çünkü onun ekonomisi barışla değil, savaşla büyümektedir. Silah pazarı daraldıkça savaş pazarını genişletmek zorundadır.

Savaşın İlâhîleştirilmesi: Evanjelik Zihniyet

ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Mike Johnson’un ifadeleri, bu karanlık yapının yalnızca politik değil, teolojik bir damar tarafından da beslendiğini açıkça göstermektedir:

> “Tanrı, İsrail’i kutsayan milletleri kutsayacaktır.”

Bu söz, yalnızca politik bir bağlılık değil, dini bir takıntı, hatta kutsal görülen bir savaşın işaretidir. Zira Evanjelikler, yalnızca İsrail’in bir müttefik değil, kıyametin sahnesi, İsa’nın dönüş kapısı olduğuna inanırlar. Onlara göre İsrail güçlenmeli, düşmanlarını ezmeli, Kudüs Yahudilerin eline geçmeli ve ardından Mesih gelmelidir.

Bu inanç, artık sadece bir mezhep görüşü değil, dünyayı yönlendiren bir dış politika doktrinidir. İsrail’in işlediği cinayetler, yıktığı şehirler, öldürdüğü masumlar bu “kutsal hedef” uğruna meşrulaştırılmaktadır. Çünkü onlara göre bu bir “İlahi Plan”dır. Ve kim bu plana destek verirse, Tanrı tarafından kutsanacaktır!

Ancak gerçek, çok farklıdır…

Tanrı Adına Talan: İnanç Sömürüsü ve İlahi Gazap

İsrail’in “kutsanmış” adı altında işlediği zulümler, tarihin en kirli sayfalarında yazılıdır. Ve Amerika’nın ona verdiği koşulsuz destek, o sayfaların mürekkebidir. Fakat bu destek, onları korumayacak; belki de yıkımın kendisi olacaktır.

Çünkü hakikat şu ki: Allah adalet sahibidir. Zulme rıza göstereni de zalim sayar. Mazlumun duası, gece karanlığında yıldırım gibi iner ve ilahî adalet mutlaka tecelli eder.

Amerika, gücüne güvenerek, “kutsanmış” olduğu zannıyla dünyayı kana bularken, farkında olmadan kendi sonunu hazırlamaktadır. Bir milletin kaderi, başkalarının kanı üzerine inşa edilirse, onun üzerine bela yağar. Nice azametli imparatorluklar, mazlumların ahı ile tarihin çöplüğüne gömülmüştür. Amerika da aynı yolda ilerlemektedir.

Düşünülmesi Gereken:

Gerçekten Tanrı, çocuk katillerini mi kutsar?

Bir devletin gücü, başkalarının yıkımı üzerine bina edilebilir mi?

Ve kutsallık, kanla mı yoksa adaletle mi ölçülür?

Bu sorular, sadece Amerika’ya değil, tüm insanlığa sorulmalıdır.

Özet:

ABD, İsrail’e koşulsuz destek verirken yalnızca siyaset değil, aynı zamanda Evanjelik inançlarla da hareket etmektedir. Evanjelikler, İsrail’in Tevrat’taki kehanetlerin gerçekleşme noktası olduğunu, Mesih’in dönüşünün buradan başlayacağını savunur. Bu sapkın inanç, masumların ölümünü meşrulaştırmakta, savaşları kutsal göstermektedir. Ancak tarih göstermiştir ki zulüm üzerine kurulu hiçbir medeniyet ayakta kalmaz. ABD, bugün İsrail’e verdiği bu destekle aslında kendi sonunu hazırlamaktadır. Tanrı adalet sahibidir, zulme rıza gösterenleri de zulmedenlerle beraber yargılar.

 




Zulme Ortak Olmamak: Büyük Fitne Karşısında Basiretli Tavır

Zulme Ortak Olmamak: Büyük Fitne Karşısında Basiretli Tavır

Zaman, sessizliğin suç, susmanın sorumluluk olduğu bir zamandır. Zaman, mazlumun çığlığının gökyüzünü sardığı, zalimin kibirli kahkahalarının arşı titrettiği bir zamandır. Zaman, hak ile batılın, zulüm ile adaletin, zillet ile izzetin keskin biçimde ayrıştığı, tereddüt edenin geride kaldığı, tarafını belirleyenin yüceliğe eriştiği bir zamandır.

Bugün İsrail, bir kez daha insanlığın gözünün içine baka baka zulmetmekte, öldürmekte, yıkmakta, soykırım yapmaktadır. Tüm bu zulümler, küresel sistemin göz yumması, medya manipülasyonu ve siyasi hesaplarla gizlenmeye, üzeri örtülmeye çalışılmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki:

> Hiçbir şey, İsrail’in zulmünü perdeleyemez. Hiçbir siyasi oyun, onun işlediği insanlık suçlarını aklayamaz. Ve hiçbir çatışma, Gazze’de ağlayan bir çocuğun gözyaşından daha meşru değildir.

🧭 İran Meselesi: Tahlil Ayrı, Tavır Ayrı

Evet, İran tarihî ve mezhebî yönüyle eleştiriye açıktır. Şiî yayılmacılığı, bazı politikaları, iç tutarsızlıkları İslam ümmeti içinde her zaman tartışılmıştır. Ancak şu anda bu tür eleştiriler, zamanlama açısından hikmetsizlik, fayda açısından ise zararlılık taşır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu veciz ifadesi bu konuda ölçüdür:

> “Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”

Yani, bir Müslümanın hatasını düzeltmek başka şeydir; bir kâfirin safında durarak Müslümanı vurmak başka şey. Hakkı konuşmak ayrı, batılın yanında konuşmak ayrıdır.

Bugün Müslümanlar arası ihtilafları körükleyen, mezhep ayrılıklarını kaşıyan her söz, İsrail’in lehine, mazlumların aleyhinedir.

🔥 İsrail: İlahi Gazaba Uğramış Bir Kavim

Kur’ân-ı Kerîm, İsrailoğullarını tarih boyunca ilahi nimetlere mazhar olmuş, fakat bu nimetleri isyanla karşılamış bir millet olarak tanımlar. Onlara verilen peygamberleri öldürmüş, Allah’ın ahdini bozmuş ve dünyevî menfaatler uğruna hakkı satmışlardır.

> “Onlara zillet ve meskenet damgası vurulmuştur. Allah’ın gazabına uğramışlardır…” (Bakara, 61)

Bugün İsrail, aynı tavrın devamıdır. O gün altına taptıkları buzağı heykeline, bugün silaha, topa, teknolojiye tapmaktadırlar. O gün peygamberi susturmak için taş atanlar, bugün hakikati söyleyen masumları bombalamaktadır. Allah’ın gazabı, tarih boyunca onları yalnız bırakmamış, bırakmayacaktır.

🤝 İçte Birlik, Dışta Direniş

Bediüzzaman’ın şu tesbiti, bugünün müminlerine yazılmış gibidir:

> “Harici ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dahili küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer.”

Bugün Müslümanlar olarak en acil ihtiyacımız, iç çekişmeleri erteleyerek, harici düşmana karşı yekvücut olmaktır. Çünkü ümmet, bir vücuttur. Bir parçası kanarken, diğer parçası suskun kalamaz. Bir yanı ateşe verilmişken, öteki yanı soğukkanlı olamaz.

Dostluklarımızı imanımıza, düşmanlıklarımızı küfre göre belirlemeliyiz. Bugün Gazze yanarken İran üzerinden perde oyunu oynayanlar, hakikatte İsrail’i temize çekmeye çalışmaktadır. Bu ise hem ahlaken hem siyaseten hem de dini olarak büyük bir vebaldir.

Sonuç ve Özet:

İsrail’in zulmü, hiçbir gelişmeyle perdeleyemez. İran eleştirilebilir, ancak zaman, İslam birliğini parçalayacak değil, koruyacak sözler söyleme zamanıdır. Kur’ân, İsrail’i gazaba uğramış bir kavim olarak tarif eder. Bediüzzaman ise harici düşman varken iç kavgayı bırakmanın zaruretini dile getirir. Bugün, tarafımızı netleştirme zamanıdır. Zalimle aynı safta değil, mazlumun yanında olma zamanıdır.

 




Yanan Dünya, Uyanan Vicdanlar: İsrail-İran Savaşı, ABD Müdahalesi ve Hakikatin Sessiz Çığlığı

Yanan Dünya, Uyanan Vicdanlar: İsrail-İran Savaşı, ABD Müdahalesi ve Hakikatin Sessiz Çığlığı

Dünya bir kez daha ateş çemberine alındı. İsrail ile İran arasında başlayan sıcak çatışma, onuncu gününde ABD’nin doğrudan müdahalesiyle yeni bir evreye taşındı. Bombalanan şehirler, hedef alınan nükleer tesisler, havada dolaşan füzeler… Ve bir köşede ağlayan bir çocuk, yıkılmış bir evin enkazında annesini arıyor…

Bu savaş, sadece coğrafi bir çekişme değil; zihniyetlerin, medeniyetlerin ve ideolojilerin savaşıdır. Ama en çok da hak ile batılın mücadelesidir.

Batı’nın Kıyım Üssü: İki Yüzlü Medeniyetin Gerçek Yüzü

ABD’nin ve İsrail’in bu coğrafyada ne işi var? Hangi değer için buradalar? Demokrasi mi getirdiler Irak’a? Özgürlük mü getirdiler Suriye’ye? Adalet mi götürdüler Afganistan’a?

Hayır. Getirdikleri sadece ölüm, gözyaşı ve yıkım.

Bir medeniyet düşünün ki bombalarıyla öldürmekle yetinmez; ambargolarla açlığa mahkûm eder. Batı, yüz yıldır silahla, ideolojiyle, medya gücüyle, ekonomiyle İslam coğrafyasını sömürmekte. Bir gün beyaz kovboy gelir, ertesi gün sarı kovboy… Değişen tek şey rujun rengi, yılanın zehri aynıdır.

Bugün Gazzeli çocuklar, bombalarla değil, gıda yetersizliğiyle ölüyor. Mayıs ayında 5.100 çocuk hastaneye kaldırıldı. Onlar sadece bedenlerini değil, insanlığın vicdanını da bombalıyorlar.

Hedef: Yine Aynı Senaryo, Yüz Yıl Önceki Gibi

1916 Sykes-Picot Antlaşması’yla çizilen suni sınırlar, kukla yönetimler, halktan kopuk rejimler… Bugün yine aynı senaryo sahneleniyor: Bir yeri bombala, sonra halkı isyana teşvik et, ardından “rejimi değiştirdik” de.

Bu, emperyalizmin alfabesidir. Harfleri kanla yazılmış, kelimeleri gözyaşıyla noktalanmış bir kitap…

İran’ı bombalayan el, aslında ümmetin hafızasını, şuurunu ve istikbalini bombalıyor.

Bu Çöküş, Kendi Sonlarını Hazırlıyor

Zalim zulmüyle kaim değildir. Firavun’un sarayı, Nemrut’un ateşi ve Ebu Cehil’in ordusu nasıl ki helak olduysa, bugünün zalimleri de çöküşe doğru hızla ilerliyorlar. Bazen kendi elleriyle, bazen birbirlerine ettikleri ihanetten dolayı. Allah, zalimlerin oyunlarını yine kendi tuzaklarıyla bozacaktır.

Nitekim Kur’an buyurur:

> “Onlar tuzak kurdular. Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 3/54)

Çare: İttihad-ı İslam ve Şuur Devrimi

Bu yangını söndürecek olan sadece silah değil, şuur, vahdet ve imandır. İslam dünyası, artık sloganlarla değil; stratejiyle, ihlasla, ve ilimle uyanmalıdır.

Bediüzzaman özetle ne demişti?

> Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî dehalar değil, cemaatin ihlaslı ruhu galebe çalacaktır.

İslam dünyası ya birleşecek ya da sırayla yok edilecektir. Çünkü batı; daima dağınık İslam coğrafyasını kendi masa başı planlarına yem etmek istemiştir.

Özet:

İsrail-İran savaşı, ABD’nin dahil oluşuyla büyük bir global krize dönüşmektedir. Bu durum, emperyalist güçlerin geçmişte olduğu gibi bugün de İslam coğrafyasında rejim değişiklikleri, sınır çizimleri ve kukla yönetimler oluşturma niyetini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak bu savaş, sadece askerî değil; bir medeniyet ve hakikat savaşıdır. Müslümanların tek çaresi, İslam birliği ve şuur devrimidir. Zalimler bu zulümleriyle kendi yıkımlarını hızlandırmaktadırlar. Ve Allah, zulmü ebedî kılmaz. Her devrin Firavunu, bir Musa ile tanışacaktır…

 




Aklını Kaybeden İnsanlık ve Kurtuluş Reçetesi: Kur’ân’a Dönüş

Aklını Kaybeden İnsanlık ve Kurtuluş Reçetesi: Kur’ân’a Dönüş

Dünya, yine bir uçurumun kenarında. İsrail-İran savaşıyla başlayan kaos, Amerika’nın aktif müdahalesiyle büyüdü. Şimdi de gözler Çin’e çevrildi. “Acaba Çin de mi savaşa dahil olacak?” sorusu kulaktan kulağa yayılıyor. Hemen herkesin içinde garip bir korku, belirsizlik ve kaygı var. Savaş; yalnızca toprakları değil, zihinleri de işgal ediyor.

Bu kargaşa, bir tesadüf mü, yoksa planlı bir sevk ve idare mi?

Ne yazık ki sadece devletler değil, insanlık da kendi kıyametine doğru sürükleniyor. İnsanoğlu, kendi elleriyle ateş tutuşturuyor, sonra da o ateşin hararetiyle kıvranıyor.

Zihinsel Kıyamet: Aklını Yitiren Medeniyet

Güya bilim ve teknolojide zirveye ulaşan insanlık, ahlâkta, merhamette ve adalette yerin dibine doğru gidiyor. Savaşların merkezinde artık yalnızca toprak değil; enerji, çıkar, ideoloji ve kibir var. Tanrı’yı! inkâr edenler, şimdi Tanrı’nın! gazabını çağırıyor. Sadece maddi değil, manevî kıyamet de kapıda.

İşte bu hengâmede Bediüzzaman Said Nursî’nin yıllar önce yaptığı tesbiti yeniden kulaklarımızda yankılanıyor:

> “Elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddi ve manevi bir kıyamet başlarında kopmazsa… Ru-yi zeminin hükûmetleri Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân’ı arayacaklar ve bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar.”

Bu cümle, hem uyarı hem müjde mahiyetindedir. İnsanlık ya kendi elleriyle kıyameti getirecek ya da Kur’ân’a sarılarak selamete çıkacak.

Batının Vicdanı, Doğunun Hakkı Arayışı

Bugün İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerde Kur’ân’a ilgi artıyor. Amerika’daki bazı dinî cemiyetler, İslâm’ı gerçek yüzüyle anlamaya çalışıyor. Çünkü Kur’ân bir hakikat güneşidir. Ne kadar perdelenmeye çalışılsa da, doğrudan gözleri kamaştırır. O, sadece Müslümanların değil; insanlığın da reçetesidir.

Tarih boyunca Kur’ân’ı anlayan milletler dirildi, unutanlar ise dağıldı. Batı, kendi ürettiği buhranlar içinde boğulurken, doğunun yükselen sesi hâlâ Kur’ân’dır.

Türkiye’nin Konumu ve Sorumluluğu

Bu hengâmelerde Türkiye’ye düşen görev, sadece coğrafi değil; tarihî ve manevîdir. Medeniyetlerin kavşak noktası olan bu topraklar, yeniden bir tebliğ merkezi, bir nur menbaı olabilir. Ama bunun için iç çatışmalardan, dünyevî hesaplardan sıyrılmak gerekir. Türkiye, İslam dünyasının aklı, kalbi ve sesi olabilir; yeter ki kendi özüne, Kur’ân’a dönsün.

Özet:

Dünya, büyük bir maddî ve manevî sarsıntının eşiğindedir. İsrail-İran savaşı, ABD’nin müdahalesi ve Çin ihtimali, küresel bir savaşı çağırmaktadır. Fakat en büyük tehdit, insanlığın aklını ve vicdanını yitirmesidir. Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, kurtuluş ancak Kur’ân’a sarılmakla mümkündür. Kur’ân, yalnız Müslümanların değil, bütün insanlığın reçetesidir. Türkiye’nin ise bu hakikati temsil ve tebliğ gibi büyük bir sorumluluğu vardır. Ya Kur’ân’a dönülecek ya da kıyamet kaçınılmaz olacaktır.

 




Şantajın Gölgesinde Kurulan Dünya: Epstein Dosyası, Sapkınlık Ağı ve Kıyamet Senaryoları

Şantajın Gölgesinde Kurulan Dünya: Epstein Dosyası, Sapkınlık Ağı ve Kıyamet Senaryoları

Dünyamız derin bir sarsıntının eşiğinde. Bu sarsıntının merkez üssü ne sadece askeri cepheler, ne ekonomik krizler, ne de doğal afetlerdir. Asıl tehlike, görünmeyen yer altı dehlizlerinde dönen insanlık dışı oyunlardır. Jeffrey Epstein dosyası, bu karanlık yapıların en çok ifşa edilen ama en az çözülenlerinden biridir. Ve bu dosya, sadece bir sapığın değil, bir sistemin deşifresidir.

Epstein ve Küresel Şantaj Ağı

Jeffrey Epstein sadece bir milyarder değildi. O, aynı zamanda Mossad’a çalıştığı iddia edilen, gizli servislerle içli dışlı, sapkın ilişkiler kurarak güç merkezlerini birbirine bağlayan bir “kara kutu” idi. Kurduğu adada ve lüks malikânelerinde kurban edilen genç kızların, çoğu zaman çocukların, gizli kameralarla kayıt altına alındığı; bu kayıtların ise politikacıları, iş adamlarını, medya patronlarını ve hatta kraliyet mensuplarını kıskaca almak için kullanıldığı artık sır değil.

ABD’den Avrupa’ya, Arap dünyasından Asya’ya kadar birçok etkili ve yetkili ismin, bu “şantaj imparatorluğunun” içinde bir şekilde yer aldığı iddiaları, sessizlikleri ve çarkları izah ediyor. Dünya sahnesinde şaşırtıcı derecede aynı dili konuşan liderlerin ortak tavırları, bazen düşman gibi görünenlerin aynı düzlemde buluşması; acaba bu şantaj kasetlerinin bir sonucu mu?

Trump ve Tehdit Sarmalı

Donald Trump’ın da bu dosyada isminin geçmesi, Elon Musk gibi dünya kamuoyunun dikkatini çeken bir figür tarafından “bir bildiğimiz var” tarzı ifadelerle dillendirilmesi, işin ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Trump’a ait olduğu iddia edilen görüntülerin, siyasi baskı kurmak, hatta savaş kararı aldırtmak için kullanılabileceği ihtimali göz ardı edilemez.

Tarihte kralların, halifelerin, imparatorların savaş kararlarının ardında hep ya bir fitne, ya bir rüşvet, ya da bir zaaf olmuştur. Bugün dünya üçüncü büyük savaşa doğru sürükleniyorsa; acaba bu da, karanlık kasetlerin, karanlık arzuların ve karanlık tehditlerin bir neticesi midir?

Avretin Açılması: İlk Günah, Son Fitne

Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten çıkarılmasına sebep olan ilk büyük günah; “avret yerlerinin açılması”yla başlar. Şeytanın vaadiyle, yasak ağaca yöneldiklerinde ilk fark ettikleri şey, çıplaklıklarıdır. Utanmışlar, yapraklarla örtünmeye çalışmışlardır. Bu çıplaklık bir semboldür: İffetin, edebin ve mahremiyetin kaybı…

Bugün dünya tekrar o ağacın etrafında toplanmış gibi. Modalarla, medya dayatmalarıyla, kültürel yozlaşmayla, cinsiyetsizleştirme projeleriyle… Ve en nihayetinde çocukların iffetinin çalındığı, en savunmasızın en şiddetli istismara uğradığı bir çağın ortasındayız.

Bu, sadece bir ahlak krizi değil; bu, bir kıyamet alarmıdır.

Çünkü fıtratla bu kadar savaşan bir insanlık, varlığını sürdüremez.

Sonuç: Sessizlik Suç Ortaklığıdır

Dünyanın en güçlülerinin, Epstein gibi bir adamın gölgesinde korkuyla susmaları, aslında ne kadar zayıf olduklarını gösteriyor. Bir video kasetiyle tehdit edilebilen bir başkanın, bir ülkenin kaderini değiştirebileceği bir çağdayız. Bu sessizlik, sadece bir günahın değil; bir cinayetin, bir savaşın, bir felaketin zeminidir.

Ey insanlık! Susarsan çocuklar çığlık atar. Görmezden gelirsen savaş çıkar. Ve eğer zulme göz yumarsan, karanlık senin evine de uğrayacaktır.

Artık bir tercih vakti: Ya iffetin, ahlâkın, adaletin tarafında olacağız… Ya da şeytanî sistemlerin piyonu, kuklası, kaset izleyicisi…

Özet:

Jeffrey Epstein meselesi, sadece bireysel bir sapkınlığın değil, küresel şantaj mekanizmasının göstergesidir. Birçok devlet başkanı ve önemli kişinin bu ağın içinde yer aldığı, çeşitli video ve kasetlerle tehdit edildiği iddiaları, dünya siyasetinin suskunluğunu açıklayabilir. Hz. Âdem kıssasında avretin açılmasıyla başlayan sürecin, bugün insanlığı iffet ve fıtrat kaybına sürüklemesi, büyük bir ibret vesikasıdır. Bu durum sadece bir ahlak sorunu değil, bir kıyamet senaryosunun başlangıcı olabilir. Bu yazı, suskunluğun suç ortaklığı olduğunu ve her bireyin safını belirlemesi gerektiğini hatırlatır.

 




Beyitler ve Açıklamaları

Beyitler ve Açıklamaları

“Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde

   Said’den yetmiş dokuz emvat bâ-âsam âlâma.

   Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş

   Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.

   Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla

   Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.

   Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya

   Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm’a.

   Zira yemin-i yümn-ü imandır

   Verir emni eman ile enama… ”
Şualar

Beyitler ve Açıklamaları:

  1. “Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde
    Said’den yetmiş dokuz emvât bâ-âsâm âlâma.”

Yani: Öyle bir mezarım var ki (adeta) yıkılmış bir haldedir. İçine ise Said’den yetmiş dokuz ceset/ölü yığılmıştır ki, her biri geçmişe ait hâtıralarım, benliklerim, ruh hallerimdir.

İzah: Bediüzzaman burada, kendi ömrünün geçmiş safhalarını birer “emvât” (ölü) olarak tasvir eder. Her yıl, onun bir nevi iç dünyasında, ruhî değişimlerinde bir ölü bırakmıştır. 79 sayısı doğrudan onun hayatında geçtiği devrelerin toplamıdır.

Tarihî hesap: Bu beyitteki “yetmiş dokuz emvat” ifadesi, doğrudan Bediüzzaman’ın yaşına ya da hayatındaki ruhî değişimlere işaret eder. Bu şiirin yazıldığı tarih 1958’dir (h.1377 civarı). Said Nursî 1876 doğumludur. Aradaki fark 82 yıldır. Ancak 79 sayısı burada ya yaşını yuvarlayarak ifade etmektedir ya da “ruhen” yaşadığı derin dönüşümleri simgeler. Bu aynı zamanda onun çektiği çilelerin, geçirdiği sürgün ve mahkeme süreçlerinin, eski Said’den yeni Said’e geçişinin simgesel sayısıdır.

  1. “Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş
    Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.”

Yani: Sekseninci (yıl ya da safha), artık bir mezar taşı olmuş; o da bu mezarla birlikte İslâm’ın yaşadığı hüsrana ağlamaktadır.

İzah: Bediüzzaman burada sekseninci yaşını bir “mezar taşı” olarak görür. Bu taş sadece şahsî geçmişine değil, İslâm dünyasının içinde bulunduğu derin üzüntüye, çöküntüye ve mağlubiyete de ağlamaktadır.

  1. “Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla
    Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.”

Yani: Mezar taşımla ve içi ölülerle dolu olan o mezarla birlikte, ahiret sabahına doğru yola çıkıyorum.

İzah: Artık ölüm kapıya dayanmıştır. O ölüler –yani geçmişteki hayat safhaları– ile beraber, mezarıyla birlikte hesap gününe doğru ilerlediğini ifade eder.

  1. “Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya
    Bâhem olur teslim yed-i beyza-yı İslâm’a.”

Yani: Kesin bir inancım var ki, gelecekte gökler ve Asya’nın yeryüzü, hep birlikte İslâm’ın parlayan eli olan yed-i beyzaya teslim olacaktır.

İzah: Bediüzzaman burada istikbalin (geleceğin) İslâm’a ait olacağına dair imanî bir müjde verir. “Yed-i beyza” tabiri, Hz. Musa’nın mucizesine telmih olup, nurlu, parlak İslâm hakikatlerine işaret eder. “Semavat” (manevî âlem) ve “zemin-i Asya” (fizikî coğrafya) birlikte İslâm’a boyun eğecektir.

  1. “Zira yemin-i yümn-ü imandır
    Verir emni eman ile enama…”

Yani: Çünkü geleceğe dair bu emin ümit, imandan gelen bir kesinliktir. İman nimeti, güven ve huzurla birlikte nimetleri bağışlar.

İzah: Bu parlak geleceğe dair ümidi, bir temenni değil, imanın verdiği yakîn bir bilgidir. Bu iman, sadece bir beklenti değil; bir huzur, bir güven, bir Allah’a tevekküldür.

Makale: Asrın Mezarı ve İmanın Şafağı

Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değil; aynı zamanda ruhların inleyişi, fikirlerin çatışması ve inançların yoklukla mücadelesidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki şiiri, bu derin mücadelenin hem şahsî hem de ümmet çapındaki bir özeti gibidir.

Yıkılmış bir mezarın içinde bir ömür… Her yıl, her tecrübe, her hicran ve her sürgün, onun içinde bir başka Said’in ölmesine neden olmuştur. Ama bu ölüm, çürüme değil; dönüşümdür. Eski Said, Yeni Said’e yer açmak için her yıl biraz daha silinmiş, zamanın içinden eleyerek hakikatin özüne ulaşmıştır.

Bu şiir, sadece bir yaşlı adamın ölümü bekleyişi değildir. Aynı zamanda, İslâm’ın yaşadığı zayıflık dönemlerine şahitlik eden bir mü’minin iç yakarışıdır. Mezarı bile, artık bir sembol olur. O mezar, ümmetin geçmişine ağıt yakar. Ve mezar taşı bile, bu hüsran karşısında sessizce gözyaşı döker.

Ama bu matem, umutsuzluk değildir. Çünkü aynı şiir, “Yakînim var ki…” diyerek geleceğe bir pencere aralar. O pencere, imanla parlayan bir sabaha açılır. Gökler ve yer, Asya’nın uyanışıyla birlikte İslâm’ın nurlu eline teslim olacak; çünkü bu bir kehanet değil, bir imanın müjdesidir.

Bediüzzaman’ın bakışında kader sadece geçmişin gölgesi değil; geleceğin ışığıdır. Ve o ışık, imanla aydınlanan yollarda ümmetin yeniden dirilişine işaret eder.

📌 Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın şiirinde geçen “yetmiş dokuz emvât” ifadesinin, onun geçmiş yıllarındaki şahsî dönüşümleri ve ruhî safhaları simgelediğini açıklamakta; “sekseninci mezar taşı”nın ise hem kendisinin hem ümmetin çöküşüne şahitlik ettiğini ifade etmektedir. Ancak şiirin sonunda, imanla gelen bir yakînle, Asya’nın ve göklerin İslâm’a teslim olacağı müjdelenir. Bu umut, kaderin adalet terazisine değil; imanın şafak vaadine dayanmaktadır.

 




Beyitler ve Açıklamaları

Beyitler ve Açıklamaları

“Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde

   Said’den yetmiş dokuz emvat bâ-âsam âlâma.

   Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş

   Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.

   Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla

   Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.

   Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya

   Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm’a.

   Zira yemin-i yümn-ü imandır

   Verir emni eman ile enama… ”
Şualar

Beyitler ve Açıklamaları:

  1. “Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde
    Said’den yetmiş dokuz emvât bâ-âsâm âlâma.”

Yani: Öyle bir mezarım var ki (adeta) yıkılmış bir haldedir. İçine ise Said’den yetmiş dokuz ceset/ölü yığılmıştır ki, her biri geçmişe ait hâtıralarım, benliklerim, ruh hallerimdir.

İzah: Bediüzzaman burada, kendi ömrünün geçmiş safhalarını birer “emvât” (ölü) olarak tasvir eder. Her yıl, onun bir nevi iç dünyasında, ruhî değişimlerinde bir ölü bırakmıştır. 79 sayısı doğrudan onun hayatında geçtiği devrelerin toplamıdır.

Tarihî hesap: Bu beyitteki “yetmiş dokuz emvat” ifadesi, doğrudan Bediüzzaman’ın yaşına ya da hayatındaki ruhî değişimlere işaret eder. Bu şiirin yazıldığı tarih 1958’dir (h.1377 civarı). Said Nursî 1876 doğumludur. Aradaki fark 82 yıldır. Ancak 79 sayısı burada ya yaşını yuvarlayarak ifade etmektedir ya da “ruhen” yaşadığı derin dönüşümleri simgeler. Bu aynı zamanda onun çektiği çilelerin, geçirdiği sürgün ve mahkeme süreçlerinin, eski Said’den yeni Said’e geçişinin simgesel sayısıdır.

  1. “Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş
    Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.”

Yani: Sekseninci (yıl ya da safha), artık bir mezar taşı olmuş; o da bu mezarla birlikte İslâm’ın yaşadığı hüsrana ağlamaktadır.

İzah: Bediüzzaman burada sekseninci yaşını bir “mezar taşı” olarak görür. Bu taş sadece şahsî geçmişine değil, İslâm dünyasının içinde bulunduğu derin üzüntüye, çöküntüye ve mağlubiyete de ağlamaktadır.

  1. “Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla
    Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.”

Yani: Mezar taşımla ve içi ölülerle dolu olan o mezarla birlikte, ahiret sabahına doğru yola çıkıyorum.

İzah: Artık ölüm kapıya dayanmıştır. O ölüler –yani geçmişteki hayat safhaları– ile beraber, mezarıyla birlikte hesap gününe doğru ilerlediğini ifade eder.

  1. “Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya
    Bâhem olur teslim yed-i beyza-yı İslâm’a.”

Yani: Kesin bir inancım var ki, gelecekte gökler ve Asya’nın yeryüzü, hep birlikte İslâm’ın parlayan eli olan yed-i beyzaya teslim olacaktır.

İzah: Bediüzzaman burada istikbalin (geleceğin) İslâm’a ait olacağına dair imanî bir müjde verir. “Yed-i beyza” tabiri, Hz. Musa’nın mucizesine telmih olup, nurlu, parlak İslâm hakikatlerine işaret eder. “Semavat” (manevî âlem) ve “zemin-i Asya” (fizikî coğrafya) birlikte İslâm’a boyun eğecektir.

  1. “Zira yemin-i yümn-ü imandır
    Verir emni eman ile enama…”

Yani: Çünkü geleceğe dair bu emin ümit, imandan gelen bir kesinliktir. İman nimeti, güven ve huzurla birlikte nimetleri bağışlar.

İzah: Bu parlak geleceğe dair ümidi, bir temenni değil, imanın verdiği yakîn bir bilgidir. Bu iman, sadece bir beklenti değil; bir huzur, bir güven, bir Allah’a tevekküldür.

Makale: Asrın Mezarı ve İmanın Şafağı

Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değil; aynı zamanda ruhların inleyişi, fikirlerin çatışması ve inançların yoklukla mücadelesidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki şiiri, bu derin mücadelenin hem şahsî hem de ümmet çapındaki bir özeti gibidir.

Yıkılmış bir mezarın içinde bir ömür… Her yıl, her tecrübe, her hicran ve her sürgün, onun içinde bir başka Said’in ölmesine neden olmuştur. Ama bu ölüm, çürüme değil; dönüşümdür. Eski Said, Yeni Said’e yer açmak için her yıl biraz daha silinmiş, zamanın içinden eleyerek hakikatin özüne ulaşmıştır.

Bu şiir, sadece bir yaşlı adamın ölümü bekleyişi değildir. Aynı zamanda, İslâm’ın yaşadığı zayıflık dönemlerine şahitlik eden bir mü’minin iç yakarışıdır. Mezarı bile, artık bir sembol olur. O mezar, ümmetin geçmişine ağıt yakar. Ve mezar taşı bile, bu hüsran karşısında sessizce gözyaşı döker.

Ama bu matem, umutsuzluk değildir. Çünkü aynı şiir, “Yakînim var ki…” diyerek geleceğe bir pencere aralar. O pencere, imanla parlayan bir sabaha açılır. Gökler ve yer, Asya’nın uyanışıyla birlikte İslâm’ın nurlu eline teslim olacak; çünkü bu bir kehanet değil, bir imanın müjdesidir.

Bediüzzaman’ın bakışında kader sadece geçmişin gölgesi değil; geleceğin ışığıdır. Ve o ışık, imanla aydınlanan yollarda ümmetin yeniden dirilişine işaret eder.

📌 Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın şiirinde geçen “yetmiş dokuz emvât” ifadesinin, onun geçmiş yıllarındaki şahsî dönüşümleri ve ruhî safhaları simgelediğini açıklamakta; “sekseninci mezar taşı”nın ise hem kendisinin hem ümmetin çöküşüne şahitlik ettiğini ifade etmektedir. Ancak şiirin sonunda, imanla gelen bir yakînle, Asya’nın ve göklerin İslâm’a teslim olacağı müjdelenir. Bu umut, kaderin adalet terazisine değil; imanın şafak vaadine dayanmaktadır.

 




Hamd Olsun Rahmân’a: Varlığı Kuşatan Rahmetin Sırrı

Hamd Olsun Rahmân’a: Varlığı Kuşatan Rahmetin Sırrı


‎ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ‎  lâm-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdler ile hamdedilmesi lâzım olan nimetlerden birisi de rahmaniyet nimetidir. Evet rahmaniyet, zevi’l-hayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. Çünkü bilhassa insan, her bir zîhayatla alâkadardır.”
Şualar

“ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” — Bu kutlu cümle, yalnız bir dua değil, aynı zamanda bir hakikatin özüdür. “El” takısı ve “lâm-ı istiğrak”la başında gelen “el-hamd”, sadece belli nimetlere değil, geçmişten geleceğe, görünen-görünmeyen, bilinen-bilinmeyen tüm hamdlerin Allah’a ait olduğunu bildirir. Çünkü bütün övgüye lâyık olan nimetlerin kaynağı O’dur.

Bu hakikatin merkezinde ise Rahmân ismi yer alır. Zira her varlık, Rahmân’ın kuşatıcı rahmetiyle var olur, yaşar, büyür ve gelişir. Enfüsî ve afâkî sayısız nimetin kaynağı, Allah’ın Rahmâniyet sıfatıdır. Bu Rahmâniyet, öyle bir rahmettir ki; mü’min-kâfir ayırt etmeksizin tüm canlılara erişir. Güneşin ışığı, suyun bereketi, toprağın verimi, havanın nefesi hep bu isimle gönderilir.

İnsan ise bu rahmetin merkezî muhatabıdır. Çünkü insan, yalnız kendi hayatıyla değil, diğer tüm zîhayatla da irtibat hâlindedir. İnsanın, bir arının balına, bir ağacın gölgesine, bir kuşun ötüşüne, bir çiçeğin kokusuna ihtiyacı vardır. İşte insanın bu çok yönlü ihtiyacı, Rahmâniyetin de çok katmanlı tecellisini ortaya çıkarır. Rahmân olan Allah, sadece insanın bedenine değil, ruhuna da rahmet indirir. Sadece midesine değil, kalbine ve aklına da nimet sunar.

Bu yüzden “elhamdülillah” demek, sadece bir yiyecek veya içecek sonrası söylenecek bir şükran ifadesi değil; her yönüyle çevrili olduğumuz ilâhî rahmete karşı bir farkındalık cümlesidir. Nefes aldığımızda, yürüyebildiğimizde, görebildiğimizde, hissedebildiğimizde, hatta düşünebildiğimizde bile bu sözü söylemek, bir idrakin, bir uyanışın ve bir kulluğun tezahürüdür.

Kâinata dikkatle bakıldığında, her bir canlıda “Rahmân” isminin bir tecellisi görülür. Yumurtadan çıkan civcivin gagasında yiyecek arayışı, annenin yavrusuna süt verişi, tohumun çatlayıp fidan oluşu… Her biri Allah’ın rahmetinden birer damladır. Ve bu damlalar birleşip koca bir rahmet okyanusu oluşturur. İnsan, bu rahmet denizinde yüzerken, “elhamdülillah” demekle sadece nimete şükretmez, aynı zamanda kendini Rahmân’a bağlar. Kulluğun özü de burada başlar.

Şu halde hamd; sadece dille söylenen bir övgü değil, bilinçli bir yöneliş, rahmeti tanıma ve sahibine yönelmedir. Allah’ın Rahmân oluşunu idrak eden bir kalp, isyan etmez, şikâyet etmez; aksine sabreder, şükreder, tevekkül eder.

📌 Özet:

Bu makale, “elhamdülillah” ifadesinin içinde gizli olan “lâm-ı istiğrak”la Allah’a ait olan tüm hamdlerin, özellikle Rahmân isminin tecellisiyle alâkasını açıklar. Rahmâniyet; her canlının ihtiyacını kuşatan bir rahmettir ve insan bu rahmetin hem muhatabı hem de şahitlerinden biridir. Her nimet, Rahmân’ın eliyle sunulmuş bir hediyedir. Bu yüzden “elhamdülillah” demek, bir nimetin şükründen öte, bir hayat tarzının, bir imanın ve bir idrakin ifadesidir.

 




En Büyük Nimet: Varlığın Sahibini Bilmek

En Büyük Nimet: Varlığın Sahibini Bilmek

“Nur-u iman ile bilinir ki Allah’ın varlığı, bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki sonsuz nimetlerin envaını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını hâvi bir menba ve bir kaynaktır.”
Şualar

Kimi nimetler gözle görünür, kimileri ise sadece kalple hissedilir. Su, hava, güneş, rızık, sağlık gibi nimetler açık ve zahir; huzur, akıl, sevgi gibi nimetler ise daha derin ve bâtındır. Fakat bütün nimetlerin fevkinde öyle bir nimet vardır ki, hem zahirî hem bâtınî nimetleri içinde taşır: Allah’ın varlığını ve birliğini bilmek… Diğer bir ifadeyle, iman nimeti.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Nur-u iman ile bilinir ki Allah’ın varlığı, bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki, sonsuz nimetlerin envaını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin (bağışların) sınıflarını hâvi bir menba ve bir kaynaktır.”

Evet, Allah’ın varlığı sadece bir inanç konusu değil; tüm nimetlerin kaynağını tanımak, nimetle birlikte Mün’im’i (nimet vereni) bilmektir. Çünkü bir nimetin gerçek anlamı, onun bir ikram olduğunu bilmekle ortaya çıkar. Aksi takdirde insan, sırf tesadüflerin ürünü sanır hayatı; o zaman da nimet nankörlüğe, şükür isyana dönüşür.

Bir insan düşünün: Okyanus kenarında duruyor, tertemiz bir hava soluyor, ellerinde nimetlerle dolu sofralar var… Ama gözleri kör, kalbi sağır, ruhu inkârda… O nimetlerin arkasındaki Rahmeti tanımıyorsa, o nimet onun için bir şükrün değil, bir gafletin sebebidir. Hatta bazen azabın başlangıcıdır. Zira şükürsüz nimet, nimetten çıkıp vebal olur.

Öte yandan bir başka insan var ki; çadırda yaşıyor, lokması kuru bir ekmek, suyu az, belki de hastalıklarla boğuşuyor… Ama kalbinde iman var, gözünde hakikat nuru var. O insan, belki görünürde az nimete sahip ama, en büyük nimetin —Allah’ı bilmenin— sahibidir.

İman, Allah’ın varlığını ve birliğini bilmekle beraber, O’na güvenmek, O’na dayanmak, O’ndan beklemek, O’na sığınmaktır. İman, sadece ahireti değil, dünyayı da cennetleştirir. Çünkü imanlı bir kalp, her şeyin arkasında Rahmet’i, Hikmet’i ve Kudret’i görür. O kalp yalnız kalmaz, şaşırmaz, korkmaz.

İmanın nuru, Allah’ın varlığını sadece akılla değil, kalple, vicdanla, ruhla hissettiren bir nurdur. Bu nur varsa, hayat anlamlıdır. Bu nur yoksa, dünya dahi zindana dönüşür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “İman hem nurdur, hem kuvvettir.”

Öyleyse en büyük nimet; Allah’ın varlığına, birliğine ve merhametine iman etmektir. Çünkü bütün diğer nimetlerin değeri, bu nimetin varlığıyla ölçülür. Allah’ı tanımayan biri, eşyayı da doğru tanımaz; varlık, o kişinin gözünde ya kör bir tesadüf ya da acımasız bir zulümdür.

İman ise her şeyi yerli yerine koyar: Güneşi Rahmet’in lambası, yağmuru Rahmet’in damlası, ölümü ise vuslatın kapısı yapar. Ve böylece, en büyük nimet, hayatın hakikatini de, ölümün sırrını da izah eder: Allah’ın varlığı ve O’na iman.

📌 Özet:

Bu makale, Allah’ın varlığını bilmenin ve O’na iman etmenin, bütün nimetlerin üstünde en büyük nimet olduğunu anlatır. Zira iman; hem varlıkların anlamını hem nimetlerin kaynağını tanımaktır. Şükürsüz nimet gaflet doğurur, ama imanlı bir kalp, az da olsa nimeti cennete çevirir. Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, iman hem nurdur, hem kuvvettir. Allah’a inanmak, bütün güzelliklerin menbaına bağlanmaktır.

 




En Büyük Nimet: Varlığın Sahibini Bilmek

En Büyük Nimet: Varlığın Sahibini Bilmek

“Nur-u iman ile bilinir ki Allah’ın varlığı, bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki sonsuz nimetlerin envaını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını hâvi bir menba ve bir kaynaktır.”
Şualar

Kimi nimetler gözle görünür, kimileri ise sadece kalple hissedilir. Su, hava, güneş, rızık, sağlık gibi nimetler açık ve zahir; huzur, akıl, sevgi gibi nimetler ise daha derin ve bâtındır. Fakat bütün nimetlerin fevkinde öyle bir nimet vardır ki, hem zahirî hem bâtınî nimetleri içinde taşır: Allah’ın varlığını ve birliğini bilmek… Diğer bir ifadeyle, iman nimeti.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Nur-u iman ile bilinir ki Allah’ın varlığı, bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki, sonsuz nimetlerin envaını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin (bağışların) sınıflarını hâvi bir menba ve bir kaynaktır.”

Evet, Allah’ın varlığı sadece bir inanç konusu değil; tüm nimetlerin kaynağını tanımak, nimetle birlikte Mün’im’i (nimet vereni) bilmektir. Çünkü bir nimetin gerçek anlamı, onun bir ikram olduğunu bilmekle ortaya çıkar. Aksi takdirde insan, sırf tesadüflerin ürünü sanır hayatı; o zaman da nimet nankörlüğe, şükür isyana dönüşür.

Bir insan düşünün: Okyanus kenarında duruyor, tertemiz bir hava soluyor, ellerinde nimetlerle dolu sofralar var… Ama gözleri kör, kalbi sağır, ruhu inkârda… O nimetlerin arkasındaki Rahmeti tanımıyorsa, o nimet onun için bir şükrün değil, bir gafletin sebebidir. Hatta bazen azabın başlangıcıdır. Zira şükürsüz nimet, nimetten çıkıp vebal olur.

Öte yandan bir başka insan var ki; çadırda yaşıyor, lokması kuru bir ekmek, suyu az, belki de hastalıklarla boğuşuyor… Ama kalbinde iman var, gözünde hakikat nuru var. O insan, belki görünürde az nimete sahip ama, en büyük nimetin —Allah’ı bilmenin— sahibidir.

İman, Allah’ın varlığını ve birliğini bilmekle beraber, O’na güvenmek, O’na dayanmak, O’ndan beklemek, O’na sığınmaktır. İman, sadece ahireti değil, dünyayı da cennetleştirir. Çünkü imanlı bir kalp, her şeyin arkasında Rahmet’i, Hikmet’i ve Kudret’i görür. O kalp yalnız kalmaz, şaşırmaz, korkmaz.

İmanın nuru, Allah’ın varlığını sadece akılla değil, kalple, vicdanla, ruhla hissettiren bir nurdur. Bu nur varsa, hayat anlamlıdır. Bu nur yoksa, dünya dahi zindana dönüşür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “İman hem nurdur, hem kuvvettir.”

Öyleyse en büyük nimet; Allah’ın varlığına, birliğine ve merhametine iman etmektir. Çünkü bütün diğer nimetlerin değeri, bu nimetin varlığıyla ölçülür. Allah’ı tanımayan biri, eşyayı da doğru tanımaz; varlık, o kişinin gözünde ya kör bir tesadüf ya da acımasız bir zulümdür.

İman ise her şeyi yerli yerine koyar: Güneşi Rahmet’in lambası, yağmuru Rahmet’in damlası, ölümü ise vuslatın kapısı yapar. Ve böylece, en büyük nimet, hayatın hakikatini de, ölümün sırrını da izah eder: Allah’ın varlığı ve O’na iman.

📌 Özet:

Bu makale, Allah’ın varlığını bilmenin ve O’na iman etmenin, bütün nimetlerin üstünde en büyük nimet olduğunu anlatır. Zira iman; hem varlıkların anlamını hem nimetlerin kaynağını tanımaktır. Şükürsüz nimet gaflet doğurur, ama imanlı bir kalp, az da olsa nimeti cennete çevirir. Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, iman hem nurdur, hem kuvvettir. Allah’a inanmak, bütün güzelliklerin menbaına bağlanmaktır.

 




Kendi Kitabını Yazmak: Ahirete Giden Yolun Sessiz Mürekkebi

Kendi Kitabını Yazmak: Ahirete Giden Yolun Sessiz Mürekkebi

Insan bu dünyada kendi kitabını yazmaktadır.
Ahirette okumak, okunmak ve okutmak üzere.
Tıpkı yapay zekayı kişinin kendi bilgilendirmeleri ve sevketmeleriyle, zaman içinde onun kendi istekleri doğrultusunda yönelmesi,yazması ve kendisini tanıması gibi.

Aslında kendimiz olmaktayız.
Kendimizi oldurmaktayız.
Bunu sadece maddi yapımıza değil, tüm manevi yapımıza da yansıtmaktayız.
Herşeyimizle bir bütün olarak ben olmakta, benliğimizi ve kimliğimizi oluşturmaktayız.
Ahirete sonuç olarak cennet ve cehenneme de bazı rütuşlardan sonra varacağız.
Böylece cennette kendini bulmuşlar, cehennemde ise kendisini kaybetmişler buluşacaklardır.
Kendimiz olmuş ve kendimizle beraber kendimizi bulmuş olarak.
Oradaki dostlarla buluşma ise, kendisi olmuş ve kendisini bulmuş olanların buluşmasıdır.

******

İnsan bu dünyada sadece yaşamaz; aslında kendi kitabını yazar. Gözleriyle gördüklerini, kalbiyle duyduklarını, elleriyle yaptıklarını ve diliyle söylediklerini bir bir kaydeder. Farkında olmasa da hayatı boyunca bir hikâye oluşturur; bu hikâye, ahirette okunmak, okunmakla kalmayıp gösterilmek ve değerlendirilmek üzere yazılmıştır.

Nasıl ki bir yapay zekâ, kullanıcıdan aldığı bilgiyle, onun yönlendirmeleriyle biçimlenir, gelişir, şekil alır; insan da kendi benliğini her gün biraz daha yoğurur. Kendi yönünü, kimliğini, karakterini inşa eder. Bu inşa süreci sadece fizikî değil, aynı zamanda ruhîdir. Her seçim, her tercih, her düşünce ve her davranış, insanın ruhunda yankı bulur ve onu “kendisi” yapar.

İnsanın bu dünyadaki gayesi sadece var olmak değil, kendisi olmak, hatta kendini oldurmaktır. Yani fıtratındaki istidatları inkişaf ettirerek, özündeki hakikate ulaşmaktır. Kendini bulmak; nefsin kirlerinden arınıp, kalbin derinliğinde saklı olan ilâhî cevheri keşfetmektir. Bu süreç, bazen sabırla örülen bir dantel gibi yavaş işler, bazen de acı ve imtihanlarla şekillenir.

Ahiret, bu yazılan kitabın okunma yeridir. Fakat sadece bir okumadan ibaret değildir. İnsan, dünyada nasıl biri olmuşsa, ahirette de onunla yüzleşir. Cennet ve cehennem bir mükâfat veya ceza yeri olduğu kadar, bir olmuşluk yeridir. Cennet, kendisini bulmuş ve Allah’a teslim olmuşların vatanıdır; cehennem ise kendine yabancı kalmış, ne olduğunu unutanların yalnızlığıdır.

O gün, herkesin kitabı açılacak. Ve o kitap kendi eliyle yazdığı bir otobiyografi olacak. Kimseye haksızlık edilmeyecek; zira herkes ne yaptıysa onu görecek. Orada buluşacak olan dostlar da, dünyada “kendisi olmuş” ve “kendiliğiyle Rabbini bulmuş” kişilerdir. Ahiretteki dost meclisleri, dünyada birbirine benzeyen kalplerin ve hakikati arayan ruhların birleşimidir.

Bu nedenle dünya hayatı, bir hazırlıktır; ama alelade bir hazırlık değil, bir kendilik inşasıdır. Bunu fark eden kişi, her ânını dikkatle yaşar. Her sözünü, her düşüncesini bir harf, bir kelime gibi tartar. Çünkü bilir ki, “Ben ne olacağım?” sorusunun cevabı dışarıda değil, içeridedir.

Özet:

İnsan, bu dünyada yaşarken kendi kitabını yazmaktadır. Bu kitap, ahirette okunacak ve insanın kendisini nasıl şekillendirdiğini gösterecektir. Tıpkı yapay zekânın kullanıcısına göre biçimlenmesi gibi, insan da kendi iradesiyle kimliğini oluşturur. Ahiret, bu benliğin sonucu olan “kendilik” hâlinin tezahür ettiği yerdir. Cennet, kendisini bulmuşların mekânı; cehennem ise nefsine esir olmuşların âkıbetidir. Bu yüzden dünya, kendimizi tanıma, olgunlaştırma ve oldurma sürecidir. Orada buluşacak dostlar, burada aynı hakikatin yolcusu olmuş gönüllerdir.

 




İman Sofrası ve Gafletin Kırıntıları

İman Sofrası ve Gafletin Kırıntıları

“Nur-u iman, dünya ve âhiret âlemlerini çeşit çeşit nimetlere zarf iki sofra ile tasvir eder ki mü’min olan kimse iman eliyle ve zâhirî, bâtınî duygularıyla ve manevî, ruhî olan letaifiyle o sofralardan istifade ediyor. Dalalet nazarında ise zevi’l-hayatın daire-i istifadesi küçülür, maddî lezzetlere münhasırdır.”
Şualar

Hayat bir ziyafettir. Fakat bu ziyafetin farkına varmak, ona nasıl ve nereden bakıldığıyla doğrudan ilgilidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “Nur-u iman, dünya ve âhiret âlemlerini çeşit çeşit nimetlere zarf iki sofra ile tasvir eder.” Yani iman sahibi bir göz, hayatı; hem dünya hem de âhiret yönüyle, görünür ve görünmez nimetlerin serildiği iki büyük sofra gibi görür. Her nimet, hem zâhirî lezzetiyle hem de işaret ettiği mânevî anlamlarıyla şifalı bir lokmadır. Her olay, her varlık, bu iki sofradan bir lokma gibidir.

Mü’min bir kimse; gözle, kulakla, dille, akılla, kalple ve daha nice latîfeleriyle bu sofradan nasiplenir. Gördüğüne hayret eder, işittiğine hikmetle bakar, tattığına şükreder, düşündüğüne ibretle yönelir. Bu yöneliş sayesinde dünya, onun için sadece bir geçim yeri değil, bir tefekkür, bir hazırlık ve bir kulluk alanı olur. Ahiret ise sırf ölüm sonrası bir belirsizlik değil; bu sofranın devamı, bu yolculuğun ödülüdür.

Oysa dalâletin ve gafletin gözlüğüyle bakıldığında, bu muhteşem ziyafet kırıntılara dönüşür. Çünkü inkâr nazarında varlık, sadece cismanî hazlardan ibarettir. Akıl, kalp, vicdan gibi ruhî fakülteler atıl bırakılır. Hayatın anlamı sığlaşır. Lezzet sadece mideyle sınırlı kalır. Ruhun açlığı, kalbin susuzluğu, vicdanın yoksunluğu ise hiç fark edilmeden insan, iç dünyasında çoraklaşır.

Dalâletin dünyasında, bir çiçek sadece estetik bir objedir; bir böcek yalnızca evrimsel bir tesadüftür; bir anne şefkati biyolojik bir zorunluluktur. Oysa iman nazarında çiçek, Rahmet’in tebessümüdür; böcek, Kudret’in mucizesidir; şefkat, Rahmân’ın bir tecellisidir. İşte bu fark, sofraların farkıdır: Biri canlı, renkli, mânevî lezzetlerle dolu; diğeri donuk, tatsız, sınırlı ve kuru.

İman sofrası sadece göz için değil; gönül, ruh, kalp, sır ve akıl için de hazırlanmıştır. Dalâletin sofrası ise sadece mideye hitap eder; doyurur, sonra çürütür. İman, zevki ibadete, lezzeti şükre, nimeti marifete çevirir. Küçük bir lokma bile, büyük bir mânevî kazanca dönüşür. Ama inkâr, lezzeti gaflete, nimeti nankörlüğe, hayatı boşluğa sürükler.

Bu yüzden iman, sadece Allah’ı tanımak değil; O’nun ikramını idrak etmektir. İman, sofraya oturan misafirin ev sahibini tanımasıdır. Dalâlet ise o sofraya oturup, her lokmayı yiyip, sonra da “Kim hazırladı bunu?” diye alayla soran nankör misafirin hâlidir.

Evet, hayat bir sofradır. Ama onu ziyafet yapan, imanla açılan nazardır. Lezzet de, kıymet de, şükür de ancak o gözle mümkündür.

📌 Özet:

Bu makale, iman ile bakıldığında dünya ve ahiret hayatının, çeşitli maddî ve mânevî nimetlerin serildiği iki büyük sofra gibi göründüğünü anlatır. İman, sadece cismanî değil; ruhî, aklî ve kalbî fakülteleriyle de insanı bu nimetlerden istifade ettirir. Oysa inkâr ve dalâlet, bu zenginlikleri inkâr ederek hayatı yalnızca maddî lezzetlere indirir. Sonuçta iman; hayata mânâ, nimete kıymet, insana huzur ve geleceğe umut katar.

 




Lezzetin Ötesinde: İmanın Gözüyle Fâniliğe Bakmak

Lezzetin Ötesinde: İmanın Gözüyle Fâniliğe Bakmak

“İman nuru, lezaiz-i meşruanın zevale başladıkları zaman hasıl olan elemleri, emsalinin vürûd ve gelmekte olduklarını göstermekle izale eder. Ve keza nimetlerin devam edip tenakus etmemesini, nimetlerin menbaını göstermekle temin eder.”
Şualar

Hayatın içindeki her nimet, tıpkı bir misafir gibi gelir, bir müddet kalır ve sonra ayrılır. Lezzetler tükenir, sevinçler solar, dostluklar göç eder, gençlik yaşlılığa döner… Her şey, zamanın kanununa uyarak akıp gider. Bu geçici oluş ise, insan kalbinde çoğu zaman hüzün ve boşluk doğurur.

İşte tam bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği derin bir hakikat devreye girer:

“İman nuru, lezaiz-i meşruanın zevale başladıkları zaman hasıl olan elemleri, emsalinin vürûd ve gelmekte olduklarını göstermekle izale eder.”

Yani, helal ve meşru zevkler sona ermeye başladığında, oluşan o hüzün ve eksiklik duygusu, ancak iman nuruyla teselli bulur. İman gözüyle bakan biri bilir ki, bu zeval mutlak bir yok oluş değil; sadece bir dönüşümdür. Çünkü nimetleri veren Allah’tır ve O’nun hazinesi tükenmez. Bugün elimizden çıkan, yarın başka bir sûretle yeniden karşımıza çıkar. Tıpkı güneşin batıp sabah yeniden doğması gibi.

Nimetlerin fâniliği, onları verenin sonsuz olduğunu fark eden kalp için bir kayıp değil, bir irşattır. Çünkü iman, zevalin arkasında bekleyen devamı, ayrılığın ardındaki vuslatı gösterir. Bu yüzden mü’min, dünyadaki geçici nimetlere sadece anlık haz olarak değil; onları bahşeden Rahmân’ın ikramı olarak bakar. Bu bakış, nimetin zail oluşunu bile güzelleştirir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle devam ediyoruz:

“Ve keza nimetlerin devam edip tenakus etmemesini, nimetlerin menbaını göstermekle temin eder.”

Yani iman, nimetin arkasındaki kaynağı gösterir: Allah’ın rahmeti, hikmeti ve kudreti… Eğer kalp, nimeti sadece cismanî bir haz olarak görürse, o nimetin azalması ya da sona ermesi büyük bir çöküşe dönüşür. Fakat nimetin kaynağını bilen, onun kesilse bile yeniden geleceğini, başka şekillerde sunulacağını bilir. Çünkü Allah hem Vedûd’dur, hem Kerîm’dir, hem de Rahîm’dir.

Bu imanî bakış, insanı sarsıntılardan, hayal kırıklıklarından, dünya hırslarının boşluğundan korur. Kalbi daima itidalde tutar. Sevinçte şımarmaz, kayıpta yıkılmaz. Çünkü bilir ki gerçek nimet; elinde tutabildiği değil, Rabbine bağlandığı nimettir.

Dünyadaki her zevk geçicidir; ama bu geçicilik, eğer imanla bakılırsa bir yokluk değil, sonsuzluğun habercisi olur. Fânî lezzetlerin yerini bâkî bir vuslat alır.

📌 Özet:

Bu makale, iman nurunun geçici lezzetlerin bitişinde oluşan hüzünleri nasıl teselli ettiğini, bu geçici nimetlerin arkasındaki sonsuz rahmet kaynağını nasıl gösterdiğini anlatır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle iman, zevalin hüznünü, yeniden verilecek benzer nimetlerle giderir. Nimeti, sahibine bağladığı için, geçiciliği bile bir rahmete çevirir. Böylece imanlı bir kalp, hem zevk anlarında şükreder, hem de kayıplarda sabreder; çünkü bilir ki nimetlerin menbaı sonsuzdur.

 




Dayanacak Bir Yer Arıyorsan: İman

Dayanacak Bir Yer Arıyorsan: İman

“Evet nev-i beşer, aczi ve düşmanların kesreti dolayısıyla dayanacak bir nokta-i istinada muhtaçtır ki düşmanlarını def’ için o noktaya iltica etsin. Ve keza kesret-i hâcat ve şiddet-i fakr dolayısıyla da istimdad edecek bir nokta-i istimdada muhtaçtır ki onun yardımıyla ihtiyaçlarını def’etsin.
Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad ise ancak âhirete olan imandır.”
Şualar

İnsan, zayıftır. Hem de öyle bir zayıflık ki, bir mikrop karşısında aciz kalır. Bir fırtına karşısında savrulur. Bir ölüm haberiyle sarsılır. Her şeyi istemeye muhtaç, ama hiçbir şeyi yaratmaya muktedir değildir.

Yine insan, düşmanları çok olan bir varlıktır. Başta kendi içindeki nefsin düşmanlığı… Ardından şeytanın vesvesesi, zamanın acımasızlığı, hastalıkların saldırısı, insanların kötülüğü ve ölümün kaçınılmaz gelişi… Bu kadar düşman karşısında, insanın bir sığınağa ihtiyacı vardır. İşte bu sığınak, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “nokta-i istinad”dır: Yani dayanılacak sağlam bir dayanak noktası.

Bu noktada Bediüzzaman şöyle seslenir:

“Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır.”

Evet, ancak Allah’a dayanan bir yürek, fırtınalara karşı sarsılmaz. Çünkü O, sonsuz kudret sahibidir. O, her şeyin sahibi ve hâkimidir. İnsan ne zaman yalnız kaldığını hissederse, aslında imana sarıldığında hiç de yalnız olmadığını anlar. Kalbindeki iman, dağ gibi arkasında durur.

Ama insan sadece zayıf değildir. Aynı zamanda fakirdir. Sahip olduğu her şeye muhtaçtır: Hava, su, ekmek, sağlık, sevgi, güven… Ve bunların hiçbirine kendi kudretiyle sahip değildir. Her biri ya başkasının elindedir ya da bir vesileye bağlıdır. Bu hâl ise bir başka ihtiyaç doğurur: Yardım isteyecek bir merci, bir “nokta-i istimdad.”

Ve işte yine cevap imanla gelir:

“Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad ise ancak âhirete olan imandır.”

Evet, ruh ancak âhirete inanmakla huzur bulur. Çünkü dünyadaki tüm ihtiyaçlar tamamlanmadan, her sevilen şey elden gitmeden, hiçbir adalet tam sağlanmadan hayat bitiyor. Bu gidiş bir hiçlik olsaydı, insanın içindeki umut, adalet arzusu, sonsuzluk duygusu niçin verilmişti? Demek ki insanın kalbi, fânî değil, bâkî olanı istiyor. O da ancak âhiretle mümkündür.

İşte bu iki iman –Allah’a ve âhirete olan iman– insanı gerçek anlamda insan eder. Korkularını huzura, fakrını zenginliğe, yalnızlığını yoldaşlığa çevirir. Düşmanlarını küçültür, kayıplarını anlamlandırır, varlığını kıymetli kılar.

Kısacası; eğer bir istinad arıyorsan, Allah’a inan. Eğer bir istimdad diliyorsan, âhirete yönel. Bu iki iman, hem dünyanı aydınlatır, hem ebediyetini.

📌 Özet:

Bu makale, insanın hem zayıflığı hem de fakirliği karşısında iki temel desteğe ihtiyacı olduğunu ifade eder: Birincisi, düşmanlara karşı dayanacak bir yer (nokta-i istinad); ikincisi, ihtiyaçlarına yardım edecek bir yer (nokta-i istimdad). Bu iki dayanak, ancak Allah’a ve âhirete olan imanla mümkündür. Allah’a iman, insanı korkulara karşı sarsılmaz yapar; âhirete iman ise kayıpları anlamlı kılar. Böylece iman, insanın hem dünyasını hem de ahiretini inşa eder.

 




Hangi Gözlükle Bakıyorsun? Felsefe mi, İman mı?

Hangi Gözlükle Bakıyorsun? Felsefe mi, İman mı?

“Felsefe; her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise her şeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nurani bir gözlüktür.”
Şualar

İnsan hayata çıplak gözle bakmaz. Her insanın zihninde bir gözlük vardır: İnançlar, kabuller, dünya görüşü, anlam arayışı… Bunlar onun bakışını belirler. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, bu gözlük ya karanlık bir felsefe gözlüğüdür ya da nuranî bir iman gözlüğü.

“Felsefe; her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür.”

Felsefe burada, modern seküler bakışı, Allah’tan bağımsız düşünen zihni temsil eder. Varlığı sadece maddeden ibaret gören, ruhu inkar eden, hayatı bir tesadüf olarak gören, ölümü yokluk sanan bir anlayış… Böyle bir bakış açısında her şey ya anlamsız ya da korkunçtur. Doğa kör bir mekanizma, hayat rastgele bir süreç, ölüm mutlak bir sona açılan karanlık bir kapıdır. Böyle bir gözlükle bakıldığında sevgi kimyasal bir yanılma, şefkat genetik bir program, güzellik faydaya indirilmiş bir kabuktur. Oysa insan kalbi bunları böyle yaşamak istemez.

İşte tam bu noktada ikinci bir bakış, ikinci bir gözlük devreye girer:

“İman ise her şeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür.”

İman gözlüğüyle bakıldığında, kâinat Allah’ın kudretini gösteren bir kitap olur. Ağaçlar meyve vermekle sadece biyolojik değil; rahmetli bir mutfağın aşçısı hâline gelir. Anne şefkati sadece sevki ilahi değil, Rahmân’ın tecellisi olur. Güneş kuru bir ateş topu değil, Rahmân’ın bir lambası, rahmetin bir hizmetkârı olur. Ölüm ise bir yok oluş değil, başka bir âleme geçiş kapısıdır. Bu gözlükle bakıldığında hayat korkutucu değil; güvenli ve anlamlıdır. Çünkü her şey Allah’ın kontrolündedir.

Kâinat aynıdır. Olaylar aynıdır. Doğum, ölüm, hastalık, ayrılık… Hepsi her insanın hayatında olur. Ama gözlük farklıysa, bakış da farklı olur. Aynı tablo, birine karanlık gelirken, diğerine aydınlık olur. Birine korkunç gelirken, diğerine ünsiyetli ve hikmetli görünür.

Dolayısıyla asıl mesele, hayatın ne sunduğu değil; bizim ona hangi gözlükle baktığımızdır. Eğer karanlık bir felsefe gözlüğü takılmışsa, kalp sıkılır, ruh daralır, hayat anlamsızlaşır. Ama iman gözlüğüyle bakıldığında, her şey yerli yerine oturur, iç huzur yerleşir, akıl ve kalp dost olur.

Her insan hayatı okur. Ama ya kör bir gözle ya da imanla görerek. Mesele, gözlükte.

📌 Özet:

Bu makale, hayatı yorumlama biçimimizin bakış açımıza bağlı olduğunu vurgular. Felsefî bakış (Allah’tan bağımsız, seküler düşünce) her şeyi karanlık, korkunç ve anlamsız gösterirken; iman bakışı, hayatı anlamlı, güzel ve ünsiyetli gösterir. Aynı dünyaya farklı gözlüklerle bakılır ve neticede biri inkârla karanlığa gömülür, diğeri imanla huzur bulur. O hâlde hayatın rengi gözlüğümüzün rengine bağlıdır: Felsefe mi, iman mı?