Allah Varsa Her Şey Var: Varlığın Hakikatine Açılan Pencere

Allah Varsa Her Şey Var: Varlığın Hakikatine Açılan Pencere

“Evet, madem Allah var ve ilmi ihata eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında ehl-i imanın dünyasında yoktur ve kâfir münkirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle doludur. İşte bu hakikati, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip der: “Kimin için Allah var, ona her şey var ve kimin için yoksa her şey ona yoktur, hiçtir.”
Şualar

İnsan, varlıkla yokluk arasında bir bilinçle yaratılmıştır. Görünürde vardır ama sonlu, geçici ve fanidir. Ancak bu geçicilik içerisinde onun gönlü ebediyeti ister, zihni sonsuzluğu düşünür, kalbi baki olanı özler. İşte bu çelişkiden doğan sorulara İslam, Kur’ân ve iman eşsiz cevaplar sunar. Bu cevaplardan biri de şu veciz darb-ı meselde toplanır:

> “Kimin için Allah var, ona her şey var. Kimin için yoksa, her şey ona yoktur, hiçtir.”

Bu cümle, sadece bir söz değil; varlığın özüne dair bir pusuladır.
Zira Allah varsa, yaratılışın anlamı vardır. Hayat, başıboş değil; maksada bağlıdır. Ölüm, yokluk değil; başka bir hayata geçiştir. Acı, sınavdır; sevinç, nimettir. Kalpteki boşluklar dua ile dolar, akıldaki karışıklıklar iman ile berraklaşır.

Ama Allah yoksa –hâşâ– o zaman hiçbir şey yerli yerinde değildir:

Hayat bir tesadüften ibaret,

Ölüm ise kesin bir yokluk,

Aşk aldatıcı,

Merhamet bir zaaf,

Adalet ise bir hayal olur.
Her şey geçici, her şey boştur. Gönül doymadan, akıl anlamadan, ruh huzur bulamadan her şey hiçliğe karışır.

İman, insanın varlıkla bağını kuran en büyük köprüdür. O köprü kurulduğunda:

Yokluk yerini varlığa,

Karanlık yerini nura,

Korku yerini emniyete,

Kaygı yerini ümide bırakır.

Bu yüzden “Allah vardır” demek, sadece bir inanç değil; hayata bakışın tam merkezidir. Allah varsa; güneşin doğması da, bir yaprağın düşmesi de anlam kazanır. En büyük felaketler bile ilahî bir terbiyeye dönüşebilir.

Ehl-i iman için “ölüm” bir yokluk değil, bir vuslat kapısıdır. Ama Allah’a inanmayan için, ölüm bir ebedî firak, hayat bir boş telaş, kalp ise hiçliğin yankısıyla çırpınan bir çöl kuşudur.

Özet:

İnsanın gerçek anlamda “var” olabilmesi, Allah’a imanla mümkündür. Çünkü Allah varsa, her şey anlamlı ve değerlidir. Yoksa, her şey boşluk, karanlık ve hiçlik içinde kaybolur. Bu nedenle “Kimin için Allah var, ona her şey var; yoksa her şey ona yoktur” hakikati, hayatın merkezine yerleştirilmesi gereken bir tevhid pusulasıdır. İman, ehl-i iman için fâniliği ebediyete çevirirken; inkâr, her şeyi hiçlik ve ademle yutar. Gerçek saadet, Allah ile var olmaktır.

 

 




Perdelerin Ardındaki Kudret: Sebepler, Tevhid ve Ehadiyet

Perdelerin Ardındaki Kudret: Sebepler, Tevhid ve Ehadiyet

“Evet, izzet ve azamet isterler ki esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. 

    Tevhid ve ehadiyet isterler ki esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden. “
Şualar

İnsanın nazarında her şey bir sebebe bağlı görünür. Güneş ısıtır, yağmur bitkiyi büyütür, doktor şifa verir, kalem yazı yazar. Fakat bu görünürdeki sebep-sonuç zinciri, hakikatte sonsuz kudretin örtüsünden ibarettir. Çünkü izzet ve azamet, yani Allah’ın yüceliği ve ihtişamı, doğrudan tecelliye izin vermez; sebepler perde olur. Ama tevhid ve ehadiyet, yani Allah’ın birliği ve doğrudan tecellisi, bu perdelerin tesir sahibi olmasını reddeder.

Bu hakikat, şu iki veciz cümleyle mükemmel özetlenmiştir:

> “Evet, izzet ve azamet isterler ki esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.”

İzah edelim:

  1. İzzet ve Azamet Yönüyle:

Allah doğrudan müdahale ettiğinde gaflet ehli insanlar kibirlenir, haddini bilmez, isyan eder. Allah, azamet ve büyüklüğüyle kullarını imtihan ederken, kudretini örtüp sebepler vasıtasıyla işler yapar. Bir çocuk doğar, biz ebeveyn deriz. Bir ağaç meyve verir, biz toprağa ve suya bakarız. Halbuki bunların hepsi perdedir.
Tıpkı padişahın doğrudan hizmet etmemesi gibi; izzet ve azamet bunu gerektirir.

  1. Tevhid ve Ehadiyet Yönüyle:

Ancak iman gözüyle bakıldığında, sebeplerin yalnızca birer araç, asıl tesirin Allah’tan olduğu anlaşılır. Yani bir yaprağın düşmesinden bir insanın hayat bulmasına kadar her şeyde, doğrudan Allah’ın iradesi ve kudreti vardır. Çünkü bir tek elma ağacı değil, bütün ağaçlar ve tüm kâinat beraber çalışmadan, tek bir elma bile yapılamaz.

Bu nedenle, sebepleri sadece perde olarak görmek, hakikî imanın bir şubesidir. Zira sebepler tesir etmez, sadece İlâhî kudretin işlemesine mecra olurlar. Gerçek şifa Allah’tandır, rızık O’ndandır, hayat ve ölüm O’nun emriyledir. O halde insan; zahiri sebeplerin arkasındaki İlâhî eli fark etmeli, izzet perdesi altında gizlenen Rahmet Sultanı’nı tanımalıdır.

Özet:

Allah’ın azameti ve izzeti, kudretini doğrudan değil, sebepler eliyle göstermesini gerektirir. Fakat tevhid ve ehadiyet ise, bu sebeplerin aslî tesiri olmadığını, her şeyin doğrudan Allah’ın kudretiyle olduğunu bildirir. Sebepler yalnız birer perdedir; hakikatte iş gören yalnız Allah’tır. İmanlı bakış, sebeplerin arkasındaki kudreti tanır ve bu da kişiyi şirke düşmekten, gaflete kapılmaktan kurtarır.

 




Zerreden Güneşe: Ehadiyet ve Vâhidiyet Arasında İlâhî Bir Nakış

Zerreden Güneşe: Ehadiyet ve Vâhidiyet Arasında İlâhî Bir Nakış

“Bazen iki kelimede mesela ‎ رَبُّ الْعَالَمٖينَ‎  ve ‎ رَبُّكَ‎  de ‎ رَبُّكَ‎  tabiriyle ehadiyeti ve ‎ رَبُّ الْعَالَمٖينَ‎  ile vâhidiyeti bildirir. Ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir göz bebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi güneşi dahi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün göz bebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar.”
Şualar

Kur’ân’ın en mühim tevhid derslerinden biri, vâhidiyet ve ehadiyet hakikatlerini birlikte göstermesidir. Bu iki kavram, Cenâb-ı Hakk’ın birliğini iki farklı tecellî boyutunda anlatır:

Vâhidiyet, Allah’ın her şeyin Rabbi olduğunu, yani kâinat çapında birliğini ifade eder.

Ehadiyet ise, Allah’ın her bir şeyde, tek başına ve doğrudan doğruya tecellî ettiğini, yani ferdî varlıkta birliğini gösterir.

Kur’ân-ı Hakîm, bazen “رَبُّ الْعَالَمِينَ” (âlemlerin Rabbi) diyerek Allah’ın umumî rubûbiyetini ilan ederken, bazen de “رَبُّكَ” (senin Rabbin) diyerek kişiye özel tecellîyi, yani ferdî muhataplığı nazara verir. Böylece insan hem küllî hem cüz’î çapta İlâhî terbiyenin farkına varır.

Bu anlatım tarzı, sıradan bir ifade değil; bir tevhid mucizesidir. Aynı kudret, bir gözbebeğinde bir zerreyi nasıl yerleştiriyorsa; aynı kudret, göğün gözbebeğine de güneşi yerleştirir. Yani Allah, hem mikroskopik düzeyde ehadiyetle, hem de makroskopik düzeyde vâhidiyetle hükmeder.
Bir karıncanın azığını veren kim ise, galaksilere yörüngesini veren de odur.

Bu tecellî tarzı, insanın imanında derin bir yakîn, kalbinde ise yüksek bir teslimiyet oluşturur. Çünkü insan hem âlemlerin Rabbi olan bir Zât’a dayanır, hem de o Zât kendisinin şahsî Rabbi, terbiye edicisi, koruyucusu ve muhatabıdır. İşte tevhidin hem haşmeti hem de yakınlığı bu iki isimde buluşur.

Bu açıdan bakıldığında Kur’ân’ın her âyeti, hem kâinatın büyük fotoğrafını çeker hem de insanın kalbine özel bir hitap taşır. Her âyet, bir yandan galaksilere hitap ederken, diğer yandan bir tek kalbin derdine derman olur. Çünkü Kur’ân, bütün âlemleri idare eden bir Rabbin, her kuluyla da birebir ilgilendiğini haber verir. Ve bu, ancak sonsuz bir kudret ve sonsuz bir hikmetin eseri olabilir.

Özet:

Kur’ân’da geçen “رَبُّكَ” ifadesi Allah’ın kişisel, doğrudan ve özel ilgisini; “رَبُّ الْعَالَمِينَ” ifadesi ise Allah’ın umumî, külli rububiyetini gösterir. Bu iki ifade, ehadiyet ve vâhidiyet hakikatlerini birlikte taşır. Yani Allah, bir zerrede doğrudan tecellî ettiği gibi, güneşte de hükmeder. Böylece insan hem evrensel bir Rabbe dayanır, hem de şahsî bir ilgiyle muhatap olduğunu hisseder. Bu tevhid dersi, imanda derinlik, kullukta ise huzur ve sükûn getirir.

 

 




İÇİMİZDEKİ İSRAİL: KALPLERİN İŞGALİ VE BİR MEDENİYETİN KUŞATILMASI

İÇİMİZDEKİ İSRAİL: KALPLERİN İŞGALİ VE BİR MEDENİYETİN KUŞATILMASI

Tarih boyunca milletler dış düşmanlarla değil, içlerindeki ihanete göz yumduklarında çökmüştür. Kudüs’ün surları güçlüydü ama içerideki teslimiyet ruhu onu düşürdü. Endülüs dıştan değil, içeriden yıkıldı. Osmanlı koca bir cihan devleti iken; içerden zayıflatılan ruh kökleriyle parçalandı. Bugün de benzer bir tehlike ile karşı karşıyayız. Görünürde tehdit İsrail, ABD ya da Batı’dır. Lakin asıl tehlike kalbimize sızan İsrail’dir. İsrail artık sadece haritada değil; zihinlerde, kalplerde, algılarda ve tercihlerde yaşayan bir zihniyettir.

İÇİMİZDEKİ İSRAİL NE DEMEKTİR?

Bu kavram bir ırka, millete ya da kavme değil, bir zihniyete ve tavra işaret eder. İçimizdeki İsrail;

Mazlumu değil zalimi yücelten,

Kudüs’e değil Tel Aviv’e kalben yönelen,

Tevhid yerine inanç problemini içine sindiren,

Ahlakı değil gücü esas alan,

Siyonist aklı stratejik derinlik sanan,

Ümmetten uzak, çıkarına yakın duran bir ruhtur.

Böyle bir insan ne zaman Filistinli bir çocuğun feryadını görmezden gelir, ne zaman bir İsrailli kadın ağladığında üzülürse; orada sadece bir duygusal sapma değil, zihinsel bir işgal vardır.

1979 RUHU TASFİYE Mİ EDİLİYOR?

İran’da 1979 Devrimi ile Batı’ya başkaldıran bir direniş hattı doğdu. Şiî, Sünnî ayrımı bir yana, emperyalizme karşı duruş açısından bu tavır; ABD, İsrail ve Batı için bir tehdit oluşturdu. Bugün bu tehdit bertaraf edilmek isteniyor. Devrimi içeriden çürütmek, ekonomik olarak sıkıştırmak, etnik ayrımları kaşımak, PKK ve PJAK gibi aparatları kullanarak doğrudan saldırıya açık hale getirmek isteniyor. Nihai hedef: dejenere olmuş, devrimi inkâr eden bir İran profili ortaya koymak.

15 TEMMUZ BİR PROVA İDİ

Türkiye’deki 15 Temmuz hain darbe girişimi, yalnızca bir iç isyan değil, bir küresel provaydı. Amaç yalnızca iktidarı devirmek değil; ümmetin direniş umudunu kırmak, halkı sindirmek ve “İslam’la yönetilemezsiniz” mesajını vermekti. Başarılı olsaydı; Türkiye, Suriye gibi parçalanacak, ardından Irak’la birleşecek bir Kürt devleti kurgusu başlayacaktı.

Bugün bu plan, yeni varyantlarla yeniden masaya sürülmektedir. İçimizdeki bazı sözde entelektüeller, “ılımlı İsrail”, “anlayışlı Batı” gibi kavramlarla ümmeti psikolojik olarak teslim almaya çalışmaktadır.

TARİHİ PLAN: NİLDEN FIRAT’A

İsrail’in yayınladığı resmî haritalarda Nil-Fırat arası açıkça hedeflenmiştir. Tevrat’ın tahrif edilmiş versiyonunda bu vaat yer alır. Bu plan şunları ihtiva eder:

Türkiye’nin Güneydoğusu,

Irak’ın Kuzeyi,

Suriye’nin kuzeyi,

Mısır ve Ürdün’ün bazı bölgeleri.

Bu bölgelerde İsrail; etnik çatışmaları, yapay terör örgütlerini, su kaynaklarını kontrolü ve silah yığınağını devreye almıştır.

SÜLEYMAN MABEDİ PLANI

İsrail’in en büyük tarihî hedeflerinden biri, Mescid-i Aksa’nın yıkılarak yerine Süleyman Mabedi’ni inşa etmektir. Bugün Gazze’ye yapılan katliamlar sadece “savunma” bahanesi değildir. Aynı zamanda halkı göçe zorlamak, direnişi yok etmek ve Yahudi tapınağını kurmak için yapılan sistematik bir soykırımdır. Bu, sadece Filistin değil; İslam ümmetinin kalbine yapılan bir saldırıdır.

BOP PROJESİ: SÖNDÜRÜLMÜŞ BİR ORTADOĞU

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), ABD’nin kontrolünde şekillenen yeni dünya düzeni projesidir. Bu plana göre:

22 İslam ülkesi yeniden dizayn edilecek,

Halklar birbirine kırdırılacak,

Yönetimler değiştirilecek,

Petrol ve maden kaynaklarına el konulacak.

Ortadoğu’da “ılımlı” ve teslimiyetçi İslam anlayışları yerleştirilecek, cihad ve adalet kavramları sistem dışı ilan edilecektir. BOP’un alt metni şudur:
“İslam yaşamasın, sadece bir ritüel olarak var olsun.”

KÜRESEL HESAPLAR: EKONOMİ, ÇİN, RUSYA

Bugün İsrail ve ABD’nin niyeti sadece Ortadoğu’yu değil, Çin’in ekonomik yükselişini durdurmak ve Rusya’yı kuşatıp içine kapatmaktır.

İran’ın düşmesiyle Çin’in petrol ve doğalgaz yolları kesilecek.

Türkiye ve Azerbaycan hattı üzerinden Çin’in Orta Asya’ya uzanan ipekyolu sekteye uğratılacak.

Rusya Karadeniz’e, Çin Basra Körfezi’ne hapsedilecektir.

Böylece ABD ve Batı hem kendi borçlarını savaşla unutturacak, hem de dünya liderliğini geri kazanacaktır.

BÜYÜK TEHLİKE: ÜMMETİN ÇÖKERTİLMİŞ PSİKOLOJİSİ

En büyük tehlike, zihinlerin işgal edilmesiyle oluşur. Bugün İslam ülkeleri;

Birbirine güvenmemekte,

Batı’yı hâkim, Müslüman’ı ise aciz görmekte,

Kendi değerlerinden utanmakta,

Direnişi “terör”, teslimiyeti “medeniyet” zannetmektedir.

Bu, düşmandan daha tehlikeli bir iç yıkımdır. Çünkü bu zihinle ümmet yeniden ayağa kalkamaz. Asıl direniş, kalpleri İsrail’den temizlemekle başlar.

ÖZET

Görünen düşman İsrail ve ABD olsa da, asıl tehlike içimizdeki İsrail zihniyetidir. Bu zihniyet, ümmeti içeriden çökertmekte, teslimiyet ve zillet üretmektedir. İsrail ve Batı; İran’ı devrimsizleştirmek, Türkiye’yi içten çökertmek, Nil-Fırat hayalini gerçekleştirmek, Mescid-i Aksa’yı yıkmak, BOP planı ile İslam ülkelerini parçalamak ve Çin-Rusya hattını durdurmak istemektedir. Bu süreçte en önemli direnç noktası ümmet bilinci ve hakikat şuurudur. Çünkü asıl zafer; silahla değil, kalpteki işgalden kurtularak kazanılacaktır.

 




Ateşten Kaçış: Beşerin En Büyük Meselesi

Ateşten Kaçış: Beşerin En Büyük Meselesi

“Nev-i beşerin en büyük meselesi, cehennemden kurtulmaktır.”
Şualar

İnsan, düşünebilen, hissedebilen ve geleceğe dair endişe taşıyabilen bir varlıktır. Bu özellikleriyle diğer varlıklardan ayrılır. Ama bu ayrıcalık, beraberinde büyük bir sorumluluk ve hesap da getirir. Çünkü insan, yaratılış itibariyle sadece dünyaya ait değildir; onun ruhu, aklı ve vicdanı ebediyet için yaratılmıştır. İşte bu ebediyet yolculuğunda karşısına çıkan en büyük tehdit: cehennemdir.

Cehennem, sadece bir korku unsuru değil; aynı zamanda adaletin, ilahî hikmetin ve iltifatın tecellisidir. Zira dünyada işlenen zulümler, yalanlar, ihanetler, nankörlükler çoğu zaman cezasız kalır. Mazlumların feryadı, zalimlerin kahkahasına karışır. Eğer bir ebedî adalet terazisi olmazsa, bu dünyadaki adaletsizlik sonsuza kadar sürecek demektir. Bu ise, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah’ın adaletiyle bağdaşmaz.

Bu yüzden cehennem:

İnkâr edenin, zulmedenin, yoldan çıkanın karşılaştığı ebedî bir sonuçtur.

Kur’ân’ın sıkça hatırlattığı gerçek ve şiddetli bir uyarıdır.

Ve insanoğlunun aklına, kalbine, ruhuna yöneltilmiş en büyük sorumluluk çağrısıdır.

Cehennemden kurtulmak, sadece bir korkudan kaçmak değil; aynı zamanda insanlığını korumak, vicdanını ayakta tutmak ve Allah’a kullukta sadakatle durmaktır. Çünkü cehennem tehdidi, aynı zamanda cennetin değerini, rahmetin kıymetini ve imanın yüceliğini gösterir.

İnsanoğlunun gaflet içinde oyalanıp, geçici hevesler uğruna ebedî akıbetini unutması, en büyük aldanıştır. Zira cehennemden kurtulmak, sadece bir din meselesi değil; bir varoluş ve kurtuluş meselesidir. Ve bu mesele, insanlık tarihinin, medeniyetlerin, dinlerin, peygamberlerin hep merkezinde olmuştur.

Demek ki insanın en büyük meselesi, ne geçici dünya saltanatı, ne servet biriktirme derdi, ne de zahiri başarıdır. En büyük mesele, “Cehennemden kurtulmak!” Ve bu kurtuluşun yolu da, ancak imanla, salih amelle, ihlâsla, tövbe ve istiğfarla mümkündür.

Özet:

İnsanın yaratılışı ebedî saadete yöneliktir. Bu yolculukta karşısına çıkan en büyük tehlike, cehennemdir. Bu sebeple nev’-i beşerin en büyük meselesi, cehennemden kurtulmak olmalıdır. Cehennem korkusu; adaletin, imtihanın ve kulluğun bir sonucudur. Onun varlığı rahmetin ve cennetin kıymetini artırır. Cehennemden korunmanın yolu ise, Allah’a iman, emirlerine itaat, nefsin heveslerinden uzak durmak ve ilahî rahmete sığınmaktır. En büyük mesele, geçici hayattan değil, sonsuz azaptan kurtulmayı öncelikli görmektir.

 




Ölüm Değil, Geçiş: En Büyük Meseleye En Büyük Çare

Ölüm Değil, Geçiş: En Büyük Meseleye En Büyük Çare

“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa insanın en büyük ve her şeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir.”
Şualar

İnsan, her ne kadar gözünü dünyaya diker, hayatını bu fânî zeminde kurar görünse de iç âleminde susturamadığı, bastıramadığı bir hakikat vardır: ölüm. Ölüm; ne zenginlikten, ne gençlikten, ne ilimden kaçmaz. Herkese gelir, herkesi bulur. O, ne bir efsane ne de sadece yaşlıların kapısını çalan bir gölgedir. Hayat kadar gerçek, nefes kadar yakındır. Ve en keskin gerçek budur: Madem ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı da kapanmıyor; o hâlde insan için bundan daha büyük bir mesele düşünülemez.

Evet, insanın en derin korkusu da, en büyük sorusu da budur: “Ölümden sonra ne var?”
Zira ölüm, sadece bedenden bir ayrılık değil; aynı zamanda maldan, evlattan, sevdiklerinden ve bütün bir dünyadan bir kopuştur. Bu yüzden ölüm, bir ecel celladı gibi görünür. Kabir ise bir haps-i münferid, yani yalnızlık zindanı gibidir. Ama eğer bu kapının ardında bir nur, bir kurtuluş, bir sonsuzluk varsa; o vakit bu kapı bir zindan değil, bir geçit olur.

Bu yüzden insanın en büyük ihtiyacı; ölüm karşısında gerçek bir çare bulmaktır. Çünkü:

Ölüm, malı mülkü tanımaz; ancak imanı tanır.

Ölüm, bedeni alır; ama ruhu salıverir.

Kabir, eğer iman yoksa zindandır; ama iman varsa rahmet kapısıdır.

Bu noktada devreye hakikat-i Kur’âniye girer. Kur’ân, ölümü bir son değil, bir başlangıç olarak tanımlar. Kabri karanlık değil, nura açılan bir menfez olarak gösterir. Ve ecel celladı gibi görünen ölümün, aslında bir vazife bitirme emri olduğunu bildirir. Tıpkı askerliğini bitiren bir erin terhis edilmesi gibi, ecel de insanı dünya gurbetinden alıp ebedî vatana gönderir.

Demek ki ölümden kaçmak değil; ölümün hakikatini anlamak, onunla yüzleşmek ve ona hazırlıklı olmak gerekir. Çünkü ölümden kaçış yoktur; ama ölümün kabus olmaktan çıkması mümkündür. Bu da ancak iman, ahiret inancı ve salih amelle mümkündür.

Özet:

Ölüm kaçınılmaz ve değişmez bir hakikattir. Madem ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı kapanmıyor; o hâlde insan için en büyük mesele, bu hakikate çare bulmaktır. Bu çare, ne dünya malında ne de bedensel güçtedir; ancak iman ve ahiret inancındadır. Ölüm, imanlı bir bakışla bir son değil, sonsuz bir hayatın başlangıcı, kabir de karanlık bir zindan değil, rahmet kapısı olur. En büyük endişe, en büyük inançla karşılandığında, ölüm bir cellat değil, ebedî saadete açılan bir rehber olur.

 




Küçük Fakat Büyük: Arzın Sıradışı Kıymeti ve İlâhî Nazardaki Makamı

Küçük Fakat Büyük: Arzın Sıradışı Kıymeti ve İlâhî Nazardaki Makamı

“Hem madem bu arz, kesret-i mahlukat cihetiyle ve mütemadiyen değişen yüz binler çeşit çeşit enva-ı zevi’l-hayat ve zevi’l-ervahın meskeni, menşei, fabrikası, meşheri, mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, neticesi, sebeb-i hilkati olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki küçüklüğüyle beraber koca semavata karşı denk tutulmuş. Semavî fermanlarda daima

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ

deniliyor.”
Şualar

İnsanoğlu göklere bakınca büyüklük görür, ihtişam, haşmet ve genişlik görür. Ama Kur’ân, her defasında göklerle birlikte arzı da zikreder. Semavî fermanlarda sürekli “Rabbu’s-semâvâti ve’l-ard” (Göklerin ve yerin Rabbi) denilir. Bu ifade, sadece edebî bir denge değildir; hakikatin ta kendisidir. Çünkü yer, yani şu küçük görünümlü dünya, kâinatta öyle bir merkeze sahiptir ki, gökler kadar hatta onlardan daha anlamlı bir fonksiyona sahiptir.

Zira dünya, sadece taş-toprak, su-hava değildir. O, sürekli değişen, doğan ve ölen milyonlarca canlı türüne beşiklik eden bir hayat fabrikasıdır. Bitkiler, hayvanlar, insanlar… Hepsi bu dünya sahnesinde yaratılır, şekillenir, vazifesini yapar, sonra çekilir. Bu muazzam değişim ve üretim, hiçbir tesadüfle izah edilemez; bu bir irade, ilim ve kudretin göstergesidir.

Yeryüzü, her an meşher (sergi), fabrika, mahşer, menşe (kaynak) gibi farklı vasıflarla çalışır. Bu çok yönlü işleyiş, arzı kâinat içinde adeta kalp ve merkez konumuna taşır. Tıpkı insanın vücudunda kalbin küçük ama hayati oluşu gibi, dünya da küçüklüğüne rağmen ilahî maksatlar açısından kâinatın kalbidir.

Gökler büyüktür ama sükûttadır; dünya küçüktür ama hayattadır.

Yıldızlar çoktur ama şuursuzdur; arzda ise bir tek insan vardır ama bilinçle tefekkür eder.

Göklerde hikmet gizlidir; ama arzda hikmet gözle görünür hâle gelir.

Ve yine bu dünya, en başta insanın evidir. O insan ki, Halife-i Zemin (yeryüzünün halifesi) olarak yaratılmış, esmâ-i ilâhiyyeyi tanıyacak bir şuura mazhar kılınmıştır. Dünya, sadece onun bedeni değil, aynı zamanda onun kalbinin inkişaf ettiği bir mana sahnesidir. Bu yönüyle dünya, yaratılışın sebebi ve kâinatın özetidir.

Bu yüzdendir ki, semavî kitaplar ve peygamberler hep yeryüzüne inmiştir. Allah’ın kelamı ve hitabı göklerden inmiş ama hedefi arz ve üzerindeki akıl ve şuur sahipleri olmuştur. Demek ki dünya, sadece fiziki bir mekân değil, ilâhî maksatların merkezidir. İşte bu sebeple Kur’ân, semâvât ile birlikte daima arzı da zikreder. Bu beraberlik, arzdaki manevî kıymeti ve ulvî gayeleri ilan eder.

Özet:

Küçüklüğüne rağmen yeryüzü, kâinatın kalbi ve neticesidir. Zira hayat, hareket, şuur, ibadet ve tefekkür gibi ilâhî maksatlar hep dünya üzerinde gerçekleşir. Mahlukatın sergilendiği, yaratıldığı ve öldüğü bir sahne olan dünya, ilâhî hikmetin merkezi konumundadır. Bu yüzden semavî fermanlarda “Göklerin ve yerin Rabbi” denilirken, arzın daima zikredilmesi tesadüf değil, büyük bir hakikatin ilanıdır.

 

 




CEHENNEMDEKİ NİMETSİZLİK: HAKİKİ NOKSANIN TEBELLÜR ETTİĞİ YER

CEHENNEMDEKİ NİMETSİZLİK: HAKİKİ NOKSANIN TEBELLÜR ETTİĞİ YER

Kur’ân-ı Kerîm, insanın dünya serüveninin bir imtihan olduğunu bildirir ve bu imtihanın sonucunda ebedî iki yoldan biriyle karşılaşacağını haber verir: Cennet ya da cehennem. Cennet, Allah’ın rızasının, rahmetinin ve ikramının mekânıdır. Cehennem ise gazabının ve adaletinin tecelligâhıdır. Cennet’te her şeyin en güzeli, cehennem’de ise her şeyin en menfisi vardır. Ama Kur’ân’da öyle ifadeler vardır ki, cehennem’de bazı şeylerin “hiç verilmeyeceği” bildirilir. Bu verilmemek, azaptan daha çetin bir azaptır. Bu yazıda, Kur’ân’ın dilinden cehennem’in mahiyeti ve orada olmayacak nimetler üzerine ibretli ve hikmetli bir bakış sunulacaktır.

Cehennem: Noksanlığın Mutlak Tezahürü

Kur’ân, cehennemi yalnızca alevli bir azap yeri olarak tanımlamaz. O yer aynı zamanda, insanın en temel varlık ihtiyaçlarının, arzularının ve beklentilerinin karşılıksız kaldığı mutlak bir noksanlık mahallidir. Bedensel acıdan ziyade, ruhî ızdırapların yoğunlaştığı bir yerdir. Nitekim Kur’ân şöyle buyurur:

> “Onlara kaynar sudan içirilir; bağırsaklarını parçalar.” (Muhammed, 15)

Burada verilen su, hayat vermez. Serinletmez. Aksine yok edicidir. Cehennem’de bir şey “verilir” ama o verilen şey de azabın parçasıdır.

Verilmeyecek Olanlar: Asıl Azap Bunlardır

Kur’ân’ın bazı ayetlerinde ise cehennemliklere “verilmeyecek” şeyler anlatılır. Bu, doğrudan azap değil gibi görünse de, gerçekte azaptan daha beter bir yoksunluğu gösterir.

  1. Konuşma İzni Verilmeyecek

> “O gün (günahkârlar) konuşamazlar.” (Mürselât, 35-36)
“Rabbinin huzuruna çıkacaklarını inkâr edenleri kör, dilsiz ve sağır olarak haşrederiz.” (İsrâ, 97)

Cehennemlik, kendini savunamaz. Mazuriyetini dile getiremez. Sükût, orada bir azap dilidir. Kendini anlatamamak, bağırmak isteyip ses çıkaramamak, ebedî yalnızlığın simgesidir.

  1. Ölüm Verilmeyecek

> “Orada ölmek isterler ama ölüm de verilmez.” (İbrahim, 17)

Dünya’da ölüm bazen bir kurtuluş olarak düşünülür. Ama cehennemde ölüm yoktur. Sonsuzluk azabın çerçevesidir. Ne uyku gelir, ne ölüm gelir, ne de son…

  1. Serinlik ve Gölgelik Verilmeyecek

> “Orada ne serinlik tadacaklar, ne de bir içecek.” (Nebe’, 24)

Güneşte bir saat beklemek bile insanı yakarken, cehennemin alevi, gölgeyi dahi vermez. Gölgelik yoktur, sığınacak bir kuytu yoktur.

  1. Rahmet Verilmeyecek

> “Bugün onlara rahmetimizden bir nasip yoktur.” (Fussilet, 27)

Dünya’da her an Allah’ın rahmeti içindeyiz. Gafletin örtüsüne rağmen merhameti devam eder. Ama cehennemde rahmet perdesi tamamen kalkmıştır. En büyük yoksunluk budur.

  1. Ümit Verilmeyecek

> “Orada (cehennemde) feryat ederler: Rabbimiz! Bizi çıkar. Önceden yaptıklarımızdan başka işler yapalım! (Allah der ki:) Size düşünecek kimsenin düşüneceği kadar ömür vermedik mi?” (Fâtır, 37)

Artık ümidin bile hükmü kalmaz. Çünkü cehennem, ümitsizliğin cismanî bir suretidir. “Bitti” kelimesi oranın hâkimidir.

Cehennem Psikolojisi: Acıdan Öte Bir Hissizlik

Cehennem’in acısı sadece yakıcı ateşte değildir. Asıl yakıcı olan; yokluğun, mahrumiyetin ve beklenenin verilmemesidir. Orası, duyguların yankılanmadığı bir boşluktur. Sevgi yoktur. Affedilme ümidi yoktur. Dostluk yoktur. Teveccüh yoktur.

Dünyada bir tebessüm, bir ses, bir söz insana moral olabilir. Cehennemde bu bile yoktur. Çünkü her şey “kesilmiştir”.

İnsan Bu Hâle Nasıl Gelir?

Kur’ân’ın cehennem tariflerinde bu yoksunlukların sebepleri de açıkça anlatılır. İnsan:

Allah’ın ayetlerini yalanlamış,

İbadet etmekten kaçınmış,

Zulmetmiş,

Kendini ilah edinmiş,

Ahirete inanmamış,

Fakiri gözetmemiş,

Malı biriktirip hakkını vermemiştir.

Yani sadece ateşe layık olmakla kalmaz, kendini tüm nimetlerden men edecek bir ruha dönüşmüştür. Ruh, nimeti reddettiği gibi, nimetin kaynağını da inkâr etmiştir.

Cehenneme Gitmeden Önce Anlamak

Kur’ân bize bu detayları anlatarak korkutmaz sadece. Asıl gaye, insanın uyanmasıdır. Cehennemde verilmeyecekler, bugün elimizde olanların kıymetini öğretir. Şu an konuşabiliyoruz. Dua edebiliyoruz. Gözyaşı dökebiliyoruz. Affedilmeyi isteyebiliyoruz. Cehennemde bu yok. O hâlde cehenneme gitmeden önce “var” olanların kıymetini bilmek gerek.

Özet

Kur’ân-ı Kerîm, cehennemi yalnızca alevli bir yer olarak değil; nimetsizliğin, merhametsizliğin, ümidsizliğin ve konuşmasızlığın mekânı olarak tanımlar. Orada bazı şeyler hiç verilmeyecektir: Konuşma, serinlik, ölüm, rahmet, ümit… Bu verilmemeler, aslında en büyük azabın göstergesidir. Cehennem, Allah’tan kopmuş bir varlığın içine düştüğü uçurumdur. Bu yüzden Kur’ân, cehennem tasvirleriyle aslında insanı “uyan” diye sarsar. Hayattayken, sahip olunan nimetleri fark etmek ve onları ebedî azaba karşı siper edinmek en büyük hikmettir. Çünkü cehennemde artık hiçbir şey verilmez, sadece pişmanlık kalır. Ama pişmanlık da orada işe yaramaz.

 

 




CENNETTEKİ VERİLENLER VE OLMAYACAKLAR: NİMETİN KEMALİ, NOKSANLIĞIN YOKLUĞU

CENNETTEKİ VERİLENLER VE OLMAYACAKLAR: NİMETİN KEMALİ, NOKSANLIĞIN YOKLUĞU

Cennet… Kur’ân-ı Kerîm’in müminlere verdiği en büyük müjdedir. Orası, Rahmân’ın rızasının ve ebedî huzurun yurdudur. İnsan, dünyada eksikliklerle, acılarla, hüzünlerle yoğrulurken; cennette her türlü noksanlık giderilmiş, her arzu tastamam karşılık bulmuştur. Cennet, sadece nimetlerin verildiği yer değildir; aynı zamanda hiçbir olumsuzluğun bulunmadığı bir yerdir. Yani orası, hem “verilenler”le dolu hem de “olmayanlar”la güzeldir. Kur’ân, bu yönüyle cenneti sadece tasvir etmez; aynı zamanda insanın ebedî fıtratına uygunluğu ile tanıtır.

Bu yazı, Kur’ân’a göre cennette kişiye verilecek nimetleri ve orada olmayacak şeylerin hikmetini ortaya koymayı hedeflemektedir.

CENNETTEKİ NİMETLER: HER ARZUNUN ÜSTÜN KARŞILIĞI

Kur’ân, cenneti anlatırken öyle kelimeler kullanır ki, insan sadece nimetleri hayal etmez; o nimetlerin ruhî derinliğini de hisseder. Cennet, hem bedenin hem de ruhun sonsuz tatmin yeridir.

  1. Ebedîlik

> “İçinde ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 25)

İnsan bu dünyada her güzellik karşısında “bitmesin” duygusunu taşır. Cennette ise bu fıtrî talep karşılık bulur. Hiçbir nimet geçici değildir. Veda yoktur. Kıymetli olan her şey sonsuzluk kazanır.

  1. Selâmet ve Emniyet

> “Orada ne boş bir söz işitirler, ne de günaha sokan bir laf.” (Vâkıa, 25)
“Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 112)

Cennette korku yoktur. Geçmişin pişmanlığı, geleceğin endişesi silinmiştir. Kalpte tam bir güven hâkimdir. Her söz latiftir, her hâl huzurludur.

  1. Arzulanan Her Şeyin Verilmesi

> “Orada canların çektiği ve gözlerin lezzet aldığı her şey vardır.” (Zuhruf, 71)

Cennette arzular çelişmez, sınırlanmaz. Çünkü fıtratın bozulmadığı bir ahlâk zemini vardır. Nefs, artık ilâhî terbiyeden geçmiş bir hâlde, sadece hakikî güzelliklere yönelmiştir.

  1. Allah’ın Rızası ve Cemâli

> “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır.” (Tevbe, 100)
“O gün birtakım yüzler vardır ki, Rablerine bakarlar.” (Kıyâme, 22–23)

Bütün nimetlerin ötesinde, Rabbin rızasını ve cemalini görmek, cennetin en büyük saadetidir. Bu öyle bir lütuftur ki, diğer tüm nimetler onun yanında gölgede kalır.

CENNETTE OLMAYACAK ŞEYLER: ASIL GÜZELLİK BUNDADIR

Cennet yalnızca bir “veriliş yurdu” değil, aynı zamanda “yoksunlukların olmadığı bir belde”dir. Kur’ân’da açıkça belirtilen veya işaret edilen bazı olmayanlar vardır ki, onların yokluğu, cenneti gerçek anlamda cennet yapar.

  1. Hastalık Olmayacak

> Cennetteki bedenler ne hastalanır ne de yorgunluk duyar.

> “Onlara orada yorgunluk dokunmaz.” (Hicr, 48)

Her nefes, dinçliğin bir ifadesidir. Ölümden sonra dirilen beden, sonsuz gençlikte sabitlenir.

  1. Günah Olmayacak

> “Onlar orada boş söz işitmezler. Ancak ‘selâm’ sözü işitirler.” (Meryem, 62)

Orada gıybet yok, yalan yok, iftira yok, haset yok. Her kalp arınmıştır, her dil güzeldir. Şeytan oraya uğrayamaz. İç huzur, dış çevreyle çelişmez.

  1. Ayrılık Olmayacak

Dünyada en derin acılardan biri sevdiklerinden ayrılmaktır. Cennette bu yoktur.

> “İman edenler ve zürriyetlerinden (soyağacından) gelenler de imanla onları takip etmişlerse, onları da kendilerine katacağız.” (Tûr, 21)

Sevdiklerimizle beraber olacağız, yeter ki inançta ve salih amelde ortaklık olsun.

  1. Uyku, Açlık, Susuzluk, Yorgunluk Olmayacak

> “Orada susuzluk çekmezsin, güneşte yanmazsın.” (Tâhâ, 118–119)

Cennette bedenin hiçbir eksikliği yoktur. Uyku ihtiyacı da yoktur, çünkü yorgunluk yoktur. Açlık da yoktur, çünkü nimetler sınırsızdır. Her şey ruhun doyumu içindir.

  1. Ölüm Olmayacak

> “Ölüm, ilk ölümden başka onlara uğramaz.” (Duhân, 56)

Cennet, sonsuz hayatın başlangıcıdır. Ölüm yoktur, ebediyet vardır. Ne gam ne tasa… Çünkü her şey baki kılınmıştır.

CENNETE GİRİŞ: SADECE AMEL Mİ? SADECE RAHMET Mİ?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:

> “Hiçbiriniz kendi ameliyle cennete giremez.”
Ashab: “Sen de mi ya Rasûlallah?”
Efendimiz: “Evet, ben de. Ancak Allah’ın rahmetiyle…” (Buhârî, Rikâk, 18)

Demek ki cennet, sadece yaptıklarımızın karşılığı değil; daha çok Allah’ın lütfu ve rahmetinin tecellisidir. Çünkü yaptığımız hiçbir amel, sonsuz nimete denk olamaz. Ama kul o rahmete layık hale gelmeye çalışır. Arınır, yönelir, bağlanır…

DÜNYADA CENNETİ HİSSETMEK                     

Kur’ân, cenneti sadece geleceğe ait bir müjde olarak değil, bugünün insanına da yön veren bir hedef olarak sunar. Cenneti düşünmek; kalbi yüceltir, niyeti arıtır, dünya sevgisini dengeler. Dünyada cennet gibi bir kalp taşıyan kişi, oraya girmeye layık hale gelir. Nitekim tasavvufta derler ki:
“Kalbi cennet olanın, sonu da cennet olur.”

ÖZET

Kur’ân’a göre cennet, hem verilecek nimetlerin zirveye ulaştığı hem de her türlü noksanlığın ve olumsuzluğun tamamen ortadan kalktığı bir yerdir. Cennette kişiye ebediyet, huzur, rızık, muhabbet, cemâlullah gibi büyük nimetler verilirken; hastalık, hüzün, korku, ölüm, ayrılık, günah, kin gibi unsurlar asla bulunmaz. Bu da gösteriyor ki cennet, Allah’ın rahmetinin ve adaletinin mutlak tecelli mekânıdır. Bu dünyada cennet için çalışan, kalbini arındıran, niyetini temiz tutan kişi, Rabbinden o ebedî huzur yurdunu bekleyebilir. Çünkü cennet, sadece verilenlerin değil, olmayanların da cennetidir.

 




Ezelî Saltanattan Ebedî Saadete: Rububiyetin Hikmeti ve Âhiretin Zarureti

Ezelî Saltanattan Ebedî Saadete: Rububiyetin Hikmeti ve Âhiretin Zarureti

“Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı uluhiyetinin sermedî bir medarı olan âhiret vardır. Ve madem bu kâinatta ve zîhayatta gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir rububiyet-i mutlaka var ve görünüyor. Elbette o rububiyetin haşmetini sukuttan ve hikmetini abesiyetten ve şefkatini gadirden kurtaran, ebedî bir dâr-ı saadet bulunacak ve girilecek. “
Şualar

İnsan aklı, varlık âlemine ibretle ve dikkatle baktığında, her şeyde derin bir hikmet, hassas bir ölçü, mükemmel bir nizam ve sonsuz bir kasd görür. Ne yıldızlar başıboş dönüyor ne de bir ağaç meyvesiz yaratılıyor. Hayatın her karesinde kendini gösteren bu düzen ve kasıt, ancak ezelî ve ebedî bir ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın eseri olabilir.

Madem öyledir; işte o Allah’ın saltanat-ı uluhiyeti, yani ilahlık ve hâkimiyetinin büyüklüğü, boşuna olamaz. O saltanat, sadece şu fani dünyada birkaç günlük imtihanla sınırlı kalamaz. Zira saltanat, bir ihtişam ve devam ister. Ezelî bir Sultanın mülkü, sadece bu geçici dünyayla sınırlı olamaz; ebedî bir âlemle taçlanmak zorundadır. Yoksa sonsuz kudrete ve ilme sahip bir Zat’ın saltanatı, fanilikle eksik ve yarım kalır ki, bu bir tenakuz olur.

Kâinatın işleyişine ve içindeki canlılara bakıldığında da bu saltanatın izleri açıkça görülür. Zira bu saltanat, yalnız bir kudret değil, aynı zamanda haşmetli, hikmetli ve şefkatli bir rububiyet (terbiye edicilik) sergiler. İnsanın gözündeki perdeyi aralaması kâfidir; her varlıkta rahmetin, adaletin ve hikmetin parıltılarını görmek mümkündür.

Ama bu dünyada bu hikmet ve rahmet, bazen eksik görünür: masumların eziyet çekmesi, zalimlerin yaşaması gibi. İşte bu görünürdeki eksikliğin gerçek izahı, ahiretin varlığıdır. Çünkü:

Haşmet: Sonsuz bir ihtişam ister. Ebedî bir yurt olmadan bu haşmet tamamlanmaz.

Hikmet: Her şeyin bir gayesi olmasını gerektirir. Ebediyetsiz bir hayat, hikmeti anlamsız bırakır.

Şefkat: Zalimlerin mazlumlara yaptığı gadri, ebedî adalet terazisi olmadan izah edemez.

Eğer âhiret olmasaydı, bu ilahî rububiyetin şefkati, gadre; hikmeti, abesiyete; haşmeti, fâniliğe mahkûm olurdu – hâşâ! Oysa bütün kâinat, Allah’ın bu sıfatlarını haykırır ve tamamını yücelik içinde sergiler.

Bu nedenle, âhiretin varlığı, sadece insanın arzusu veya dinî bir umut değil; doğrudan Allah’ın varlığının, isimlerinin ve rububiyetinin zorunlu bir neticesidir. Âhiret, bir teselli değil; ilahî adaletin zarurî bir gereğidir. Zira bu kadar hikmetli, rahmetli ve ölçülü bir sistem, elbette en büyük hesap gününe doğru akar.

Özet:

Allah’ın ezelî ve ebedî oluşu, saltanatının da sermedî olmasını gerektirir. Bu saltanat, ancak âhiretin varlığıyla tamamlanabilir. Kâinattaki rububiyet; haşmetli, hikmetli ve şefkatlidir. Bu sıfatların tam anlam kazanabilmesi için, dünyadaki eksik görünen adaletin, gayelerin ve şefkatin ebedî bir karşılığının olması gerekir. Âhiret, bu hakikatlerin tecelli edeceği zarurî bir dâr-ı saadettir. Aksi halde, ilahî isimlerde noksanlık olurdu ki bu imkânsızdır.

 




KUR’ÂN-I KERİM’DE HİKMETLİ AYETLER VE ÇOK BOYUTLU TEFSİRİ

KUR’ÂN-I KERİM’DE HİKMETLİ AYETLER VE ÇOK BOYUTLU TEFSİRİ: LAFZÎ, HİKMETLİ, TEMSİLÎ VE SOSYOLOJİK YORUMLAR

Giriş: Hikmetin Yolu Kur’an’dan Geçer

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın insanlığa gönderdiği en büyük hidayet rehberidir. O, lafzıyla mucize, manasıyla bir deryadır. Kur’ân’ın ayetleri sadece zahirî bir anlam taşımakla kalmaz; her biri derin hikmetlere, temsillere, sosyolojik mesajlara ve bireysel/toplumsal hayata yön veren işaretlere sahiptir. Bu yazıda bazı Kur’an ayetlerinin hikmet yönünü ele alacak; bunların lafzî, hikmetli, temsili ve sosyolojik yönlerden nasıl yorumlanabileceğini örneklerle açıklamaya çalışacağız.

  1. Lafzî Yönüyle Ayet: Kelimelerin İlahi Ahenk ve Delaletleri

Lafzî yorum, Kur’an’daki kelimelerin lügat anlamları, nahiv kuralları ve Arap dilindeki kullanımı temel alınarak yapılan tefsirdir. Bu yorum, ayetin görünen yüzünü ortaya koyar. Örneğin:

“Fe men ya’mel miskâle zerretin hayran yerah.” (Zilzal, 7)
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür.”

Bu ayette geçen “miskâl” (ağırlık) ve “zerre” (en küçük parça) kelimeleri lafzî olarak en küçük iyiliğin bile karşılıksız kalmayacağına işaret eder. Bu, adaletin mutlak terazisini gösterir.

  1. Hikmetli Yönüyle Ayet: Ayetin Ardındaki İlahi Maksatlar

Kur’an’da bazı ayetler, lafzî mananın ötesinde hikmet yüklüdür. Hikmet, bir şeyin arka planındaki maksat, gaye ve faydaya ulaşmak demektir.

“Şüphesiz ki Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar.” (Nahl, 90)

Bu ayet, sadece ahlakî bir buyruk değil, toplumun temel nizamını koruyan bir hikmet manzumesidir. “Adalet” sosyal düzeni, “ihsan” bireysel yüceliği, “akrabaya vermek” ise toplumsal bağlılığı teşvik eder. Burada hikmet, insanlığın kemale ermesi içindir.

  1. Temsilî Yönüyle Ayet: Anlatımı Derinleştiren Misaller

Kur’an, zaman zaman temsilî anlatımlarla hakikatleri zihinlere daha güçlü şekilde yerleştirir. Bu temsilî ayetler, hakikati soyut düzeyden somut örneklere indirerek kolay anlaşılmasını sağlar.

“Allah, gökten bir su indirdi de vadiler kendi ölçüsünce dolup aktı…” (Ra’d, 17)

Bu ayet, suyun akmasıyla kalplere gelen vahiy arasındaki benzetmeyi ihtiva eder. Her kalp, kendi istidadınca vahiyden nasiplenir. Temsilî bakışla bu ayet, insanların Kur’an’dan istifadesindeki farklılıkları açıklayan derin bir mecazdır.

  1. Sosyolojik Yönüyle Ayet: Toplumu İhya Eden İlahi Mesaj

Kur’an’ın birçok ayeti, toplumun yapısını inşa eder. Sosyolojik yorum, ayetlerin toplum hayatına dair yönlerini ön plana çıkarır.

“Allah bir kavmi değiştirmez, ta ki onlar kendilerindeki hali değiştirinceye kadar.” (Ra’d, 11)

Bu ayet, bireyin ve toplumun dönüşümüne işaret eden sosyolojik bir yasadır. Değişim, önce dahili bir bilinçle başlar. Dolayısıyla Kur’an, toplumları ıslah edecek bir ilahi toplumsal teoriyi de barındırır.

Ayetlerin Dört Boyutlu Yorumunun Önemi

Kur’an’ın mucizeliği, her ayetin çok boyutlu anlamlar taşımasındadır. Bir ayeti sadece lafzıyla anlamak, onun derinliğini ihmal etmek olur. Her ayet, bir şifa, bir nur, bir hüküm, bir hikmet, bir uyarı ve bir rehberliktir.

Örneğin şu ayet bütün bu açılardan değerlendirilebilir:

“O, hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)

Lafzî: Hayat ve ölüm, yaratılmıştır.

Hikmetli: Bu yaratılışın amacı, insanın imtihanıdır.

Temsilî: Hayat bir sermayedir; ölüm, bir hesaptır.

Sosyolojik: İnsan toplumu, ahiret merkezli bir değer anlayışıyla davranmalıdır.

Sonuç: Kur’an’ı Sadece Okumak Değil, Anlamak Gerek

Kur’an sadece okunmak için değil, üzerinde derin tefekkür edilmesi için gönderilmiştir. Ayetlerin hikmetli, temsilî ve sosyolojik yönleriyle tefsiri, onu yaşayan bir kitap haline getirir. Bu şekilde okunan bir Kur’an, sadece bireyi değil, toplumları da dönüştürür. Bugünün dünyasında en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, lafzî düzeyde kalan bir din anlayışını değil; hikmetiyle, sosyolojisiyle ve temsilleriyle yoğrulmuş bir Kur’an tefekkürünü yeniden diriltmektir.

Makale Özeti:

Kur’an ayetleri, sadece zahirî anlam taşımakla kalmaz; derin hikmetler, temsiller ve toplumsal mesajlar barındırır. Ayetler; lafzî düzeyde dil ve kelime anlamı, hikmetli düzeyde Allah’ın maksatları, temsili düzeyde anlatım gücü, sosyolojik düzeyde ise birey ve toplum için düzenleyici ilkeler sunar. Bu çok boyutlu okuma, Kur’an’ı sadece kutsal bir metin değil, hayatı kuşatan bir hidayet rehberi haline getirir.

 

 




Ezberde Kalan Değil, Hayata Akan Kur’an

Ezberde Kalan Değil, Hayata Akan Kur’an
Hafızlık ve Yaz Kur’an Kurslarında Kalıcılığı Sağlamak Üzerine Bir Tahlil

Kur’an-ı Kerîm, insanlığı karanlıklardan nura çıkaran ilahî bir rehberdir.
Onu ezberlemek bir şereftir; yaşatmaksa bir ömürlük mesuliyettir.

Ancak son yıllarda sıkça rastlanan bir manzara var:

Hafızlar ezberliyor ama kısa sürede unutuyor.

Yaz Kur’an kurslarında çocuklar elifba öğreniyor, Kur’an’a geçiyor, fakat birkaç ay sonra yeniden sıfıra dönüyor.

Soru şu:
Bu manzara neden böylesine tekrarlanıyor?
Nerede hata yapılıyor?
Kur’an’la kurulan bu bağ neden kalıcı olmuyor?
Ne yapılmalı?

  1. AMAÇ ŞAŞMASI: “Hafızlık Bir Merasim mi, Bir Mesele mi?”

Hafızlık eğitimi gerekli olmakla birlikte sadece
Belge almak,
İcazet törenine çıkmak,
Aile gururu oluşturmak,
haline gelmemeli.
Elbette bu büyük bir aşama, bir şeref Madalyasıdır.
Sonraki dönemlerde de sahiplenilmek gerekir.
Nitekim bir hafızımızın el arabacılığı yaptığını duyunca çok üzülmüştüm.
Onlara el atılması ve el uzatılması gerekir.

Çünki Kur’an ezberi bir hedef değil, bir vasıtadır.
Hedef ise o Kur’an’la yaşayabilmek, onun ahlâkını kuşanabilmektir.

Amaç şaşınca;

Hafızlık ezberde kalır, hayatta yankı bulmaz.

Okuma öğrenilir, fakat ruhla bağ kurulmaz.

  1. TEKRARIN İHMALİ: “Hafıza Beslenmezse, Kurur”

Kur’an ezberinin en büyük sırrı müzemmel (sürekli) tekrardır.
Ezberlenen ayetler, tekrar edilmedikçe zihin onları terk eder.

Ama hafızlık süreci sonrası;

Düzenli takip yapılmaz,

Aile desteği azalır,

Hafız, sosyal hayatta yalnız kalır.

Ve neticede:

> “Bir zaman hafızdı…” denilen ama şimdi “unutmuş” olan bir genç profili oluşur.

  1. SÜREÇ DEĞİL, SPRINT: Yaz Kur’an Kursu Bir Yarışa Dönüşmemeli.

Yaz Kur’an kursları,

6 haftalık bir “yoğun kamp” gibi sunuluyor.

Öğrenciler kısa sürede elifbadan hatme zorlanıyor.

Ama bu süreçte kalplere değil sadece dillerine dokunuluyor.

Bu yüzden:

Çocuk Kur’an’a “bir yazlık uğraş” gibi bakıyor.

Okuduğunu anlamıyor, hissetmiyor.

Bağ kuramadığı için kısa sürede kopuyor.

  1. ORTAM EKSİKLİĞİ: “Hafızlık Sonrası Boşluk”

Hafızlık yapan genç, ezber sürecinde yoğun bir manevî iklimde bulunur.
Ancak hafızlık bitince:

Sosyal çevresi değişir,

Manevî destek azalır,

Okul ve çevre baskısı artar.

Eğer bu süreçte:

Hafızlık sonrası bir rehberlik programı yoksa,

Kur’an hizmetine yönlendirme yapılmazsa,

Yeni hedefler belirlenmezse,

ezber zayıflar, hafıza unutur, gönül uzaklaşır.

  1. AİLELERİN TUTUMU: “Görev Bitti Zannediliyor”

Birçok aile için hafızlık, çocuklarının manevî sigortası gibi görülür.
Ama şöyle bir yanılgı oluşur:

> “Artık hafız oldu, görevimiz bitti.”

Halbuki:

Asıl görev o noktadan sonra başlar.

Evde düzenli mukabele ortamı kurmak,

Namazlarda tilavet alışkanlığı kazandırmak,

Kur’an’la bağını diri tutacak teşviklerde bulunmak,
ailelerin en büyük vazifesidir.

ÇÖZÜM YOLLARI:

1. Süreklilik Temelli Hafızlık Eğitim Modeli Kurulmalı:

Ezber sonrası en az 2 yıl tekrar ve takviye programı zorunlu tutulmalı.

Hafızlara düzenli hafıza tazeleme sınavları uygulanmalı.

Medrese/Cami/Kur’an Kursları, öğrenciyi bırakmamalı.

2. Yaz Kur’an Kursları Hikmetle Zenginleştirilmeli:

Sadece elifba değil, sevdiren bir Kur’an eğitimi olmalı.

Duygusal bağ kurulmalı: “Bu kitap senin rehberin” hissi verilmeli.

Ezber değil, anlama temelli içerikler de işlenmeli.

3. Aileler Bilinçlendirilmelidir:

Kur’an eğitimi bir proje değil, ömürlük bir süreç olarak anlatılmalı.

Aile içi Kur’an ortamları teşvik edilmeli.

Velilere yönelik “Kur’an’la yaşama” seminerleri düzenlenmeli.

4. Hafızlara Yeni Hedefler Gösterilmeli:

Onlara sadece geçmiş başarı değil, gelecek sorumluluk hatırlatılmalı.

Kur’an öğreticiliği, mukabele imamlığı, talim görevleriyle sürece katılmalı.

5. Takip Sistemi Kurulmalı:

“Bitirdi gitti” anlayışı değil, “takip edelim, destek olalım” yaklaşımı esas alınmalı.

Mezun olan hafızlarla yılda birkaç kez irtibat kurulmalı.

SONUÇ ve İBRET:

Kur’an, geçici ezber için değil; kalıcı bir hayat inşası için indirilmiştir.
Kur’an’la kurulan bağ süreçtir, şekil değil; kalpte tutulan ateştir, sadece dilde ezberlenen harf değil.

Unutulmamalıdır ki:

> “Kalbin Kur’an’a bağlanmadığı bir ezber, unutulmaya mahkûmdur.”
“Sevgiyle öğretilmeyen bir elifba, bir yaz sonra silinir.”
“Takibi yapılmayan bir hafızlık, zamanla hatıradan ibaret kalır.”

ÖZET:

Kur’an ezberi ve okumasının korunamamasının temel sebepleri;

Amacın şekilcilik olması,

Tekrarların ihmali,

Yaz kurslarının yüzeysel sunulması,

Hafızlık sonrası boşluk,

Aile desteğinin eksikliği olarak öne çıkmaktadır.

Çözüm için;

Sürekliliği esas alan takip sistemleri kurulmalı,

Sevgi ve şuur temelli eğitim verilmeli,

Aileler bilinçlendirilmeli,

Hafızlara rehberlik ve yeni misyonlar kazandırılmalıdır.

 




Kur’ân: Yeryüzünün Aklı ve Kozmik Muhafızı

Kur’ân: Yeryüzünün Aklı ve Kozmik Muhafızı
Kur’ân’ın Küre-i Arz Üzerindeki Fıtrî Rolü Üzerine Bir Tefekkür

“Kur’an-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer el-iyazü billah, Kur’an küre-i arzın başından çıksa arz divane olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebep olması akıldan uzak değildir. Evet Kur’an, arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır. Cazibe-i umumiyeden ziyade, zemini muhafaza ediyor.”
Şualar

Zaman zaman akıl, kalpten uzaklaştığında kâinatı yalnız bir fizik hâdisesi gibi görür. Gezegenleri, yıldızları, küre-i arzı; sadece maddî kanunlarla izah etmeye çalışır. Oysa Kur’ân’ın nazarında kâinatın her zerresi bir emirle hareket eder, bir hikmetle şekillenir. Said Nursî’nin Şuâlar’da ifade ettiği şu derin hakikat, Kur’ân’ın yalnız bir kitap değil, yeryüzünün ruhu, aklı ve dengesidir. Ve eğer bu akıl baştan giderse, küre-i arz da bir cinnet hâline girer, karanlık bir boşlukta savrulur.

Kur’ân: Küre-i Arzın Aklı ve Muhakemesi

“Kur’an-ı Hakîm bu zemin kafasının aklıdır.” ifadesiyle yeryüzüne insan gibi bir benzetme yapılır. Zemin, başı olan bir mahluktur; başında Kur’ân gibi bir akıl vardır. Tıpkı insanın akılsız kalınca şaşırması, hezeyanlar içinde kıvranması gibi, yeryüzü de Kur’ân’dan mahrum kalınca bir cinnet hali yaşar. Kur’ân, küre-i arzın sadece bir kitabı değil; onun manevî merkezi, ruhî terazisi ve istikamet pusulasıdır.

Bugün baktığımızda Kur’ân’ın uzaklaştırıldığı, hükmünün indirildiği, sesinin kısıldığı yerlerde toplumsal karmaşaların, ruhî buhranların, ailevi çöküşlerin, savaşların ve adaletsizliklerin artması bir tesadüf değildir. Çünkü Kur’ân’ın aklı gitmiş, zemin başsız kalmıştır. Ve başsız kalan bu küre, kendini bir başka seyyareye çarpmaya doğru ilerler. Bu çarpışma bir kıyamettir. Belki sadece fiziki değil, ahlakî, medenî, içtimâî bir kıyamet.

Kur’ân: Arş ile Ferş Arasında Bir Zincir

“Kur’an, arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır.” ifadesi, Kur’ân’ın sadece yere değil, göğe de bağlı olduğunun delilidir. Kur’ân, göklerden gelen bir emir; yerde ise hayat bulan bir hikmettir. Bu zincir koptuğunda sadece dünya değil, insan da âlemle olan bağını kaybeder. İnsan başıboş olur, evren anlamını yitirir.

Kur’ân, bu bağı kopmaz bir ip gibi elimize verir: “Va’tesimû bihablillahi cemî’an” (Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın). Yani, Kur’ân’a tutunmak sadece bireysel kurtuluş değil; küre-i arzın, hatta insanlığın selâmet anahtarıdır.

Cazibe-i Umumiye Değil, Kur’ân’ın Cazibesi

Modern fizik der ki: “Yeryüzünü ayakta tutan şey cazibe kuvvetidir.” Fakat bu sadece zâhirî bir açıklamadır. Said Nursî der ki: “Kur’ân cazibe-i umumiyeden daha güçlü bir bağdır.” Çünkü cazibe sadece taş-toprağı tutar; ama Kur’ân kalpleri, fikirleri, sistemleri, medeniyetleri bir arada tutar. Eğer Kur’ân çekilirse, sadece dağlar değil, değerler de çöker; sadece yerküre değil, yürekler de sarsılır.

Bugün insanlığın çalkantılar içinde debelenmesi, savaşların, eşitsizliklerin, ahlâkî çöküşlerin yaşanması, Kur’ân’ın hayattan çıkarılmasının doğrudan sonucudur. Çünkü akıl yoksa cinnet kaçınılmazdır. Kur’ân’ın çekilmesiyle sadece toprak değil, insan da deliliğe sürüklenir.

Bir Kıyamet Yakın mı?

Burada söz edilen kıyamet, sadece semavî bir infilâk değil; bir anlam kıyametidir. Bugün bireysel bunalımlar, gençliğin gayesizlikle savrulması, ailelerin dağılması, toplulukların birbirine düşmesi… bunların hepsi Kur’ân’ın hükmünün terk edilmesinin küçük kıyametleridir. Kur’ân’ın aklı terk edilirse, zemin de cinnet geçirir, beşer de.

Sonuç ve Özet:

Kur’ân, sadece bir din kitabı değil, küre-i arzın aklı, ruhu ve muhafızıdır. Yeryüzü, Kur’ân ile anlamlı; insan, Kur’ân ile dengeli; toplum, Kur’ân ile adaletli olur. Kur’ân çekildiğinde, sadece fizikî bir karanlık değil; manevî bir kıyamet baş gösterir. Arz başsız kalır, şaşırır, çarpar. Bu sebeple Kur’ân’a tutunmak, sadece ahiret için değil; dünya hayatı için de bir zarurettir. Onu terk etmek, topyekûn bir cinnet hâline sürüklenmektir. Kur’ân, kâinatın dilidir; onun susması, âlemin susmasıdır.

Özet:
Bu makale, Kur’ân’ın yeryüzü üzerindeki metafizik rolünü ele alır. Kur’ân, küre-i arzın aklı gibi çalışır; çekilmesi hâlinde hem fert hem de dünya bir cinnet hâline düşer. Kur’ân, arşı ve ferşi birbirine bağlayan ilâhî bir zincir; cazibe kuvvetinden daha etkili bir tutucudur. Bu sebeple Kur’ân’dan uzaklaşmak, sadece bireysel değil, kozmik bir dengesizliğe yol açar. Çare: Kur’ân’a sarılmak, onu hayata hâkim kılmaktır.