Cemaatle Namaz: Savaş Meydanında Bile Terk Edilmeyen İlahi Emir

Cemaatle Namaz: Savaş Meydanında Bile Terk Edilmeyen İlahi Emir

“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasî hâdisesi olan Bedir Muharebesi’nde; sahabe-i kirama, nöbet nöbet cemaatle namaz kıldırmıştır. Yani vâcib olmayan, hususan muharebe zamanında terk edilebilen “cemaatle namaz kılmak” gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak’asına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevabı, harp cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.”
Sözler. Konferans

Tarihin en kritik anlarında verilen kararlar, sadece stratejik değil, aynı zamanda ahlâkî ve imanî bir duruş taşır. Bedir Harbi, sadece bir askeri zafer değil; aynı zamanda İslâm’ın hayatın tüm alanlarına nasıl hâkim olduğunu gösteren bir iman ve ibadet manifestosudur.

Bediüzzaman Said Nursî, bu hadiseye dair hayret uyandıran şu tespiti yapar:

> “Resul-i Ekrem (asm), dünyanın en muazzam siyasî hâdisesi olan Bedir Muharebesi’nde; sahabe-i kirama, nöbet nöbet cemaatle namaz kıldırmıştır. Yani vâcib olmayan, hususan muharebe zamanında terk edilebilen ‘cemaatle namaz kılmak’ gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak’asına tercih etmiştir.”

Savaşta Bile Namazı Cemaatle Kılmak: Ne Anlama Gelir?

Savaş meydanı, hayat ile ölümün iç içe geçtiği bir alandır. En küçük ihmalin bedeli can olabilir. Böyle bir ortamda cemaatle namaz kılmak, sadece bir ibadetin edası değil, aynı zamanda imanın hayata hâkim oluşunun ilanıdır. Şöyle de denebilir:

> “Namaz, sadece mescitlerde değil, mevzilerde de eda edilir.”

Bu davranış, İslâm’ın en yoğun, en zorlu zamanlarda bile hayatın merkezinde ibadetin olduğunu göstermesi bakımından eşsizdir. Çünkü İslâm, Allah’ın huzuruna çıkışı sadece huzurlu anlara hasretmez; ölümle burun buruna gelinen anlarda bile kulluğu önceler.

Strateji Değil, Öncelik Meselesi

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği mesele, sadece bir tarihi olay değildir. Burada asıl vurgulanan şey, önceliklerin neye göre belirlendiğidir. Dünyevi en büyük mesele bile, eğer ilâhî bir emrin karşısındaysa, geri planda kalmalıdır.

Bugünün insanı için de bu, çok çarpıcı bir mesaj ihtiva ediyor:
📌 “Hayatınızda en yoğun, en acil, en büyük işiniz ne olursa olsun; Allah’la olan bağınızı önceleyin.”

Modern Hayatın Bedir’leri

Bugün Bedir meydanı gibi gerçek savaş alanları içinde olmasak da, hayatın her anı bir cihad ve imtihan alanıdır. İş yoğunluğu, trafik stresi, sınavlar, kariyer planları derken; namazlar erteleniyor, cemaat terk ediliyor, ibadet ihmal ediliyor. Oysa bu hadisede bir ufuk, bir irade ve bir denge ölçüsü sunuluyor.

> Peygamberimiz (asm) ölümle burun buruna geldiği savaş anında bile cemaatle namazı ihmal etmediyse, biz hangi gerekçeyle terk edebiliriz?

İbadet, Direniştir

İbadet sadece bir ruhî temrin değil, aynı zamanda bir ahlâkî ve toplumsal duruş demektir. Cemaatle namaz, ümmetin birliğinin sembolü; Allah’a bağlılığın görünür hâlidir. Savaş meydanında dahi bu sembol korunmuşsa, bu, hem müminin şahsiyetini hem de toplumun manevî istikametini korumanın anahtarıdır.

İman, Hayata Hâkim Olmalı

Peygamber Efendimiz’in (asm) bu uygulaması, Müslümanın hayatında ibadet ile dünya işleri arasında bir hiyerarşi kurması gerektiğini gösteriyor. Çünkü ibadet, dünya işlerini geri plana atmaz; onlara anlam kazandırır. İman varsa disiplin, düzen ve dirayet vardır. İşte bu yüzden Bedir’de cemaatle namaz, sadece bir ibadet değil, aynı zamanda imanın idareye hâkim oluşunun simgesidir.

Sonuç: En Büyük Vaka, En Büyük İbadetin Gölgesindedir

Bu ibretli hadise, hayatın içinde neyle karşılaşırsak karşılaşalım, namazı ve ibadeti hayatımızın merkezinde tutmamız gerektiğini açıkça gösteriyor. En büyük siyasi, askeri, ekonomik mesele bile; Allah’a kullukla kıyaslanamaz. Bedir Harbi’nde cemaatle namazın ihmal edilmemesi, müminin hayatını yönlendiren en temel önceliğin ne olduğunu açıkça ilan eder.

Özet:

Bu makalede, Resulullah’ın (asm) Bedir Harbi’nde cemaatle namazı terk etmemesi üzerinden ibadet ve dünya işleri arasındaki öncelik sıralaması işlenmiştir. Savaş gibi hayati bir meselede bile namazın cemaatle kılınması, İslâm’ın ibadeti hayata hâkim kıldığını ve müminin en zorlu anlarda bile Allah’a bağlı kalması gerektiğini gösterir. Günümüzün karmaşık ve yoğun hayatı içinde bu örnek, Müslüman için ibadeti ertelememesi gereken bir farz, bir sığınak ve bir istikamet olarak ortaya koymaktadır.

*********

Nisa Suresi 102. Ayet (Savaşta Namaz – Salatü’l-Havf):
“Sen onların içinde bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir grup seninle beraber namaza dursun, silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secde ettikten sonra arkanıza çekilsinler. Gelmemiş olan diğer grup gelsin, seninle beraber namaz kılsınlar ve onlar da tedbirli olup silahlarını alsınlar. Kâfirler isterler ki, silahlarınızdan ve eşyanızdan gaflet etseniz de üstünüze ani bir baskın yapsınlar. Eğer yağmurdan dolayı bir eziyetiniz olur veya hasta bulunursanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.”
(Bak. Âl-i İmrân Suresi 123-127 ve Enfal Suresi 12. ayetler,)

 

 




Sözün Değeri: Kimin Söylediği, Kime Söylediği, Ne İçin Söylediği

Sözün Değeri: Kimin Söylediği, Kime Söylediği, Ne İçin Söylediği

“Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam. Yoksa her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir.”
Sözler. Konferans

Her Söz Aynı Değildir

Söz, sadece seslerin ard arda dizilmesinden ibaret değildir. Söz, kalpten doğar, zihinde şekillenir, dilden dökülür. Ama o sözün değeri, gücü ve tesiri birçok şeye bağlıdır. İşte Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati çok veciz bir şekilde şöyle ifade eder:

> “Kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam. Yoksa her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir.”

Bu cümle, sadece sözün yapısal gücüne değil, hakikate uygunluk ve tesir gücünün esaslarına da işaret eder. Zira bir söz, ancak bu dört unsurun hakkıyla yerine getirilmesiyle anlam kazanır. Aksi hâlde, bilgi kirliliği içinde yönsüz, değersiz ve etkisiz kalır.

  1. Mütekellim: Konuşanın Kimliği

Bir sözün değerini belirleyen ilk şey, onun sahibidir. Sözü söyleyen kişi bilgili midir? Adil midir? Samimi midir? Hikmet ehli midir? İşte bu sorular, o sözün ciddiyetle dinlenip dinlenmeyeceğini belirler.

Kur’an-ı Kerim’in sözleri, neden bu kadar yücedir? Çünkü onu söyleyen Zât, ezelî ve ebedî olan Allah’tır. Bu yönüyle, kelâm-ı İlâhî en yüce sözdür. Nitekim Bediüzzaman da başka bir yerde özetle, “Kur’an’ın belâgatına en beliğ insan yetişemez” diyerek bu hakikati ifade eder.

  1. Muhatap: Kime Söylendiği

Sözün kıymeti aynı zamanda muhatabına göre şekillenir. Her söz, her kişiye aynı şekilde hitap etmez. Bir alime söylenen söz ile bir çocuğa hitap eden söz aynı dille, aynı muhtevayla sunulamaz. Muhatabın idrak seviyesi, ihtiyacı ve hâlî durumu dikkate alınmadan sarf edilen söz, tesir etmez; hatta bazen zarar bile verebilir.

Bu yüzden hakikatleri anlatırken muhatabın anlayışına göre hikmetle konuşmak, İslam’ın temel ilkelerindendir.

  1. Maksat: Ne İçin Söylendiği

Bir sözün değeri, sadece doğru bilgiler ihtiva etmesiyle sınırlı değildir; niyeti ve gayesi de önemlidir. Hakikat görünümünde bir söz, eğer çıkar için, aldatma veya yönlendirme için kullanılıyorsa, onun manevî kıymeti kalmaz.

Bediüzzaman bu yönüyle “söz”ün samimiyetle, hakikatle, hayır maksadıyla sarf edilmesini esas alır. Çünkü hak maksadın olmadığı yerde, söz fasit bir niyetin taşıyıcısı hâline gelir.

  1. Makam: Konuşma Yeri ve Zamanı

Söz, her yerde ve her zamanda aynı tesiri göstermez. Bir hakikati söylemek kadar onun ne zaman, nerede ve hangi şartlarda söylendiği de önemlidir. Zira zamanlama ve yer uygun değilse, en güzel söz bile yanlış anlaşılabilir.

Nitekim Kur’an’ın yirmi üç yılda parça parça inmesi, bu hikmetli zamana ve şartlara göre hitap ilkesinin açık delilidir.

Neden Her Kitap Okunmaz, Her Söz Dinlenmez?

Zamanımız bilgi çağı dense de aslında bir enformasyon çöplüğüne dönmüş durumda. Sayısız kitaplar, videolar, yazılar, yorumlar arasında hakikati bulmak zorlaştı. İnsanlar kulaktan dolma bilgilerle konuşuyor, sosyal medya “bilgi” diye sunulan asılsız iddialarla dolup taşıyor.

Bu ortamda Bediüzzaman’ın uyarısı bir emniyet kemeri gibidir:

> “Her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak verilmemelidir.”

Çünkü sözün sahibi, amacı, zamanı ve muhatabı bilinmeden ona güvenilemez. Hele din ve ahiret gibi hayati meselelerde, her söz değil; hikmetli, sahih ve ehil olan söz esas alınmalıdır.

Sonuç: Söz, Vahyin ve Aklın Aynasıdır

Söz, basit bir araç değil; insanın kalbini, fikrini ve kimliğini yansıtan bir aynadır. Onu kıymetli kılan; kimden çıktığı, kime hitap ettiği, hangi maksatla söylendiği ve hangi zeminde ifade edildiğidir.

Bu yüzden Bediüzzaman’ın bu tesbiti, modern çağda doğru bilgiye ulaşma, irfanı seçme ve hikmetli söze yönelme konusunda altın bir prensip sunar. Günümüzde bilgi kirliliği içinde boğulmamak için bu dört ölçü, bir pusula gibi rehberimiz olmalıdır.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın kelâmın değeriyle ilgili dört ölçüsü—mütekellim, muhatap, maksat ve makam—açıklanmıştır. Sözün kıymeti, onu söyleyenin kimliği, muhatabın durumu, sözün amacı ve söylendiği zaman-mekânla belirlenir. Her kitap okunmamalı, her söz dinlenmemelidir; çünkü söz, hakikatin taşıyıcısı olabileceği gibi, aldatmanın da aracı olabilir. Bu yüzden sözde hikmet aranmalı, doğru bilgi ve sahih kaynaklara yönelinmelidir.

 

 




Şeyh Bahît Efendi, Bediüzzaman Said Nursî’ye hitaben:

Şeyh Bahît Efendi, Bediüzzaman Said Nursî’ye hitaben:

مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ الْاَوْرُوبَا وَ الْعُثْمَانِيَّةِ

   Yani “Avrupa ve Osmanlı

   Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?” Şeyh Bahît Efendi hazretlerinin bu sualden maksadı, Bediüzzaman Said Nursî’nin şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.
Buna karşı, Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

اِنَّ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِالْاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا

   Yani “Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.

Sözler.konferans

Elbette, aşağıda Bediüzzaman Said Nursî’nin bu çarpıcı ve derin vecizesine dayanan hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir makale sunuyorum. Makalenin sonunda kısa ve öz bir özet de yer alacaktır:

Zıtların Hamileliği: Avrupa’nın İslâm’a, Osmanlı’nın Avrupa’ya Yolculuğu

Bir Kehanet Gibi Söz: Tarihin Dönüm Noktasında Bir Tespit

Bediüzzaman Said Nursî’nin Şeyh Bahît Efendi’ye verdiği şu cevap, yalnızca bir siyaset yorumu değil, aynı zamanda derin bir tarihi tahlil ve geleceğe dair bir öngörüdür:

> “Avrupa bir İslâm devletine hamiledir; bir gün doğuracaktır.
Osmanlı da bir Avrupa devletine hamiledir; bir gün doğuracaktır.”

Bu cümle, zamanının çok ötesinde bir fikrî derinlik ve sosyo-politik farkındalık taşır. Bu ifade, hem Avrupa’nın İslam’dan etkilenip dönüşeceğini hem de Osmanlı’nın Avrupaîleşerek kendinden uzaklaşacağını özetler. Zıtlar iç içe geçmiş, birbirine benzeyerek değişmiş ve dönüşmüştür. Tıpkı mevsimlerin birbirine dönüşmesi gibi.

Osmanlı’nın Avrupaileşmesi: Kimlik Kaybına Giden Yol

Osmanlı Devleti, özellikle 19. yüzyıldan itibaren Batı’nın üstün teknolojisi ve askeri gücüne karşılık, “Batı’yı taklit” yolunu seçti. Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet gibi reformlar bu sürecin kilometre taşlarıydı. Fakat yapılan değişiklikler çoğunlukla mukallit, yani şekilci ve yüzeysel kaldı.

Osmanlı, Avrupaîleşme çabasında yalnızca kılık kıyafet, hukuk, eğitim ve yönetim sistemiyle sınırlı kalmadı; zihniyet olarak da Batı’ya benzemeye başladı. Bu ise zamanla öz değerlerinden, İslamî kimliğinden bir kopuşu beraberinde getirdi. Nitekim Said Nursî bu süreci, “Osmanlı, bir Avrupa devleti doğuracak” şeklinde ifade ederken tam da bu iç dönüşüme işaret eder.

Ve sonunda o doğum gerçekleşti: Cumhuriyet, Batı tipi ulus devlet modelini benimsedi; medrese ve tekkeler kapandı, şer’i hukuk yerine laik hukuk geldi, harf devrimiyle İslamî geçmişle bağlar koparıldı. Osmanlı’nın rahminden Avrupa’nın modeliyle yoğrulmuş yeni bir devlet doğdu.

Avrupa’nın İslam’a Hamileliği: Arayış ve İhtiyaç

Bediüzzaman’ın diğer yönüyle ifade ettiği büyük hakikat ise şudur: Avrupa da İslâm’a gebe. Çünkü Avrupa’nın ilim, teknik ve medeniyet alanındaki yükselişi, insanlığı sadece maddeye dayalı bir hayat içinde boğdu. Ruh boşaldı, kalpler kurudu, fert anlam arayışına girdi. İşte bu arayış, Batı’yı tekrar ilahi hakikatlere yönlendirme istidadını doğurdu.

Bugün Avrupa’da artan İslam’a yönelim, özellikle gençler arasında yaygınlaşan Kur’an ve Sünnet eksenli arayış, Avrupa’nın içinde büyüyen bu “İslamî doğumu” işaret eder. Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de her yıl binlerce insan İslam’a yönelmekte; bir kısmı da resmen Müslüman olmaktadır. Çünkü ruh, hakikatin şifasını aramaktadır. Bediüzzaman’ın o yıllarda yaptığı bu tespit, bugün adeta tarihin gövdesinde filizlenmiş bir kehanet gibi kendini göstermektedir.

Zıtların Dönüşümü: İbretlik Bir Hakikat

Tarih sadece savaşlarla değil, fikirlerle ve dönüşümlerle yazılır. Avrupa, İslam’la tanıştığında hakikati gördü ama kibirle reddetti. Osmanlı, Avrupa’yla karşılaştığında eksikliğini fark etti ama özgüvenle değil, aşağılık duygusuyla teslim oldu. Neticede her iki taraf da birbirine benzemeye başladı. Ama biri kendi benliğinden uzaklaşarak, diğeri ise hakikati arayarak…

Bediüzzaman’ın bu cümlesi aynı zamanda bir ikazdır: “Eğer sen kendi kıymetini bilmezsen, başkası seni değiştirir, dönüştürür.” Bu yüzden İslam dünyası Batı’yı körü körüne taklit etmemeli, ama onun içinden İslam’a yönelenleri de şefkatle ve hikmetle karşılamalıdır.

Sonuç ve Mesaj

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu veciz tespiti, bir çağın hem fotoğrafı hem de röntgenidir. Osmanlı’nın Avrupaileşmesi bir kimlik krizini doğurmuş, Avrupa’nın İslam’a yönelmesi ise yeni bir ruhi uyanışı başlatmıştır. Zıtlar iç içe geçerken hakikat arayışı bitmemiştir. Asıl mesele, bu değişimi imanla ve izzetle yönetebilmektir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Avrupa İslam’a, Osmanlı Avrupa’ya hamiledir” sözü merkez alınarak tarihsel bir değerlendirme yapılmıştır. Osmanlı’nın Avrupaîleşme süreci kimlik kaybını doğururken, Avrupa’nın İslam’a yönelişi hakikate bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Bu tespit, bugün yaşanan dönüşümlerin hem ibretlik hem de umut verici boyutlarını gözler önüne sermektedir.

 

 




Zamanın Dalaleti: Cahilce Değil, Bilerek Sapmak

Zamanın Dalaleti: Cahilce Değil, Bilerek Sapmak

“Eski zamanda dalalet, cehaletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalalet, –Kur’an ve İslâmiyet’e ve imana taarruz– fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binden bir bulunuyordu; bulunanlardan ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar.”
Sözler. Konferans

Bir Zamanlar Cehalet, Şimdi Bilinçli İnkâr

Tarihin ilk dönemlerinden itibaren hak ve batıl mücadelesi hep var olmuştur. Fakat bu mücadelenin araçları ve yolları zamanla değişmiştir. Eski zamanlarda dalalet, yani sapkınlık ve küfür genellikle cehaletten kaynaklanıyordu. İnsan bilmiyor, duymamış, tanımamıştı. Böyle birine hakikati anlatmak kolaydı. Zira öğrenmeye açıktı.

Ama bugün öyle değil. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu zamanda dalalet, “fen ve felsefe ve ilimden geliyor.” Yani artık insanlar sadece bilmedikleri için değil, bildiklerini zannettikleri için iman hakikatlerine karşı duruyorlar. İşte bu, cehaletten gelen dalaletten çok daha derin ve tehlikelidir. Çünkü ilim perdesi altında bâtıl savunuluyor.

Zehirli Bal: Fen, Felsefe ve İnkâr

Modern çağ, bilgi çağını getirdi ama aynı zamanda gurur çağı da oldu. İnsanlar bir iki fizik yasasını öğrenince, bir mikroskobu kullanınca ya da birkaç teoriyi okuyunca “Ben her şeyi biliyorum” demeye başladılar. Oysa bu bilgi, hakkı inkâr etmek için bir perde oldu. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.”

Bu tavır, hem hakikate kapanmayı hem de başkasına da kulak vermemeyi beraberinde getirir. Halbuki ilim, tevazû ister. Gerçek ilim sahibi, hakikatin peşinde olur. Ama kibirli bir akıl, sadece kendi sesini duyar.

Bugün fen ve felsefenin bazı yorumları, Allah’ı, ahireti, nübüvveti inkâr etmenin araçları hâline getirilmiştir. Varlığı açıklamak için sonsuz evren teorileri, hayatın gayesini inkar eden materyalist felsefeler, insanı sadece biyolojik bir varlık sayan yaklaşımlar… Bunlar, hakikatin üzerini örten modern putlardır.

Eski Cehalet Tedavi Edilirdi, Peki Ya Şimdiki?

Eski zamanlarda cehaletle gelen sapmalar daha kolay izale edilirdi. Çünkü insan hakikati duyduğunda “evet” deme ihtimali yüksekti. Ama şimdi bir kibir duvarı, bir ilim perdesi, bir “Ben biliyorum” duygusu önüne geçmiştir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Bu zamanda dalaletin izalesi müşküldür.”

Bugün Kur’an’a, imana ve İslâmiyet’e karşı yapılan saldırılar daha sofistike, daha planlı ve daha akıllıca(!) yapılmaktadır. Çünkü eski küfür kördü; şimdi ise gözünü kapatıp hâlâ ‘görüyorum’ diyen bir inat var. Bu da davet ve tebliğ yolunun daha dikkatli, daha derinlikli, daha hikmetli olmasını zorunlu kılar.

Çare Ne? Hakikatle Beslenen İlim

Modern dalalete karşı çare, imanla yoğrulmuş ilimdir. Bugün gençlere sadece iman telkini yetmez; aynı zamanda onların aklına, zihnine, merakına da cevap verecek bir tebliğ dili geliştirilmelidir. Kur’an’ın gösterdiği deliller; fen, felsefe ve sosyal bilimlerle takviye edilerek sunulmalıdır. Çünkü bu asır, sadece duyguyla değil, ikna ile yönlendirilir.

Kur’an’ın delillerine karşı şüpheyle yaklaşan bir zihin, yine Kur’an’ın içindeki aklî ve ilmî delillerle tatmin olabilir. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’u bu çağın hastalıklarına bu yüzden ilmî ve aklî bir reçete olarak yazılmıştır. Hem aklı hem kalbi doyuran bir davet metoduna ihtiyaç vardır.

Sonuç ve Mesaj

Bu asırda karşılaşılan dalalet, sadece bilinçsizlik değil; çoğu zaman bile bile inkârdır. Bu sebeple İslam’a ve imana davet, eskisine göre daha ince, daha derin, daha sabırlı ve daha donanımlı olmalıdır. Günümüz insanı; sadece duyguyla değil, delille, bilgiyle ve hikmetle ikna edilebilir. O hâlde çare: İmanı ilimle, ilmi hikmetle, hikmeti şefkatle anlatmaktır.

Özet:

Bu makalede, günümüzdeki dalaletin kaynağının artık cehalet değil; fen, felsefe ve kibirle karışmış sahte bilgi olduğu vurgulanmaktadır. Eski zamanlarda cehaletle gelen sapkınlık daha kolay tedavi edilirken, modern çağın bilinçli inkârı daha tehlikeli ve daha zor giderilir hâldedir. Çözüm ise imanla beslenen ilmi, hik

 




İnsanın Temeli: İmanın Binası ve Kökü

İnsanın Temeli: İmanın Binası ve Kökü

“İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir. İnsan, bir şeceredir; kökü, esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi, iman-ı billahtır; Allah’a imandır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı, iman ilmidir.”
Sözler. Konferans

İnsanı Ayakta Tutan Şey: İmandır

İnsanoğlu dıştan bakıldığında etten, kemikten bir varlıktır. Ama hakikatte, onu insan kılan, sadece maddesi değil; mana kökleridir. O kökler ise iman esaslarıdır. Tıpkı temeli olmayan bir binanın bir gün yıkılması gibi, iman temellerinden mahrum bir insan da hayatın fırtınalarına dayanamaz.

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi: “İnsan, bir saray gibi binadır; temelleri erkân-ı imaniyedir.” Bu demektir ki, Allah’a iman, peygamberlere iman, ahirete iman gibi hakikatler, insan şahsiyetinin omurgasını oluşturur. Bu esaslar yıkıldığında geriye sadece şekil kalır; ruhu çekilmiş bir beden, yönünü kaybetmiş bir akıl, gayesiz bir ömür…

Kökü Kopmuş Ağaç: İnançsız İnsan

İnsan aynı zamanda bir şeceredir, bir ağaçtır. Bu ağacın kökü, iman esaslarıdır. Kökü kopmuş bir ağaç nasıl önce kurur, sonra devrilir, sonra çürürse; imandan uzak bir insan da önce manevî kuraklığa düşer, sonra savrulur, sonra kendi kendini tüketir.

Bugün modern çağın çıkmazı budur: İnsanı sadece beden saymak, aklı sadece maddî ölçülerle sınırlamak, gönlü sadece hazlarla tatmin etmek… Oysa insan; anlam arar, sonsuzluk ister, adalet bekler. Bu beklentilerin cevabı ise yalnız imanla mümkündür.

İman İlimdir, Bilgi Değil

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, iman ilmi, bütün ilimlerin şahıdır. Çünkü her ilim, hakikati arar. Ama hakikatin kapısını sadece iman açar. Fizik kâinatı anlatır ama “Niçin var?” sorusuna cevap veremez. Tıp, bedenin yapısını çözer ama “Ruh nereye gider?” diyemez. Matematik kesinlik sunar ama “Hayat ne içindir?” sorusuna sessiz kalır. O hâlde ilim, eğer imanla beslenmezse, sadece bilgi yığını olur. Akıl gelişir, kalp kurur; teknoloji yükselir, ahlak çöker.

İman ilmi ise sadece teorik bir inanç değildir. Kalbi diriltir, ruhu besler, ahlâkı inşa eder. İnsana kendini, Rabbini ve kâinatı tanıtır. İşte bu yüzden en değerli ilim, iman ilmidir. En önce öğrenilmesi gereken hakikat, Allah’a, ahirete, peygambere imandır.

İnancın Mimarı Olmak: Müminin İnşa Görevi

Her insan aslında kendi binasını inşa eder. Ama bu bina ancak sağlam temellerle ayakta kalır. Namaz bir duvardır, oruç bir pencere; ama temelsiz bir binada ne duvar durur, ne pencere. O hâlde önce temeller sağlam olmalı: Allah’a, nübüvvete, haşre sarsılmaz bir iman…

Bu çağda mü’minin görevi sadece ibadet etmek değil; imanı tahkim etmek, iman esaslarını öğrenmek, anlatmak ve yaşatmaktır. Gençlere öncelikle doğru iman hakikatleri verilmelidir. Zira bilgi, imanla birleştiğinde hidayete; aksi hâlde sapkınlığa dönüşebilir.

Sonuç ve Mesaj

İnsanın hakiki yapısı, görünmeyen ama taşıyıcı olan iman temelleriyle anlam kazanır. Allah’a iman; varlığı anlamlandırır. Nübüvvet; doğru yolu gösterir. Ahiret; adaletin ve hikmetin nihai yeridir. Bu üç temel, insanın hem ruhsal hem ahlakî varlığını besler. Bu yüzden “en büyük ilim, iman ilmidir.” Çünkü insan sadece onunla yıkılmaz. Zira imanı olan, ölse de batmaz; çökse de yok olmaz.

Özet:

Bu makalede insanın manevî yapısının iman esaslarına dayandığı vurgulanmaktadır. İman, insanın hem temeli hem köküdür. Allah’a, peygamberlere ve ahirete olan iman; insanı içten inşa eder. Diğer bütün ilimlerin temeli ve padişahı da iman ilmidir. Çünkü iman, insanı sadece bilgiyle değil, anlamla ve hikmetle donatır. İmanla temellendirilmeyen hayat, savrulmaya ve yıkıma mahkûmdur.

 

 




Her Gün Bir Âlem: Geçiciliğin İçinde Ebedîyi Aramak

Her Gün Bir Âlem: Geçiciliğin İçinde Ebedîyi Aramak

“Evet, her gün her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, o geçici her bir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ‌ cümlesini binler defa tekrar ile o değişen perdelere ve âlemlere her birisine bir ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ‌ ı lamba yaptığı gibi öyle de o kesretli, geçici perdeleri ve tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında in’ikas eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahit olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelî’nin şiddetli ve inatları kıran tehditlerini, her vakit Kur’an’ı okumakla tahattur edip nefsin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle Kur’an, gayet mu’cizane tekrar eder ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla tehdidat-ı Kur’aniyeyi hakikatsiz tevehhüm etmekten şeytan bile kaçar. Ve onları dinlemeyen münkirlere cehennem azabı ayn-ı adalettir, diye gösterir.” Onuncu Mesele

İnsan, her gün değişen bir âlemde yaşar. Her an bir perde kapanır, yeni bir sahne açılır. Sabah başka bir ruh hâli, akşam bambaşka bir idrak… Her ân, başka bir hâl… Herkes için, her vakit, bir âlem kapanır ve bir yenisi açılır. Farkında olsak da olmasak da, bu seyyar kâinat sürekli yer değiştirir.

İşte bu hızlı değişimin içinde, insanın gönlü karanlığa mahkûm olmamak için bir ışık arar. O ışık, “Lâ ilâhe illâllah” kelimesidir. Her bir fani âleme, her bir geçici perdeye, o kelime bir lamba gibi asılır. Çünkü her yeni ân, Allah’ı tekrar hatırlamakla anlam kazanır. Aksi hâlde, hızla akan bu değişim; insanın iç âlemini karanlıklaştırır, geçmişini lehine şahit değil, aleyhine bir delil hâline getirir.

Geçiciliğin İçinde Kalıcılığı Bulmak

Hayat bir aynadır. O aynada geçen her sahne, ahirette karşımıza çıkacak bir şahit olur. Eğer o sahneleri Allah’ın adıyla, “Lâ ilâhe illâllah” ile nurlandırmazsak, o zaman o ânlar bizim aleyhimize döner. Nimetler şikâyet, fırsatlar günah, ömür bir pişmanlık olur.

İşte Kur’ân bu yüzden tekrar eder. Aynı hakikatleri defalarca söyler. Çünkü insanın nefsi her an başkalaşır. Nefsin azgınlığı, gafleti yeniler. Bu yüzden Kur’ân, o değişen hâllere sürekli hitap eder. Tehdid eder, korkutur, uyarır. Ve bu tehditler, ilâhî bir adaletin sesi olarak yankılanır.

Zira insan, gafletle dost olurken, şeytanın oyununa gelir. Bu yüzden Kur’ân’ın tehditleri, şeytanı bile kaçırır. Çünkü bu tehdidler, yalandan değil, hakikatin tokadıdır. Cehennem, böyle inat eden, körleşmiş kalplere ilâhî adaletin kaçınılmaz karşılığıdır.

Lâ İlâhe İllâllah: Kalbe Asılan Ezelî Lamba

İnsan, ömrü boyunca misafir gibidir. Durmaz, bir hâlden diğerine geçer. Tıpkı bir trenin vagonları gibi, her gün bir durak, her gün bir manzara… Ve her bir durakta, tevhid lambasını yakmak gerekir ki, o durak karanlıkta kalmasın.

Lâ ilâhe illâllah; bir zikir değil sadece, bir şuur, bir farkındalık, bir uyanıştır. O kelime ile insan; kendisini fanilikten ebediyete bağlar. O kelime ile karanlık perdeler bir anda nurla parlar.

Sonuç: Karanlığı Aydınlatan Kelime

Dünya bir imtihan meydanı, hayat bir misafirhane, her an bir sahnedir. Her gün bir âlem gider ve yenisi gelir. Bu kesintisiz değişim içinde, Allah’ı unutan; aslında kendi varlığını unutur. İşte bu yüzden Kur’ân, sürekli hatırlatır, tehdit eder, uyarır. Bu tekrarlar, bir merhametin çığlığı, bir adaletin beyanıdır.

“Lâ ilâhe illâllah” ise bu devr-i daim içinde insanın elindeki ebedî sabitedir. Onu terk eden, karanlığa düşer; sarılan ise her ânı nurla geçirir. Her geçici âlemde kalıcılığı bulanlar, işte onlardır ebedî saadete erenler.

Özet:

Bu makale, Risale-i Nur’daki “Onuncu Mesele”de geçen pasajdan hareketle; her an değişen dünya manzaraları içinde insanın “Lâ ilâhe illâllah” kelimesiyle varlığını nasıl anlamlandırdığını ve Kur’ân’ın sürekli tekrar ettiği tehditlerin aslında ilâhî bir şefkat ve adalet olduğunu vurgular. Hayatın geçiciliği içinde kalıcı olan tek hakikat tevhid kelimesidir; bu kelime, insanın iç dünyasını ve kader sahnesini aydınlatan ezelî bir lambadır.

 

 




Bayramda Katledilenler: Sabra ve Şatilla’dan Gazze’ye Aynı Kan, Aynı Sessizlik

Bayramda Katledilenler: Sabra ve Şatilla’dan Gazze’ye Aynı Kan, Aynı Sessizlik

  1. Gülümseyen Kurban Bayramı Yerine Kanlı Bir Sabah

1982 yılının Eylül ayı… Kurban Bayramı’nın huzurla başlaması gereken bir sabah.
Lübnan’daki Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında ise bayram, boğazlanan bedenlerin sessizliğinde başladı.
Ellerinde Kurban Bayramı için hazırlık yapan çocuklar, birkaç saat sonra kurbanlık değil; kurban oldular.
İsrail ordusunun kuşatması ve himayesi altında, Hristiyan Falanjist milisler 3 bine yakın Filistinliyi acımasızca katletti.
Bu bir saldırı değil, bu bir vahşetti.
Bu bir bayram değil, bu cehennemdi.

  1. Zalimlerin Himayesi, Mazlumların Sessizliği

Sabra ve Şatilla sadece Lübnan’ın değil, insanlığın da utancıdır.
Zalimlerin organize ettiği bu kıyım, dünya kamuoyunun gözleri önünde yaşandı.
Sokaklar, yaşlı kadınların, bebeklerin, gençlerin cansız bedenleriyle doluydu.
Bazıları süngülenmişti, bazıları kurşunlanmış, bazıları yakılmıştı.
Fakat hepsinin ortak bir özelliği vardı: Hiçbirinin elinde silah yoktu.
Hepsi, sadece “Filistinli” oldukları için katledildiler.

  1. Kurbanlıklar Değil, Kurban Olunan Bayramlar

Bayram, ümmet için sevinçtir.
Ama Sabra ve Şatilla’da bayram, bir felaketin adıydı.
Orada hayvanlar kurban edilmedi; insanlar kurban edildi.
Her evde bir kurban eti değil, bir matem hikayesi vardı.
Her hanede kesilen bir koyun değil, çocuklar, analar, babalar vardı.

Bugün Gazze’de de aynı bayram yaşanıyor:

Herkesin evinde bayram sevinci yerine kayıp listesi var.

Her sofra öncesi değil, her patlamadan sonra dualar yapılıyor.

Kurban eti dağıtılmıyor, yıkıntılar arasından bedenler toplanıyor.

Sabra ve Şatilla dünün trajedisiydi; bugünün adı Gazze.
Ama senaryo aynı:

> Zalim aynı, kurban aynı, sessizlik aynı.

  1. Kurban Ruhunun Aslı: Teslimiyet ve İbrahimî Duruş

Kurban Bayramı, Hz. İbrahim’in teslimiyetinin bayramıdır.
Ama bu çağda İbrahimî duruş, artık sadece kurban kesmekle değil; mazlumun feryadına cevap vermekle olur.
Sabra ve Şatilla’daki mazlumlar, ümmetin ortak evlatlarıydı.
Bugün de Gazze’deki çocuklar, yetimler, öksüzler sadece Filistinli değil, ümmetin yetimleridir.

Eğer bayramın ruhunu yaşamak istiyorsak;

Kurbanlık kesmeden önce zulmü kesmeliyiz,

Evimizde sevinçle otururken, onların feryadını duymalıyız.

Dua ederken, sadece kendimiz için değil; kanlar içinde bayram geçirenler için gözyaşı dökmeliyiz.

  1. Cehennem Odunları ve Kurban Ruhları

Bir yanda Allah’a adanmış kurbanlık hayvanlar, diğer yanda insan canından kurban edilen mazlumlar.
Kur’an cehennemi “insanlar ve taşlarla dolu” diye tarif eder.
Sabra ve Şatilla’da, cehenneme çok “odun” gönderildi.
Ve her birinin üzerine insanlığın utancı kazındı.

Ama unutmamalıyız:

> Mazlumun kanı yerde kalmaz.
Allah’ın adaleti gecikir, ama şaşmaz.
Zulüm ile abad olunmaz.

Sonuç: Kanla Yazılan Bayramlar, Vicdanla Yazılacak Tarihler

Sabra ve Şatilla’da bayram sabahı hayat bitmişti, ama bir hakikat başlamıştı:
Bu ümmet, zalimi tanıdı; ama çoğu hâlâ sessiz.
Bugün Gazze’de yaşananlar, o katliamın devamı gibidir.
Ve bu çağ, artık susarak yaşanacak bir çağ değildir.

Bu makale, tarihin bir kesitini değil, vicdanın bir uyarısını ihtiva ediyor.
Zulmün tekrar etmemesi için, sadece gözyaşı değil, gayret gereklidir.
Ve her birimiz, bu gayrete ortak olmadan, bayramlara tam olarak girmiş sayılmayız.

Özet:

Bu makalede, 1982 yılında Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında gerçekleştirilen katliamın vahşeti ve anlamı işlendi. Bayram sabahı masumların kurban edilmesi, ümmetin vicdanına kazınan bir yara olarak değerlendirildi. Katliamın benzerlerinin bugün Gazze’de sürdüğü, bayramların artık zulümle karıştığı ve ümmetin bu tabloya sessiz kalmaması gerektiği anlatıldı. Kurban Bayramı’nın ruhunun gerçek anlamı, mazluma sahip çıkmak ve zulme dur demekle yaşanabileceği mesajı verildi.

 

 




Göç Yurdu Dünya: Kuss bin Saide’nin Hutbesinden Hikmetler

Göç Yurdu Dünya: Kuss bin Saide’nin Hutbesinden Hikmetler

Giriş: Ukaz’dan Yükselen Ses

Tarihin karanlık dehlizlerinde kimi sözler vardır ki, zamanı aşar, çağları delip kalplere iner. Kuss bin Saide’nin Ukaz Panayırı’nda bir deve üzerinde, ihtiyarlığın vakarını taşıyan haliyle söylediği hutbe, böyle bir hikmet ve ibret çağrısıdır. Henüz peygamberlik gelmemişken Fahr-i Kâinat Efendimiz’in kulak verdiği bu hutbe, dünya hayatının gerçek yüzünü perde perde açar önümüze.

Dünya: Bir Ferş-i Eyvan

Kuss bin Saide, dünya hayatını tarif ederken gökyüzünü bir tavan, yeryüzünü bir döşek gibi tasvir eder. Bu benzetme, dünyanın geçici ve misafirhane oluşunu gözler önüne serer. İnsan bu evde uzun kalacağını sanır ama zamanın değirmeni kimseye müsamaha göstermez. Gelen kalmaz, giden dönmez. Otlar biter, çocuklar doğar, sonra hepsi silinip gider. Yaşam, kesintisiz bir devr-i daim içinde, fânîliği hatırlatan bir nehir gibi akar.

Ölüm Irmağının Girişi Var, Çıkışı Yok

Kuss’un sözleri, faniliği sadece felsefî değil, derin bir ahlâkî uyarı olarak dile getirir. “Ölüm ırmağının girecek yeri var, amma çıkacak yeri yoktur.” Bu ifade, insanın dünyaya gelişini ve buradan dönüşsüz gidişini anlatan en sade ama en çarpıcı anlatımdır. Hiç kimse bu akışın dışında kalmaz. Ne Firavun’un sarayı, ne Âd ve Semûd’un taş binaları bu gerçeği değiştiremez.

Dünya Hayatı: Gafletle Geçirilmemesi Gereken Bir İmtihan

Kuss bin Saide’nin en vurucu ikazlarından biri de şudur:
“Yazıklar olsun ömürleri gaflet ile geçen ümmetlere!”
Burada gaflet, sadece dünya zevklerine dalmak değil; dünyanın hakikatini, ölümün yakınlığını, ahiretin gerçekliğini unutarak yaşamak demektir. Nice servet ve şöhret sahibi, bu gafletin kurbanı olmuştur. Hâlbuki bu dünya, beklenmeyen bir anda sona eren bir misafirliktir. Bu yüzden insan, her an tetikte olmalı, hayatı anlam ve sorumlulukla yaşamalıdır.

Gölgesi Başımıza Düşen Hakikat: Peygamberin Haberi

Kuss’un şu sözleri hayrete şayandır:
“Allah’ın bir gelecek Peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakın oldu. Gölgesi başınızın üstüne geldi…”
Henüz risâlet gelmeden bu hakikati sezmesi, onun bir hak arayıcısı, bir gönül kâşifi olduğunun işaretidir. Hakikatin kokusunu almış, gelmekte olan rahmet rüzgârını hissetmiştir. Bu sezgi, onun gönlünün temizliğini ve Allah’ın ona verdiği bir nurla geleceğe olan basiretini gösterir.

Netice: Her Giden, Sırasını Bekleyen Bir Kafile Üyesidir

Kuss bin Saide’nin sözleri bize şunu hatırlatır: Hepimiz yoldayız. Bu yolun sonunda ölüm var. Ama ölüm bir son değil, asıl başlangıçtır. Burada ne ektiysek, orada onu biçeceğiz. Dolayısıyla dünya hayatı bir avunma değil, bir hazırlık yeridir. Şöhretin, servetin, gençliğin, kudretin hiçbir anlamı yoktur eğer ebediyet hazırlığı yapılmamışsa.

Makale Özeti

Bu makalede, Ukaz Panayırı’nda hutbe irad eden Kuss bin Saide’nin sözlerinden hareketle dünya hayatının faniliği, ölümün kesinliği ve gafletin tehlikesi işlenmiştir. Dünya; geçici, aldatıcı ve imtihan yeri olan bir misafirhanedir. Hiçbir varlık baki değildir. Gerçek baki olan Allah’tır ve O’nun gönderdiği peygambere tabi olmak, kurtuluşun tek yoludur. Gafletle geçen ömür, büyük bir kayıptır. Bu dünya, dönüşü olmayan bir yola hazırlık mekânıdır; akıllı olan, hazırlığını bu bilinçle yapandır.

 




Nekbe’nin Gölgesinde Büyüyen Umut: Nesrin’in Hikâyesi ve Filistin’in Direniş Hafızası

Nekbe’nin Gölgesinde Büyüyen Umut: Nesrin’in Hikâyesi ve Filistin’in Direniş Hafızası

Lübnan’ın Sayda kentinde, yürek burkan hatıraların ve umut dolu hayallerin arasında sıkışmış bir yaşam sürülüyor. Filistinli mülteci Nesrin Hourani’nin sözleri, hem geçmişin acılarını hem de bugünün direniş ruhunu taşıyor: “Bizi bir süreliğine getirdiler ama yıllardır buradayız. Bugün Gazze’de yeni bir Nekbe yaşanıyor.” Bu sözler, sadece bir kadının şahsi hikâyesi değil; aynı zamanda bir halkın unutulmayan yası, bastırılamayan özlemi ve bitmeyen direnişidir.

Nekbe: Unutulmayan Bir Yıkım

1948’de yaşanan Nekbe, sadece toprak kaybı değil, aynı zamanda kimlik, aidiyet ve gelecek kaybıdır. Evlerinden edilen yüz binlerce Filistinli, bir gün geri döneceklerine dair umudu yüreklerinde taşıyarak mülteci kamplarına sığındı. Nesrin de onlardan biri olarak, ailesinden devraldığı bu hafızayı şimdi kendi çocuklarına aktarıyor. Çünkü Filistin’de sürgün, nesiller arası bir hatırlayış biçimine dönüşmüştür.

Gazze: Yeni Bir Nekbe’nin Gölgesinde

Bugün Gazze’de yaşananlar, sadece bir savaş değil; yeni bir Nekbe’dir. Evler yine yıkılıyor, çocuklar yine yetim kalıyor, insanlar yine topraklarından koparılıyor. Nesrin’in “Bugün Gazze’de yeni bir Nekbe yaşanıyor” sözleri, bu tarihî sürekliliğe işaret ediyor. Zulmün biçimi değişse de öz aynı kalıyor: işgal, baskı, yok sayılma. Ancak Filistin halkının cevabı da aynı: direnmek, var olmak, unutmamak.

Sevgiyle Beslenen Direniş

“Çocuklarımızın kalbine sevgiyi ve vatanımıza dönüş arzusunu ektik” diyor Nesrin. Bu cümle, direnişi sadece bir mücadele değil, aynı zamanda bir eğitim, bir sevgi ve bilinç aktarımı olarak yorumluyor. Toprak kaybedilebilir, evler yıkılabilir, insanlar yerinden edilebilir; fakat kalplere ekilen vatan sevgisi, nesiller boyu yeşermeye devam eder. Direnişin en sağlam kökü, silah değil; bilinçli, inançlı ve sevgiyi yitirmemiş bir nesildir.

Düşündürten Gerçek: Geri Dönmek Bir Hayal Değil, Haktır

Filistinli mültecilerin en büyük gerçeği, “geri dönme hakkı”dır. Bu hak, sadece siyasî bir talep değil, insani bir zarurettir. Nesrin’in hikâyesi, bu hakkın unutulmaması için yazılmış bir şahitliktir. Onun mücadelesi, sadece bir annenin haykırışı değil, tüm insanlığın vicdanına yapılan bir çağrıdır: Zulüm neredeyse, direniş oradadır. Ve unutulmamalıdır ki, zulmün hükmü geçici, adaletin hükmü ebedîdir.

Makale Özeti

Lübnan’ın Sayda kentindeki bir mülteci kampında yaşayan Filistinli Nesrin Hourani, 1948’deki Nekbe’yi ve bugün Gazze’de yaşanan yeni trajediyi karşılaştırarak, Filistin halkının kuşaklar boyu süren sürgün ve direniş hikâyesine ışık tutuyor. Hourani’nin sözleri, hem tarihî bir hafızayı hem de geleceğe dair bir umudu içinde barındırıyor. Kalplere ekilen vatan sevgisiyle beslenen direnişin, sadece bir hak arayışı değil, aynı zamanda insanî bir onur mücadelesi olduğu anlatılıyor. Bu makale, Filistin davasının unutulmaması ve zulme karşı vicdanî bir duruşun korunması gerektiğini düşündürücü bir dille ele alıyor.

 

 




İçtihat Yetkisi ile Teşri’ Haddi: Müştehid Olabilir, Müşerri’ Olamaz

İçtihat Yetkisi ile Teşri’ Haddi: Müştehid Olabilir, Müşerri’ Olamaz

“Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri’ olamaz 

   İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayra ilzam edemez.

   Ümmeti davetle teşri edemez. Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir fakat müşerri’ olamaz.

   İcma ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.

   Yoksa davet bid’attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz.”
Sözler.lemaat

Tarih boyunca İslam dünyasının en çetin meselelerinden biri, içtihat kapısının yeri, sınırı ve yetkisidir. Zira Kur’an ve sünnetle sabit hükümlerin ışığında, zamanın ihtiyaçlarına göre çözüm üretmek bir zaruret iken, bu zarureti aşarak yeni bir din inşa etmeye kalkışmak ise sapmanın ta kendisidir. İşte bu sınırı Bediüzzaman bir darb-ı mesel gibi çizer:

> “Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri’ olamaz.”

Bu veciz ifade, dinin sabit kaynaklarına sadık kalma gerekliliğini ve kişisel içtihat ile ümmete teşri’ (kanun koyma) iddiasının ayrı şeyler olduğunu açıkça ortaya koyar.

İçtihat Nedir, Teşri’ Nedir?

İçtihat: Şeriatın nassları (açık hükümleri) dışında kalan meselelerde, Kur’an ve sünnetin genel ilkelerine dayanarak çözüm üretmektir. Yani bir müçtehid, Kur’an’da ve hadislerde açık hüküm bulunmayan bir konuda delillere dayanarak “şahsi kanaatini” ortaya koyar.

Teşri’: Yeni bir kanun koymak, bağlayıcı bir şekilde bütün ümmete hüküm dayatmak demektir. Bu yetki yalnız Allah’a ve O’nun gönderdiği peygambere aittir.

Bediüzzaman bu çizgiyi şöyle netleştirir:

> “Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz.”
Yani: Kişi şeriatı anlar, yorumlar; fakat kendi anlayışı şeriatın kendisi yerine geçemez.

İçtihadın Şartı: Kendine Yapılır, Başkasına Zorlanamaz

İçtihat, ilimle, takva ile, ferasetle yoğrulmuş büyük bir sorumluluktur. Bu ehliyete sahip olan kişi, içtihadını önce kendisi için yapar. O içtihadı kabul eden olur, etmeyen olur. Ancak:

> “Ona lâzım, gayra ilzam edemez.”
Yani: O görüş, o müçtehide bağlayıcıdır; başkalarını bağlamaz. Bu, bir zorunlu görüş değil, bir içtihadi tercihtir.

İşte bu nokta, ümmet içinde çıkan fitne ve bid’atların köküdür. Bir kişinin kendi içtihadını “Allah adına hüküm” gibi takdim etmesi, ümmete yeni bir şeriat ihdas etmesidir ki, bu hem ilimle çelişir hem ihlâsı bozar hem de bid’at kapısını açar.

Teşri Yetkisi Kimdedir?

Teşri yetkisi, ancak:

Allah’ın indirdiği vahiyde,

Resûlullah’ın (asm) sünnetinde,

Ve ümmetin icmasında yer alır.

> “İcma ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür.”
Yani: Ümmetin geneli bir görüşü kabul ettiğinde, o görüş artık kişisel bir yorum olmaktan çıkar; şer’î bir değer taşır.

Ancak bir kişi, kendi görüşünü cumhurun (ümmetin çoğunluğunun) kabulüne sunmadan, onu “hakikat” gibi pazarlarsa, bu sadece bid’at değil, aynı zamanda tehlikeli bir sapmadır:

> “Yoksa davet bid’attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz.”

Yani: Böyle bir kişi, hem ilim çevresinde hem ümmet içinde ciddiye alınmaz ve fikirleri itibarsızlaşır.

Zamanımızın Hastalığı: Şahsî Fikirle Din İnşa Etmek

Bugün birçok kişinin, alim geçinerek, hatta sosyal medya üzerinden şeriat mimarı gibi hüküm vermesi bu tehlikeli hastalığın yansımasıdır.

“Bu ayet artık geçersiz.”

“Hadisler bağlayıcı değildir.”

“Yeni bir içtihatla şunu helal, bunu haram kılıyoruz.”

gibi laflar, müçtehidlik kisvesi altında müşerri’liğe soyunmaktır. Ve bu, ümmete ihanet, dine suikast ve ahirete ağır bir vebaldir.

Çare Nedir?

İçtihadı yerli yerine oturtmak: Ehliyetli olanlar, yalnızca kendi alanlarında, şeriatın prensiplerine uygun görüş beyan edebilirler.

Cumhura danışmak: Şahsî kanaat ümmete teşri edilemez. Ancak ümmetin geneli bunu kabul ederse bir değeri olur.

İlimde tevazu: Müçtehid olduğunu düşünen, müşerri’liğe kalkışmamalı; haddini bilmeli.

Bid’ate karşı uyanıklık: Kendisini “din reformcusu” ilan edenlere karşı, ümmet basiretli ve ilimle dirençli olmalıdır.

Özet:

Bu makalede, bir müstaidin (ehil kişinin) içtihat edebileceği ancak yeni bir şeriat koyamayacağı açıklandı. İçtihat şahsîdir, bağlayıcı değildir. Teşri ise ancak Allah ve Resulüne ve ümmetin icmasına mahsustur. Kendi görüşünü din gibi sunmak bid’attır. Zamanımızda din adına konuşanların büyük kısmı bu sınırı aşmakta ve ümmete zarar vermektedir. Çare, ilimde sadakat, içtihatta ehliyet ve ümmette icmadır.

 

 




İlmin Mertebeleri ve Zihnin Tuzakları

İlmin Mertebeleri ve Zihnin Tuzakları

“Dimağda meratib-i ilim muhtelifedir, mültebise 

   Dimağda meratib var; birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir,

   Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.

   İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Her birinden çıkar bir halet: Salabet itikaddan,

   Taassub iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda.

   Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde

   Safi olan zihinleri cerhdir hem idlâli.”
Sözler.lemaat

İlim, ruhun nuru ve insanın en büyük sermayesidir. Ancak bu nurun insan zihnine yerleşmesi, bir anda olmaz. Bilgi bir yolculuktur, zihnin basitten karmaşığa, yüzeyden derine ilerleyerek geçtiği merhalelerle tamamlanır. Bediüzzaman Said Nursî bu süreçteki karışıklığı veciz bir şekilde ifade eder:

> “Dimağda meratib var; birbiriyle mültebis (karışmış), ahkâmları muhtelif.”

Yani insan zihninde bilgi mertebeleri vardır; fakat bu mertebeler çoğu zaman birbirine karışır, hakikatle zan, inançla hayal, bilgiyle tahayyül birbirine bulanır.

Yedi Basamaklı Zihin Merdiveni

Bediüzzaman bu mertebeleri şöyle sıralar:

  1. Tahayyül (Hayal Etmek): Zihinde bir suret belirir. Bu, bilgi değildir; sadece bir taslaktır.
  2. Tasavvur (Kavramak): Hayal edilen şey zihinde biraz şekillenir, bir anlam kazanır.
  3. Taakkul (Akletmek): Kavram, akıl terazisine vurulur. Mantıklı mı, değil mi sorgulanır.
  4. Tasdik (Onaylamak): Kişi, aklıyla bu şeyi doğru kabul eder.
  5. İz’an (İçten Kabullenme): Kalp, artık ikna olur. Zihin ve gönül kabul halindedir.
  6. İltizam (Bağlanmak): İnsan, bu kabule göre yaşamaya karar verir. Sadece inanmakla kalmaz, bir taraf olur.
  7. İtikad (Sağlam İnanç): Artık bilgi, kişiliğin bir parçası olur. Şüpheden uzak, kökleşmiş bir inanç halini alır.

Karışıklık Nerede Başlar?

Bu mertebeler birbirine karıştığında bilgi zehirlenir. Mesela:

Tahayyül edilen (hayal edilen) bir şeyi, tasdik edilmiş (doğru kabul edilmiş) sanmak.

Sadece tasavvur edilen (kavramsal olarak var olan) bir şeyi, itikad gibi görmek.

İltizam (taraftarlık) seviyesindeki taassubu, itikad zannetmek.

Bu karışıklık hem bireyi yanıltır, hem toplumu çürütür. Zira insanlar hayale inanmaya, zanna bağlanmaya, safsataya tapınmaya başlarlar.

Zihinsel Safsata: Batılı Güzel Tasvir Etmek

> “Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde
Safi olan zihinleri cerhdir hem idlâli.”

Bu cümle, bugünkü medya çağının büyük bir hastalığını haber verir:
Batılı, yanlışı, çirkini süsleyip pazarlamak. Özellikle sinema, reklam, müzik ve sosyal medya üzerinden yapılan bu algı yönetimi, saf, temiz zihinleri kirletmekte, doğru ile yanlışı karıştırmaktadır.

Taassup Nereden Doğar?

Zihin mertebeleri arasındaki karışıklığın en tehlikeli sonucu şudur:
Taassup, yani körü körüne bağlanmak.

Bu, çoğu zaman iltizam mertebesinde olan bir fikrin, itikad zannedilmesiyle doğar.

Yani kişi, bir görüşü benimsemiş ama henüz aklen, kalben temellendirmemiştir. Buna rağmen onu tartışılmaz bir hakikat gibi savunur.

İşte bu, hem kendi aklını hem başkalarının fikrini boğar.

Çare Nedir?

  1. Zihni eğitmek: Bilginin mertebelerini tanımak ve karıştırmamayı öğrenmek.
  2. Sorgulamak: Tasdik etmeden önce taakkul etmek.
  3. Kalple düşünmek: İz’an olmadan iltizama girmemek.
  4. İtikadı sağlam temele oturtmak: Körü körüne değil, delil ve hikmetle iman etmek.

Özet:

Bu makalede, insan zihnindeki bilgi mertebelerinin yedi basamaklı bir yolculuk olduğu anlatıldı: tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad. Bu mertebelerin karıştırılması; taassup, safsata ve algı yanılmaları gibi zihinsel sapmalara yol açar. Özellikle günümüzde medya ve propaganda ile bâtıl olanın süslenerek sunulması, saf akılları yanıltmaktadır. Çare, ilmin her mertebesini yerli yerinde yaşamak, düşünmek ve iman etmektir.

 

 




Geçmişle Bağ Koparılırsa Gelecek de Yıkılır: Cumhuriyet, Redd-i Miras ve Hakikatin Bedeli

Geçmişle Bağ Koparılırsa Gelecek de Yıkılır: Cumhuriyet, Redd-i Miras ve Hakikatin Bedeli

Bir milletin en büyük hazinesi, tarih boyunca biriktirdiği manevî mirasıdır: inancı, dili, ahlâkı, geleneği ve bu değerlerle şekillenen kültürü. Türkiye Cumhuriyeti ise, bu hazinenin büyük bir kısmını, “ilerleme” adına inkâr eden bir zihniyet üzerine inşa edildi. Bu zihniyetin temelinde redd-i miras vardı; yani geçmişin tümden reddi. Bu öyle bir reddiydi ki, sadece bazı kurumları değil; Kur’an harflerini, İslamî kavramları, Osmanlı’nın ilmî ve manevî birikimini, hatta halkın yüzyıllardır sinesine işlediği inancı ve ibadetlerini dahi hedef aldı.

Atatürk ve Redd-i Miras Politikası

  1. Kemal’in önderliğinde kurulan Cumhuriyet, başlangıçta halkın desteğini alsa da, kısa sürede halka rağmen bir dönüşüm projesine evrildi. Harf inkılabı, şapka ve kıyafet kanunları, tekke ve zaviyelerin kapatılması, ezanın Türkçeleştirilmesi ve Kur’an’ın tercüme edilerek namazlarda okunması gibi uygulamalar, sadece şekli değil, ruhu da değiştirme çabasının bir yansımasıydı.

Atatürk’ün dinle ilgili bazı sözleri bu yaklaşımı açıkça ortaya koyar:

> “İslam, Arapların millî dinidir. Bizim dinimiz değil…”
“Bu din, tamamıyla bir Türk düşmanlığı üzerine kurulmuştur.”
“Bu milletin başına ne geldiyse bu gökten inen kitaplar yüzündendir.”

Bu tür beyanlar, yalnızca kişisel kanaat değil, aynı zamanda bir ideolojik kopuşun ve İslam’dan uzaklaşmanın da ilanıydı. Zira halkın inancı ile yönetenlerin ideali arasında bir uçurum açılmıştı.

İngiliz Etkisi ve Batı Projeleri

Tarihler 1920’leri gösterdiğinde, Osmanlı yıkılmış; İslam dünyası parçalanmıştı. Bu parçalanmayı tamamlamak ve yeniden bir araya gelişin önünü kesmek isteyen İngiliz aklı, Türkiye’yi bir laboratuvar gibi kullanmayı tercih etti. Lord Curzon’un Lozan’daki şu sözleri ibretlidir:

> “Hilafet’i kaldırın, medreseleri kapatın, halkı İslam’dan uzaklaştırın, size istediğiniz bağımsızlığı verelim.”

Bu bir teklif değil, bir dayatmaydı. Çünkü İslam, ümmeti birleştiren, sömürüyü reddeden, Batı’nın çıkarlarına çomak sokan bir potansiyeldi. Bu yüzden, hilafetin kaldırılması, dini kurumların kapatılması, dinî eğitimin yasaklanması ve ibadetlerin kısıtlanması doğrudan bir medeniyet tasfiyesi anlamına geliyordu.

Hac Neden Yasaklandı?

1926 ile 1948 arasında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hac ibadeti yapması fiilen yasaklandı. Gerekçe olarak “sağlık, güvenlik” gibi sebepler öne sürüldü. Oysa gerçek, çok daha derindi. Hac, ümmet bilincini diri tutar; farklı coğrafyalardan gelen Müslümanları aynı safta buluşturur. Bu da ulusçu, seküler bir cumhuriyet anlayışıyla çelişiyordu. Hac, yalnızca bir ibadet değil, bir birlik çağrısıydı; ve bu çağrı, Batıcı, laik düzenin hoşuna gitmiyordu.

Hikmetli ve İbretli Bir Bakış

Bir millet, köklerini inkâr ederse çoraklaşır, kimlik bunalımına girer, medenî ilerleme sanılan şey, manevî yıkıma dönüşür. Türkiye’nin modernleşme süreci, Batılılaşmak adına geçmişini yok saydığı için sahte bir kimlik üretmiştir. Bu kimlikte ne Kur’an’ın nuru vardır, ne de ecdadın duası…

Fakat tarih her zaman tekerrür eder. Geçmişle kavgalı olanlar, sonunda ya milletle, ya da kendileriyle kavga eder hale gelir. Bugün yaşadığımız değerler çatışması, nesiller arası kopukluk ve manevî çöküş, bu redd-i mirasın ağır faturasıdır.

Medeniyet, sadece teknolojik ilerleme değil; aynı zamanda ruh, ahlâk ve adaletle yürür. Ecdadın izinden gitmeyen bir nesil, özünü kaybetmiş bir yolcudur.

Makale Özeti:

Bu makalede, Cumhuriyet’in kuruluşundaki redd-i miras anlayışı ve Atatürk’ün İslam’a yönelik bakışı ele alınmıştır. Atatürk’ün bazı din karşıtı söylemleri, inkılaplarla birlikte halkın manevî değerlerinden koparılması ve hac yasağı gibi uygulamalar üzerinden örneklendirilmiştir. Ayrıca bu dönüşümün arkasındaki İngiliz etkisi ve Batı’nın İslam’a yönelik stratejik hamlelerine dikkat çekilmiştir. Makale, köklerinden koparılan bir milletin ruhsal ve kültürel açıdan nasıl çökebileceğini ibretli bir şekilde ortaya koymakta, asıl ilerlemenin geçmişle barışarak olabileceğini vurgulamaktadır.

 

 




Hazmedilmemiş İlim: Zehirli Bir Gıdadır

Hazmedilmemiş İlim: Zehirli Bir Gıdadır

“Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli 

   Hakiki mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.

   Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü.

   Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını.”
Sözler.lemaat

İlim, insan ruhunun gıdasıdır. Ancak her gıda gibi, ilmin de faydalı olabilmesi için önce hazmedilmesi, özümsenmesi, sindirilmesi gerekir. Hazmedilmemiş, kalpte kökleşmemiş, yaşanarak özümsenmemiş bir bilgi; faydadan çok zarar getirir. Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati veciz bir temsil ile şöyle ifade eder:

> “Hakiki mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.
Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü.
Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını.”

Bu sözlerde iki tür âlim tipine dikkat çekilir:

  1. Koyun gibi olan âlim: İlmini hazmetmiş, yaşayarak sindirmiş, hal ve kal ile talebesine aktarır.
  2. Kuş gibi olan âlim: Henüz hazmetmeden, belki de sırf gösteriş ve takdir için bildiklerini aktarır. Bu bilgi, lüab-âlûd, yani tükürük karışımı, sindirilmemiş, bulanık ve mide bulandırıcıdır.

İlmin Gayesi Bilmek Değil, Yaşamak Olmalı

İlmin değeri, sadece zihinde kalmasıyla değil, hayata geçmesiyle ölçülür. İlmi sadece akılda taşıyan, ama onu hayata yansıtamayan bir kimse, kitap yüklü merkeplerden farksız hale gelir (Cuma Suresi, 5).

Hazmedilmeden verilen bilgi:

Kalbi beslemez, şişirir.

Ruhun derinliklerine ulaşmaz, dışta kalır.

Hüküm verir ama hikmet doğurmaz.

Edeb kazandırmaz, kibir üretir.

İşte bu sebepledir ki, ilim hasbî (samimi) verilmelidir; riya, menfaat veya gösteriş için değil.

Mürşid ve Muallim: Kimdir Hakiki Olan?

Hakiki mürşid:

İlmiyle amel eder, nasihat ederken yaşadığını konuşur.

Bilgiyi, muhatabının seviyesine göre aktarır.

Gıdayı pişirir, ezer, sindirir ve öyle sunar.

Talebenin ihtiyacını ve istidadını gözetir.

Hazmedilmemiş ilmi dayatan kişi ise:

Sözü ile özü uyuşmaz.

İlmi, güç ve nüfuz aracı olarak kullanır.

Talebesinin midesine taş tıkar; sonra da neden hazmedemediğini sorar.

Gafletle, ilim kisvesi altında narsist bir ego inşa eder.

Günümüzde Hazmolmamış Bilginin Tehlikesi

Modern çağda bilgiye erişim kolaylaştı ama hikmete dönüşen bilgi azaldı. YouTube, sosyal medya, kısa videolar ve kitapsız kanaatler dünyasında insanlar çok şey biliyor gibi görünür, ama:

Bilgi hızla tüketilir, özümsemeden geçilir.

Derinlik kaybolur, yüzeysel kanaat hâkim olur.

Kalp ile akıl arasındaki bağ kopar.

Sonuç: Bilgi çok, hikmet az. Konuşan çok, yaşayan az.

İlmin Hazmı Nasıl Olur?

  1. İhlâsla öğrenmek: İlmi Allah rızası için talep etmek.
  2. Amel ile yoğurmak: Bilgiyi davranışa dönüştürmek.
  3. Sabırla pişirmek: Hızlıca değil, sindirerek öğrenmek.
  4. Hikmetle sunmak: Karşıya bilgi değil, mana taşımak.

Sonuç: İlmi Önce Yaşa, Sonra Anlat

Bediüzzaman’ın bu temsilî anlatımı, sadece âlimleri değil; her anne-babayı, her öğretmeni, her lideri ilgilendirir. Çünkü hepimiz bir yönüyle öğreticiyiz. Ve bizler:

Ya musaffâ süt veririz,

Ya da sindirilmemiş bilgiyle mide bulandırırız.

Şu hâlde önce yaşamalı, sonra konuşmalıyız. Önce hazmetmeli, sonra sunmalıyız. Çünkü ilim, ağızdan değil, kalpten geldiğinde tesir eder.

Özet:

Bu makalede, “Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli” düsturuna dayanarak, ilmin ancak yaşanarak ve sindirilerek aktarılmasının gerektiği vurgulandı. Hakiki âlim, bilgisini hazmedip kabullenen ve hal diliyle yaşayan kişidir. Sadece anlatan ama yaşamayan kimseler, bilgiyle fayda değil zarar verir. Bilginin faydalı olabilmesi için ihlâs, amel, sabır ve hikmetle sunulması gereklidir.

 

 




Hak Kuvvetle Değil, Kuvvet Hakla Yücelir

Hak Kuvvetle Değil, Kuvvet Hakla Yücelir

“Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı 

   Hikmetteki desatir, hükûmette nevamis, hakta olan kavanin, kuvvetteki kavaid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid

   Cumhur-u nâsta olmaz, ne müsmir ve müessir. Şeriatta şeair; kalır mühmel, muattal. Umûr-u nâsta olmaz, müstenid ve mutemid.”
Sözler.lemaat

Tarih boyunca nice medeniyetler kuruldu, nice imparatorluklar yıkıldı. Hepsinin arkasında ya bir hak ilkesi ya da bir kuvvet tutkusu vardı. Ancak tecrübe bize gösterdi ki, kuvveti hakka hizmetkâr kılmayan her sistem, uzun vadede çürür, yıkılır, dağılır. Bediüzzaman Said Nursî bu meseleyi şöyle özetler:

> “Kuvvet, hakka hizmetkâr olmalı.”

Bu söz, yalnızca bir ahlâkî çağrı değil; bir medeniyet inşasının anahtar ilkesidir. Çünkü hak ile kuvvet arasında doğru bağ kurulmadığında, kuvvet zulmün, hak ise zayıflığın eline geçer. Oysa olması gereken, hak güçlü olduğu için değil, hak olduğu için üstün tutulmalı; kuvvet ise onun koruyucusu, destekçisi olmalıdır.

Kuvvet Hakkın Emrinde Olmazsa Ne Olur?

Bediüzzaman aynı pasajda şöyle der:

> “Hikmetteki desatir, hükûmette nevamis, hakta olan kavanin, kuvvetteki kavaid birbiriyle olmazsa… ne müsmir, ne müessir olur.”

Yani; bir toplumda bilim (hikmet), hukuk (kanunlar) ve siyaset (hükümet) aynı çizgide buluşmaz, kuvvetle desteklenmezse, o sistem ne faydalı olur ne de etkili. Sonuç:

Adalet sistemleri işlememeye başlar.

Zalimler cesaret bulur, mazlumlar susar.

Şeriatın şeairi (sembolleri), dinin hayattaki görünür izleri terk edilir.

Halkın işlerinde güven kalmaz, güvenlik ortadan kalkar.

Tarihten Ders: Hak Olmadan Kuvvet Zulme Dönüşür

Firavun kuvvet sahibiydi ama haklı değildi. Yıkıldı.
Nemrut güçlüydü ama hakkı tanımadı. Helâk oldu.
Emevîler’in son dönemi, Abbâsîler’in bozulma yılları; hep kuvvetin haktan ayrılmasının örnekleridir.

Oysa Hazret-i Ömer (r.a.) gibi adaletle hükmeden bir halife, en sade kıyafetiyle dahi âlemi titreten bir otoriteydi. Çünkü onun kuvveti, hakkın emrindeydi.

Modern Dünyada Kuvvet ve Hak İlişkisi

Bugün kuvvet:

Medyada

Sermayede

Askeriyede

Teknolojide

yoğunlaşmış durumda. Ancak bu kuvvetin kaynağı hak ve adalet değil, çoğunlukla çıkar, üstünlük ve hegemonya olduğu için dünya büyük bir kriz içinde.

Hakkı değil, menfaati esas alan kuvvet; çevreyi tahrip eder, savaşlar doğurur, toplumsal adaleti bozar, ahlâkı çürütür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu sistem “müstenid ve müstemid” yani dayanaksız ve zorbalık dolu olur.

Kuvveti Hakka Hizmetkâr Kılmak İçin Ne Yapmalı?

  1. Adalet, her sistemin temel taşı olmalı.
  2. Hukuk ve yönetim, hak ve hikmete dayanmalı.
  3. Güç, adil mercilerde toplanmalı; keyfîliğe izin verilmemeli.
  4. Toplumda hak bilinci ve sorumluluk ahlâkı yerleştirilmeli.
  5. Dinî şeair hayattan koparılmamalı, sosyal yapıya anlam kazandırmalı.

Sonuç: Hakkın Yanında Olan Kuvvet, Gerçek Güçtür

İnsanlık, kuvvetin değil hakkın tarafında durarak yücelir. Kuvvet, hak ile buluştuğunda adalet doğar. Kuvvetin, zulme değil hakkaniyete hizmet ettiği bir dünyada insanlar huzur bulur. Bu sebeple Bediüzzaman’ın şu uyarısı kulaklarda yankılanmalı:

> “Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı.”

Bu söz, sadece bireylere değil; yöneticilere, toplumlara ve tüm insanlığa hitap eden evrensel bir nizam ilkesidir.

Özet:

Bu makalede, “Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı” prensibi merkeze alınarak, kuvvetin hak ile buluşmadığı durumlarda ortaya çıkan adaletsizlikler, bozulmalar ve toplumsal çöküşler ele alındı. Bediüzzaman’a göre kuvvet, hakka dayandığında etkili, bereketli ve yapıcı olur. Ancak sadece kuvvete dayanıldığında sistem zorbalığa dönüşür. Kurtuluş, kuvvetin hakkı korumak için kullanılmasıyla mümkündür.

 

 




Menfaatin Maskesi: Siyasetin Canavarlaşması

Menfaatin Maskesi: Siyasetin Canavarlaşması

“Menfaati esas tutan siyaset canavardır 

   Menfaat üzere çarkı kurulmuş olan siyaset-i hazıra; müfteristir, canavar.

   Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen merhametini değil, iştihasını açar.

   Sonra döner, geliyor; tırnağının hem dişinin kirasını senden ister.”
Sözler.lemaat

Modern çağın siyasi düzenleri çoğunlukla bir temel üzerine kuruludur: menfaat. Bu menfaat kimi zaman şahsi, kimi zaman parti, kimi zaman devlet, kimi zaman da küresel güçler adına belirlenir. Fakat ne adına olursa olsun; eğer bir siyaset hak, adalet ve ahlak yerine çıkar, hile ve ihtiras üzerine kurulmuşsa, onun adı artık siyaset değil, bir canavarlık rejimidir.

Bediüzzaman bu hakikati çarpıcı bir şekilde dile getirir:

> “Menfaat üzere çarkı kurulmuş olan siyaset-i hazıra; müfteristir, canavar.”

Bu söz, yalnızca bir siyasi eleştiri değil; aynı zamanda bir hikmet feryadıdır. Çünkü menfaate dayalı siyaset, zamanla insanları, toplumları ve hatta milletleri birbirine düşüren, ahlakî değerleri unutturan, zulümle süslenmiş bir canavara dönüşür.

Menfaatin Gizli Pençesi

Menfaat, ilk bakışta tatlıdır. İnsanı cezbeder. Fakat bu tatlılık, zehirli bir bala benzer. Çünkü:

Menfaat nefsin hoşuna gider, fakat ruhu öldürür.

Menfaat geçici dostluklar kurar, fakat kalıcı düşmanlıklar doğurur.

Menfaat hakikati örter, yalana makyaj yapar.

Bediüzzaman der ki:

> “Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen merhametini değil, iştihasını açar.”

Yani; menfaat üzerine kurulu bir siyaset, ne kadar tatlı görünse de aslında bir canavardır. Ona iyilikle yaklaşsan bile, o bunu zayıflık olarak yorumlar. Merhamet değil, iştah kabartır. Bugün seni kullanır, yarın dişinin ve tırnağının kirasını senden ister!

Menfaatin Tahrip Ettiği Alanlar

  1. Ahlâk: Menfaate dayalı siyaset, doğruluk ve sadakati değil; ikiyüzlülük ve dalkavukluğu teşvik eder.
  2. Adalet: Hak yerine çıkar ölçü alınır. Mazlum değil güçlü haklı sayılır.
  3. Millet: Siyaset, milletin menfaatini değil, kendi sınıfının menfaatini savunur. Bu da millet içinde ayrılık, kin ve ihtilaf doğurur.
  4. Uluslararası İlişkiler: Menfaat esaslı dış politika, ülkeleri dostluk değil çıkar pazarlığı ekseninde birleştirir. Bugünün dostu, yarının düşmanıdır.

Hak ve Ahlâk Esaslı Siyaset: Sünnet-i Nebevî Modeli

Oysa siyaset, insanlara hizmet için bir araç olmalıydı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), siyaseti hiçbir zaman menfaat üzerine değil, hakikat, adalet ve merhamet üzerine kurmuştur.

O’nun örnekliğinde siyaset:

Adalet temellidir.

Zayıfı korur.

Doğruyu savunur.

Hizmeti esas alır.

Ahlâkı önceletir.

İşte bu siyaset, beşeri canavarlık uçurumuna düşmekten korur.

Sonuç: Maskeyi Düşürme Vakti

Bugün dünya siyaseti büyük ölçüde çıkarlar etrafında döner hale gelmiştir. Bediüzzaman’ın asırlık uyarısı hâlâ geçerliliğini korumaktadır:

> “Menfaat üzere çarkı kurulmuş siyaset, bir canavardır.”

Artık maskeleri düşürmenin vaktidir. Siyaset, yeniden hizmet, ahlâk ve adalet temellerine dönmelidir. Aksi takdirde, menfaatin yön verdiği bir sistem, milletleri ve insanlığı merhametsiz bir pençede tüketmeye devam edecektir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Menfaat üzere kurulu siyaset canavardır” sözü çerçevesinde, menfaate dayalı siyasi anlayışın birey, toplum ve insanlık üzerindeki tahribatı ele alındı. Menfaat esaslı siyaset, geçici dostluklarla kalıcı düşmanlıklar doğurur. Ahlakı bozar, adaleti siler, toplumu çökertir. Kurtuluş ise, siyaset anlayışının hak, adalet ve ahlaka dayanmasıyla mümkündür.