Teslim Olacak Hakikat: Nasraniyetin İslâm’a Yakınlaşması ve Tarihî İnkılâb

Teslim Olacak Hakikat: Nasraniyetin İslâm’a Yakınlaşması ve Tarihî İnkılâb

“Nasraniyet İslâmiyet’e teslim olacak 

   Nasraniyet, ya intıfa ya ıstıfa bulacak. İslâm’a karşı teslim olup terk-i silah edecek.

   Mükerreren yırtıldı, purutluğa tâ geldi, purutlukta görmedi ona salah verecek.

   Perde yine yırtıldı, mutlak dalale düştü. Bir kısmı lâkin bazı yakınlaştı tevhide, onda felâh görecek.

   Hazırlanır şimdiden yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslâm’a mal olacak.

   Bu bir sırr-ı azîmdir, ona remz u işaret; Fahr-i Rusül demiştir: “İsa, şer’im ile amel edip ümmetimden olacak.”
Sözler.lemaat

Yırtılan Perdenin Ardındaki Gerçeklik

Bediüzzaman Said Nursî, “Sözler” adlı eserinin Lemaat bölümünde, insanlık tarihindeki dinler arası büyük dönüşüme dikkat çeker. Şöyle der:

> “Nasraniyet, ya intıfa ya ıstıfa bulacak. İslâm’a karşı teslim olup terk-i silah edecek.”

Bu cümle, sadece bir dinler tarihi tesbiti değil; aynı zamanda bir gelecek vizyonu, bir hakikat müjdesidir. Çünkü yıpranmış ve bozulmuş şekliyle bugünkü Hristiyanlık (Nasraniyet), ya hakikatten tamamen kopacak ya da safvet bularak İslâm’a yönelerek özünü yeniden bulacaktır.

  1. Bozulan Dinlerin Akıbeti: Ya İnkıraz ya İnkiyad

Tarihte tahrife uğramış semavî dinlerin kaderi ortaktır: Ya bozuldukları hâliyle köhneleşirler, ya da aslî tevhid yoluna dönerler. Nasraniyet’in bugünkü durumu, putperestliğe yakın bir üçleme inancı, modernizme teslim olmuş seküler yorumlar ve İncillerin farklılaştırılmış metinleriyle “hakikatten uzak” bir tablo sergiliyor.
Bediüzzaman’ın işaretiyle:

> “Mükerreren yırtıldı, purutluğa tâ geldi.”
Yani birçok defa çöktü, parçalandı, fakat her seferinde geçici yamalarla tutturuldu.

  1. Tevhid Arayışı: Hakikate Yakınlaşan Hristiyanlar

Her şeye rağmen, samimi bazı Hristiyanlar, şirkten uzak bir “tevhid” anlayışına yöneliyor. Bazı mistik ve teolojik arayışlar, modern Hristiyan dünyasında “İsa Tanrı değildir, peygamberdir” fikrini kabul eden küçük ama etkili grupların ortaya çıkmasına vesile oldu. Bu durum, Nursî’nin şu ifadesini doğrular:

> “Bir kısmı lâkin bazı yakınlaştı tevhide, onda felâh görecek.”
Bu yakınlaşma, zihinlerdeki putların kırıldığı ve İslâm’ın “La ilahe illallah” hakikatine giden bir yol olabilir.

  1. İsa Aleyhisselam’ın İkinci Gelişi ve Hak Dinle Buluşma

Bediüzzaman, bu teslimiyet sürecinin bir aşamasında Hz. İsa’nın nüzulüne ve onun “Muhammedî şeriatla amel edeceğine” dair bir büyük sırdan da bahseder:

> “Fahr-i Rusül demiştir: ‘İsa, şer’im ile amel edip ümmetimden olacak.’”

Bu hadise göre, Hz. İsa (aleyhisselâm) yeryüzüne indiğinde Hristiyanlık değil, İslâmiyet ile hükmedecektir. Bu da dinler tarihindeki en büyük dönüşüm olacak ve Nasraniyet tamamen silinecek, İslâm’ın hakikatiyle birleşecektir.

  1. İslâm’ın Kalpleri Fethetmesi: Kılıçla Değil, Nurla Teslimiyet

Bediüzzaman’ın ifadelerinde geçen “terk-i silah” mecazı çok çarpıcıdır. Bu, fizikî savaşların değil, fikrî ve imanî inkılâpların galip geleceğini gösterir. Artık kılıçlar değil, kalemler; ordular değil, hakikat nurları bu teslimiyeti sağlayacaktır. Çünkü hakikat, nihayetinde insan fıtratına en uygun olanıdır ve İslâm, bu fıtratın adı gibidir.

  1. Çağımıza Mesaj: Diyalog Değil, Hakikatte Buluşma

Gerçek kurtuluş, ortak noktalarda uzlaşma değil, hakikatte birleşme ile olur.
Nasraniyet’in selâmeti, Hz. İsa’nın da tebliğ ettiği tevhid inancında, yani İslâm’da gizlidir. Bu yüzden Bediüzzaman, bu yakınlaşmayı sadece politik veya kültürel değil, ilâhî bir kaderin gereği olarak görür.

Sonuç: Büyük Vahdetin Ayak Sesleri

Zaman geçtikçe, sahte din anlayışları sönüyor, hakikate yaklaşmak isteyen gönüller İslâm’a yöneliyor. Tıpkı gece boyunca arayıp da sabaha ulaştığında gerçeği bulan yolcu gibi…
Bediüzzaman’ın verdiği müjde, sadece ümmete moral değil; aynı zamanda insanlığa bir istikbal mesajıdır:

> “Bu bir sırr-ı azîmdir…”
Gerçek din, insanlığa huzur verecek ve hakikat, hayale galip gelecektir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nasraniyet İslâm’a teslim olacak” tesbiti etrafında, Hristiyanlığın mevcut durumunun analizine ve gelecekte İslâm’la birleşme sürecine dair bir değerlendirme yapıldı. Nasraniyet, şirkten uzaklaştıkça tevhid yoluna yaklaşmakta ve bazı mensupları İslâm’a yönelmektedir. Hz. İsa’nın yeniden gelişiyle bu birleşme tamamlanacak ve sahte unsurlar yok olacaktır. Bu, bir dinler arası uzlaşı değil, hakikatin zaferidir.

 

 




Sessiz Çığlıklar: Gazze’de Kayıp 400 Bin Can ve Kapanmayan Vicdan Hesabı

Sessiz Çığlıklar: Gazze’de Kayıp 400 Bin Can ve Kapanmayan Vicdan Hesabı

Tarih bir kez daha tekerrür ediyor. Zalimler değişmiyor; sadece zamanın ve mekânın perdesi farklılaşıyor. Bu defa sahne, yeryüzünün en kadim topraklarından biri olan Gazze. Kanla, gözyaşıyla, enkazla örtülmüş bir şehir. Ve şimdi, Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Balakrishnan Rajagopal’ın sözleriyle yankılanıyor: Gazze’de 400 binden fazla Filistinli, soykırım neticesinde hayattan koparılmış olabilir.

Bu rakam, bir istatistikten çok öte. Her biri bir anne, bir çocuk, bir baba, bir dua, bir hayaldi. Ve bu kayıp sadece bir yok oluş değil; insanlığın, ahlakın ve adaletin de kalbinden vuruluşudur.

  1. Sayılar Değil, Sessiz Feryatlar

İsrail’in verilerine dayanan analizlerde, Gazze’de kalan nüfusun 1,8 milyona düştüğü belirtiliyor. 7 Ekim öncesi 2,3 milyon olan nüfustan, yaklaşık 100 bin kişinin abluka altındaki bölgeden dışarı çıkabildiği varsayılıyor. Geriye kalan yaklaşık 400 bin insanın akıbeti ise bilinmiyor.

Bu bilinmezlik, sessizliğin çığlığa dönüştüğü yerdir. Zira bu rakam, modern çağın göbeğinde, tüm dünyanın gözleri önünde işlenen sistematik bir katliamın iz düşümüdür. Bu, sadece bir etnik temizlik değil; bir milletin hafızasının, kültürünün, neslinin yok edilme teşebbüsüdür.

  1. Kur’an’ın Aynasında Soykırım Zihniyeti

Kur’ân, tarih boyunca zulmün en karanlık yüzlerinden biri olarak Yahudilerin bozulmuş bir kısmını anlatır:

> “Fitne çıkarırlar. İnsanları Allah yolundan alıkoyarlar. Haramları helal, helalleri haram sayarlar. Kalpleri taş gibi, hattâ taştan da katıdır.”
(Bakara, 2/74; Maide, 5/13-64)

Bugün Gazze’de sergilenen vahşet, bu ayetlerin adeta bir tefsiri gibi durmaktadır. Zira gözü dönmüş bir ırkçılık, masum çocukları, yaşlıları, kadınları hedef alacak kadar şuurunu yitirmiştir. Kendilerine “seçilmiş halk” payesi veren bu anlayış, başka hiçbir milletin yaşama hakkını tanımamaktadır.

Kur’an’da anlatılan Yahudi kavminin bir kısmı, Rablerinin nimetlerine nankörlük etmiş, Peygamberlerini öldürmüş ve kalplerini katılaştırmıştır. İşte bugün Gazze’de bu zihniyetin kanlı bir devamını görmekteyiz. Bu sadece siyasi değil, tevhidî bir meselenin tezahürüdür: Mazlumun duası ile zalimin tokmağı çarpışmaktadır.

  1. Medeniyetin Maskesi Düşerken

Gazze’de olup bitenler, sadece İsrail’in değil, Batı medeniyetinin de yüzüne tutulmuş bir aynadır. Demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi kavramlarla dünyaya düzen vadeden güçlerin bu vahşet karşısındaki sessizliği, medeniyet maskesinin ardındaki çirkinliği gözler önüne sermektedir.

Sözde insan hakları savunucuları, kadın ve çocuk haklarını ağızlarından düşürmeyen çevreler, bugün Gazze’de yaşanan dehşet karşısında sağır, dilsiz ve kör kesilmiş durumdadır.

Bu suskunluk, zalime ortak olmaktır. Çünkü zulüm sadece zalimin tokadında değil, seyircinin sessizliğinde de şekillenir.

  1. Kıyamet Sabahına Kadar Sürecek Bir Davanın Ortasında

Bu olaylar, Müslümanların sadece gözyaşı dökeceği bir acı değil; aynı zamanda uyanışa çağıran bir haykırıştır. Zira bu dava, bir milletin değil, bir ümmetin davasıdır. Kudüs’ün, Gazze’nin davası; ümmet-i Muhammed’in namusu ve onurudur.

> Elbette İslamiyet’in ve Kur’ân’ın ebedî bir baharı gelecektir. Kış ne kadar şiddetli olsa da, bahar mutlaka gelecektir.

Gazze’nin acısı, karanlığın en yoğun olduğu anı temsil ediyorsa da, bu aynı zamanda bir doğumun sancısıdır. Dirilişin kıyısında, şehitlerin kanıyla yazılmış bir zafer güncesidir.

  1. Ne Yapmalı?

Bu vahşet karşısında duyarsız kalmak, sıradan bir haber gibi geçip gitmek, ruhen ölmüşlüğün işaretidir. Şu sorular artık her Müslüman’ın zihnini kuşatmalıdır:

Dua ediyorsak, gözyaşımızı kalbimize taşıyor muyuz?

Konuşuyorsak, hakikati haykırıyor muyuz?

Yazıyorsak, zulmü ifşa ediyor muyuz?

Yaşıyorsak, ümmetin dertleriyle dertleniyor muyuz?

Unutmayalım: Zulme sessiz kalan, zalimin safına geçmiş demektir. Ve Allah’ın adaleti er ya da geç tecelli edecektir.

Özet

Gazze’de 400 bin insanın kaybolduğu ve öldürülmüş olabileceği iddiası, sadece bir savaş suçunu değil, çağımızın en büyük insanlık trajedilerinden birini ortaya koymaktadır. Kur’an’daki Yahudi kavminin bozulmuş yönlerini yansıtan bu soykırımcı zihniyet, modern dünyanın vicdan testinden de sınıfta kalmasına sebep olmuştur. Müslümanların bu vahşet karşısında sadece üzülmekle kalmayıp, uyanması, birleşmesi ve ümmet bilinciyle hareket etmesi artık bir zaruret hâline gelmiştir.

 




Karınca Küreden Büyük: Hayatın Terazisinde Gerçek Ağırlık

Karınca Küreden Büyük: Hayatın Terazisinde Gerçek Ağırlık

“Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur 

   Ger mizanü’l-vücudla karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinat küremize sıkışmaz.

   Bence küre hayevandır, başkaların zannınca meyyit olan küreyi ger getirip koyarsan

   Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.”
Sözler.lemaat

Giriş: Ölçü Değişirse Değer Değişir

İnsan, çoğu zaman büyüklüğü maddede arar. Gözle görülen, elle tutulan, hacmi ve kütlesi olan şeyler bize “büyük” görünür. Fakat bu ölçü, yalnızca zahirî bir değerlendirmedir. Bediüzzaman Said Nursî, bu bakışı sarsan şu hikmetli cümleyi söyler:

> “Ger mizanü’l-vücudla karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinat küremize sıkışmaz.”

Yani bir karıncayı “hayat” ve “şuur” ile değerlendirdiğimizde, onun manevî ağırlığı, cansız dünya küresinden daha büyük çıkar. Çünkü hayat ve şuura mazhar olmak, eşyanın en kıymetli cevheridir.

  1. Madde mi Mânâ mı? Gerçek Büyüklük Nerede?

Karınca küçücüktür. Dünya ise devasa… Fakat bu iki varlık terazinin farklı kefelerine konur: biri hayata, diğeri maddeye sahiptir. Cansız olan bir gezegenle, şuurlu olan bir karınca kıyaslandığında, hakiki büyüklüğün ne olduğu ortaya çıkar:
Hayat, manevî ağırlık verir; şuur, kıymet kazandırır.
Bediüzzaman bu yüzden, şuurlu bir karıncanın, “meyyit olan küreye” üstün olduğunu vurgular.

  1. Hayat ve Şuur, Varlığa Merkeziyet Kazandırır

Şuurlu bir varlık, sadece yaşamakla kalmaz; aynı zamanda çevresini idrak eder, mânâları çözer, Rabbini tanır. Bu yönüyle bir karınca, Allah’ın varlığına ve birliğine ayine olur. Koca dünya, hayat ve şuurdan mahrumsa, sadece dönen bir kütledir.

> “Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.”
Bu sözle, şuurlu varlığın cansız varlığa mutlak üstünlüğü dile getirilir.

  1. Kâinatta Değer Ölçüsü: Hayat ve Marifetullah

Kâinat, yaratılmış her şeyin bir teraziye konduğu bir mîzandır. Bu terazide maddî hacim değil, hayat ve marifet ağırlık yapar. Çünkü Allah’ın en mükemmel isimleri, en çok hayat ve şuura mazhar olan varlıklarda tecelli eder. Bu nedenle, bir insan kalbi, imanla parladığında bütün dünyadan daha ağır basar.

  1. Dünya Hayatına Bu Gözle Bakmak: Ne Büyük Bir İbret

Dünya, ne kadar süslü görünse de onun değeri, üzerinde hayat olmasıyladır. Eğer hayat çekilse, sadece dönen bir ceset olur. Bugün modern bilim, dünya dışı hayatı ararken bu gerçeğin izindedir: Hayat varsa anlam vardır; yoksa sessizlik ve boşluk.
İşte bu yüzden, hayatı idrak eden her can, bu evrende kutsal bir mevki sahibidir.

  1. Bir Karıncanın Şerefi: Zîhayat Olmak ve Zîşuur Kalmak

Karınca, Kur’an’da bile örnek verilen bir varlıktır. Çünkü küçük olmasına rağmen hayatla şereflenmiş, şuurla donatılmıştır. Bu şeref, onu maddî devlerden üstün kılar. Bediüzzaman’ın işaretiyle:

> “Bence küre hayevandır.”
Yani hayat varsa küre bile anlamlıdır. Ama hayat yoksa, değeri yoktur. Şuur, varlığı yüceltir; hayat, onu konuşan bir kitap yapar.

Sonuç: Gerçek Değer, Şuurun Terazisindedir

Bir karınca küçüktür ama diridir; şuurludur. Bir dağ büyüktür ama sessizdir; hissizdir. İşte bu yüzden, varlıkların hakiki büyüklüğü maddelerinde değil, manalarında yatar. Hayat ve şuur, Allah’ın en azametli tecellilerindendir ve bu tecellilere mazhar olan her varlık, büyüklüğün en üst noktasına erişmiştir.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur” ifadesi çerçevesinde hayat ve şuura mazhar olmanın, maddî büyüklükten daha kıymetli olduğu işlenmiştir. Cansız dünya, hayatsız olduğu sürece değer taşımazken, şuurlu bir karınca Allah’ın isimlerine ayine olması bakımından çok daha büyüktür. Gerçek büyüklük, hacimde değil, hayatta ve manada gizlidir.

 

 




Hayatsız Varlık, Yokluk Gibi: Vücudun Hakikati Hayattadır

Hayatsız Varlık, Yokluk Gibi: Vücudun Hakikati Hayattadır

“Hayatsız vücud, adem gibidir 

   Ziya ile hayatın her biri, mevcudatın birer keşşafıdır. Bak nur-u hayat olmazsa

   Vücud, adem-âlûddur; belki adem gibidir. Evet garib, yetimdir; hayatsız ger kamerse.”
Sözler.lemaat

Giriş: Görünene Değil, Canlı Olanadır Bakar Hakikat

İnsan bakar ve görür, ama her gördüğü gerçekten “var” mıdır? İşte bu sual, sadece fizik değil, metafizik bir derinlik taşır. Varlığın görünür olmasıyla, gerçekten var olması arasındaki farkı en net şekilde ortaya koyan Bediüzzaman Said Nursî, Lemaatda şöyle der:

> “Vücud, adem-âlûddur; belki adem gibidir. Evet garib, yetimdir; hayatsız ger kamerse.”

Yani bir şey hayat sahibi değilse, görünürde var olsa bile hakikatte yok gibidir. Hayat, varlığa mânâ katar, ona merkeziyet kazandırır. Hayat yoksa, varlık da yetimdir, gariptir ve hatta bir tür yokluk gibi kalır.

  1. Hayat: Varlığı Varlık Yapan Hakikat

Hayat, Allah’ın Hayy isminin en parlak tecellisidir. Bir varlık ne kadar muhteşem görünürse görünsün, eğer hayat sahibi değilse o sadece bir yığın maddedir. Madde, hayata mazhar olunca mânâ kazanır. Bu yüzden, kâinatta hayatın olduğu yerler en dikkat çekici, en anlamlı, en hikmetli yerlerdir. Zira hayat, varlığın iç yüzünü keşfeder ve onun hikmetini ortaya çıkarır.

  1. Hayat Olmadan Varlık, Yokluk Gibi Olur

Bediüzzaman bu hakikati çok çarpıcı bir ifadeyle açıklar:

> “Vücud, adem-âlûddur; belki adem gibidir.”
Yani, hayat olmayan bir vücut, zahirde var gözükse bile yokluk gibi sayılır. Çünkü hayatsızlık, idraksizliktir; hissizliktir; tesirsizliktir. Hayat, varlık içinde aktif bir bilinç, bir nur, bir anlam demektir. Hayat yoksa, varlık donuktur, sessizdir, habersizdir ve gayesizdir. Tıpkı dolunay gibi parlak bir ceset ama soğuk, sessiz ve hissiz…

  1. Nur-u Hayat ve Nur-u Ziya: Keşşaf Aynalar

Hayat ve ışık, mevcudatın gerçek yüzünü ortaya çıkaran iki büyük keşşaftır.

> “Ziya ile hayatın her biri, mevcudatın birer keşşafıdır.”
Işık olmazsa renkleri göremeyiz; hayat olmazsa mânâları anlayamayız. Güneşin ışığı varlığı nasıl görünür kılıyorsa, hayat da eşyayı mânâlandırır. Canlı bir çiçek, cansız bir taşın bin kat üstünde kıymetlidir; çünkü hayat, onu “konuşan bir mektup” yapar. Hayatla, eşya Allah’ın isimlerine birer ayine olur.

  1. Kamerin Garipliği: Hayatsız Güzellik, Yetimliktir

> “Evet garib, yetimdir; hayatsız ger kamerse.”
Ay, gökyüzünün en güzel varlıklarından biridir. Lakin hayatsız oluşu onu yalnız kılar. Işığı bile başkasından alınmadır. Ay, güzel ama sessizdir; parlak ama hissizdir; mevcut ama gariptir. İşte hayatsız varlıklar böyledir: gösterişli ama şahsiyetsiz, var ama meçhul…

  1. Hayat, Varlığı Şahsiyetlendirir ve İlâhî Mânâ Katar

Hayatın varlığı sadece eşyanın görünmesini değil, aynı zamanda onun Allah’a bakan yönünü de ortaya çıkarır. Hayat, bir şeyi sadece yaşar hale getirmez; aynı zamanda ona mânâ, gaye ve vazife de yükler. Bu da o varlığın Allah’ın kudretine, rahmetine, hikmetine bir ayna olmasına vesile olur. Hayatla eşyada tevhid tecelli eder.

Sonuç: Hayat, Varlığın Ruhu ve Manasıdır

Varlık, hayatla tamamlanır; hayatla mânâ kazanır. Hayatsız varlık, ne kadar büyük veya süslü olursa olsun, hakikatte sessiz bir ceset gibidir. Hayat ise bir varlığı sadece “canlı” kılmaz; onu anlamlı, hikmetli ve Rabbânî bir varlık haline getirir. İşte bu yüzden, hakiki varlık, hayatla var olandır. Diğeri ise sadece “gibi” olandır; görünür ama gariptir, parlar ama yetimdir.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Hayatsız vücud, adem gibidir” sözü çerçevesinde hayatın varlığa kattığı hakikat anlatılmıştır. Hayat, eşyaya mânâ ve merkeziyet kazandırır. Hayat yoksa, varlık yokluk gibi olur; hissiz, gayesiz ve sessiz kalır. Işık eşyayı gösterdiği gibi, hayat da eşyayı anlamlı ve hikmetli kılar. Hayatsız bir varlık —isterse Ay kadar güzel olsun— garip ve yetimdir. Hakiki varlık, hayatla tecelli edendir.

 




Zulmün Karanlığı, Vicdanın Aydınlığı: Gazze’de Yankılanan İnsanlık Muhasebesi

Zulmün Karanlığı, Vicdanın Aydınlığı: Gazze’de Yankılanan İnsanlık Muhasebesi

İnsanlık öldü, vicdanlar ölmedi, söndü.
Vicdanlar Gazzeye yürüyor.
Zulmün karanlığı, vicdanların aydınlığını bastırıyor.
Zulüm ayakta, insanlık oturuyor, sızlayan vicdanlarda derinden gelen bir kıpırdama var.

Can çıkmayan insanlıktan gene de bir ümit ve umut var.

Zulme analık yapan ABD’de iç yangın başladı.
Sıra İsrail’de .
Hiç şüphesiz onların zulmü onları yakacak.
Oda içten içe.
Zulmün karanlığı onları boğup inletecek
Oda inim inim.
İsrail asırlık zulmünü bir defada kustu.
O da o kusmuğunda boğulacak.

İnsanlık yaşıyor mu?

Bu soruya bugün herkes farklı cevaplar verir. Ama Gazze’nin yakılan sokaklarına, yıkılan evlerine, taş kesilmiş çocuk bedenlerine ve göğe açılmış çaresiz ellerine bakınca, cevabın bir yankısı olur: “İnsanlık ölmedi belki, ama gömüldü.”

Zulüm ayakta… İnsanlık oturuyor.
Zulmedenler tok… Mazlumlar aç.
Zulüm konuşuyor… İnsanlık susuyor.
Ama bir şey var: Vicdanlar sızlıyor. Derinden, sessizce, bir kıpırtıyla…

  1. Zulmün Gövdesi, Vicdanın Gölgesi

Bugün zulüm kurumsallaştı.
Kimi zaman demokrasinin elbisesini giydi, kimi zaman güvenlik bahanesiyle kendini savundu. Ama özü değişmedi: Zulüm, haksız gücün haklıyı ezmesidir.

Ve bu zulmün baş mimarları, Gazze’de çocuklar diri diri gömülürken, suskun kaldılar.
Ama işte tam da bu suskunluk, zalimin dilinden çok, vicdanların çığlığına alan açtı.
Vicdanlar Gazze’ye yürüyor şimdi.
Sessiz ama kararlı bir yürüyüş bu…
İnsanlığın yitirilen onurunu arayan bir yürüyüş…

  1. Zulme Analık Edenler: Ateşi Evinde Büyütenler

Bugün İsrail, işlediği zulümle sadece mazlumu değil, kendi geleceğini de yaralıyor.
Ve Amerika gibi güçler, bu zulme annelik yaparak, zalimin nefesini uzatıyor.
Ama unutmamalı: Zulme analık eden, o zulmün yetimi olur.

Bugün ABD üniversitelerinde başlayan vicdan ayaklanmaları, bu yangının ilk kıvılcımlarıdır.
Halk ayaklanmalar yıkım öncesi çatırtılarıdır.
Ateş düne kadar sadece dışarıya yönelmişti; şimdi ateş evin içine sıçradı.
İç yangın başladı.
Sıra, zulmü işleyen elin kendisinde: İsrail’de…

  1. İsrail’in İçten Çöken Karanlığı

Her zalim, önce dışı karartır. Ama nihayetinde karanlık, kendi içine çöker.
İsrail, 75 yıldır biriktirdiği kini, nefreti ve planlı zulmü bir anda kustu.
Ama bu kusmuk, sadece mazlumu değil, zalimini de boğacak.

Kur’an der ki:

> “Zulmedenler, nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında göreceklerdir.”
(Şuara, 26/227)

İsrail, zulmünü sırlı bir şekilde yaparken, bir sabır vardı karanlıkta.
Ama şimdi bütün o kin açığa çıktı.
Zulüm artık saklanmıyor, süslenmiyor, utanmıyor.
İşte bu da sonlarının yakınlığının göstergesidir.
Çünkü tarih, ne zaman ki bir zulüm doygunluğa ulaşsa, çöküş hemen arkasından gelir.

  1. İnsanlık Can Vermedi, Umut Sönmedi

Gazze’de taş yığını altında kalan çocuk, sadece bir bedene değil, bir çağın vicdanına işaret eder.
Bu çağ, hala ayakta kalabilmiş vicdanlarla onurunu muhafaza ediyor.
İnsanlık can vermedi.
Can çekişiyor belki, ama içinde bir umut taşıyor hâlâ.

Bu umut, mazlumun duasıdır.
Bu umut, zalimin uykusunu kaçıran gecedir.
Bu umut, suskun kalabalıkların, bir gün ayağa kalkma ihtimalidir.

  1. Son Söz: Karanlık Kendi İçinde Boğulacak

Zulüm kalıcı değildir.
Ne kadar gürültülü olsa da, kalıcı olan adalettir.
Ne kadar yıkıcı olsa da, baki kalan haktır.

Bugün İsrail’in ve destekçilerinin elleriyle inşa ettiği zulüm yapısı, yıkılmaya mukadderdir.
Çünkü o yapı, masumların kanı üzerine kuruldu.
O yapı, duaların göğe çıktığı bir coğrafyada yükseldi.
Ve dualar, asla karşılıksız kalmaz.

Özet

Gazze’de yaşanan zulüm, sadece bir coğrafyanın değil, tüm insanlığın vicdanını sınayan bir imtihandır. Zalim İsrail, kusmuğunu bir defada kusmuş, zulmünü aşikâr etmiş ve kendi karanlığında boğulmaya doğru ilerlemektedir. ABD gibi destekçiler ise artık kendi iç yangınlarıyla yüzleşmektedir. Her şeye rağmen, vicdanlar susmamış, insanlık can vermemiştir. Bu karanlık devranın sonunda, zulüm yıkılacak, adalet yükselecek ve insanlık yeniden dirilecektir.

 

 




Ruh: Vücud Giyen Bir Kanun, Şuur Takan Bir Nur

Ruh: Vücud Giyen Bir Kanun, Şuur Takan Bir Nur

“Ruh, vücud-u haricî giydirilmiş bir kanundur 

   Ruh bir nurani kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur; şuuru başına takmış.

   Bu mevcud ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.

   Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi ruh dahi hem âlem-i emir hem irade vasfından gelir.

   Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef eder.

   Eğer envadaki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, her biri bir ruh olur.

   Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse yine lâyemut kanun olur.”
Sözler. Lemaat

Giriş: Maddeden Mânâya Bir Yolculuk

Varlık âlemini anlamak isteyen insan, sadece görünenle yetinemez. Çünkü görünene şekil veren, onun ardındaki görünmeyen hakikattir. Ceset maddeden ibarettir; fakat onu anlamlı kılan, hayatla birlikte gelen ruhtur. Bediüzzaman Said Nursî, Lemaatta ruhu şöyle tarif eder:
“Ruh bir nuranî kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur; şuuru başına takmış.”
Bu tarif, ruhun sadece bir “varlık” değil, aynı zamanda İlâhî bir kanun, sürekli ve sabit bir esas olduğunu gösterir. Ruh, maddî vücuda bürünmüş, şuurla taçlanmış bir hakikattir.

  1. Ruh: Varlık Elbisesi Giymiş İlâhî Kanun

Ruh, fizikî değil metafizikîdir; bir madde değil, manevî bir cevherdir. Onun mahiyeti, kâinattaki kanunlar gibidir: görünmez ama faaliyettedir; sabittir ama tesir sahibidir. Nasıl ki yerçekimi, hayat kanunu, üreme kanunu gibi yaratılışta cari olan kurallar vardır ve bu kurallar sürekli işler, ruh da aynen öyledir. Fakat ruh, sadece kanun değil, aynı zamanda bir vücut giymiş bir şahsiyetli hakikattir. Bu yönüyle diğer fıtrî kanunlardan ayrılır.

  1. Ruhun Menşei: Emir ve İrade Âleminden

Ruh, Kur’ân’ın ifadesiyle “emr-i Rabbîmdir. (Rabbimin emrinden, emir alemindendir)” (İsrâ, 85) Yani ruh, yaratılışın “kudretle” değil, “emir” ile meydana gelen yönündendir. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:
“Ruh dahi hem âlem-i emir hem irade vasfından gelir.”
Bu, ruhun doğrudan İlâhî bir yönle bağlantılı olduğunu, fizikî sebeplerle açıklanamayacağını ortaya koyar. Ruh; ne DNA ile, ne beyinle, ne elektriksel sinyallerle izah edilebilir. O, Allah’ın “ol!” emriyle var ettiği bir latîfedir.

  1. Ruhun Mahiyeti: Şuurla Taçlanmış Bir Cevher

Ruh sadece bir canlılık esası değildir; onun başına şuur takılmıştır. Yani ruh, sadece yaşamakla kalmaz, fark eder, düşünür, hisseder, irade eder. Bu yönüyle ruh, sadece fizyolojik bir varlık değil, psikolojik ve metafizik bir merkezdir. Bu yüzden insanın gerçek kimliği, ruhudur; bedeni değil.

  1. Vücut Giymek: Kudretin Bir Tecellisi

Ruh, vücudu bir elbise gibi giyer. Bu da Allah’ın kudretiyle gerçekleşir:
“Kudret, vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar.”
Burada “kudret” vücudu, “irade” ruhu yaratır; “şuur” ise ruhun kemalidir. İnsan bu üçlüyle insan olur: maddî beden, latîf ruh ve şuur sahibi akıl. Ruhun bu elbiseyi giymesi, onun kesret âleminde tecelli etmesi içindir. Yani ruh, mananın maddede görünmesi gibidir.

  1. Kanunlar Ruhlaşabilir mi?

Bu fasılda çok derin bir hikmet vardır:
“Eğer envâdaki (türlerdeki) kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, her biri bir ruh olur.”
Yani her varlıkta cari olan İlâhî kanunlar —meselâ bal arısının ilahi sevki, atomun çekirdeğe bağlılığı, çekim kanunu gibi— eğer ayrı birer vücut ve şuur kazansalar, ruh gibi olurlar. Bu da bize ruhun ne kadar yüksek ve özel bir “kanun” olduğunu gösterir.

  1. Ruhun Vücudu Çekilirse Ne Olur?

Son olarak, ruhun bedenden ayrılması, onun tamamen yok olması anlamına gelmez:
“Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse yine lâyemut kanun olur.”
Yani ruh, şuurunu kaybetse veya bedenini terk etse bile, özü itibariyle yok olmaz. O hâlâ İlâhî bir kanundur. Bu da ruhun ölümle yok olmadığını, varlığının ebediyetle alâkalı olduğunu gösterir.

Sonuç: Ruh, Ebedî Varlığın Temsilcisidir

Ruh, Allah’ın “emir” âleminden gelen ve insana şahsiyetini veren en latîf cevherdir. O, vücud elbisesini giyerek bu âlemde görünür hale gelir, şuur takarak eşyaya anlam katar. Ruhun varlığı, insanı hayvandan ayırır, onu düşünen, hisseden, dua eden, Rabbini arayan bir varlık hâline getirir. Ruhun mahiyeti bir kanundur ama bu kanun, Allah’ın kudretiyle şekil bulur, iradesiyle yönlenir ve şuurla kemal bulur. İnsan, ruhuyla var olur, ruhuyla ebediyete açılır.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Ruh, vücud-u haricî giydirilmiş bir kanundur” sözü merkeze alınarak ruhun metafizik mahiyeti ele alınmıştır. Ruh, emir âleminden gelen, kudretle vücut giymiş ve şuurla taçlanmış bir nurdur. Her ne kadar bir kanun gibi görünse de, ruh vücut kazandığında canlılık, şuur ve şahsiyet kazanır. Ruh bedeni terk etse bile, asli mahiyeti itibariyle baki bir İlâhî kanundur. Ruh, insanı var eden, anlamlandıran ve ebediyete taşıyan en temel İlâhî emanettir.

 




Hayatın Sırrı: Vahdetin Tecelligâhı Olarak Kesret

Hayatın Sırrı: Vahdetin Tecelligâhı Olarak Kesret

“Hayat bir çeşit tecelli-i vahdettir 

   Hayat bir nur-u vahdettir. Şu kesrette eder tevhid tecelli. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yekta.

   Hayat bir şeyi her şeye eder mâlik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.”
Sözler.lemaat

İnsan gözünü kâinata çevirdiğinde, sayısız varlıkla karşılaşır: yıldızlar, dağlar, denizler, ağaçlar, hayvanlar, insanlar… Bu çeşitlilik ve çokluk —yani kesret— içinde gözü yorulur, kalp dağılır gibi olur. Fakat bu kesretin ardında bir vahdet —yani birliğe— işaret vardır. Her şeyin özünde, tek bir elden çıkan bir sanat, bir kudret ve bir hayat damgası görünür. İşte Bediüzzaman Said Nursî, Lemaatta bu hakikati şöyle ifade eder:
“Hayat bir çeşit tecelli-i vahdettir.”
Bu ifade, hayatın sadece varlık sahnesine çıkmak değil; aynı zamanda Allah’ın birliğini, kudretini ve iradesini yansıtan bir tecelli olduğunu gösterir.

Hayat: Nur-u Vahdet

Hayat, kâinatın merkezine yerleştirilmiş ilahî bir nurdur. Cansız taşlar, topraklar, su ve hava bir araya gelir; ama hayat gelince o karışım canlıya dönüşür. Hayatın varlığıyla birlikte anlam başlar, maksat belirir, nizam kurulur. Bu yönüyle hayat, “vahdetin nuru”dur. Çünkü cansız madde çoklukta (kesrette) boğulurken; hayat, onları birleştirir, tevhid eder.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“Hayat bir şeyi her şeye eder mâlik.”
Nasıl mı? Mesela insan bedeni bir damla sudan yaratılır, fakat hayat ile o beden kâinatla ilişkili hale gelir. Gözle yıldızları seyreder, dille hakikati konuşur, kalple sonsuzluğu hisseder. Hayat, o insana bütün kâinatı açar.

Kesret İçinde Tevhid: Her Şeyden Bir Şeyi Okumak

Kâinatta milyarlarca farklı varlık vardır; ama hepsinin özünde aynı mührü, aynı imzayı görmek mümkündür. Her çiçekte aynı sanatı, her canlıda aynı hayat kaynağını, her atomda aynı iradeyi okumak… Bu, vahdetin tecellisidir. Bu yüzden denmiştir ki:
“Hayat, şu kesrette eder tevhid tecelli.”

Yani çoklukta (kesrette) dağılma değil, Allah’ın birliğini (tevhid) okuma becerisi gelişmelidir. Bu da ancak basit bir bakışla değil, hikmetli bir nazarla mümkündür.

Hayatın Yokluğu: Mutlak Adem

Hayatın olmadığı bir şey, eşya ile irtibat kuramaz. Bediüzzaman, bu hakikati şöyle dile getirir:
“Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.”
Yani hayatı olmayan bir varlık için bütün evren yok hükmündedir. Bir taşın yıldızla ne irtibatı olabilir? Ama bir hayat sahibi, o yıldızdan etkilenebilir, onu görebilir, ondan hikmet çıkarabilir. Hayatla eşya anlam kazanır; hayat yoksa, varlık da yok gibidir.

İnsanın Hayatında Vahdetin Yansıması

İnsan, hayatın zirvesidir. Onun ruhunda ve aklında, Allah’ın isimlerinin yansımaları vardır. Dolayısıyla insana hayat verildiğinde, sadece biyolojik bir can verilmiş olmaz; ona tefekkür, irade, şuur, aşk, merhamet, hikmet gibi ulvî sıfatların kapısı da açılır. Bu yüzden insanın hayatı, sadece kendi varlığına değil, bütün varlıkla olan irtibatına da delildir. İnsan, hayatı sayesinde bir nevi kâinatın özü ve aynası olur.

Sonuç

Hayat, Allah’ın birliğinin en parlak tecellilerinden biridir. Cansızlar arasında dağılan çokluk, hayatla bir nizam bulur, vahdet kazanır. Hayat, bir varlığı her şeye bağlar; o varlığı eşyayla, manayla, kudretle irtibatlandırır. Hayatla birlikte tevhid, yani Allah’ın birliği, en açık şekilde görünür hale gelir. Hayat, sadece yaşamak değil; anlamak, hissetmek ve Yaratıcıyı tanımaktır. Onun için, hayatı doğru anlamak, vahdetin sırrını keşfetmektir.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Hayat bir çeşit tecelli-i vahdettir” sözü merkez alınarak, hayatın ilahî bir tecelli, nur ve nizam unsuru olduğu işlenmiştir. Hayat, çokluk içinde birliği gösteren bir ışıktır. Hayatla bir varlık her şeyle ilişkili hale gelir, hayatsız ise evrenle ilgisizdir. Kesret içinde tevhidi görmek, hikmetli bir bakışın ürünüdür. Hayat, sadece yaşamak değil; Allah’ın birliğini, kudretini ve sanatını gözler önüne seren bir mucizedir.

 

 




Nübüvvet: Beşeriyetin Işığı ve Nizam-ı Âlemin Teminatı

Nübüvvet: Beşeriyetin Işığı ve Nizam-ı Âlemin Teminatı

“Nübüvvet beşerde zaruriyedir 

   Karıncayı emîrsiz, arıları ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye elbette

   Beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebisiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.”
Sözler.lemaat

İnsanlık tarihinin en temel rehberliği, semavî mesajlarla ve onları taşıyan peygamberlerle şekillenmiştir. İnsan aklı, zekâsı ve kabiliyeti ne kadar gelişirse gelişsin, doğruyu mutlak şekilde bilmede tek başına yeterli olamamıştır. İşte bu noktada, Bediüzzaman Said Nursî’nin Lemaat adlı eserinde geçen şu cümle çok çarpıcıdır:
“Nübüvvet beşerde zaruriyedir.”
Yani peygamberlik, insanlık için bir tercih değil, bir zorunluluktur. Çünkü beşerin aklı sınırlıdır, hevâsı galiptir ve hevâya teslim olan bir akıl, hakkı her zaman bulamaz. Oysa nübüvvet, hakikatin doğrudan gökten gelen bir nurudur.

Karıncanın Emirle Yaşadığı Düzen

Kudret-i ezeliyenin kâinattaki hikmetli tasarrufuna bakıldığında, küçücük varlıklarda bile muazzam bir düzen göze çarpar. Karıncalar başsız bırakılmaz, arılar ya’sub (kraliçe arı) olmadan yaşayamaz. Her bir türde bir nizam ve bir otorite tesis edilmiştir. Bu kadar küçük varlıklar bile başsız yaşayamıyorsa, elbette ki düşünce, irade ve toplumsal yapı gibi karmaşık unsurlara sahip olan insan da başsız, rehbersiz, şeriatsız ve peygambersiz bırakılmaz. Zira “sırr-ı nizam-ı âlem” böyle ister.

Nübüvvetin Fonksiyonu: Yalnız Bilgi Değil, İnşa

Peygamberlik sadece bir inanç ya da ibadet bilgisi taşımaz. Aynı zamanda insan ruhunu inşa eden, toplumu şekillendiren, adaleti kuran, zulmü ortadan kaldıran bir nizamdır. Beşer, sadece maddî yönüyle değil, mânevî ve ahlakî yönüyle de rehberliğe muhtaçtır. Çünkü insan kendi nefsine hâkim olamazsa, cemiyette anarşi çıkar. Tarih boyunca peygambersiz toplumlar ya da vahiyden kopmuş medeniyetler, zamanla zulüm ve sefahatin pençesine düşmüştür.

Bu bakımdan, nübüvvet sadece “dini bir görev” değil, aynı zamanda “sosyal bir zaruret”tir. Ahlakın, adaletin ve insanî değerin temeli peygamberler eliyle atılmıştır.

Beşerî Sistemler ve İlâhî Nizam Arasındaki Fark

Tarihte beşer eliyle kurulan sistemler çoktur: krallıklar, imparatorluklar, ideolojiler… Ancak hiçbiri peygamberlerin kurduğu sistemler kadar kalıcı, yapıcı ve kuşatıcı olamamıştır. Zira beşerî sistemler menfaat temelli olup; zamanla yozlaşmaya, baskıya ve ayrımcılığa dönüşmüştür. Oysa ilahî nizamın temelinde adalet, merhamet ve hak vardır. İnsanlık için ideal olan, sadece güçlü olanın değil, haklı olanın yaşadığı bir düzendir. Bu da ancak nübüvvet ile mümkündür.

Modern Dünyada Nübüvvetin Yeri

Bugünün dünyası bilgiye doymuş, fakat hikmete susamıştır. Teknoloji ilerlemiş, ama ahlak gerilemiştir. Bilgi var, ama rehberlik yok. İşte bu çağda da nübüvvetin mirasına muhtacız. Peygamberlerin örnekliği olmadan insanlık sadece teknikleşir, ruhsuzlaşır, benliğini kaybeder. Onun içindir ki Kur’ân, Hz. Muhammed (sav)’i “üsve-i hasene” yani en güzel örnek olarak tanıtır. Çünkü onun hayatı, sadece geçmiş için değil, her çağ için bir modeldir.

Sonuç

Kudret-i ezeliyenin hikmetli nizamı, her canlının başında bir lider, bir düzen koymuşken; elbette insanı da rehbersiz bırakmaz. Nübüvvet, bu ilahî düzenin insandaki tecellisidir. Peygambersiz bir dünya, güneşsiz bir âleme benzer. Nübüvveti anlamak ve izlemek; hem fert için bir kurtuluş, hem toplum için bir rahmettir. Çünkü “nübüvvet beşerde zaruridir” ve bu zaruret kıyamete kadar devam edecektir.

Özet

Bu makalede, “Nübüvvet beşerde zaruridir” hakikati üzerinden, peygamberliğin insanlık için neden vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğu izah edilmiştir. Karıncaları bile başsız bırakmayan ilahî kudretin, insanı rehbersiz bırakmayacağı anlatılmıştır. Peygamberlik, sadece dinî bir tebliğ değil; aynı zamanda ahlakî, sosyal ve toplumsal bir inşa aracıdır. Tarih boyunca beşerî sistemlerin çöktüğü yerde, nübüvvetin kurduğu adalet nizamı ayakta kalmıştır. Günümüz insanı da nübüvvetin getirdiği hikmet ve örnekliğe muhtaçtır.

 

 




Kudret ve Hikmet Aynasında Kâinat: Sebepler Perdesindeki İlahi Senaryo

Kudret ve Hikmet Aynasında Kâinat: Sebepler Perdesindeki İlahi Senaryo

İnsan, baktığı şeyi sadece gözle değil; kalple, akılla ve idrakle görür. Gördüğü şeyin arkasında bir el, bir nizam, bir maksat sezerse; o zaman sadece bakmakla kalmaz, görmeye başlar. İşte kâinata bu gözle bakan insan, her şeyin üzerinde iki büyük ilahi sıfatın nakış nakış işlendiğini görür: Kudret ve Hikmet.

Kudret: Her Şeye Gücü Yeten El

Kudret, Allah’ın “Her şeye güç yetiren” sıfatıdır. Dağları diken, yıldızları taşıyan, atomları çeviren, kalpleri attıran, hayatı veren ve alan kudret budur. Kudretin tecellisi, âdeta kâinatın enerjisidir. Bir anda binlerce canlıyı yaratabilecek güç, O’nun kudretindedir.

Bir çekirdeği koca bir ağaca dönüştüren, bir damla sudan insan yapan, toprağı binlerce nimete gark eden hep bu sınırsız kudrettir. Ancak bu kudret, kör bir güç değildir. Rastgele işlemeyen, her işi yerli yerinde yapan bir hikmetle beraber çalışır.

Hikmet: Kudretin Yol Arkadaşı, İlahi Akıl

Hikmet, eşyanın yerli yerinde ve maksatlı yaratılmasıdır. Her şeyin bir gayeye, bir faydaya, bir düzene bağlı olması hikmetin eseridir. Kudret dileseydi, her şeyi bir anda yaratırdı. Bir ağacın büyümesini yıllar süren bir süreçle değil, bir saniyede gerçekleştirebilirdi. Ama öyle yapmaz; çünkü hikmet, devreye girer.

Çünkü hikmet der ki: “Bu âlem bir imtihan meydanıdır. İnsan görsün, düşünsün, sebeplerle muhatap olsun, iradesini kullansın. Sabretsin, beklesin, çabalasın.” İşte bu yüzden kudret, hemen değil; hikmetli bir süreçle tecelli eder.

Kudret Hemen Yaratabilirken, Neden Hikmet Sebepleri Öne Çıkarır?

Bu sorunun cevabı hem ilmi hem manevidir:

Sebepler perdesi, insanın imtihanı içindir. Her şey doğrudan Allah’tan geldiği belli olsa, irade anlamsızlaşırdı.

Süreç, tefekkür ettirir. Güneş bir anda doğmaz, yavaşça yükselir. Bu da sabahın, aydınlığın, umut ve hareketin anlamını verir.

Hikmet, eğitir. Bir çocuğun büyümesi zaman alır ki anne-baba sabretmeyi, merhameti ve şefkati öğrensin.

Eğer sadece kudret hükmetseydi, dünya bir robot gibi işlerdi. Oysa bu düzen, ibretle ve hikmetle doludur. Her yaprak bir kaderle düşer, her çiçek bir maksatla açar. İşte bu yüzden hikmetsiz kudret zulüm olur; hikmetle birleşince adalet ve rahmet olur.

Hangi Cihetten Bakmalı, Nasıl Değerlendirmeliyiz?

Olaylara sadece dış yüzüyle değil, ilahi hikmet nazarıyla bakmalıyız. Bir musibet, dışarıdan sadece acı görünse de içinde büyük bir terbiye ve dönüşüm barındırabilir. Bir gecikme, bir kayıp, bir zorluk; aslında bizim idrak edemediğimiz bir hayrın kapısı olabilir. Yani her olaya şöyle sormalıyız:

> “Bu olayda hangi ilahi isimler tecelli ediyor? Kudretin izleri nerede? Hikmet bana neyi işaret ediyor?”

Çünkü mü’min için hayat, bir sahne değil; bir tecelli aynasıdır. O, olaylara sadece “ne oldu?” diye değil, “ne murad edildi?” diye bakar. Bu da insanı isyana değil, sabır, şükür ve teslimiyete götürür.

ÖZET

Bu makalede, kâinattaki hadiselerin arkasında iki büyük ilahi sıfat olan kudret ve hikmetin nasıl işlediği açıklanmıştır. Kudret, Allah’ın her şeyi yaratmaya muktedir sıfatı iken; hikmet, her şeyin bir amaç ve düzene göre yaratıldığını gösteren sıfattır. Allah, her şeyi bir anda yaratabilecek güçteyken; hikmeti gereği sebepler ve süreçlerle yaratır. Bu da insanın imtihanı, tefekkürü ve eğitimi içindir. Sonuç olarak mü’min, olaylara sadece zahirî değil, batınî (deruni) ve hikmetli bir gözle bakmalıdır.

 

 




Bir Bahar Mucizesi: Ferdin ve Nev’in İhyası Üzerine Hikmetli Bir Bakış

Bir Bahar Mucizesi: Ferdin ve Nev’in İhyası Üzerine Hikmetli Bir Bakış

“İhya-yı nev, ihya-yı fert gibidir 

   Mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihyası kudrete ağır gelmez.

   Şu dünyanın mevti de ihyası da öyledir. Bütün zîruh ihyası onda fazla nazlanmaz.”
Sözler. Lemaat

İnsan, hayatın akışı içinde büyük hadiseler karşısında bazen dehşete düşer. Kıyamet, ölüm, yeniden diriliş gibi kavramlar zihinlerde büyür, ürkütür. Ancak kainata ibretle bakıldığında, bu büyük hadiselerin misallerinin her an gözler önünde cereyan ettiğini görürüz. Bediüzzaman Said Nursî’nin Lemaat adlı eserinde geçen şu kısa cümle, derin bir hakikatin anahtarıdır:
“İhya-yı nev, ihya-yı fert gibidir.”
Yani bir türün, bir milletin ya da kainatın yeniden diriltilmesi; bir ferdin, bir sineğin yeniden ihyası kadar kolaydır Allah’ın kudreti için.

İlkbahar: Sessizlikten Dirilişe

Kış boyunca hayat izlerini kaybetmiş, adeta ölmüş bir sinek… Soğuk ve donuk bir uykuda. Lakin baharın gelişiyle birden canlanıverir. O mevt-âlûd (ölü gibi) hali yerini canlılığa, harekete, hayata bırakır. Bu mucizevi dönüşümde ne bir zorlama vardır, ne de kudrete bir ağırlık… Aynı şekilde, yeryüzünün bütünü de kışın ölümünü yaşar: kurumuş ağaçlar, susmuş nehirler, çekilmiş yapraklar, sessizleşmiş ovalar… Ama baharla birlikte milyonlarca canlı aynı anda dirilir.

Bu dev ihya hareketi, bize ahiretteki dirilişin akıl dışı ya da uzak olmadığını haykırır. Her yıl milyarlarca canlıyı aynı anda yoktan var eden bir kudret, elbette ölmüş insanları da diriltmeye kadirdir.

Ferdin Dirilişi: Küçük Bir Kıyamet

Bir sineğin canlanması, bir çekirdeğin çatlayarak ağaca dönüşmesi, bir insanın uykudan uyanması… Bunların her biri küçük çaplı bir ihyadır. Bu küçük mucizeler bize gösterir ki, ferdin diriltilmesi bir kudret meselesi değildir; O’na göre kolay ve süreklidir. O halde bir insanı ahirette yeniden yaratmak, onun suretini ve şahsiyetini tekrar iade etmek, baharda bir yaprağı yeniden yaratmak kadar basittir ilahî kudret için.

İşte burada “nev”in (türün, toplumun, insanlığın) dirilişiyle “fert”in (bireyin) dirilişi arasında fark kalmaz. Her ikisi de O’nun nazarında eşittir. Zira kudretin karşısında büyüklük-küçüklük farkı yoktur.

Toplumsal ve Ruhsal İhya

Bu hakikat sadece biyolojik ihyayı anlatmaz. Aynı zamanda toplumların, milletlerin ve kalplerin de dirilişine işaret eder. Maneviyattan uzaklaşan bir fert ya da çöküşe geçmiş bir toplum, mevt-âlûd bir hale gelir. Ancak hakikatle, marifetle, imanla karşılaştığında tıpkı sinek gibi canlanır. Ruhlar harekete geçer, fikirler uyanır, gönüller dirilir.

Bu yüzden ihya sadece fiziki değildir. Asıl diriliş; imanla, ilimle, ahlakla ve hakikatle olur. Bu da kudretin değil, iradenin tercihidir. Allah, kudretiyle diriltir ama kul, iradesiyle yaşar. Baharın gelmesi bir rahmettir; ama tohum, kendini toprağa vermedikçe baharın nimetinden faydalanamaz.

Sonuç

İnsana düşen, bu kevnî ayetleri ibretle okumaktır. Kainat kitabındaki her bahar, yeniden dirilişin sessiz bir ilanıdır. Bir sineğin kıştan çıkışı kadar kolaydır insanın da mahşerde dirilmesi. Ne ferdin, ne nev’in ihyası Allah için zor değildir. Kudret, her şeyi ihata etmiştir. Mesele, bu kudretin delillerine göz kapamamak ve ibretle bakmaktır.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “İhya-yı nev, ihya-yı fert gibidir” ifadesinden yola çıkılarak, kainattaki bahar dirilişinin ahiret inancına delil olduğu anlatılmıştır. Kışta ölmüş gibi görünen bir sineğin dirilmesiyle, tüm insanlığın dirilmesi arasında kudret açısından fark olmadığı anlatılmıştır. Aynı zamanda ruhsal ve toplumsal dirilişin de iman, hakikat ve irade ile mümkün olduğu ifade edilmiştir. Diriliş, Allah’ın kudretiyle; yaşamak ise insanın iradesiyledir.

 

 




Kalbin ve Aklın Rehberi: Risale-i Nur’un Eşsiz Mektebi

Kalbin ve Aklın Rehberi: Risale-i Nur’un Eşsiz Mektebi

“Risale-i Nur, imanî meseleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız her bir meseleyi tam anlamasa da ruh, kalp ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz büyük bir kazançtır.”
Sözler. Konferans

Zamanın ihtiyacı, insanın ihtiyacıdır. Her çağ, kendine özgü bir manevi karanlık ve imani buhranla gelir. Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati çok önceden görerek, “Bu zamanın cihadı, manevi cihaddır. Kalemle, fikirle, marifetle olur” demiştir. İşte Risale-i Nur, bu çağın hastalıklarına ilaç olan, aklı tatmin ederken kalbi doyuran, ruhu tedavi eden bir hakikat mektebidir.

Risale-i Nur’un Hocası: Risale-i Nur

Birçok eser, başka kaynaklardan destek alarak okunur. Fakat Risale-i Nur, kendi kendini açıklayan, kendi içinden cevherler fışkıran bir hazine gibidir. Said Nursî’nin “Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur” sözü, bu külliyatın nasıl bir iç bütünlüğe sahip olduğunu göstermektedir.

Bu eserler, herhangi bir tarikata, şahsa ya da zamana bağlı kalmadan, doğrudan Kur’an’dan beslenen bir sistem sunar. Onun için Risale-i Nur, bir kişinin değil; bir devrin, bir milletin ve hatta insanlığın dersidir. Çünkü iman, zamanla değişmeyen, fakat zamanın şartlarında daha çok açıklanmaya muhtaç olan bir hakikattir.

Aklın Anlamasa da Kalbin Anlar

Her insanın ilmi ve idraki farklıdır. Ancak Risale-i Nur, sadece zeki ve yüksek tahsilli kişilere hitap etmez. En sade bir köylüden en derin bir mütefekkire kadar herkes bu eserlerde kendine göre bir hisse alabilir. Bediüzzaman’ın “Aklınız her meseleyi tam anlamasa da kalbiniz, ruhunuz, vicdanınız hissesini alır” sözü, bu hakikati veciz bir şekilde ifade eder.

İşte bu yönüyle Risale-i Nur, bir bilgi kaynağından çok daha fazlasıdır. O, ruhun gıdası, vicdanın aynası, kalbin pusulasıdır.

İstifade Kadardır Kazanç

Risale-i Nur’dan alınan her hisse, sahibine dönüşü olmayan bir kazanç olarak döner. Çünkü imanî meseleler, sadece teorik bilgi değil; aynı zamanda hayatı anlamlandıran, sabrı güçlendiren, tevekkülü pekiştiren, kalbe huzur veren gerçeklerdir.

Bu yüzden bu eserleri okurken, her şeyi anlamaya çalışmak değil; anladığını hazmetmek önemlidir. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.” Zira bu kazanç; ne banka hesabında görünen, ne dünyada ölçülen türdendir. Bu kazanç, ebedî sermayedir.

Risale-i Nur: Bir Dershane, Bir Mektep, Bir Rehber

Bugünün insanı; bilgiye boğulmuş ama hakikatten uzak kalmıştır. Kalpler tatminsiz, ruhlar yorgun, fikirler dağınık… Böyle bir zamanda Risale-i Nur; sadeliğiyle ama derinliğiyle, sessizliğiyle ama tesiriyle, kalbi inşa eden bir dershanedir.

O, sadece bir kitap değil, bir hayattır. Okudukça insanı dönüştüren, düşündüren, ağlatan ama aynı zamanda umutlandıran bir kaynaktır. Her okuyucu, bu dershanenin hem talebesi hem de muhatabıdır.

ÖZET

Bu makalede, Risale-i Nur’un bağımsız, kendine yeterli ve zaman üstü yapısı ele alınmıştır. Bediüzzaman’ın “Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur” sözüyle bu külliyatın kendi içindeki bütünlüğü ve öğretici yönü anlatılmıştır. Herkesin istidadına göre istifade edebileceği bu eserlerin, kalp, ruh ve vicdan üzerinde yaptığı etki ön plana çıkarılmıştır. Sonuç olarak Risale-i Nur’un, sadece bir kitap değil, çağın ihtiyacına cevap veren bir iman ve marifet mektebi olduğu ifade edilmiştir.

 




Keser Döndü, Sap Döndü: Gücün Zirvesinden Çöküşün Eşiğine ABD

Keser Döndü, Sap Döndü: Gücün Zirvesinden Çöküşün Eşiğine ABD

Tarihin tozlu sayfaları; nice imparatorlukların, medeniyetlerin ve devletlerin yükselişine ve ardından kaçınılmaz çöküşlerine tanıklık etmiştir. Güç, adaletle yoğrulmadığında; zulüm, kibir ve çıkarcılıkla beslendiğinde ne kadar uzun ömürlü olabilir ki? Bu sorunun cevabını tarihte Roma’da, Bizans’ta, Osmanlı’da gördüğümüz gibi; bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde de görmeye başlıyoruz.

ABD, 20. yüzyılın başından itibaren dünya sahnesinde hegemon bir güç olarak yükseldi. Ekonomik, askeri ve kültürel gücüyle “dünyaya yön veren ülke” unvanını uzun yıllar elinde tuttu. Ancak bu güç çoğu zaman adaletin değil, menfaatin hizmetinde kullanıldı. Demokrasi götürmek bahanesiyle yapılan müdahaleler, rejim değişiklikleri, darbeler, ambargolar ve ekonomik sömürü; başkalarının yurdunda kan, gözyaşı ve yıkım olarak geri döndü.

Demokrasi İhracı mı, Emperyalist Plan mı?

“Demokrasi” söylemi altında yürütülen Büyük Ortadoğu Projesi, aslında bölge halklarına huzur değil, kaos getirdi. Irak’ta, Suriye’de, Libya’da yıkılan sadece şehirler değil; medeniyetin ve kültürün izleriydi. Çocuklar yetim kaldı, kadınlar dul, topraklar ise çorak…

ABD, kendi güvenliğini sağlamak adına dünyanın diğer ucundaki halkların geleceğini ipotek altına aldı. Birçok ülkenin meşru hükümetlerini düşürüp, kukla yönetimleri iş başına getirdi. Bu müdahaleler; kısa vadede stratejik kazançlar sağlasa da uzun vadede ABD’nin “dünya jandarması” imajını, “zulüm aracı” haline dönüştürdü.

Evdeki Yangın

Dışarıda güçlü bir imaj çizen ABD’nin iç yapısı ise her geçen gün daha da çürümeye başladı. Irkçılık, gelir eşitsizliği, polis şiddeti, siyasi kutuplaşma ve silahlı grupların artan etkisi; ülkeyi içten içe kemiren bir yangına dönüştü. Seçim sonuçlarının bile sorgulandığı, kongre binasının basıldığı bir ülkede artık “istikrar”dan bahsetmek mümkün mü?

Artık ABD, başkalarının başına çorap ören bir ülke olmaktan çıkıp, kendi başına örülmüş çorapların içinde debelenen bir dev halini aldı. “Dünyaya çuval geçiren” bir zamanların kudretli devleti, bugün kendi vatandaşlarının elinde parçalanma tehdidiyle karşı karşıya. Sadece siyasi değil; ekonomik çalkantılar, sosyal güvensizlik, doğal afetler ve küresel itibar kaybı da bu çöküşün habercisi.

İlahi Adalet mi, Tarihin Tekerrürü mü?

Tarihte her yükselişin bir çöküşü olduğu gibi, her zulmün de bir hesabı olur. ABD, yıllarca adalet yerine menfaati, barış yerine çatışmayı, kardeşlik yerine ayrımcılığı seçti. Şimdi de yaptıklarının bedelini, içeriden ve dışarıdan gelen fırtınalarla ödemeye başladı.

Tufanlar, yangınlar, ekonomik çöküşler ve iç kargaşalar; sadece doğa olayları ya da toplumsal problemler değil, aynı zamanda evrensel adaletin tecellisidir. Mazlumların ahı yerde kalmaz. Tarih, zalimin zulmünü unutmaz.

Bugün ABD için hesap zamanı gelmiştir. Keser döndü, sap döndü. Gün döndü, devir değişti.

ÖZET

Bu makalede, ABD’nin tarihsel yükselişi ve ardından gelen düşüş süreci incelenmiştir. Demokrasi ihracı adı altında yapılan emperyalist müdahalelerin, ABD’yi kısa vadede güçlendirse de uzun vadede içten içe çöküşe sürüklediği anlatılmıştır. İç kargaşalar, toplumsal eşitsizlikler ve küresel itibarsızlık; bu çöküşün temel dinamikleri olarak öne çıkmaktadır. Sonuç olarak, tarihsel adaletin ve ilahi dengenin işlediği bir süreçte; zalimce uygulamaların karşılığının er ya da geç alındığına dikkat çekilmiştir.

 

 




Yeryüzünde Tecrit Edilen Kavim: Aliya’nın Gölgesindeki Hikmet

Yeryüzünde Tecrit Edilen Kavim: Aliya’nın Gölgesindeki Hikmet

Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değildir; içinde ilahî yasaların ve sosyal kaderlerin işlediği bir hikmet aynasıdır. Bu aynaya dikkatle bakıldığında, bazı milletlerin akıbeti bize ibret olur. Bu milletlerden biri de, Kur’ân’da defalarca zikredilen, Hazret-i Musa’nın ümmeti olan Benî İsrail, yani Yahudilerdir.

Tarihin En Uzun Sürgünü: İlâhî Bir Tecrit

Yahudiler, tarih boyunca sayısız sürgün, yıkım ve dışlanmaya maruz kaldılar. Babil esareti, Roma sürgünü, Orta Çağ Avrupası’nda gettolar, Engizisyon, Holokost ve nihayetinde 20. yüzyılda sözde “vaadedilen topraklara dönüş”… Tüm bu hadiseler zinciri, sadece siyasî yahut sosyolojik değil, aynı zamanda ilahî bir kaderin yansımasıdır.

Kur’ân’da bu kavmin başkaldırılarından, verdikleri sözleri tutmayışlarından, peygamberleri öldürmelerinden, ilimle azıp zulme sapmalarından uzun uzun bahsedilir. Ve neticesinde şu ilahî hüküm bildirilir:

> “Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine zillet damgası vurulmuştur…”
(Âl-i İmrân, 112)

İşte bu ayet, yalnızca geçmişi değil, bugünü ve geleceği de özetlemektedir.

Aliya: İlâhî Tecride Karşı Suni Bir Toparlanma

İsrail devleti, Yahudileri tekrar bir araya toplamak amacıyla “Aliya” adı verilen göç politikalarını yürürlüğe koymuştur. Sözde “Geri Dönüş Yasası” çerçevesinde Yahudiler, dünyanın dört bir yanından İsrail’e çağrılmakta, teşvik edilmekte ve yerleştirilmektedir. Ukrayna-Rusya savaşı gibi krizler de bu planlara ivme kazandırmaktadır.

Fakat bu, tarihin gidişatını tersine çevirecek bir “dönüş” değil; aksine ilahî ikazları hiçe sayan bir inatçılığın ürünüdür. Çünkü Yahudiler, binlerce yıl boyunca dağılmakla, sürgünle, zilletle uyarılmış; buna rağmen tevbe değil, ısrar yolunu seçmişlerdir.

Bu çabanın ardında yatan temel saik, Allah’a değil, milliyetçi-mesihçi bir ideolojiye dayalı bir varlık inşasıdır. Lâkin tarihte defalarca tecrübe edildiği gibi, Allah’ın dışladığını, insanın toplaması mümkün değildir.

Bir Devlet Değil, Bir İmtihan

İsrail devleti, birçok Yahudi için bir “kurtuluş” gibi görülse de, hakikatte bu devlet, kendi içinde bir imtihan alanıdır. Kur’ân’daki ifadeyle, bu kavim hem kendileriyle hem de insanlıkla olan hukuklarını ihlal ettikçe, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran bir unsur olmaktan öteye geçememiştir:

> “Yeryüzünde iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız…”
(İsrâ, 4)

Bugün Filistin topraklarında yaşanan zulüm, sadece bir toprak işgali değil, ilahî adaletin bir başka cilvesidir. Yahudilerin kendi kendilerine açtığı bu tarihî yara, ilerde kendi içlerinden kopacak büyük bir felaketin habercisidir.

Tecrid Edilenin Tevbesi, Toplumların Kurtuluşu Olur

Yahudiler, tarihten ders almadıkça, ne kadar “Aliya” yaparlarsa yapsınlar, ilahî tecritten kurtulamayacaklardır. Çünkü gerçek dönüş, Kudüs’e değil, Tevbe’ye ve Tevhid’e olandır. Fakat onlar bunu bir kavim kibriyle bastırdıkça, dünya milletleri nezdinde dışlanmaları da artmaktadır. Bugün Avrupa’da, Amerika’da, Asya’da Yahudi karşıtlığının (antisemitizm) yükselmesi bir tesadüf değil; onların zulümle karışık taassuplarının doğrudan bir neticesidir.

Özet:

Yahudiler, tarih boyunca ilahî hikmetin gereği olarak tecrit edilmiş, sürgün edilmiş ve zilletle uyarılmışlardır. İsrail’in “Aliya” politikası, bu ilahî yasaya karşı bir başkaldırı mahiyetindedir. Sözde “geri dönüş”, aslında Allah’ın koyduğu kaderi tanımama çabasıdır. Lakin tecrid edilen, tevbe etmeden toplanamaz; dağılan, ilahî emre dönmeden bir araya gelemez. Aliya, ne bir kurtuluş ne de bir istikrar vaadidir. Hakikat, ancak tevhide ve adalete dönüşledir. Aksi hâlde tarihin ve Kur’an’ın işaret ettiği akıbet yine kaçınılmaz olacaktır.

*********

Toplanan Değil, Toplatılan: Yahudilerin İsrail’e Dönüşü Üzerine Bir Tevhid ve Kıyamet Yorumu

Tarihî ve dini süreçler, yalnızca görünen sebeplerle değil, ilahî senaryonun adım adım işlemesiyle vuku bulur. Bu senaryoda kimi zaman bir kavim dağıtılır, kimi zaman bir araya getirilir. Lakin her iki hâl de, sonunda büyük bir hükmün icrasına zemin hazırlar. Yahudilerin İsrail’e dönüşü, işte böyle bir ilahî senaryonun son perdesine açılan bir kapı hükmündedir.

Bediüzzaman: “Gelsinler, imhâları kolay olur!”

Bediüzzaman Said Nursî, 1940’lı yıllarda bir talebesine verdiği sözlü cevapta Yahudilerin İsrail’e dönüşü meselesi sorulduğunda şöyle der:

> “Bırakın gelsinler. İmhâları kolay olur.”

Bu söz, zahirde şiddetli gibi görünse de, hakikatte Kur’anî ve nebevî bir bakış açısının özlü bir ifadesidir. Çünkü bu kavim, tarih boyunca dağınık bir şekilde yeryüzüne yayılmıştı. Her yerde birer nüfuz odağı, birer fitne kaynağı olagelmişti. Onların tek bir merkezde toplanması, hem siyasî hem de kaderî bir temizlenmenin zeminini hazırlamaktadır.

Gargat Ağacı Hadisi ve Toplanmanın İlâhî Sebebi

Efendimiz (s.a.v.), meşhur bir hadis-i şerifte şöyle buyurur:

> “Kıyamet kopmazdan önce Müslümanlar, Yahudilerle savaşacak; öyle ki, bir Yahudi bir taşın veya ağacın arkasına saklanacak, o taş ya da ağaç şöyle diyecek: ‘Ey Müslüman! Ey Allah’ın kulu! Arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür!’ Ancak Gargat ağacı (onları saklayacak), çünkü o onların ağacıdır.”
(Müslim, Fiten 82; Tirmizî, Fiten 59)

Bu hadisin işaret ettiği mana, sadece bir savaş değil, ilahî adaletin tecelli edeceği bir “toplanma”nın olacağıdır. Burada mesele, Müslümanların zaferi değil, hak ve batılın nihai yüzleşmesidir. Yahudilerin yeryüzünden İsrail’e toplanması, bu yüzleşmenin coğrafi ve tarihî zeminini oluşturmaktadır.

Toparlanma Değil, Kaderî Tasfiye

Yahudiler, tarihte hep dağınık yaşadılar. Bu da onların her yerde sinsice etkin olmasına sebep oldu. Şimdi ise tarihte ilk kez büyük çoğunluğu, aynı noktaya—İsrail’e—çekiliyor. Bunu kendileri bir “millî diriliş” olarak görse de, hakikatte bu, ilahî kaderin onları bir “tasfiye sürecine” hazırlamasıdır.

Bediüzzaman’ın “gelsinler, imhaları kolay olur” demesi bu bakış açısıyla sadece fizikî bir savaşı değil, aynı zamanda fikrî, siyasî ve kaderî bir çözülmeyi ifade eder. Çünkü oraya toplanan Yahudiler, dünya siyonizminin merkezinde, küresel zulmün ve ahlaksızlığın kalesi hâline gelen bir yapının içine yerleşmektedir. Bu da onları, insanlık nezdinde daha da izole eder hale getirmektedir.

Bugün Olanlar: Kıyamet Öncesi Son Satırbaşı

İsrail devleti ve ona göç eden Yahudiler, görünürde bir toplanma yaşıyor. Lakin bu toplanma, kıyamet öncesi son büyük yüzleşmenin altyapısını kuruyor. Filistin’de işlenen zulümler, dünyadaki Yahudi düşmanlığının tırmanması, sosyal medya çağında gerçeklerin artık gizlenememesi; bu topluluğu her geçen gün daha da dar bir alana sıkıştırmakta.

Ve bu noktada hadisin işaret ettiği gibi, taşlar ve ağaçlar bile onların saklandığı yerleri ifşa edecekse; bu, insanlık tarihindeki en büyük tecellîlerden biri olacaktır.

Özet:

Yahudilerin İsrail’e göçü, dışarıdan bakıldığında bir “toparlanma” gibi görünse de, aslında bu bir “toplatılma”dır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu durum onların “imhâsını” kolaylaştıracak kaderî bir tertiptir. Efendimiz’in gargat ağacı hadisi de, bu kavmin bir noktada toplanarak kıyamet öncesi bir tasfiye ve yüzleşmeye tabi tutulacağını haber vermektedir. Bu sebeple, Yahudilerin İsrail’e dönüşü; bir başlangıç değil, ilahî kaderin hesap gününe hazırlık niteliğindedir.

 




Zerreden Kâinata: Kudretin Tevhid Delili

Zerreden Kâinata: Kudretin Tevhid Delili

“Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halk edemez 

   Tesbih gibi nazmeyleyip kaldıracak; arzımızı, şümusu, nücumu, hasra gelmez

   Şu fezanın başına hem sinesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmasa

   Dünyada hiçbir şeyde dava-yı halk edip, iddia-yı icad edemez.”
Sözler. Lemaat

İnsan, gözle gördüğü eşyaya çabuk alışır. Güneşin doğuşu, yıldızların parlaklığı, rüzgârın esişi, bir çiçeğin açışı artık ona sıradan gelir. Hâlbuki bu “sıradanlık” yalnızca alışkanlığın gözümüze taktığı perdedir. Gerçekte ise her biri birer harika, birer mucize ve birer delildir. Delil olduğu şey ise, mutlak bir kudretin, ilmin ve iradenin sahibi olan Allah’ın varlığı ve birliğidir.

Kudretin Varlık Üzerindeki Tezahürü

Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar adlı eserinde, şu ifadeleriyle muazzam bir hakikati gözler önüne serer:

> “Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halk edemez.”

Bu ifade, tevhidin derin bir delilini taşır. Çünkü her bir zerre, kendinden çok büyük bir sistemle ilişkilidir. Bir çiçeğin yaprağındaki atom, yalnız başına bir şey ifade etmez. O zerre, yerçekimi, ışık, su dengesi, genetik program ve daha nice unsurlarla bütünleşmiş bir şekilde hareket eder. Öyleyse bir zerreyi yaratmak; o zerreyi tüm kâinatla uyumlu ve bağlantılı kılmayı da gerektirir. Bu da ancak tüm kâinatı elinde tutan bir kudretin işidir.

Tesbih Gibi Dizilen Mahlukat

Bediüzzaman, aynı pasajda şöyle der:

> “Tesbih gibi nazmeyleyip kaldıracak; arzımızı, şümusu, nücumu, hasra gelmez…”

Yani yer küresi, güneş, yıldızlar ve sayısız galaksi; bir tesbih taneleri gibi dizilmiş, belli bir nizam içinde döner, hareket eder ve hiç sapmazlar. Bu da gösterir ki onları çekip çeviren bir nizam koyucu, bir hakîm, bir kadîr vardır. Bu düzen, tesadüflerin eseri olamayacak kadar hassas; kör sebeplerin eseri olamayacak kadar şuurludur.

Kudretin Küresel ve Zerresel Tezahürü

Yine der ki:

> “Şu fezanın başına hem sinesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmasa, dünyada hiçbir şeyde dava-yı halk edip, iddia-yı icad edemez.”

Yani göklerin direksiz durması, boşlukta asılı koca cisimlerin birbirine çarpmadan dönmesi bir kudret mucizesidir. Güneşi yerine sabitleyen, arzı yörüngesinde döndüren, yıldızları kendi seyrinde tutan bir kudret; elbette aynı kudretle en küçük zerreyi de yaratandır. Çünkü bir damlayı yaratmakla, okyanusu yaratmak arasında fark yoktur O’nun için.

Tevhidin En Büyük Akli Delili: Kudretin Birliği

Bu hakikat, bizi tevhidin en temel esprisine götürür: Kudret bölünemez. Çünkü bölünse, çatışma olur, kaos doğar, düzen bozulur. Hâlbuki kainatta muazzam bir denge, olağanüstü bir uyum vardır. Bu da gösteriyor ki, bu işin arkasında tek bir kudret, tek bir fail, tek bir yaratıcı vardır.

Özet:

Kâinattaki en küçük parçacık dahi, bütünüyle ilişkilidir. Bir zerreyi yaratmak, bütün kâinatı yaratmakla eşdeğerdir. Çünkü o zerre, evrensel düzene göre işler. Bu da gösteriyor ki her şeyi halk eden kudret, kâinatı bütünüyle elinde tutandır. Yıldızları tesbih taneleri gibi dizip döndüren, gökleri direksiz tutan, zerreleri ilimle yöneten bir Zât vardır. Bu Zât, Allah’tır. Tevhid, hem aklın hem kalbin en büyük sığınağıdır.

 

 




Zulüm Zamanlarında Nur Yazmak: Bir Direnişin ve Duanın Hikmeti

Zulüm Zamanlarında Nur Yazmak: Bir Direnişin ve Duanın Hikmeti

“İman ve İslâmiyet’in ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ve bir âlimin gizliden gizliye dahi bir tek dinî eser neşredemediği fecaat devrinde, Bediüzzaman nefyedildiği yerlerde, zalim müstebitlerin tarassudat ve tazyikatı içinde, gizliden gizliye yüz otuz adet imanî eser telif ve neşretmiştir. Bununla beraber, geceleri pek az bir uykudan sonra, esaret altında inleyen İslâm milletlerinin necat ve salahı için dualar etmiş, dergâh-ı İlahiyeye iltica ederek yalvarmıştır.”
Sözler. Konferans

Tarih, sadece zaferlerin değil, inancın da tarihidir. Öyle anlar olur ki, zafer; bir top sesinde değil, gecenin sessizliğinde yazılan bir cümlede gizlidir. Siperler bazen kâğıt ve kalemden, cephane ise bir tek duadan ibarettir.

Cumhuriyet sonrası inkılaplarla beraber, dinin kamusal hayattan silinmeye çalışıldığı, Kur’an’ın, ezanın, ilmihalin yasaklandığı o fırtınalı yıllarda, Bediüzzaman Said Nursî; sürgün, gözetim ve tehdit altında dahi iman mücadelesinden geri durmamıştır.

Yasaklar Altında Yazılan Nurlar

Düşünün ki; bir dönemde, bir tek dinî eserin yazılması bile vatana ihanetle eşdeğer görülmüş, bir âlimin ilmî bir kelâmı bile suç sayılmıştır. İşte o karanlık devrede, Bediüzzaman, nefyedildiği kasaba ve köylerde, tarassut altındaki hanelerde, geceleri yağ kandili ışığında 130’dan fazla imanî eser kaleme almıştır.

Bu, sadece bir kalemin inadı değil, bir ruhun secdede yükselmesidir. İmanı ayakta tutmak için kâğıda dökülen her cümle, geleceğe fener olacak birer nur parçasıdır.

Zulmün İçinden Yükselen Dua

Ne yazmakla yetinmiş ne de sadece kaleme sarılmıştır. Bediüzzaman, her gece çok az uyuyarak, ümmet-i Muhammed’in ızdırabını yüreğinde duymuş; esaret altındaki İslâm milletleri için dua dua yakarmıştır. O’nun geceleri, sadece bir alimin istirahati değil, bir mücahidin secdesi, bir ümmetin duasıdır.

> “Maksadım milletin imanını kurtarmaktır. Başka bir emelim yoktur.” diyerek bu meşakkatli davayı sürdürmüş, her nefsin gaflete daldığı saatlerde ümmetin selameti için gözyaşlarıyla istiğfar etmiş, dua etmiştir.

Bir Kalem, Bir Secde, Bir İstikbal

Bediüzzaman’ın bu gayreti; sadece geçmiş bir kahramanlık değildir. O, iman davasının kıyamete kadar susmaması gerektiğini göstermiştir. Zira hakikat güneşi ne kadar perde altına alınsa da, nurunu gizleyemezsin. Ve o nur, bir kalemle, bir secdeyle, bir mektupla yeniden doğar.

Günümüzde Bu Tavır Ne İfade Ediyor?

Bugün bizlere her şey serbest. Kitaplar, vaazlar, dijital platformlar… Fakat şartlar kolaylaştıkça şevk azaldı, cihad unutuldu. Oysa Bediüzzaman, “zulüm altında bile iman hizmeti yapılabilir” diyerek bize mazeretlerin arkasına saklanmamayı öğretmiştir.

Bugünün Müslümanı, o devrin müminlerinden daha az tehlike altında ama daha çok gaflet içinde olabilir. Bu yüzden Bediüzzaman’ın hizmet ahlâkı, sadece bir kahramanlık destanı değil, bir müminin sabır ve sebat reçetesidir.

Sonuç: Zulme Rağmen Nurla Konuşan Bir Kalem

Bediüzzaman’ın hayatı, zulümle çevrili bir sessizlikte yankılanan bir iman çığlığıdır. Kalemle, dua ile, sabırla… Ümidin ve direnişin adı olmuştur. Her bir Nur Risalesi, bir tecavüz çağında açan bir direniş çiçeğidir. Ve her duası, ümmetin selameti için geceyi yaran bir rahmet niyazıdır.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin iman ve İslâmiyet’in yok edilmek istendiği bir dönemde, 130’dan fazla imanî eseri gizlice kaleme alarak nasıl bir direniş sergilediğini ve geceleri ümmet için yaptığı duaların ne büyük bir manevi hizmet olduğunu konu alır. Zor şartlar altında dahi vazgeçmeyen bir irade, ümmet bilinciyle atılan her adımın kıyamete kadar iz bırakacağını hatırlatır. Bu hayat, modern Müslüman’a hem örnek hem de uyarıdır: Mazaret yok, hizmet var.