Kaderin Aynası: Özgürleştirenlerin Özgürlüğe Muhtaç Hâli

Kaderin Aynası: Özgürleştirenlerin Özgürlüğe Muhtaç Hâli

Kaderin şu şaşmaz tecellisine bir bakın ki;

ABD başkanı Trump;
CAM FANUSUN ARKASINDAN SESLENDİ:
“DIŞ GÜÇLER İÇ SAVAŞ İSTİYOR”
Şehri yangın yerine çeviren olaylar üzerinden ‘çeteler’ mesajı verdi: Los Angeles’ı özgürleştireceğiz.” diyor.

Afganistan, Irak, Türkiye, vs ve en son Gazze’yi dış güçleriyle Özgürleştiren ! ABD, kendi içindeki olaylar sebebiyle dış güçlerin tehdidinden ve kendilerini özgürleştirmeden bahsediyor.
Ne garip değil mi?
Men dakka dukka.
Çalma kapıyı, çalarlar kapını.
Eden bulur.

********

> “Men dakka dukka.”
“Kim kapıyı çalarsa, bir gün onun kapısı da çalınır.”

🔥 Yangın Yerine Dönen Amerika

Amerika Birleşik Devletleri, yıllarca “özgürlük” adı altında nice ülkelere müdahalelerde bulundu. Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Türkiye, ve nihayetinde Gazze… Her biri aynı cümleyle meşrulaştırıldı:
“Özgürleştirmek için geldik.”

Ancak tarih gariptir. Bazen döner, bazen döndürülür. Ve bir gün, en beklenmeyen anda tokadını vurur. İşte o günlerden biri yaşandı.

ABD Başkanı Donald Trump, başkent Washington’da bir cam fanusun ardına gizlenerek halkına seslenirken şunu söylüyordu:

> “Dış güçler iç savaş istiyor.”
“Los Angeles’ı özgürleştireceğiz.”

Bu sözleri söyleyen kişi, başta Afganistan ve Irak olmak üzere birçok coğrafyayı “özgürleştirme” bahanesiyle kan gölüne çeviren bir ülkenin lideriydi.

⚖️ Kader Adaletinden Şaşmaz

Kaderin çarkı adaletle döner. Zulmün hesabı sadece ahirete değil, dünyaya da bırakılmaz. “Zulüm ile abat olunmaz.” denmiştir. Nice uluslar, zulümle yükseldiğini sanırken bir anda tuzla buz olmuşlardır.

ABD, yıllarca dışarıda “çetelerle mücadele” ettiğini iddia etti. Şimdi ise kendi şehirlerinde “çeteler” peyda oldu. Dış güçlerin, Amerika’yı içten yıkmaya çalıştığına inanıyorlar. Ne garip, değil mi?

Eskiden Müslüman coğrafyaları “kurtarmak için” girenler, şimdi kendi şehirlerini “kurtarma planı” yapıyorlar.
Tarih, buna “ibret” diyor.
Kur’an buna “misal” diyor.
Kader ise sadece gülümsüyor.

🪞 Aynaya Bakan Kimse Yok

Bugün ABD, içine düştüğü kaosu dış güçlere fatura ediyor. Oysa yıllarca kendi eliyle başka toplumların iç dengelerini bozdu. Mezheplerle, etnik kimliklerle oynadı. Terörü organize etti, fitneyi besledi.

Ama şimdi o fitne tohumları kendi topraklarında yeşeriyor.

Unutmayalım ki;

Firavun’un sonu suda boğulmak oldu.

Nemrut, bir sinekle mağlup oldu.

Karun, yerin dibine geçirildi.

Tarihin ibret levhalarında, zulümle yapılan her yükselişin sonunda bir çöküş yazar.

📿 Ders Alması Gereken Biziz

Bu sahneler sadece Amerika’ya değil, bize de ders olmalı.
Zulme alkış tutanın, zulmü mazur görenin, sessiz kalanların da hesaba çekileceği bir dünyadayız.
Ve bilmeliyiz ki:

> “Zulüm devam etmez, adalet tehir edilse de tecelli eder.”

Keser döndü, sap döndü.
Gün geldi, hesap döndü.

✍️ Özet

ABD’nin, yıllarca başka ülkeleri özgürleştirme bahanesiyle yaptığı müdahaleler, bugün kendi içindeki krizlerde ibretlik bir şekilde karşısına çıkmaktadır. Dış güçler bahanesiyle iç karışıklığı açıklayan ABD, aslında yıllardır başka ülkelerde oynadığı oyunun aynısını yaşamaktadır. Kaderin adaleti şaşmaz; kim kapıyı çalarsa, bir gün onun kapısı da çalınır. Bu olaylar sadece Amerika’ya değil, tüm insanlığa bir ders niteliğindedir: Zulümle yükselen her yapı, sonunda çökmeye mahkûmdur.

 




Ateşle Oynayanlar: Bir Kavmin Fesadı, Bir Milletin İmtihanı

Ateşle Oynayanlar: Bir Kavmin Fesadı, Bir Milletin İmtihanı

Tarih, sadece olup biten olayların kronolojik bir dizisi değildir; o aynı zamanda bir milletin kaderle yüzleştiği sahnedir. Kur’ân-ı Kerîm’in, İsrailoğulları için bildirdiği “iki büyük fesat”tan biri geçmişte yaşanmış, diğeri ise zamanımızda adım adım tahakkuk etmektedir. (Bkz. İsra Suresi, 4-7) İsrail devleti eliyle yürütülen bu yeni fitne süreci, sadece siyasi bir mesele değil, aynı zamanda ilahi takdirin tecellisidir.

Bir Milletin İsyanı ve İlahi İkaz

Kur’ân, İsrailoğullarının yeryüzünde iki defa büyük bozgunculuk çıkaracaklarını bildirir. Onlar bu bozgunculukla yalnızca kendi sonlarını hazırlamazlar, aynı zamanda insanlığı büyük bir fitneyle karşı karşıya bırakırlar. Şu anda Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, bu ikinci fesadın zirveye ulaştığını göstermektedir.

İsrail’in İran’a yönelik saldırı niyeti, sadece bir savunma refleksi değil, daha derin bir Armagedon inancının uzantısıdır. Bu inançla “kıyameti hızlandırmak” gibi tuhaf bir sapkınlık içinde, bütün dünyayı ateşe verme pahasına kendi arzularını kutsallaştırmaktadırlar. Oysa kıyamet, ilahi bir sırdır; beşer ne onu öne alabilir, ne de geciktirebilir.

Ğarkad Ağacı Hadisinin Gölgesinde

Peygamber Efendimiz (sav), ahir zamanda Yahudilerle Müslümanlar arasında geçecek büyük bir savaşta taşların ve ağaçların bile “Ey Müslüman! Arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür!” diyeceğini, sadece Ğarkad ağacının bundan istisna olacağını bildirmiştir. (Müslim, Fiten, 82) Bugün İsrail’in bu ağacı bilinçli olarak dikmesi, sadece bir çevre düzenlemesi değil, hadis-i şerifin tahakkukuna zemin hazırlamaktır. İlahi kelamın gölgesinde yaşayanlar bilir ki; ne dikilen ağaç, ne kurulan beton, kaderin hükmünü değiştiremez.

ABD: Dayının Düşüşü

İsrail’in sırtını dayadığı ABD, bugün içten içe çöküyor. Ahlaki çürüme, sosyal bölünme, ekonomik adaletsizlik ve siyasi yozlaşma, büyük bir imparatorluğun içten yıkımının işaretlerini vermektedir. Tıpkı Firavun’un sarayındaki ihtişamın altındaki çürümüşlük gibi, ABD de bugün kendi ateşinde yanmaktadır. Ve İsrail, bu yanan binanın içine saklanmakla kendisini kurtaramaz.

Kader ve Zulüm Dengesinde: Beşer Zulmeder, Kader Adalet Eder

Tarih boyunca nice zorba, kendini kadere fetva verdirir gibi görmüştür. Nice Nemrutlar, Firavunlar, Karunlar, kendi gücüne aldanarak zulümde sınır tanımamıştır. Lakin kader, adaleti elinde tutar. Beşerin zulmü sonsuz olamaz. Zulümle abad olanın sonu, harab olur. Bugün dökülen her kan, çiğnenen her hak, yakılan her ocak; ilahi adalet terazisinde tartılmaktadır. Ve vakti geldiğinde, hesabı sorulacaktır.

Ortadoğu: Yeni Bir Planın Ateşinde

İran’a saldırı bir bahane; asıl hedef, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek ve “Nilden Fırat’a” uzanan sahte bir vaadi gerçekleştirmektir. Fitne kazanı kaynatılmakta, ateşe her gün yeni odunlar atılmaktadır. Bu kaosun içinde, bazıları mal kaçırmakta, servet devşirmekte, enerji kaynaklarını ele geçirmekle meşguldür. Ancak unuttukları bir şey vardır: Küllerinden doğacak olan, sadece plan yapanların değil, mazlumların duasının yankısı olacaktır.

Sonuç: Oyun Büyük, Hesap Daha Büyüktür

Bugün yaşananlar, sadece siyasi değil; iman, sabır ve basiret imtihanıdır. İsrail’in, ABD’nin, hatta onların maşalarının hesabı varsa; Allah’ın da bir hesabı vardır. Ve O, hesap görenlerin en hayırlısıdır. (Enfal, 8/30) Müminler için yapılacak en hikmetli şey; fitneye kapılmadan, sarsılmadan, hakikate sarılmak, duaya, ihlasa ve tevekküle yönelmektir.

Makale Özeti

Bu makalede, Kur’ân’ın haber verdiği İsrailoğulları’nın ikinci büyük fesadı, İsrail’in İran’a saldırı niyeti üzerinden ele alınmıştır. Hadislerde geçen ğarkad ağacı gibi işaretlerin günümüzdeki yansımaları, İsrail’in Armagedon planı ve ABD’nin iç çöküşü açısından değerlendirilmiştir. Fitne kazanının kaynatıldığı Ortadoğu’daki gelişmelerin arkasında yatan derin planlara dikkat çekilmiş, ancak ilahi kaderin her şeyin üstünde olduğu vurgulanmıştır. Son olarak, Müslümanlara düşen basiretli duruş, dua ve tevekkül ile büyük oyunun bozulacağı hatırlatılmıştır.

 




İnzivadan İrşada: Kalp Tasfiyesiyle Gelen Nurlu Vazife

İnzivadan İrşada: Kalp Tasfiyesiyle Gelen Nurlu Vazife

“Cenab-ı Hak, büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebebledir ki bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalplere akseder etmez bambaşka tesirler icra ediyor.”
Tarihçe-i Hayat

Cenab-ı Hak bazı kullarını seçer. Onları önce halkın gözünden saklar, sonra kalplerin en derinine işler. Bu seçilmiş kullar, büyük mürşidler, büyük vazifelerin hazırlığını sükûnetle, sessizlikle, hatta görünmezlikle geçirirler. Zira kalabalıklara hitap etmeden evvel, kendi nefislerini eğitir, kalplerini tasfiye eder, hakikate ayna olacak şekilde berraklaştırırlar.

Bu inziva, sıradan bir yalnızlık değildir. Allah’ın onları tenhaya çekip terbiye ettiği bir manevî okuldur. Dünya seslerini sustururlar ki, içlerinde sadece Hakk’ın sesi çınlasın. Gözlerini dıştan içe çevirirler ki, kalpteki karanlıklar bir bir aydınlansın. Bu süreçte kalp, bir mâ-i mukattar gibi durulur, sadeleşir, kirlerden arınır. Ta ki, Hakk’ın nuru ona aksedebilsin.

İnziva: Gölgede Büyüyen Nurlar

Hz. Musa, Tur Dağı’nda kırk gün inzivaya çekilmiştir. Peygamber Efendimiz ﷺ, Hira Mağarası’nda yıllarca tefekkür etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de Barla’da, Erek Dağı’nda, Eskişehir ve Kastamonu sürgünlerinde derin bir sükût ve sabır içinde, iç dünyasını Hakk’a sunmuştur.

Bu örnekler gösteriyor ki, hizmet öncesi hicret, söz öncesi sükût, tebliğ öncesi tahliye şarttır. Kalp tasfiye olmadan ağızdan çıkan söz, bir yaprağın rüzgârda savrulması gibi olur; iz bırakmaz. Fakat temizlenmiş, tezekkürle yoğrulmuş bir gönülden çıkan her nefes, muhatabın yüreğine rahmet gibi, nur gibi, zikir gibi iner.

Tesirin Sırrı: Kalpteki Temizliktir

Bugün nice söz söyleniyor. Ama azı tesir ediyor. Zira çok zaman söz var, ama temiz kalpten çıkmamış, ihlâsla yoğrulmamış, tefekkürle süslenmemiş. Oysa manevî mürşidlerin sözleri, kalbin ta derinliğinden süzülerek geldiği için, muhatabın kalbine bir ışık, bir aşk, bir uyanış olarak çarpar. İşte bu yüzden Bediüzzaman’ın Barla’da yazdığı eserler, yıllar sonra bile kalpleri tutuşturuyor; Mevlânâ’nın Mesnevi’si hâlâ gönülleri sarıyor.

Çünkü o sözler, tezkiye edilmiş nefislerin, saflaştırılmış kalplerin mahsulüdür. İçinde ne riya vardır, ne gösteriş, ne de dünyevî beklenti. Sadece Allah için söylenmiştir; bu yüzden Allah adına tesir etmiştir.

Sonuç: Sözden Evvel Tezkiye Gerek

Her büyük hizmet, büyük bir iç temizlikle başlar. Hakikati taşımak için önce hakikate ayna olmak gerekir. Gönlünü arıtmamış bir kişi, gönüllere hakikat sunamaz. Bu sebeple mürşidler önce kırılır, dökülür, sabreder, sükûta gömülür. Sonra Allah, onları halkın arasına tekrar gönderir. Lakin bu sefer halk içinde Hak ile beraber olarak…

Onların nefesleri niçin bu kadar tesirli? Çünkü o nefes, içi boş bir kelimeler yığını değil, kalpteki ilhamın yeryüzüne sızan nurlu bir akisidir.

Özet:

Bu makale, büyük mürşidlerin önce inziva ile terbiyeye alındığını, sonra irşadla vazifelendirildiğini konu alır. İnziva dönemi; nefsi tezkiye, kalbi tasfiye, ruhu terbiye sürecidir. Bu saflaşma sonucu kalpten çıkan sözler, muhatapta derin izler bırakır. Tesirin sırrı, kalpteki berraklık ve ilahî yakınlıktadır. Büyük irşad vazifeleri, bu derin iç hazırlık olmadan doğmaz.

 

 




Sözün Şekli mi Ruhu mu? Lafız ve Mananın İmtihanı

Sözün Şekli mi Ruhu mu? Lafız ve Mananın İmtihanı

“Eskiden beri lafız ve mana, üslup ve muhteva bakımından edibler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslup ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.

   Diğer zümre ise en çok mana ve muhtevaya ehemmiyet vererek özü söze kurban etmemişlerdir.”
Tarihçe-i Hayat

İnsan, kelimelerle düşünür ve kelimelerle anlatır. Ama her söz, aynı derecede kıymetli değildir. Aynı kelimelerle süslenen iki cümleden biri, kalpleri titretirken diğeri sadece kulağı oyalayabilir. Çünkü sözün asıl kıymeti, onun şekli değil, şeklin arkasındaki mana, yani taşıdığı hakikattir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin dikkat çektiği gibi, eskiden beri edipler, şairler ve düşünürler bu noktada iki ayrı yola girmiştir:

  1. Şekilperestler: Üsluba Tapanlar

Birinci zümre, lafzı merkeze alır. Şiirlerinde kafiyeyi, vezni, ahengi kusursuz kurarlar. Ancak çoğu zaman bu gösterişli sözlerin içi boştur. Mana sığdır, derinlik yoktur. Göze ve kulağa hitap eder ama gönle ve akla ulaşmaz. Onların derdi, “ne söylüyoruz” değil, “nasıl söylüyoruz”dur. Söz, maksat değil, gaye haline gelir. Böylece hakikat, şiirin kuyusunda boğulur.

Bu tür ifadeler bir çiçeğe benzer: Rengi var, şekli güzel ama kokusu yoktur. Kurur gider; hafızada değil, sadece kağıtta yaşar.

  1. Hakikatperverler: Manayı Yüceltenler

İkinci zümre ise üslubu hor görmez, ama onu manaya hizmet ettirir. Söz onlar için bir taşıyıcıdır, bir vasıtadır. Mühim olan, söylenenin ne kadar hakikatli, hikmetli ve faydalı olduğudur. Söz, kalpten gelip kalbe gider. İçinde ruh taşıyan, dert taşıyan, hedefi olan bir ifadedir bu. Bazen sade, bazen süslü olur ama hep hakikatin hizmetindedir.

İşte Bediüzzaman Hazretleri bu zümrenin yolundadır. Risaleler, sanat için değil, hakikat için yazılmıştır. Her cümlede mana ağır basar; her parçada fikrin derinliği hissedilir. Lafız, mananın hizmetkârıdır. Bu yüzden cümleleri bazen sade, bazen ağdalı görünse de okuyanda daima bir iç titreyişi bırakır.

Zamana Konuşan Söz: Üslup Değil, Mana Kurtarır

Zamanın getirdiği en büyük hastalıklardan biri de sözün dışına aldanmaktır. Günümüzde sosyal medya, sloganlar, reklam dili hep şekilperestliği öne çıkarır. Ama insanı asıl doyuran, o kelimelerin içine sızmış hikmet, merhamet, iman, fikir ve şuurdur. Yani manadır.

Şekil, zamana göre değişir; mana ise zaman üstüdür. Kalıcı olan, ruhtur; geçici olan ciladır. Bu sebeple bizler, ifade güzelliğine değil, ifade edilen hakikatin güzelliğine yönelmeliyiz.

Sonuç Yerine: Hakikat, Şiirden Büyük Olmalı

Elbette ki estetik değerlidir; güzel söz, gönülleri fetheder. Ama mana zayıfsa, o söz sadece bir hayal olur. Gerçek tesir, mana ile olur. O halde hakikat sahibi bir münevver, sadece güzel yazmaya değil, doğruyu, faydalıyı ve hakikati yazmaya çalışmalıdır.

Özet:

Bu makale, lafız ve mana ayrımı üzerinden edebi ve fikrî hayatın iki ana damarını ele almaktadır. Bazıları şekli merkeze alıp manayı zayıf bırakırken, bazıları ise manayı yücelterek lafzı onun hizmetine sunmuştur. Bediüzzaman Hazretleri gibi hakikatperver zatlar, manayı esas almış ve şekli ona hizmet ettirmiştir. Günümüzde de kalıcı ve tesirli sözler, ancak mana ile beslenenler olacaktır.

 




Yangının Ortasında Bir Adam: İmanın Yandığı Yerde Sükûnet Olmaz

Yangının Ortasında Bir Adam: İmanın Yandığı Yerde Sükûnet Olmaz

“Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:

   Bana: “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler…”
Tarihçe-i Hayat

Bediüzzaman Said Nursî, bir sufi değildi ama gönlünde Hazreti Ebu Bekir’in şefkatini, Hazreti Ömer’in celâdetini birleştiren bir hizmet eri idi. Onun cihadı, silahla değil; kalemle, fikirle, imanla oldu. Fakat bu öyle bir cihaddı ki, ümmetin ıstırabı ve insanlığın feryadı.

> “Müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor. İmanım tutuşmuş, yanıyor.”

Bu cümle sadece bir teşbih değil, bir ruh halidir. Üstad’ın davası, “imanı kurtarma” davasıydı. O, içinde bulunduğu çağı bir iman yangını çağı olarak görüyordu. Modernizmin, materyalizmin, pozitivizmin dalgaları arasında boğulan bir nesli kurtarma azmiyle gece gündüz çırpınıyordu. Onun gözünde iman, bir hayat meselesi idi. Bu yüzden, küçük meseleler onun nazarında silinirdi.

Kösteklenmek mi? Yolun Tabiî Bir Parçası

“Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Oysa Üstad sataşmamış, sadece yürümüştü. Yoluna konan taşlara çarpması, yürüyüşünden değil, taşların maksatlı oluşundandı. Onun zihninde hakikati haykırmaktan daha mühim bir şey yoktu. Ne makam, ne şöhret, ne alkış, ne de muhalefet onun hızını kesemezdi.

Çünkü onun nazarında bir çocuğun imansız ölmesi, bir orduyu kaybetmekten daha ağırdı. Bir gencin dinsizliğe kayması, bin hanenin yıkılması demekti. Bu yüzden hakikati haykırırken kim ne der, ne düşünür, nasıl karşılık verir, onun için tali derecedeydi.

Şefkatin Cihada Dönüştüğü Yer: Gönül Yangını

Bu büyük mücadele, yalnızca bir bilgi, ilim ya da zekâ meselesi değildi. Bu mücadeleyi besleyen damar, şefkatti. Üstad’ın ifadesiyle: “Evladım yanıyor…” Bu sözde sadece bir mecaz yok, bir hakikat var. Onun ruhu, ümmetin her ferdini evladı gibi görüyordu. Bir çocuk, bir genç, bir yaşlı fark etmezdi. Yanlışa düşen her insan, onun kalbinde yangın çıkarıyordu.

İşte bu şefkat, onu dinlenmeye, kenara çekilmeye, “zaman değil” demeye asla bırakmadı. Çünkü zaman, imanı kurtarma zamanıydı. Zaman, mücadelenin tam ortasıydı.

Dar Düşünceler, Geniş Yangınları Göremez

Üstad’ın en çarpıcı sitemlerinden biri şudur: “Dar düşünceler, dar görüşler…” Yani küçük düşünenler, büyük yangınları göremezler. Onlar için mesele; kişisel çıkarlardır, konforudur, iktidardır, alkıştır, makamdır. Oysa bir müminin asıl meselesi, imanın selameti, kalbin kurtuluşu ve ümmetin dirilişidir. Küçük insanlar büyük davaları anlayamaz; büyük insanlar ise küçük hesaplara takılmaz.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Hazretleri’nin “iman yangını” teşbihi üzerinden, onun şefkatle yoğrulmuş iman mücadelesini, küçük engelleri aşan büyük bir davayı ve dar görüşlerin büyük hakikatleri nasıl perdelediğini konu edinmektedir. Üstad’ın “evladım yanıyor” diyerek tarif ettiği iman yangını, onu yılmadan hizmete sevk etmiştir. O, kösteklere değil, kurtarılması gereken ruhlara odaklanmıştır. Çünkü imanı yanan bir toplumda hiçbir dünyevî başarı anlam taşımaz.

 

 




İlmi, Menfaatin Gölgesinden Kurtarmak: Hakkın Bedeli Olmaz

İlmi, Menfaatin Gölgesinden Kurtarmak: Hakkın Bedeli Olmaz

“Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzip lâzımdır.

   İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler

اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ ۝ اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ

diyerek insanlardan istiğna göstermişler…”
Tarihçe-i Hayat

Tarihin her devrinde hakikat yolcuları, bilhassa da ilim ve din ehli, insafsız ithamlarla karşılaşmıştır. Bugün de değişen bir şey yok. Ehl-i dalâlet, yani hakkı tanımayan ya da ona düşmanlık edenler; ehl-i ilmi, dini ve ilmi “bir geçim vasıtası” yapmakla suçluyor. Hâşâ, Kur’an ve din hizmeti, onların nazarında bir istismar aracı gibi görülüyor. Oysa mesele sadece bir itham değil, aynı zamanda bir tuzaktır: İlmi itibarsızlaştırmak, dine olan güveni sarsmak ve hakikat adamlarını susturmak.

İlmin Ticareti mi, Hizmeti mi?

Elbette hakiki ilim adamı, ilmini ne şöhrete ne de maddî menfaate alet eder. Çünkü bilir ki ilim bir emanet, din bir sorumluluktur. Bu yolda rızık Allah’tandır; insanların övgüsü, himmeti ya da maddî desteği ise aracı bile olamaz. Ama gelin görün ki, bazı samimiyetsiz görüntüler veya hakiki olmayan “dini görünüşlü” tüccar tipler, bu ithamların bahanesi hâline gelmiştir.

İşte tam da bu yüzden ilim ehli, yalnız sözle değil, fiil ile bu ithamı yalanlamalıdır. Yani zahiren değil, hâl ve tarzıyla istiğna göstermelidir. Menfaate değil, Allah rızasına yöneldiğini yaşayarak isbatlamalıdır. Dine hizmeti bir meslek değil, bir vazife bilmelidir. Böyle olursa ehl-i dalâletin saldırıları hükmünü kaybeder.

Peygamberî Tavır: “Ecrim Ancak Allah’tandır”

Kur’an, bu meselenin en saf, en sahih yolunu gösterir. Birçok peygamberin diliyle şu ifade tekrar edilir:

> “اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ” – “Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir.”

Bu beyan, bir istiğna ilânıdır. “Ben bu işi Allah için yapıyorum, sizden hiçbir karşılık beklemiyorum” demektir. Bu, tebliğ ehlinin şiarı, hakkı neşretmenin temel ahlâkıdır. Çünkü maddî beklenti ile yapılan tebliğ, hem tesirini kaybeder hem de zihinlerde şüphe uyandırır. İhlâs, davetin bereketini doğurur.

Bediüzzaman Hazretleri de bu sünneti adım adım izlemiştir. Ne şöhret istemiş, ne maaş, ne mansıp. Hayatını Kur’an’a vakfetmiş, maddî mükâfata kapısını kapamıştır. Bu sayede sözü de, davası da tesirli olmuştur.

Ehl-i Hakkın Vazifesi: Hakkı Samimiyetle Taşımak

Bugün hakikat yolcularına düşen en büyük görev, bu istiğna ve sadakati fiilen yaşamaktır. “Ben Allah rızası için yazıyorum, anlatıyorum, öğretiyorum” diyen kişi, bu sözü hayat tarzına da dökmelidir. Çünkü hakikat, menfaatle gölgelenirse parlaklığını yitirir.

Ayrıca unutulmamalıdır ki, hak yolda olanlar için geçim derdi değil, teslimiyet esastır. Zira rızık Allah’ın elindedir. Allah için yapılan bir hizmet, mutlaka Allah tarafından korunur ve karşılıksız kalmaz. İnsanlardan beklenilen her şeyse bir nevi “ortaklık”tır; oysa Allah ortak kabul etmez.

Özet:

Bu makalede, ehl-i dalâletin, ehl-i ilmi “ilmi bir geçim vasıtasına çevirmekle” itham etmesinin ardındaki maksat ve hakikatin ölçüsü ele alınmıştır. Hakiki ilim adamları, tıpkı peygamberler gibi “ecrim ancak Allah’tandır” düsturuyla hareket eder. Kur’an’ın ve peygamberlerin çizdiği bu istiğna yolu, dine hizmetin en saf ve tesirli yoludur. Günümüzde ilim ve din ehlinin en büyük vazifesi; hakkı anlatırken menfaatten uzak durmak, davayı samimiyetle temsil etmek ve fiilen bu ithamları çürütmektir. Çünkü hakikat, ihlâs ile taşındığında tesir eder.

 

 




Zülcenaheyn: İlim ve Amelin Kanatlarında Yükselmek

Zülcenaheyn: İlim ve Amelin Kanatlarında Yükselmek

Nakşibendî meşayihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir âlim olan bir zata sordum:

   — Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvıfe arasındaki gerginliğin sebebi nedir?

   — Ulema, Resul-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline vâris olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline vâris olan bir zata “zülcenaheyn” yani “iki kanatlı” deniliyor. “
Tarihçe-i Hayat

Zaman zaman İslâm dünyasında, ilim ehli ile tasavvuf ehli arasında yanlış anlamalardan doğan mesafeler yaşanmıştır. Oysa bu iki damar, bir kuşun iki kanadı gibidir. Biri olmadan diğeri tek başına insanı kemale ulaştıramaz. Gerçek mânâda yükselmek, ilimle amel, marifetle takva, zikirle fikir birleştiğinde mümkündür.

İlim Kanadı: Neyi, Niçin Yaptığını Bilmek

İlim, kulun Rabbiyle, hayatla ve kendi nefsiyle olan bağını düzene koyar. Fıkıh, akaid, tefsir, hadis gibi ilimler; ibadetlerin doğru yapılmasını, inancın sağlam olmasını, hayatın Kur’ân’a uygun yaşanmasını sağlar.

İlmin fazileti Kur’ân’da ve hadislerde övgüyle anlatılmıştır. Lâkin kuru bilgi, ruhsuz bir ceset gibidir. Amelle, ihlasla, kalbî derinlikle yoğrulmadıkça; o bilgi kişiyi taşımaz, aksine kibirle yere batırabilir.

Amel Kanadı: Bildiğini Yaşamak

Tasavvufun hedefi, bilgiyi kalpte yaşatmak ve hayata aksettirmektir. Nefs terbiyesi, ihlas, zikir, edep, sabır, tevekkül gibi manevi hallerle kalbi diriltmek esastır. Bu yol, kuru şekilcilikten ziyade iç derinliğe yönelir.

Fakat tasavvuf da ilimden bağımsız kaldığında, yanlış yollara sapabilir. Zikirler, riyazetler, vecd halleri; sağlam bir akide ve fıkıh bilgisiyle desteklenmezse, hevâ ile hakikat karışabilir. Bu da batınî sapmalara yol açabilir.

Zülcenaheyn: İki Kanatlı İnsan

Gerçek mânâda kemal ehli zatlar, hem ilme hem amele sahip olanlardır. Tıpkı Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) gibi. O hem en büyük âlimdi, hem en kâmil abid. Hem tebliğ etti, hem yaşadı. Hem öğretti, hem örnek oldu. İşte ona tam mânâda vâris olanlar da bu dengeyi kurabilenlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri de bu iki kanadı taşıyan bir müceddiddir. Risale-i Nur, hem derin bir ilmî miras hem de kalbi tasfiye eden bir manevî terbiyedir. Hem akla hitap eder, hem kalbi yoğurur. Bu yüzden onun yolu “zülcenaheyn” vasfının çağdaş bir tecellisidir.

Bugünün İnsanı İçin Dersler

Modern insanın en büyük problemi, parçalanmışlık ve denge kaybıdır. Ya aklı gelişmiştir ama kalbi körelmiştir. Ya da duygularıyla yaşar ama ilimsizdir. Bu durum ya sapkın akımlar doğurur ya da bid’at ve hurafelerle dolu bir din anlayışı ortaya çıkarır.

Çözüm, ilim ve amelin, zahir ve batının, akıl ve kalbin beraberce terbiye edilmesindedir. Zülcenaheyn olmak; hem bilen, hem yaşayan bir insan olmaktır. Hem konuşan, hem susarak düşünen; hem açıklayan, hem de yaşatan bir Müslüman olmaktır.

Özet:

Bu makale, ulema ve mutasavvıfa arasındaki gerginliğin temelinde yatan ilim ve amel farkına dikkat çekmiştir. Ziya Paşa’nın da ifade ettiği gibi, sadece laf değil, iş ve hâl esastır. Ulemâ Resûlullah’ın ilmine; mutasavvıflar ameline vâristir. İkisinin birleştiği şahsiyetlere ise “zülcenaheyn” yani “iki kanatlı” denir. Gerçek kemal, bu iki kanadı birlikte taşıyanlarda görülür. Bugünün insanı da bu dengeye muhtaçtır: İlimsiz tasavvuf karanlıktır, amelsiz ilim ise kurudur. Kurtuluş; bilen, anlayan ve yaşayan Müslüman olmaktan geçer.

 

 




Aynası İştir Kişinin: Söz Değil, Eser Konuşur

Aynası İştir Kişinin: Söz Değil, Eser Konuşur

“Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”
Ziya Paşa

Nice söz ustaları vardır ki, dillerinden bal damlar ama ellerinden hiçbir hayır damlamaz. Nice suskun insanlar vardır ki, dillerini değil, eserlerini konuşturur. Ziya Paşa’nın bu hikmet dolu beyti, işte bu ince farkı bir kılıç gibi keskin bir ifadeyle ortaya koyar: Kişinin aynası, lafı değil işidir. Zira insanın aklı, niyeti ve değeri; sözlerinden değil, geride bıraktığı izlerden, ortaya koyduğu eserlerden anlaşılır.

Söz Ucuz, Eser Kıymetlidir

Söz, havada uçar. Kalpte yer etmeyen, hayata geçmeyen sözler saman gibidir. Ama emekle ortaya çıkan bir eser; bir hizmet, bir fikir, bir hayır faaliyeti, bir kitap, bir dua, bir güzel ahlâk, bin sözden daha gür bir şekilde konuşur.

Bugün nice insanlar vardır ki dillerinde dâva, ama hayatlarında dâvadan eser yoktur. Kendini anlatmak için saatlerce konuşur, ama bir mazluma el uzatmaz. Oysa gerçek insan, “Ben kimim?” sorusuna kelimelerle değil, yaptığı işlerle cevap verendir.

İman Davası da Amelle İsbat İster

İslâm sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir amel nizamıdır. Kur’ân, “İman edip salih amel işleyenler” derken, inancı amelle bir bütün halinde sunar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır” buyurarak, insanı iş ve hizmetle değerlendirmiştir.

Yani bir müminin aynası da namazı, ahlâkı, yardımseverliği, ilmi, güzel ahlâkı, sadakati, tevazuu ve gayretidir. Sadece “Ben Müslümanım” demek yetmez; bu kimliğin hayatta bir tezahürü olmalıdır.

Eserler, Sessiz Şahitlerdir

Tarihte iz bırakanlara bakın: Bediüzzaman’ın eserleri, hâlâ kalpleri nurlandırıyor. İmam Gazali’nin kitapları, asırlar sonra bile insanlara istikamet veriyor. Mevlânâ’nın hikmetli sözleri, hâlâ gönülleri ısıtıyor. Onlar öldü, ama eserleri konuşuyor. Çünkü eser, hakikatin mühürlenmiş hâlidir.

Her insan bir eser sahibidir. Kimisi ilim bırakır, kimisi ifsat. Kimisi iyilik tohumu eker, kimisi fitne. İnsan, geride bıraktığıyla hatırlanır. Hangi duvarı ördü? Hangi kalbi onardı? Hangi yükü hafifletti? İşte esas değer, bu sorulara verilen cevaplardadır.

İddia Değil, İcraat Esastır

Günümüzde en büyük hastalıklardan biri de gösteriştir. Herkes iyi görünmek ister ama az kişi iyi olmak için çabalar. Ziya Paşa’nın beyti, işte bu yapay görünüşlerin iç yüzünü açığa vurur. Diyor ki: Laf değil, iş seni anlatır. Çünkü şahsiyet lafla değil, gayretle şekillenir.

İnsanın aklı da, samimiyeti de, değeri de işinde, eserinde ve hayat tarzındadır.

Özet:

Ziya Paşa’nın “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” beyti esas alınarak kaleme alınan bu makalede; insanın değeri ve kimliğinin sözlerle değil, ortaya koyduğu iş ve eserlerle anlaşılabileceği anlatılmıştır. Gerçek şahsiyet, lafla değil, amel, hizmet, eser ve ahlâkla kendini gösterir. Dâva adamı, konuşan değil çalışan; iddia eden değil isbat edendir. Çünkü söz uçar, eser kalır.

 

 




Bir Şahsiyette Toplanan Âlem: Kudret ve Hikmetin Tecellisi

Bir Şahsiyette Toplanan Âlem: Kudret ve Hikmetin Tecellisi

“Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakk’a zor gelmez.”
Tarihçe-i Hayat

İnsan bazen kendine baktığında küçüklüğünü hisseder. Cismi küçüktür, ömrü kısadır, kudreti sınırlıdır. Ama kalbine, zihnine, ruhuna bakınca kâinat kadar genişlik hisseder. Çünkü insan, aslında küçük bir âlem, âlem ise büyük bir insandır.

Bu kudsî cümlede geçen hakikat bize, Allah’ın sonsuz kudreti ve ilminin, bir şahsiyette bütün bir âlemin yansımasını mümkün kıldığını bildiriyor. Cenab-ı Hak, kudretiyle yıldızları yaratmakta nasıl zorluk çekmiyorsa, insan gibi küçük bir varlıkta binlerce hikmeti, duyguyu, sırrı derc etmekte de hiçbir zorluk yaşamaz. Çünkü O’nun kudreti sonsuzdur, iradesi mutlak, ilmi muhittir.

İnsan: Âlemin Nümunesi

Bir damla suda denizin sırrı gizlidir. Bir çekirdekte koca bir ağacın bütün programı yazılıdır. İnsan da böyledir. Gözünde yıldızların aydınlığı, kulağında semanın sükûneti, kalbinde arşın nuru vardır. O, âlemin özetidir. Bu yüzden insanı tanımak, aslında âlemi tanımaktır. Ve insanı var eden kudreti tanımak, bütün mevcudatı yaratan Allah’ı tanımaktır.

Koca kâinattaki tüm ilimler, insanın bedeninde ve ruhunda cem edilmiştir. Bedeninde tabiat ilimleri, ruhunda manevî hakikatler gizlidir. Bu cihetle insan, kâinat kitabının bir fihristesi gibidir.

Kudretin Azameti, İradesinin Hâkimiyeti

Bir sanatkârın büyüklüğü, sadece büyük şeyler yapmasında değil; en küçüğünde en harika sanatı göstermesindedir. Cenab-ı Hak, bir arıyı yaratır; onda kudretiyle harikalar gösterir. Bir çekirdeği yaratır; onda ağacın tamamını programlar. Aynı şekilde bir insanı yaratır; ona geçmişi, geleceği, sevgiyi, korkuyu, ümidi, hayali, hayret ve hayranlığı yükler.

Bu bakımdan, bütün kâinatı bir insanda toplamak Allah için zor değildir. Çünkü O, her şeyi ilminde toplar, kudretiyle yaratır, hikmetiyle yerleştirir.

İbretlik Bir Temsil: Ayna ve Güneş

Bir ayna, güneşi kendi yüzünde yansıtır. Güneş, milyonlarca aynada aynı anda görünür. Fakat o aynaların hiçbiri güneşi sınırlayamaz. İşte insan da, Cenab-ı Hakk’ın esmâsını ve sıfatlarını yansıtan bir ayna gibidir. Her bir insan, Allah’ın rahmetini, kudretini, ilmini ve hikmetini bir ölçüde yansıtır. Ve her insan, kendine bakan yönüyle bir âlem, Allah’a bakan yönüyle bir tecellî aynasıdır.

Ne büyük bir ikramdır ki, Cenab-ı Hak bizi böyle bir aynaya çevirmiş. Ne büyük bir sorumluluktur ki, bu aynayı günahla karartmamak gerekir.

Sonuç: Şahsiyette Cem Olan Kâinat

Bu hakikat bize gösteriyor ki:

İnsanın değeri, sadece et ve kemikten ibaret değildir.

Allah, bir tek varlıkta bütün bir âlemin izini, özünü ve sırrını derc etmiştir.

Bu hâl, Allah’ın kudretini ve ilmini temaşa etmek için bir fırsattır.

İnsan, Rabbine ayna olduğu ölçüde değer kazanır.

Her insan, içinde bir kâinat taşıyor. O kâinatı keşfetmek, kendini ve Rabbini tanımakla mümkündür.

Özet:

Bu makalede, “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakk’a zor gelmez” hakikati izah edilmiştir. İnsan, zahiren küçük görünse de, manen kâinatın bir fihristesidir. Cenab-ı Hak, sonsuz kudretiyle, koca âlemi bir şahsiyette derc edebilir. Bu durum, Allah’ın ilim, kudret ve hikmetinin bir tezahürüdür. İnsan, bu yönüyle hem değer kazanır, hem de sorumluluk taşır. Rabbine layık bir ayna olabilmek için kendini tanımalı, yaratılış gayesini idrak etmelidir.

 

 




Varlık Yokluktadır: Fenadan Bekaya Açılan Kapı

Varlık Yokluktadır: Fenadan Bekaya Açılan Kapı

Evet, Varlık yokluktadır.
Var olan varlıklar yokluktan çıkmaktadır.
Allah’ın varlığı Vâcibü’l-vücud olup,yokluğu olmayan varlıktır.
Kendisi için yok, yoktur.
Herşeyi muhit bir ilmi vardır.
O var idi, hiçbir şey yok idi.
Böylece tüm varlıklar yokluktan çıktı.
İnsanlar varlığı ve var olmayı varlıkta aramaktadırlar.
Oysa varlık yokluktadır.
Fani ol ki var olasın.
Bekanın yolu fenadan geçmektedir.
Bediüzzaman Hazretleri: “Hem O’nun mülküdür. Hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, fedâ et; tâ beka bulsun. Çünkü: Nefy-i nefy, isbattır. Yâni: Yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa; var olur.”

*********

İnsan, gözünü açtığı andan itibaren çevresini gözlemleyerek anlamaya çalışır. Varlık içindedir; eşyayı, zamanı, mekânı, kendini ve başkalarını “var” olarak anlar. Fakat varlık, göründüğü kadar basit bir gerçeklik değildir. Çünkü hakiki varlık, sadece görünende değil, görünmeyende; sadece elde olanda değil, elden gidende; sadece hayatta değil, fanilikte gizlidir.

İnsanoğlu çoğu zaman varlığı maddede, kudreti sahip olmada, mevcudiyeti kalıcılıkta arar. Oysa Kur’ânî ve hikmetli bakışla meseleye yaklaştığımızda görülür ki, varlık aslında yokluktan çıkar. “O var idi, hiçbir şey yok idi” hakikati, her şeyin Allah’tan neş’et ettiğini, her varlığın aslında yoklukla yaratıldığını gösterir. Allah, Vâcibü’l-Vücuddur. Yani, varlığı zaruri, yokluğu mümkün olmayan tek varlıktır. Diğer tüm varlıklar, ancak O’nun var etmesiyle var olur. Ve her biri fani, gelip geçici, sınırlı ve muhtaçtır.

Bu hakikatin bir yansıması da insanın kendi nefsine olan bakışında ortaya çıkar. İnsan, kendini sürekli isbat etme derdindedir; bilinmek, görünmek, değer görmek ister. Oysa Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği gibi:
“Hem O’nun mülküdür. Hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, fedâ et; tâ beka bulsun.”

Buradaki “fena”, yok oluş değil; nefsin aradan çekilmesi, benlik davasından vazgeçmektir. Çünkü insan, kendi benliğini ne kadar çok öne çıkarırsa, Hakk’a o kadar perdelenir. Nefsini yok bilen, Rabbini var eder. Kendini yok eden, Hakk’ta bekaya erer. “Nefy-i nefy, isbattır” kaidesi burada devreye girer: Yokluğu yok saymak, varlığa delildir. Eğer bir şeyin yokluğu yoksa, o şey var demektir. Allah için bu geçerlidir. O’nun yokluğu yoktur, çünkü varlığı ezelî ve ebedîdir.

Bu hikmetli sır, sadece bireysel bir tefekkür değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihî bir derstir. İnsanlık, güç ve hükümranlık kurduğu her an var olduğunu zannetmiştir. Oysa imparatorluklar çökerken, büyük isimler tarihin tozlu sayfalarına karışırken varlık değil, fanilik tecelli etmiştir. Asıl baki olan; faniliği kabullenip Hakk’a teslim olanlardır.

Fani ol ki var olasın.

Bu cümle, çağımıza ve nefse büyük bir meydan okumadır. Zira çağımız, sürekli “olmak”, “görünmek”, “bilinmek” arzusuyla yanıp tutuşan bir zamandır. Fakat beka, ekranlarda değil; fenada gizlidir. Sessizliğin içindeki sadâ, görünmeyenin içindeki hakikat, faniliğin içindeki bekadır. Çünkü varlık, yokluktadır.

Özet:

Bu makale, “varlık” kavramının derinliğini ele alarak hakiki varlığın Allah’a ait olduğunu, tüm varlıkların yokluktan yaratıldığını anlatır. İnsan nefsinin kendini feda ederek Hakk’a yönelmesinin, gerçek bekaya giden yol olduğunu savunur. Bediüzzaman’ın “fena et, fedâ et; tâ beka bulsun” hakikatiyle insanın gerçek varlığa ancak yokluk kapısından geçerek ulaşabileceği anlatılır. Özetle: Varlık, faniliği kabullenmekte; beka, yoklukla yüzleşmektedir.

 

 




ATALET: HAYAT İÇİNDE GİZLİ BİR ÖLÜM

ATALET: HAYAT İÇİNDE GİZLİ BİR ÖLÜM

“Vücudda atalet yok. İşsiz adam, vücudda adem hesabına işler. 

   En bedbaht, sıkıntılı, muzdarip; işsiz olan adamdır. Zira ki atalet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir.

   Sa’y ise: Vücudun hayatı hem hayatın yakazasıdır elbet! “
Sözler. Lemaat

> “Atalet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Lemaat)

İnsanın yaratılışı hareket üzerinedir. Kalbin atışı, kanın dolaşımı, gözün kırpılışı, nefesin alınıp verilmesi bile bunu gösterir. Kâinatta hiçbir şey boş ve işsiz değildir. Arıdan atoma, yıldızdan hücreye kadar her şeyin bir işi, bir devri, bir hareketi vardır. Atalet ise bu büyük düzenin tersidir. Durgunluk, çürümeyi getirir. Hareketsizlik, yokluğun habercisidir.

Atalet Nedir, Ne Değildir?

Atalet, sadece fiziki tembellik değildir. Asıl tehlikeli olan, fikrî ve ruhî atalettir. İnsan, boş kaldıkça şeytanın oyuncağı olur. Meşgul olmayan bir kalp, karanlık duygularla dolar. Aklı iş yapmayanın vesvesesi artar. Hayatı anlamlandıramayan bir insan, içten içe çürür.

> “İşsiz adam, vücudda adem hesabına işler.”

Yani görünürde bir varlığı olsa da, işsiz insan yok hükmündedir. Çünkü üretmeyen, katkı sunmayan, fayda vermeyen bir varlık; yalnızca nefes alıp veren bir gölgeden ibarettir.

İşsizlik: Bedenin Hastalığı, Ruhun Yarası

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şu çarpıcı ifadeyle özetler:

> “En bedbaht, sıkıntılı, muzdarip; işsiz olan adamdır.”

Bu tesbit, modern çağın depresyonlarını anlamada bir anahtardır. Bugün milyonlarca insanın “hayat boşluğu” yaşamasının, mutsuz ve huzursuz olmasının temelinde meşguliyetsizlik yatmaktadır. Çünkü insan, ancak ürettiğinde, katkı verdiğinde, bir işle meşgul olduğunda kendi varlığının kıymetini hisseder.

Çalışmak: Hayatın Yakazasıdır

> “Sa’y ise: Vücudun hayatı hem hayatın yakazasıdır.”

Yani çalışmak, sadece geçim kaynağı değil; hayatın şuurlu yaşanmasıdır. Çalışan insan, hem kendine hem çevresine faydalıdır. Hedefi vardır, gayesi vardır, duası vardır. Boşluğa düşmez, karanlığa gömülmez. Varlığı anlamlı olur. İşte bu sebepledir ki:

> “Vücudda atalet yoktur.”

Kâinattaki hiçbir şey işsiz değildir. İş yapmayan yalnızca insan nefsidir. O da çoğu zaman, ruhu hasta eden boşluklara sürükler sahibini.

İslâm’da Çalışma Ahlâkı ve Teşviki

Kur’ân, peygamberleri çalışan insanlar olarak tanıtır. Hz. Nuh gemi ustasıdır, Hz. Musa çobanlık yapmıştır, Hz. Davud demirci, Hz. Muhammed (sav) ise ticaret erbabıdır. Peygamberler bile boş kalmamışken, bir mümine tembellik yakışır mı?

Resûlullah (sav), çalışıp kazanan eli “Allah’ın sevdiği el” olarak tanımlar. Hattâ el emeğiyle kazanç elde etmeyi ibadet derecesinde görür.

Çare: Ataleti Kır, Hayata Katıl

Bugünün en büyük fitnesi atalettir. Gençler boşlukta, yaşlılar umutsuzlukta, toplum ise hantallık girdabında boğulmakta. Herkes bir işin ucundan tutmalı. Herkes, kendine göre bir meşguliyet bulmalı. Gerekirse ekmek yapmalı, kitap okumalı, çocuk yetiştirmeli, bahçe sulamalı, dua etmeli, tefekkür etmeli…

Hiçbir şey yapamıyorsan, bir çiçeğe su ver. Ama boş kalma.

ÖZET:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Atalet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir” ifadesi temel alınarak, tembellik ve işsizliğin insan hayatına olan ruhî, ahlâkî ve toplumsal zararları işlenmiştir. Kâinattaki hiçbir şeyin işsiz olmadığı, insanın da yaratılışına uygun olarak üretmesi ve fayda sağlaması gerektiği anlatılmıştır. Çalışmanın, hayatın manasını açan bir hakikat olduğu, İslam’da da bunun ibadetle eş değer görüldüğü hatırlatılmıştır. Sonuç olarak, ataletin gizli bir ölüm olduğu, çarenin ise şuurla yapılan çalışma ve meşguliyet olduğu belirtilmiştir.

 




Nasibin İzinde: İnsanın Kabiliyeti ve İlahi Takdir Arasındaki İnce Çizgi

Nasibin İzinde: İnsanın Kabiliyeti ve İlahi Takdir Arasındaki İnce Çizgi

İnsan, yaratılışı itibariyle sınırsız kabiliyetlere açık bir varlıktır. Ancak bu kabiliyetlerin her biri aynı anda, her yerde ve herkes için açığa çıkmaz. Tohumun toprakla, suyla, güneşle buluştuğu vakit gibi; insanın da kabiliyetleri, uygun zaman, zemin ve yön bulduğunda filiz verir. Bu hakikati en güzel şekilde gözler önüne seren örneklerden biri, Ahmed Cevdet Paşa’nın Kuşadalı İbrahim Efendi ile arasında geçen manevî diyalogdur.

Feyz Umulan Kapıdan İlme Açılan Kapıya

Fatih Camii’nde medrese tahsilini tamamlayan Ahmed Cevdet, gönlünde derin bir irfan arayışıyla Kuşadalı İbrahim Efendi’nin sohbetlerine yıllarca devam eder. Lakin beklediği feyz ve açılımları bulamaz. Nihayet dayanamayıp dile gelir: “Bu kadar yıldır manevi huzurunuzda bulunuyorum. Feyzinizden biraz da bu fakiri müstefid etseniz.” Bu söz, aslında nice insanın hayatı boyunca karşılaştığı dahili sorgunun dışa vurumudur: “Ben neden olmuyorum? Neden açılmıyor içimdeki sır kapıları?”

İbrahim Efendi’nin cevabı hem incelikli bir tesbittir hem de kaderi doğru okumaya dair derin bir derstir:
“Senin tarik-i ilahiden nasibin yok. Sen ilmiye tarikinde ilerleyecek, büyük âlim, büyük adam olacaksın. Halk senden bu hususta çok istifade edecek!”

Her Ruh, Kendine Mahsus Bir Menzile Koşar

Bu cevap, bize önemli bir hakikati öğretir: Her insanın nasibi farklıdır. Kimi bir mürşidin dizinin dibinde seyr ü sülûka erer, kimi satırlar arasında hikmete ulaşır. Kimi kılıçla, kimi kalemle hizmet eder. Kimi gözyaşıyla arınır, kimi fikirle aydınlatır. Rabbimizin kullarına bahşettiği kabiliyetler, kaderin ince dokunuşlarıyla en uygun yöne sevk edilir.

Ahmed Cevdet Paşa’nın irfan arayışı, bir anlamda ilmî kudretinin farkına varmasıyla taçlanmış; onun kalemiyle yazdığı eserler, milletin tarihini, hukukunu ve kültürünü şekillendirmiştir. O belki de aradığı feyzi, kaleminin ucunda bulmuştur. Ve nice gönüllere bu yolla feyiz vermiştir.

İnsan Kabiliyeti: Zaman ve Yönle Şekillenir

Bir kabiliyetin açığa çıkabilmesi için sadece sahip olmak yetmez; doğru yönlendirilmesi, doğru iklimde yetiştirilmesi gerekir. Bir çocuk, matematiğe meyilliyse, edebiyatla zorlanmamalıdır. Yetenek, zorla bir kalıba sokulmak yerine, keşfedilip kabullenilmeli ve o yönde derinleştirilmelidir.

Kuşadalı İbrahim Efendi, Cevdet Paşa’ya hakikati göstermiştir: Kalbine değil kalemine yol vardır. Onu manevî meclisten ilmî meclislere uğurlarken aslında ona “Sen kendi nasibini bul” demiştir. Bu ise tasavvufun en büyük edebidir: Her gönlü kendi kıblesine yönlendirmek…

Sonuç: Kendini Tanımak, Nasibini Bulmaktır

İnsan ancak kendi nasibini aradığı yolda gerçek huzura erişir. Bir kapı açılmıyorsa, hayıflanmak yerine, belki de açılacak diğer kapının kulpu elindedir. Her ruh, ayrı bir kaderle örülmüş, her kader ayrı bir hikmetle dokunmuştur. Mühim olan, hangi kapıda durulması gerektiğini, hangi yöne yürünmesi gerektiğini bilmektir.

Makale Özeti

Ahmed Cevdet Paşa’nın tasavvuf yolunda feyiz bulamaması ve Kuşadalı İbrahim Efendi’nin ona “Senin tarik-i ilahiden nasibin yok, sen ilmiye yolunda hizmet edeceksin” demesi üzerinden insanın kabiliyetlerinin yön, zaman ve nasiple şekillendiği anlatılmıştır. Her bireyin ayrı bir kabiliyeti ve yaratılış gayesi olduğu, bu gayenin doğru zaman ve zeminde açığa çıkması gerektiği anlatılmıştır. Kendini tanımak, kendi nasibini bulmak ve o istikamette ilerlemek, insanın hakiki huzurunun anahtarıdır.

 

 




Fazla Şefkat Elem, Fazla Gazap Zemîme: Hikmet Terazisinde Merhamet ve Gazap

Fazla Şefkat Elem, Fazla Gazap Zemîme: Hikmet Terazisinde Merhamet ve Gazap

“Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır 

   Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.

   Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…”
Sözler.lemaat

Hayatın en ince terazilerinden biri, rahmet ve gazap duygularının dengesini bulabilmektir. İnsan, yaratılış itibariyle hem şefkate hem öfkeye meyyal bir varlıktır. Ancak bu duygular, ne zaman, nerede, kime ve ne kadar kullanılacağı bilinmediğinde rahmet bile zulme, öfke bile cinayete dönüşebilir. Bu yüzden, ne fazla şefkat fazilettir, ne de fazla gazap adalet…

Bediüzzaman Said Nursî, Sözler ve Lemaat eserinde bu hakikate şöyle işaret eder:

> “Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır. Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez. Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…”

Allah’tan Daha Merhametli Olunmaz

İnsan, özellikle yakınlarına karşı fazla bir merhamet hisseder. Evladına zarar gelmesin, dostu incinmesin, inkar ehline dahi azap görmesin ister. Fakat bu aşırı şefkat bazen hakkı ve adaleti örtmeye, ilâhî hikmete itiraz etmeye kadar varabilir. Oysa Allah, kullarına bizden daha çok şefkatlidir. O hâlde O’nun azap ettiği bir kimseye “Niye azap etti?” denmez. Çünkü biz neticeyi göremeyiz; görünmeyen hikmetleri idrak edemeyiz.

Tarihte, şefkati sebebiyle evladını helak olmaktan kurtaramayan nice babalar vardır. Nuh Aleyhisselam bile evladının kurtulması için dua etmiş, fakat Allah ona “O senin ehlin değildir” buyurarak bu aşırı şefkati reddetmiştir. Demek ki rahmet bile hikmetle sınırlı olmalı. Aksi halde “fazla şefkat”, insanı cehaletle karışık bir acz içine düşürür.

Gazapta da Ölçü Şarttır

Gazap duygusu, insana savunma ve müdafaa için verilmiştir. Fakat bu duygu, ölçüsüz olduğunda zulme, kin ve intikama dönüşür. Dini, davayı, vatanı savunmak adına bile olsa, gazap bir ölçüye tabi olmazsa, neticesi Allah katında makbul olmaz. Bu yüzden Allah, gazabını bile hikmetle, adaletle uygular. Kur’an’da “Azabım çetindir” buyurduğu gibi, “Rahmetim gazabımı geçmiştir” de buyurur. Bu, gazabın bile rahmet içinde bir yerinin olduğunu gösterir.

İnsanlar ise çoğu zaman gazapta nefsini, intikam hissini, şahsi davasını karıştırır. Oysa bir mümin, gazabını değil, Allah’ın gazabını esas almalı, nefsin değil, hakkın tarafını tutmalıdır.

Merhamet ve Gazap Arasında Hikmet Terazisi

İnsan hayatında en büyük imtihanlardan biri, bu iki zıt duyguyu hikmetle dengelemektir. Aşırı şefkat, zararlının zararını büyütür; aşırı gazap, masuma zulmü getirir. Ne Firavun’a acıyacak kadar basiretsiz olunmalı, ne de Yunus gibi kavmini terk edecek kadar aceleci…

Hakkın terazisi, Allah’ın isimleriyle kurulur: O, hem Rahmân’dır, hem Kahhâr. Hem Ğafûr’dur, hem Müntakim. İnsanın da bu isimlerden nasibini alarak bir denge kurması gerekir.

“İşi Bırak O Âdil-i Rahîm’e”

İşte bu cümle, hayatın düsturudur. Her şeyi kendi anlayışımızla düzeltmeye, kendi adalet ve rahmet ölçümüzle hükmetmeye çalışmak büyük bir hatadır. Çünkü biz eksik biliriz, acele ederiz, nefsimizi karıştırırız. Oysa Allah hem âdildir hem rahîmdir. Hem her şeyi görür hem hiçbir şeyi unutmaz.

O hâlde fazla müdahale, fazla sahiplenme, fazla öfke ve fazla acıma yerine, ilâhî hikmete teslimiyet gereklidir. Çünkü fazla şefkat, sonunda elem getirir; fazla gazap, zalimlik doğurur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır…” sözü ekseninde, insanın şefkat ve gazap duygularındaki denge arayışı ele alındı. Aşırı merhametin hikmetsizliğe, aşırı öfkenin zulme dönüşebileceği vurgulandı. Allah’ın isimleriyle kurulan hikmet terazisinin, insanın da duygularına yansıması gerektiği ifade edildi. Makale, insanın ne rahmette ne gazapta haddini aşmaması, işi Allah’a bırakması gerektiği sonucuna varıyor.

 

 




Ateşe Atılmak Uğruna: Fedakârlığın İmanla Yoğrulmuş Zirvesi

Ateşe Atılmak Uğruna: Fedakârlığın İmanla Yoğrulmuş Zirvesi

“Sıddık-ı Ekber radıyallahu anh demiştir ki: “Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki ehl-i imana yer kalmasın.” Bediüzzaman, bu gayet ulvi seciyenin bir lem’acığına mazhar olmak için “Birkaç adamın imanını kurtarmak için cehenneme girmeye hazırım.” diye fedakârlığın şâhikasına yükselmiş ve böyle olduğu, Kur’an ve İslâmiyet’in fedai ve muhlis bir hâdimi olduğu, seksen senelik hayatının şehadetiyle sabit olmuştur.”
Sözler. Konferans

Cennetten Feragat, İman İçin Cehenneme Razı Olmak

İnsanoğlunun fıtratı, kendini korumaya, acıdan kaçmaya ve lezzeti tercih etmeye meyillidir. Ancak bazı yüce ruhlar vardır ki, kendi selâmetlerini değil, başkalarının ebedî kurtuluşunu dert edinir. Onlar için cehenneme girmek bile, bir cana iman giydirmekten daha kıymetli değildir. Bu fedakârlık zirvesine en parlak örneklerden biri, Hazret-i Ebubekir’in şu sözüdür:

> “Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imana yer kalmasın.”
— Sıddık-ı Ekber (r.a.)

Bu söz, sadece bir dua değil, bir kulluk davası, bir şefkat tefekkürü ve iman davası uğruna canı hiçe saymanın tarifidir.

  1. Şefkatin En Saf Hâli: Kendi Yanarken Başkasını Kurtarmak

Fedakârlık, çoğu zaman maddî şeylerden geçmekle ölçülür. Ancak manevî fedakârlık, insanın kendi ebedî saadetini başkasının kurtuluşuna feda edebilme seviyesine ulaştığında en yüksek mertebesini bulur.
Hazret-i Ebubekir’in bu duası, iman şefkatinin zirvesidir.
Ve Bediüzzaman Said Nursî de bu yüksek ahlâkı yaşayıp gösterenlerden biridir:

> “Birkaç adamın imanını kurtarmak için cehenneme girmeye hazırım.”

Bu söz, sadece mecaz değil; yıllarca süren sürgünlerin, zindanların, işkencelerin, yalnızlıkların ve ihanetlerin göğüslendiği bir hayatın şifre cümlesidir.

  1. Nefsi Silmek, Davayı Yaşamak

Bediüzzaman, şahsî çıkarlarını ve arzularını öylesine unutmuştur ki, kendi ebedî kurtuluşunu bile dâvâsına feda etmeye razıdır.
Bu, ancak nefsi tamamen bertaraf etmiş, ben yerine ümmeti koymuş, “nefsim değil, iman kurtulsun” diyen büyük bir ruhun tavrıdır.
Fedakârlığın bu derecesi, sıradan bir dindarlığın ötesinde, “hakiki bir Kur’an hadimi” olmanın ifadesidir.

  1. İmanın Fedaisi: Hayatını Ateşe Tutup Nurla Aydınlatmak

Bediüzzaman’ın hayatı bu sözün yansımasıyla geçmiştir:

Sürgünlerde yalnız kaldı, vazgeçmedi.

Mahkemelerde yargılandı, boyun eğmedi.

Zehirlendi, iftiraya uğradı, ama Kur’an davasından bir adım sapmadı.

Bütün bunları da kendi için değil, birkaç kişinin imanını kurtarmak için yaptı.

Said Nursî, hakiki bir “iman fedaisi”dir. Onun için önemli olan, bir tek kalbin karanlıktan kurtulmasıydı. Çünkü:

> “Bir masumun imanı, benim bütün saadetimden daha kıymetlidir.”

  1. Günümüz İçin Ne Anlam Taşır?

Bugünün insanı, çoğu zaman kendini bile kurtaramazken başkasının kurtuluşuna razı gelmez.
Ancak Bediüzzaman’ın bu ruhu, bize şunu öğretir:
Gerçek dava adamı, başkasının ebedî saadetini kendi nefsinden üstün görendir.

Bediüzzaman, bugün hâlâ binlerin imanına vesile oluyorsa, bu samimiyet ve fedakârlık sebebiyledir. Çünkü Allah’ın nurları, fedakârlıkla yanar, ihlasla parlar.

Sonuç: Fedakârlık, En Yüksek Şefkattir

Hazret-i Ebubekir’in duası, Allah yolunda canını, hatta ebedî saadetini feda etmeye hazır bir ruhun haykırışıdır. Bediüzzaman da bu ahlâkın yaşayan örneğidir.
Bu iki yüce ruh, bizlere şunu göstermektedir:

> “Gerçek dava adamı, nefsini değil, ümmeti düşünür. Ateşe razı gelir, ama imansızlığa asla.”

Özet:

Bu makalede, Hazret-i Ebubekir (r.a.)’in ve Bediüzzaman Said Nursî’nin iman uğruna cehenneme bile razı gelen yüce şefkat anlayışı işlenmiştir. İman, sadece bir bilgi değil; başkasının kurtuluşunu kendi saadetinden üstün görme ruhudur. Bediüzzaman, bu şefkatin ve fedakârlığın şahikasıdır. Onun bu duruşu, günümüz Müslümanlarına bir şuur, bir ahlâk ve bir dava ahlâkı olarak örnek olmalıdır.

 

 




İmanın Derinliği: Kalpten Sıra, Nefisten Ruha Yolculuk

İmanın Derinliği: Kalpten Sıra, Nefisten Ruha Yolculuk

“Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse o yemek muhtelif âsaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalp, sır, nefis ve hâkeza… Letaif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.” İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakim ve selâmetli yapıyor.”
Sözler. Konferans

Giriş: İman Sadece Bilgi Değildir

Zihinle sınırlı bir iman, kuru bir fikirden öteye geçemez. Oysa gerçek iman, sadece aklın ürünü değil, insanın bütün varlığını içine alan bütüncül bir tasdik ve manevî bir tecrübedir. Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati veciz bir biçimde şöyle ifade eder:

> “İman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var.”

Yani iman, sadece aklın “doğrudur” demesiyle tamamlanmaz. Kalbin huzuru, ruhun şevki, sırrın letafeti, nefsin teslimiyeti ile bütün beden ve latifeler iman hakikatinden nasipdâr olur.

  1. Akıldan Kalbe Akan Bir Nehir

İmanî hakikatler, önce akıl midesine girer. Bu, yemeğin mideye alınması gibidir. Ancak nasıl ki yemeğin gıdası tüm vücuda dağılırsa, iman da yalnızca akılda kalmaz; ruha, kalbe, sırra, nefse dağılır. Eğer bu latifeler iman nurundan nasibini almazsa, o iman eksik kalır, sathîleşir, hatta zamanla zayıflar.

Bediüzzaman’ın şu teşbihi çok çarpıcıdır:

> “Bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor.”

Aynen öyle de, iman da akıldan geçtikten sonra insanın tüm manevî organlarına sirayet etmelidir.

  1. Letaifin İmanı: Kalbin Tastiki, Ruhun Şevki, Sırrın Huzuru

Kalp, imanla sükûnet bulur. Kalbi imanla dolu bir insan, her musibeti metanetle karşılar.

Ruh, imanla yücelir. Ruhun en büyük gıdası tevhid hakikatidir.

Sır, imanla cilalanır. Sır latifesi, Allah’ın esrarını sezmekte ustadır.

Nefs, imanla terbiye olur. İman, nefsi dizginleyip itaate yöneltir.

İşte bu yüzden, aklın tasdik ettiği iman kalpte tatmin, ruhta şevk, nefiste teslimiyet doğurur. Yalnız bilgiye dayalı bir iman, ruhsuz ve etkisiz bir çerçeve gibidir.

  1. Risale-i Nur’un Metodu: Su Gibi Nüfuz Eden Hakikat

Bediüzzaman bu noktada Risale-i Nur’un farkını da şöyle ortaya koyar:

> “İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor.”

Yani Risale-i Nur, en derin hakikatleri, kuru ve soyut felsefi yollara başvurmadan, doğrudan kalbe ve letaiflere tesir edecek bir imanî terapi sunar. Üstelik:

> “Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor, müstakim ve selâmetli yapıyor.”

Risale-i Nur’un bu özelliği, imanı yalnızca teorik bir bilgi değil, ruhta, kalpte, vicdanda hissedilen bir marifet hâline getiriyor.

  1. Günümüzde İman Krizi: Bilgi Var, Huzur Yok

Bugün bilgiye ulaşmak kolay; internet, kitaplar, dersler her yerde. Ama neden insanlar imanı yaşamada zorluk çekiyor?
Çünkü bilgi akılda kalıyor, kalbe inmiyor. Vicdanı sarsmıyor. Nefsi terbiye etmiyor. Ruhun açlığını doyurmuyor.

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, iman bir ağacın kökü gibidir; tüm latifelerde yeşermedikçe hakiki meyve vermez.

  1. Sonuç: İmanın Gerçek Fethi İçte Başlar

Gerçek iman, insanın bütün iç dünyasında kök salmalıdır. Kalbi titretmeyen, ruhu ürpertmeyen, sırra sır katan bir iman, sadece bilgi düzeyinde kalır. İşte Risale-i Nur, bu derinliği kazandıran bir hakikat pusulasıdır.

İmanî meseleleri sadece ispatla değil, hissettirerek anlatır. Çünkü gerçek iman, hem aklın nuru, hem de kalbin huzurudur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var” hakikati çerçevesinde, imanın akıldan kalbe, ruhtan nefse tüm varlığa yayılması gerektiği vurgulanmıştır. Risale-i Nur’un imanî meseleleri kısa, selâmetli ve tesirli yollardan ulaştırdığı; yalnız aklı değil, kalbi ve letaifi de doyurduğu ifade edilmiştir. Bu anlayışa göre iman sadece bilinmez, yaşanır, hissedilir ve ruhu doyurur.