Sahipsiz Değilsin: Seni Kim Yapmışsa, Kâinatın Sahibidir

Sahipsiz Değilsin: Seni Kim Yapmışsa, Kâinatın Sahibidir

“BENİ KİM YAPMIŞ İSE,
MEMLEKETTE İNTİŞAR EDEN BÜTÜN EMSALİMİ DE O YAPIYOR
VE BÜTÜN MEMLEKETİN HER TARAFINDA BİZİ YETİŞTİREN,
O’DUR.
DEMEK MEMLEKETİN MÂLİKİ DE O’DUR.
ÖYLE İSE, BÜTÜN BU MEMLEKETE, BU SARAYA MÂLİK KİM İSE,
O BİZE MÂLİK OLABİLİR.”
Risale-i Nur Külliyatından.

İnsan, bir anlık tefekkürle başını kaldırıp gökyüzüne baktığında, içinde yaşadığı dünyanın bir parçası olmadığını; aksine o âlemin merkezine alınmış, nazlı bir misafir gibi ağırlandığını hisseder. “Ben kimim, nereden geldim, beni kim yarattı?” sorusu ise her aklın en eski, en derin sorusudur. Risale-i Nur’da geçen bu ifadeyle bu soru, hem cevaplanır hem de muazzam bir hakikate işaret edilir:

> “Beni kim yapmış ise, memlekette intişar eden bütün emsalimi de O yapıyor…”

Ben Kimim? Bir Ferdi Yapan, Türü Yaratan Zâttır

Bir çiçek düşünelim… Onu meydana getiren sanatkâr, yalnız o çiçeği değil; dağın yamacında, ovanın ortasında, karanlık bir ormanın içinde açan binlerce benzerini de aynı anda, aynı sistemle yaratmaktadır. Bir arı, yalnızca bir petekte değil, dünyanın dört bir yanında aynı sistemle yaratılmakta ve rızıklandırılmaktadır. Demek ki bir ferdin yaratıcısı, o türün de hâlıkıdır.

Bu durum insan için de böyledir. “Ben kimim?” sorusuna verilecek cevap, sadece bireysel yaratılışı değil; tüm insanlığın, hatta tüm canlıların yaratılışına açılan bir kapıdır. Çünkü insan, yaratılışta yalnız değildir. Her yönüyle benzerlerine bağlıdır. O hâlde kendisini kim yapmışsa, tüm benzerlerini de O yapmaktadır.

Her Yerde Aynı Kudret, Aynı Nizam

Dünyanın neresine giderseniz gidin, suyun kaldırma kuvveti değişmez; elmanın tadı temelde aynıdır; gökteki yıldızlar aynı sistemle döner. Demek ki bu memleketin her köşesinde, aynı kanunlar işliyor; aynı kudret, aynı hikmet, aynı sanat kendini gösteriyor. Bu da gösteriyor ki bu muhteşem sarayda tek bir Sahip, tek bir Malik, tek bir Hâkim vardır.

Her yerde, her şeyde aynı mühür var: Aynı hayat verme; aynı hikmetle yaratma; aynı rızıklandırma; aynı sanat ve aynı şefkatle donatma… Bu mühürler, bu memleketin birliği kadar, onun sahibinin birliğini de gösterir.

Malik Kim ise, Benim de Sahibim O’dur

İnsan, bu memlekette sadece bir yolcu değil, aynı zamanda bir emaneti taşıyan, bir sorumlulukla yaşayan bir misafirdir. Kim ki bu sarayı yapmış, düzenlemiş, rızık sofralarını kurmuş, o hâlde bizi de O yapmış ve bize malik olmuştur. Bizim üzerimizde başkalarının hiçbir gerçek mülkiyeti olamaz. İnsan, ne nefsiyle ne de başka bir varlıkla kayıtsız bir başıboş değildir.

Bu ise bize büyük bir güven ve huzur verir: Sahipsiz değiliz. Bizi bilen, gören, idare eden ve rızıklandıran bir Rabbimiz var. Hem de sadece bizimle değil, tüm kâinatla ilgilenen, her şeyi görüp gözeten bir Rab.

Teslimiyetin Kapısı: Malikimizi Tanımak

İşte bu büyük hakikat, bize sadece bir bilgi değil; aynı zamanda bir kulluk şuurudur. Biz kimin eseriysek, kime aitsek, O’na teslim olmamız gerekir. Kalbimiz de, ruhumuz da, bedenimiz de O’na emanettir. Bu hakikat idrak edildiğinde, insan kendisini büyük bir sarayda, huzurla ağırlanan bir misafir gibi hisseder.

Özet:

Bu makale, Risale-i Nur’daki şu cümle üzerine yazılmıştır:
“Beni kim yapmış ise, memlekette intişar eden bütün emsalimi de O yapıyor.”
Bir insanı yaratan Zât’ın, onun tüm benzerlerini ve içinde bulunduğu memleketi de yaratmış olduğu anlatılmıştır. Bu hakikat, Allah’ın birliğine, mülkün tamamına sahip olduğuna ve insanın da O’na ait olduğuna delildir. Bu şuur, insana yalnız olmadığını, sahipsiz kalmadığını ve gerçek huzurun Malik’ini tanımakta olduğunu öğretir.

 

 




Kabir: Seni Bekleyen Kapı, Dünyaya Sırtını Döndüren Gerçek

Kabir: Seni Bekleyen Kapı, Dünyaya Sırtını Döndüren Gerçek

“Seni intizar etmekte
ve senin de
sür’atle ona doğru
gitmekte olduğun
kabir,
dünyanın ziynetlı,
lezzetli şeylerini
hediye olarak
kabul etmez.
—-Risale-i Nur Külliyatı’ndan—-

Dünyanın en çarpıcı hakikati: Her doğan ölür, her gelen gider…
İnsanoğlu, ne kadar kendini eğlenceye, kazanca, makama kaptırsa da bir gerçek daima sessizce yaklaşır: Kabir.
Ve bu gerçek, öyle bir gerçektir ki; ne aldatır ne erteler.
Kabir, seni beklemekte.
Ve sen, farkında olsan da olmasan da, her an ona doğru yürümektesin.

> “Kabir, dünyanın ziynetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez.”

Çünkü kabir, hakikatin kapısıdır; fânî olanın değil, bâkî olana ait olanın girişidir.

Dünya: Bir Misafirhane, Bir Oyalanma Alanı Değil

İnsan, dünyaya ebedî kalmak için gelmemiştir. Oysa büyük çoğunluk, bu geçici misafirhaneyi ebedî bir saray gibi süslemeye çalışır. Makamlar, servetler, lezzetler; hepsi dünya pazarında alınıp satılan geçici süslerdir. Fakat kabir, bunların hiçbirini kabul etmez. Kabre girenle birlikte altınlar, arabalar, unvanlar gitmez. Oraya yalnız amel, niyet ve kalbin yüküyle girilir.

Dünyanın ziyneti, kabirde bir hiç hükmündedir. Çünkü kabir, hakikatin çıplak hâlidir. Her şeyin soyunduğu, yalnızca hakikatin giyindiği bir yerdir.

Sür’atle Gidiyoruz: Fark Etsek de Etmesek de

İnsan, yaşadıkça yaşlandığını fark eder. Her doğan gün, aslında biraz daha eksilen bir ömürdür. Her nefes, biraz daha kabre yaklaşmaktır. Ölüm, hayatın karşıtı değil; tamamlayıcısıdır. Çünkü ölüm, yokluk değil, bir kapıdan diğerine geçiştir. Bir istasyondur. Ama bu istasyona hazırlık yapmadan varmak, insanı azaba götürür.

Kabir, seni intizar etmekte. Yani beklemekte. Üstelik aceleyle beklemekte. Sen ne kadar geç gitmek istersen iste, adımların seni ona sür’atle götürmektedir.

Kabir Ne İster?

Kabir, dünyada yapılan zulmü değil, adaleti kabul eder.
Malı değil, ihlâsla verilmiş sadakayı alır.
Şöhreti değil, gizli yapılan ibadeti tanır.
Ne makam, ne şan… Kabir, sadece imanı, ibadeti, ihlâsı, tevazuu, güzel ahlâkı kabul eder.

> Çünkü toprak, kibri yutar ama şerefi saklar.
Dünya lezzeti çürür, ama salih amel meyve verir.

Kabir, Bir Korku Değil; Bir Uyanıştır

Kabir, korkulması gereken bir yer değil; hazırlanılması gereken bir yerdir. Dünya, ne kadar yalanla örülmüşse, kabir o kadar gerçektir. Hazırlıksız giren için bir çukur; hazırlıklı olan için ise bahçeye açılan bir kapıdır.

> Peygamber Efendimiz (sav) buyurur:
“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”

O hâlde hazırlanmalı…
Zira az kaldı.

Özet:

Bu makale, insanın kaçınılmaz sonu olan kabir üzerine yazılmıştır. Kabir, dünya ziynetlerini ve geçici lezzetlerini kabul etmeyen, sadece iman ve amel gibi hakiki sermayeyi tanıyan bir kapıdır. Her insan farkında olsa da olmasa da, kabre doğru hızla ilerlemektedir. Bu yüzden asıl hazırlık; makam, mal ve şöhret değil; kalp, ibadet, sadakat ve güzel ahlâktır. Kabir, korku değil; uyanış vesilesi olarak görülmeli, dünyaya değil ahirete yatırım yapılmalıdır.

 




Hâkimiyet Bölünmez: Tevhidin Kudretli Şahitliği

Hâkimiyet Bölünmez: Tevhidin Kudretli Şahitliği

“Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır, elbette şirkin hakikati olamaz. Çünkü

لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

âyetinin hakikat-i kātıasıyla, müteaddid eller müstebidane bir işe karışsalar karıştırırlar.”
Şualar

Kâinatın işleyişine, iç içe geçmiş sistemlerin mükemmel düzenine, galaksilerden hücrelere kadar uzanan dengeli yapısına bakıldığında, ortada açık bir hakikat belirir: Mutlak bir hâkimiyetin, bölünmez bir iradenin eseriyle karşı karşıyayız.

Bu hakikati Kur’ân, kısa ama sarsıcı bir ayetle ifade eder:

> “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de fesada uğrardı.”
(Enbiyâ Sûresi, 22)

Bu ilâhî hüküm, şirkin imkânsızlığını, tevhidin zaruretini akıl, mantık ve gözlem düzleminde ispat eder. Çünkü bir mülkün iki sahibi olamaz. Hâkimiyet bölünemez.

Mutlak Hâkimiyetin Delilleri: Düzen, Birlik, Bütünlük

Bir evin birden fazla mimarı olsa, planlar çatışır. Bir orduyu birden fazla komutan yönetse, düzen bozulur. Aynı şekilde kâinatı idare eden güç, birden fazla olsa, sistemde karmaşa olurdu. Oysa:

Güneş her gün doğar, batmazlık etmez.

Kalpler belli bir ritimle atar, milyonlarca insanınki senkronize işler.

Atomlar, gezegenler, hücreler… Hepsi aynı kurallar içinde hareket eder.

Bu birlik, ancak bir tek İlah ile mümkündür. Kâinatta karışıklık yoksa, çatışma yoksa, demek ki şerik de yoktur. Allah tektir, birdir, ortağı yoktur.

Şirk: Aklî ve Kalbî Bir İflas

Bediüzzaman Hazretleri bu konuda net konuşur:

> “Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır, elbette şirkin hakikati olamaz.”

Yani mutlak hâkimiyetin olduğu bir yerde şirk ancak bir vehimden ibarettir. İki ilah farz edilse, kâinat ya çatışmaya sürüklenir ya da bölünür. Ama her ikisi de yoktur. O halde şirk, sadece zulmetli bir kuruntudur, hakikatte yeri yoktur.

Ayrıca çok ilahlılık fikri sadece mantıken değil, kalben de huzursuzluk verir. Çünkü insanın kalbi bir tek sığınağa muhtaçtır. Çok ilahlı bir anlayış, insan ruhunu parçalar, sükûneti bozar.

Tevhid: Hem Hikmettir, Hem Rahmettir

Tevhid inancı sadece aklî bir doğru değil, aynı zamanda bir rahmet kapısıdır. Çünkü:

Tevhid, Allah’ı her şeye yeter bilen bir güven hissi verir.

Şirk ise insanı sebeplere, çok sayıda güç odaklarına esir eder.

Tevhid, ibadeti yalnız Allah’a yönlendirir; şirkin ise ibadeti dağıtır.

Bu nedenle Kur’ân’ın en büyük davası tevhiddir; peygamberlerin en köklü mücadelesi şirke karşıdır.

ÖZET:

Bu makalede, “Hâkimiyet-i mutlaka varsa, şirk olamaz” hakikati açıklanmıştır. Kâinattaki düzen, birlik ve nizam; birden fazla ilahın varlığını imkânsız kılar. Tevhid, hem mantıki hem de vicdani bir zarurettir. Şirk ise sadece bir zan, bir vehimdir. Her şeyin tek bir Rabbin emriyle yürüdüğü bu muazzam âlemde, insan da ancak tevhidle huzur bulur, şirkle değil.

 

 




TESADÜFÜN MASKESİ DÜŞTÜ: FÂİL-İ ZÜLCELÂL’İN MUHTEŞEM TASNİFİ

TESADÜFÜN MASKESİ DÜŞTÜ: FÂİL-İ ZÜLCELÂL’İN MUHTEŞEM TASNİFİ

“Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve camid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrane ve hayattarane ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar, belki Fâil-i Zülcelal’in emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimal olunuyorlar.”
Şualar

Kâinat bir kitap gibidir. Her harfi, her satırı anlamlıdır. Rüzgarın estirilmesinden kalbin çarpmasına, yaprağın düşmesinden yıldızların yörüngesine kadar her olay bir plan dahilinde gerçekleşir. Ve bu planın mimarı, her şeyin Rabbi olan Allah’tır. Çünkü:

> “Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin
ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır.
Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir.”

Bu ifadeler, kâinattaki işleyişin tesadüfî değil, kasıtlı ve hikmetli olduğunu ilan eder. Yani hiçbir şey gelişigüzel meydana gelmez. Her şeyin ardında bir irade, bir ilim, bir hikmet ve bir gaye vardır.

Kudretin Perde Arkasında: Tesadüf mü, İrade mi?

Zamanımızda birçok insan, özellikle bilim adına konuşanlar, doğada gördükleri düzeni “tesadüf”, “tabiat” veya “kör kuvvet” gibi kavramlarla açıklamaya çalışır. Oysa bu kavramların hiçbiri, kâinattaki hikmetli ve düzenli işleyişi açıklamaya yetmez.

Bir damla suda hayatı, bir hücrede ilmi, bir yaprakta kimyayı barındıran sistem, şuursuz sebeplerin eseri olamaz. Bediüzzaman bu noktada der ki:

> “Serseri tesadüf, şuursuz tabiat, kör kuvvet, camid esbab…
o gayet mizanlı ve hikmetli fiillere karışamazlar.”

Bu net ifade; aklın, kalbin ve vicdanın ortak hükmüdür: Kör olan düzen kuramaz. Cansız olan hayat veremez. Şuurdan yoksun olan hikmetli işler yapamaz.

Perdelerin Arkasındaki Kudret

Fiillerin önüne konulan sebepler, aslında birer perde-i kudrettir. Güneşi doğuran gece değildir, gece sadece bir geçiştir. Çiçeği açtıran bahar değildir, bahar sadece bir zarf gibidir. Asıl yapan, eden, idare eden Fâil-i Zülcelâl’dir. Ancak O’dur ki bütün fiilleri ilmiyle, kudretiyle, iradesiyle yapar.

Ve dikkat edin, bu fiiller:

Mizanlıdır: Her şey ölçüyle yaratılır. Atomdan galaksiye kadar bir denge vardır.

Basîrânedir: Her şey görüldüğü gibi görülmesi gereken zamanda ve mekânda olur.

Muhkemdir: Rastgele değil, sağlam ve yerli yerindedir.

Hayattarânedir: Canlılık, bilinç, hareket hep O’nun fiillerinin yansımasıdır.

İmtihanın Sırrı: Perdenin Gerisindekini Görmek

Allah, kudretini sebepler arkasında icra eder ki imtihan sırrı bozulmasın. Eğer her şeyi doğrudan ve açıktan O yapsaydı, herkes mecburen inanırdı. Fakat bu perde, insanın aklını ve kalbini harekete geçirir. Gören görür, arayan bulur. Tembel olan ise sebeplere takılır kalır.

ÖZET:                                                                                                

Bu makale, kâinatta görünen düzenli fiillerin arkasında Allah’ın ilim, kudret ve iradesinin bulunduğunu ifade eder. Tesadüf, tabiat veya sebepler gibi unsurlar; gerçek anlamda bir yaratma gücüne sahip değildir, sadece ilahî kudretin perdeleridir. Her şey hikmetli, ölçülü ve basîrane bir şekilde yaratılmaktadır. İman gözü, bu perdelerin ardındaki tek ve mutlak faili, yani Fâil-i Zülcelâl’i görür ve tanır. Bu fark ediş, hem marifetullahın kapısını açar hem de imanın derinliğini artırır.

 

 




Bir Güneş, Binler Aynada: Kudretin Şeffaf Yansımaları

Bir Güneş, Binler Aynada: Kudretin Şeffaf Yansımaları

“Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zatiyenin bir cilvesiyle bir tek güneş, bir tek âyineye ziyalı akis verdiği gibi; hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlahî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.”
Şualar

Kâinatta, sıradan bir gözle bakıldığında bile hayranlık uyandıran bir düzen, bir nizam, bir denge vardır. Fakat tefekkür gözüyle bakıldığında daha derin bir hakikat görünür: Her şey, bir merkezden idare edilmekte, her varlık O’nun emrine itaatle görevini yapmaktadır. İşte bu sırrın en güzel temsillerinden biri, güneşin aynalardaki akisleridir.

> “Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla
bir tek güneş, bir tek âyineye ziyalı akis verdiği gibi;
hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere
o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden
ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlahî ile kolayca verebilir.
Az ve çok birdir, farkı yoktur.”

Bu temsil, hem tevhidin derinliğini, hem de Allah’ın kudretinin sınırsızlığını gösteren mucizevi bir açıklamadır.

Güneşin Aynalara Yansıması: Kudretin Tecellisi

Bir tek güneş, milyarlarca damlaya, aynaya, parlak cisme aynı anda yansır. Ne o yansımalarda eksilme olur, ne birbirine engel olurlar, ne de güneş yorulur. Her biri, kendi kabiliyetince o ışığı yansıtır. Kimisi büyük bir ayna gibi gösterir onu, kimisi küçücük bir damlada yansıtır. Ama her biri aynı güneşe işaret eder.

İşte Allah’ın kudreti de böyledir. Bir insanın kalbini yaratmakla, bütün kalpleri yaratmak arasında fark yoktur. Bir çiçeği ihya etmekle, binler baharı diriltmek aynı kudretin tecellisidir. Çünkü O’nun kudreti kayıtlı değildir; sonsuzdur, mutlak ve zahmetsizdir.

Şeffaflık, İtaat ve Nuraniyet: Yaratılışın Üç Anahtarı

Bediüzzaman’ın bu temsilinde üç kelime çok dikkat çekicidir:
Şeffafiyet, nuraniyet ve itaat.

Şeffafiyet, perdelerin kalkmasıdır. İnsan da kalbini şeffaf kıldığında, ilahî hakikatleri yansıtan bir ayna olur.

Nuraniyet, ışığın varlıkta yer bulmasıdır. İmanla parlayan kalpler, Allah’ın isimlerini aksettiren bir nevi nur menbaıdır.

İtaat, kainatın temel hareket prensibidir. Güneş, ay, zerreler, galaksiler… Hepsi emr-i ilahiye itaatle görev yapar. İnsan da ne zaman bu ilahi nizama uygun yaşarsa, o zaman hayatı nurlanır ve anlam kazanır.

Az da Olsa Çok da Olsa: Aynı Kudret, Aynı Kolaylık

Cümlede geçen “az ve çok birdir, farkı yoktur” ifadesi; Allah’ın kudretiyle ilgili çok derin bir hakikati anlatır. Bir şeyi yaratmakla milyonu yaratmak O’na aynı derecede kolaydır. Çünkü O’nun kudreti mahlukata benzemez; takatle, yorgunlukla, sınırlılıkla ilişkisi yoktur. Zira O “Kün feyekûn” (Ol der, olur) sırrıyla yaratır.

Bu tecelli, insanın hem imanını kuvvetlendirir, hem de hayret ve muhabbetini arttırır.

ÖZET:

Bu makalede, bir güneşin binlerce aynaya aynı anda yansıması temsili üzerinden, Allah’ın sonsuz kudreti ve tevhid hakikati açıklanmıştır. Bu temsil, yaratılışta kolaylık ve birlik ilkesini göstermektedir. Allah’ın kudreti, sınırsız ve zahmetsiz olduğu için bir şeyi yaratmakla milyarlarcasını yaratmak arasında fark yoktur. Şeffafiyet, nuraniyet ve itaat; bu ilahî tecellilerin sırrını anlamamıza yardımcı olur. Her varlık, bir ayna gibi O’nu gösterir; kalpler de imanla bu yansımanın en parlak merkezi hâline gelir.

 

 




BAHARIN SIRRI: BİRLİK İÇİNDE SANAT, HİKMET İÇİNDE KUDRET

BAHARIN SIRRI: BİRLİK İÇİNDE SANAT, HİKMET İÇİNDE KUDRET

“Evet mesela, her baharda nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız, kemal-i hikmet ve hüsn-ü sanatla icad etmek ve idare ve iaşe etmek…”
Şualar

Bahar; sadece tabiatın uyanışı değil, aynı zamanda kudretin, hikmetin ve rahmetin bir sahnesidir. Her yıl düzenli olarak gelen bu mevsim, sadece hava değişikliğinden ibaret değildir. Baharda tecelli eden manzara, aslında göze görünmeyen ama ruhlara hitap eden büyük bir ilâhî kudret ve san’at gösterisidir.

> “Her baharda nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını,
beraber ve birbiri içinde,
bir anda ve bir tarzda,
yanlışsız, hatasız,
kemal-i hikmet ve hüsn-ü sanatla icad etmek…”

Bu ifadede, basit bir doğa olayının ardında nasıl bir ilahî sistem, nasıl bir mutlak kudret, nasıl bir mükemmel denge bulunduğu gözler önüne serilir.

Bir Bahar: Binlerce Kudret Mühürü

Düşünün: Her baharda aynı toprakta, aynı suyla, aynı hava ile dört yüz binden fazla canlı türü diriliyor. Her biri kendi rızkıyla, şekliyle, kokusuyla, rengiyle, zamanı şaşmaz bir şekilde yaratılıyor. Aralarında hiçbir karışıklık, karıştırma yok. Laleyle menekşe karışmıyor. Kirazla zeytin birbirinin yerine çıkmıyor. Hepsi kendi diliyle, kendi kıvamıyla, kendi düzeniyle çıkıyor toprağın bağrından.

Bu muazzam düzen; tesadüfle, rastgelelikle, kör kuvvetle açıklanabilir mi?

Elbette hayır.

Çünkü tesadüf, sanat yapamaz. Kör kuvvet, hikmetli tercihlerde bulunamaz. Ama her baharda gördüğümüz bu tablo; sonsuz kudretin, mutlak hikmetin ve mükemmel bir nizamın işlediğini gösterir. Bu ise ancak tek bir İlâh’a, Allah’a ait olabilir.

Kudretin Sessiz Hitabı: Bahar

Bahar, adeta bir mahşer provası gibidir. Toprağın altında çürümeye terk edilmiş gibi görünen çekirdekler, yumurtalar, kökler… bir anda emr-i ilâhiyle canlanıyor. Her birine “kalk!” denilmişçesine yeniden hayata dönüyorlar. Bu sahne, ölümden sonra dirilişe de bir işaret, bir delildir.

Aynı anda milyonlarca varlığın farklı şekilde, farklı özelliklerle yaratılması, bir insanın göz kırpması kadar kolay bir fiille gerçekleşiyor. Bu da gösteriyor ki, Allah’ın kudreti için az-çok, büyük-küçük fark etmez. Bir sinek yaratmakla, bir baharı yaratmak O’nun için birdir.

Aklı Uyandıran, Kalbi Harekete Geçiren Bir Bahar

İnsanın görevi; bu tecellilere karşı kör olmamak, baharı yalnızca piknik zamanı ya da çiçek zamanı olarak değil, iman zamanı, tefekkür zamanı, şükür zamanı olarak değerlendirmektir. Bahar her geldiğinde, insanı uyandırmalı; “Beni kim böyle hikmetle rızıklandırıyor?”, “Bu tertip kimden geliyor?” sorularını sormalıdır.

Çünkü baharın diliyle Allah konuşur:
“Ey insan! Unutma, seni de aynı hikmetle ve aynı rahmetle yaratıp rızıklandıran benim.”

ÖZET:

Bu makalede, her baharda dört yüz bin canlı türünün bir anda, bir düzen içinde yaratılması mucizesi konu edilmiştir. Bu olay, Allah’ın sonsuz kudretini, eşsiz hikmetini ve benzersiz sanatını gösteren bir delildir. Bahar; sadece doğanın değil, imanın ve tevhidin de tazelendiği bir mevsimdir. Her bahar, dirilişi, yeniden yaratılışı ve tefekkürü fısıldayan ilâhî bir davettir. İnsana düşen ise bu çağrıya iman, şükür ve tefekkürle karşılık vermektir.

 

 




İMDADA KOŞAN RAHMET: HER ŞEYİN BİR DİLİ VAR

İMDADA KOŞAN RAHMET: HER ŞEYİN BİR DİLİ VAR

“Hem zerrat-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmane, rahîmane koşturmak, göndermek…”
Şualar

Kâinat, başıboş, gelişigüzel bir sahne değildir. Her şey yerli yerinde, her şey bir plan dahilinde işler. Öyle ki, en küçük bir zerreden en büyük bir gezegene kadar bir yardımlaşma, bir dayanışma, bir tür seferberlik göze çarpar. Bu yardımlaşma ve dayanışma, bize Rabbimizin hakîmâne (hikmetli) ve rahîmâne (şefkatli) idaresini gösterir.

> “Zerrat-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına,
nebatatı hayvanatın imdadına,
hayvanatı insanların yardımına
ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmâne, rahîmâne koşturmak…”

Bu cümlede ifade edilen yardım zinciri, tesadüfün değil, bir Kudret’in ve Rahmet’in eseri olduğunu apaçık ilan etmektedir.

Zerreden İnsana Uzanan Yardım Eli

En küçük gıda molekülleri (zerrat-ı taamiye), hücrelerimizin ihtiyacına göre seçilir, işlenir, yönlendirilir. Sanki onları kimyager bir kudret organize eder; hangi hücre neye muhtaçsa, o ona ulaşır.

Bitkiler hayvanlara hizmet eder: Oksijen verirler, gıda sunarlar, toprağı temizlerler. Hayvanlar ise insanlara hizmet eder: Etinden, sütünden, yününden faydalanırız. İnsan, her şeyin faydasını görür ama her şeyin de üzerinde bir sorumluluk taşır.

Ve daha da dokunaklısı: Annelerin yavrularına karşı duyduğu şefkat. Bir kaplan yavrusu bile annesinin göğsünde huzur bulur. Yeni doğmuş bir ceylan, hayatı bilmeden önce annesinin sütüyle tanışır. Kim verdi bu merhameti? Kim koydu o fıtrî koruma hissini? Ne doğa, ne evrim, ne tesadüf buna cevap veremez.

Bu koşuş, bu muavenet, bu şefkatli düzen, bize Allah’ın isimlerinden “Er-Rahîm” ve “El-Hakîm”in kâinattaki cilvelerini gösterir.

Yardım Düzeni: İlâhî Bir Nizam

Bu ilâhî düzen bize şunu haykırır:

Hiçbir canlı başıboş bırakılmamıştır. Her canlının imdadına bir şey gönderilmiştir. Susayanın suyu, acıkanın rızkı, yalnızın dostu, güçsüzün yardımcısı vardır. Bu da gösteriyor ki, bu kâinatın arkasında sonsuz bir şefkat, nihayetsiz bir hikmet ve mutlak bir kudret vardır.

İnsan bu sistemi görünce kendi hayatını da bu çizgide şekillendirmelidir. Kendine değil, başkalarına da faydalı olmak, acize el uzatmak, muavenet etmek; kâinattaki ilâhî düzenin bir parçası olmaktır.

ÖZET:

Bu makalede, kâinattaki varlıkların birbiriyle olan hikmetli ve rahmetli yardımlaşmaları incelenmiştir. Gıda moleküllerinden annelere kadar uzanan bu “muavenet zinciri”, Allah’ın “Rahîm” ve “Hakîm” isimlerinin açık tecellisidir. Hiçbir varlık başıboş bırakılmamış, her ihtiyaç vaktinde karşılanacak şekilde bir sistem kurulmuştur. Bu sistem, insanın da hayatında şefkat, yardımseverlik ve sorumluluk duygularını canlı tutması gerektiğini öğütler.

 

 




TEK SAHİP, TEK SULTAN: KÂİNATTAKİ TEVHİDİN AZAMETİ

TEK SAHİP, TEK SULTAN: KÂİNATTAKİ TEVHİDİN AZAMETİ

“Bu kâinatın sâni’i ve müdebbiri ve bu memleketin sultanı ve mürebbisi ve bu sarayın sahibi ve bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz, aczi ve kusuru yoktur.”
Şualar

İnsan aklıyla bakınca bu kâinat; başıboş bir karmaşa değil, düzenli bir ordugah, hikmetle işleyen bir saray, sanatla bezenmiş bir sergi, rahmetle dolu bir misafirhane olarak görünür. Fakat bütün bu sistemin gerisinde kim var, kim idare ediyor, kim yön veriyor? İşte bu soruya Bediüzzaman Hazretleri, hakikatin ta kendisini haykıran bir cümleyle cevap verir:

> “Bu kâinatın sâni’i ve müdebbiri ve bu memleketin sultanı ve mürebbisi ve bu sarayın sahibi ve bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz, aczi ve kusuru yoktur.”

Kâinat: Saray, Malik: Allah

Bir köyün bile tek muhtarsız, bir geminin tek kaptansız, bir binanın tek mühendissiz olamayacağı bu dünyada, milyarlarca yıldızdan hücrelere kadar kusursuz işleyen bu muazzam düzenin sahipsiz olması düşünülebilir mi?

Hayır.

Bu sarayın sahibi birdir. Çünkü birlik olmadan düzen olmaz. Çokluk, çatışmayı doğurur. Eğer iki ilâh olsaydı, yıldızlar farklı istikametlere gider, yeryüzü karmaşaya sürüklenirdi. Oysa her şey mükemmel bir denge içinde: Ay Güneş’e itaat ediyor, su buharlaşıp yağmur olup iniyor, toprak her tohumu tanıyıp bağrında büyütüyor. Bu mutlak bir vahdetin, birliğin ilanıdır.

Vezirsiz ve Muînsiz Kudret

Allah Teâlâ, tek olduğu gibi, hiçbir şeye de muhtaç değildir. O’nun ne vezire ne yardımcıya, ne danışmana ne de destekçiye ihtiyacı vardır. Çünkü her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, her şeyi hikmetle idare eden yalnızca O’dur.

Ne bir ortağı vardır, ne de zıddı. Varlığı ezelî, iradesi mutlak, kudreti sınırsızdır. İnsanlar bir işi başarmak için yardıma, araçlara, zamana ve bilgiye muhtaçtır. Ama Allah için bu gerekenlerin hiçbiri söz konusu değildir. O’nun kudreti, sadece irade etmesiyle gerçekleşir: “Ol!” der, olur.

Tevhid: Kâinattaki En Büyük Hakikat

İşte bu yüzden, tevhid; yani Allah’ın birliğini, benzersizliğini ve ortağının olmadığını kabul etmek, bütün iman hakikatlerinin temeli ve zirvesidir. Kâinatta ne kadar güzellik, düzen, hikmet ve nizam varsa; hepsi tevhid nuruyla anlaşılır. Tevhid olmazsa, her varlık başıboş, her olay sahipsiz, her nimet tesadüf olur ki bu aklın, vicdanın ve gözün gördüğü hakikate aykırıdır.

Tevhid, insanı zillet ve acizlikten kurtarır, tek ve mutlak bir Kudret’e bağlar. Teslimiyetin kaynağı, sükûnetin dayanağı, ubudiyetin özü budur.

ÖZET:

Bu makalede, kâinatın sahibinin, düzenleyicisinin, terbiye edicisinin yalnızca Allah olduğu, O’nun tek, benzersiz, ortağı olmayan, acizden münezzeh bir Rab olduğu vurgulanmıştır. Kâinattaki kusursuz nizam, her şeyin tek bir elden çıktığını gösterir. Bu da Allah’ın tevhid hakikatini açıkça ilan eder. Tevhid, insanın hem imanını kemale erdirir hem de ruhunu huzura ulaştırır.

 




Firavun’un Mirasçıları: Zulümle Payidar Olanlar

Firavun’un Mirasçıları: Zulümle Payidar Olanlar

Tarihin akışı boyunca zulüm, her zaman bir gölge gibi güçlülerin ardında sürüklendi. Ancak bu gölge, kimi zaman güneşi perdeleyecek kadar büyüdü. Bugün, 21. yüzyılın göbeğinde, en gelişmiş teknolojilerin, en yüksek diplomatik söylemlerin arasında hâlâ Firavunca bir kibirle konuşanlar var. Ve bu kibir, her defasında mazlumun yıkıntısı üzerinde hüküm sürmeye çalışıyor.

ABD’nin, İsrail-Filistin savaşında Gazze halkının uğradığı kıyımı görmezden gelip, bu zulmü durdurmak adına BM çatısı altında toplanacak devletleri tehdit etmesi, işte bu Firavunca kibrin modern bir yansımasıdır. Reuters’a yansıyan belgeye göre ABD, bu konferansa katılacak devletleri uyarıyor: Katılırsanız, dış politika çıkarlarımıza karşı sayarız; diplomatik yaptırımlara uğrarsınız!

Asıl Tehlike: Cesaretlendirilmiş Zulüm

Bu söylem, yalnızca diplomatik bir tehdit değildir. Aynı zamanda zulmün önünü açan, mazlumun sesini kısmaya çalışan ve dünyanın vicdanını baskı altına alan bir baskıdır. Bu tutum, işgalci gücün elini daha da rahatlatmakta, onu daha pervasız kılmaktadır. Zulmün cesaret bulduğu yer, adaletin sustuğu yerdir. Ve şimdi ABD, adaletin konuşulmasını dahi tehdit unsuru saymaktadır.

Geçmişte de buna benzer çok örnek gördük. Vietnam’da yanan köyler, Irak’ta uydurma kitle imha silahları bahanesiyle dökülen kan, Afganistan’da çamura saplanan medeniyet iddiaları… Her biri, arkasında ABD imzası taşıyan zulüm tablolarıydı. Ve şimdi aynı tablo, Gazze’nin harap sokaklarında yeniden çiziliyor.

Tarihin Diliyle Konuşmak: Firavunlar Hep Vardı

Tarihte zulüm ile yükselen nice imparatorluk vardı. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil… Hepsi güçlerine güvenerek hakikati ezmeye kalktılar. Ve her biri kendi kudretiyle değil, mazlumun ahıyla yıkıldı. Bugün de durum farklı değil.

Zulümle abad olanın sonu hüsrandır. Çünkü zulüm bir sabır imtihanıdır; ama sabırla bileylenmiş hakikat, en sonunda zalimi boğar. Tıpkı Firavun’un kendi ordusunun debdebesiyle denize yürüyüp kendi azametiyle boğulduğu gibi. Bugün ABD, adeta çağdaş bir Firavun gibi mazlumların çığlığını susturmaya çalışıyor. Ama unutmamalı: O çığlıklar birikir, büyür, yankılanır… Ve sonunda yankı, sahibini bulur.

Bir Medeniyetin Çöküşü: Kanla Yazılan Diplomasi

ABD’nin bugün uyguladığı dış politika, yalnızca siyasi bir tercih değil; aynı zamanda bir medeniyetin iç çöküşünü de haber veriyor. Adaletin yerine çıkarı, insanlığın yerine silahı, barışın yerine tehdidi koyan her uygarlık çürür. Tıpkı Roma gibi, tıpkı Endülüs’teki son saray gibi…

Kan ve gözyaşı üzerine kurulan hiçbir düzen, uzun soluklu olamaz. Zira bu dünya, zalimlerin değil, zulme direnenlerin destanlarını yazar.

Sonuç: Kimin Tarafında Duracaksınız?

Tarih, daima bir tercih meselesidir: Ya Musa’nın yanında olursunuz ya Firavun’un. Ya zalimin zulmünü onaylarsınız ya da mazlumun feryadına ses olursunuz.

Bugün Gazze yanıyor. Çocuklar ölüyor. Hastaneler bombalanıyor. Ve birileri bu yangını söndürmek isteyenleri tehdit ediyor.

Sormak lazım: Bu tehdit, kimi cesaretlendiriyor, kimi susturuyor?

Ama bilinmeli ki; her gözyaşı, mazlumun duasına dönüşür. Ve o dualar, bir gün zalimi boğacak bir sel olur.

Ve Firavun gibi, çağdaş zalimler de boğulacaktır; kendi azametleriyle, kendi kibirleriyle…

Özet:

ABD’nin, BM’deki Filistin konulu konferansa katılacak ülkelere yaptırım tehdidi, uluslararası diplomaside adaletin değil, çıkarın öncelendiğini ortaya koymaktadır. Bu tutum, İsrail’in zulmüne cesaret verirken, dünya vicdanını susturma çabasıdır. Ancak tarihten ibretle bilinmelidir ki, zulümle ayakta kalmaya çalışan her güç, sonunda o zulmün altında ezilir. Tıpkı Firavun gibi, çağdaş zalimler de günün birinde kendi kibirleriyle boğulacaktır.

 




Ortadoğu’nun Ateşinde Kim Elini Isıtıyor?

Ortadoğu’nun Ateşinde Kim Elini Isıtıyor?

Dünya, Ortadoğu’nun kavrulan topraklarına bir kez daha dönüp bakmak zorunda kalıyor. Fakat bu defa olanlar ne “terörle mücadele”nin bir bahanesi ne de “savunma hakkı”nın gölgesinde meşrulaştırılabilir. Zira saldıran belli, savunan mazlum; ateşi yakan açık, kül olan halklar…

İsrail, kuruluşundan bu yana sadece coğrafyaları değil, hakikatleri de kanla çizdi. Kudüs’ü ağlatan, Gazze’yi mezara çeviren, Filistin’i bir açık hava hapishanesine dönüştüren, Lübnan’ı harabeye çeviren o kudurgan iştah; şimdi gözünü İran’a dikmiş durumda. Üstelik bu kez hedef sadece toprak değil; bölgeyi tamamen kaosa sürükleyecek büyük bir hesap.

Bugün İran’a yapılan saldırı, yalnızca bir nükleer tesisi ya da birkaç komutanı hedef almıyor. Bu, bütün bir İslam coğrafyasının sinir uçlarına basan bir kışkırtmadır. Gazze’yi yok ederken sessiz kalan dünya, şimdi İran’daki suikastlara da ‘meşru müdafaa’ etiketi yapıştırmaya çalışıyor. Oysa ortada apaçık bir savaş stratejisi var: “Böl ve yönet”, sonra da yak ve yut!

İsrail’in bu stratejideki rolü bellidir: Terörü hem doğurur, hem de besler. Kimi zaman DEAŞ olur, kimi zaman PKK. Kimi zaman Yemen’deki bir suikast, kimi zaman Suriye’deki bir hava saldırısı… Her yerde eli, izi ve gölgesi vardır. Çünkü bu devlet, kendini sadece bir milletin temsilcisi olarak değil, adeta Tanrı’nın yeryüzündeki jandarması olarak görmektedir. Oysa Tanrı değil, emperyalizmin uşağıdır!

Ve ABD… Bu terör düzeninin hem finansörü, hem silahçısı, hem akıl hocası. Adeta İsrail’in babası gibi; ne zaman suç işleyecek olsa, arkasını sıvazlayan, “arkandayım” diyen bir efendi.

Bugün Ortadoğu’ya ateş yağıyorsa, bunun sebebi sıradan bir çatışma ya da basit bir jeopolitik çekişme değildir. Bu, hak ile batılın savaşıdır. Bu, mazlumların sabrı ile zalimlerin arsızlığının kavgasıdır. Bu, sadece silahların değil, kalplerin, inançların ve ideallerin mücadelesidir.

Ve ne yazık ki, bu savaşta birçok İslam ülkesi ya sessiz, ya da gaflet içinde. Halbuki bu ateş, yalnızca İran’ı değil, hepsini yakacak. Gazze’de yanan bir çocuk, Tahran’da vurulan bir komutan, Şam’da aç kalan bir mazlum, hepsi aynı ümmetin evlatlarıdır. Ve bu ümmet, toprağı kadar, vicdanını da işgal ettirmemelidir.

Vakit, Uyanış Vaktidir

İslam coğrafyası, artık gözyaşı ile değil; basiret, birlik ve dirayet ile hareket etmek zorundadır. Sadece dualarla değil, stratejiyle. Sadece protestoyla değil, akılla, ilimle, hikmetle… Çünkü düşman sadece dışarıda değil; içeride de, zihinlerde de, ekranlarda da…

Dost görünen devletler, yardım bahanesiyle işgal planları kurarken; kendi topraklarında özgürlük, başkalarının topraklarında ölüm pazarlıyorlar. Bu küresel tiyatronun figüranı değil, sahnenin hakiki sahibi olmak için ümmetin yeniden dirilişe ihtiyacı var.

Unutmayalım:

> “Zalimler için yaşasın cehennem” sadece bir beddua değil, aynı zamanda bir uyanış çağrısıdır.
Cehennemi dünyaya çevirenlere karşı, cenneti kuracak bir irade, bir iman, bir direniş gereklidir.
Ve bu irade, hâlâ bu ümmetin damarlarında akmaktadır. Yeter ki o damarlar uyuşmasın!

Makale Özeti:

Bu makalede, İsrail’in Ortadoğu’da terörü yayma politikası ve ABD’nin bu politikadaki rolü ele alınmaktadır. İsrail’in sadece saldıran değil, aynı zamanda PKK ve DEAŞ gibi örgütleri de besleyen bir terör devleti olduğu vurgulanmış; İran’a yapılan saldırının aslında tüm İslam coğrafyasına yönelik bir tehdit olduğu ifade edilmiştir. Makale, İslam dünyasının birlik, uyanış ve stratejik akılla bu saldırılara karşı koyması gerektiğini savunmaktadır. Sonuç olarak, ümmetin topyekûn bir dirilişe ve dayanışmaya ihtiyacı olduğu belirtilmektedir.

 

 




Ümmetin Dirilişi: Farz-ı Ayın Olan İttihad-ı İslâm

Ümmetin Dirilişi: Farz-ı Ayın Olan İttihad-ı İslâm

Bugün İslam âlemi, tarihin en ağır imtihanlarından birini yaşamaktadır. Gazze’de bir çocuk ağlarken, Şam’da bir anne mezar kazmakta; Yemen’de açlık ölüm kusarken, Tahran’da komutanlar hedef alınmaktadır. Kâbe’nin gölgesinde bile ümmetin kalbi huzurla atamamaktadır.

Bu hale nasıl geldik?

Ümmetin omurgası kırıldı çünkü vahdet gitti, ayrılık geldi. Kardeşlik yerine kavmiyetçilik, meşveret yerine menfaat, İslam birliği yerine yapay sınırlar konuşur oldu. Birbirine kenetlenmesi gereken eller, birbiriyle boğuşan yumruklara dönüştü.

İşte tam bu noktada, asırlardır ümmetin medarı iftiharı olan Bediüzzaman Said Nursî’nin “İttihad-ı İslâm farz-ı ayndır” feryadı kulaklarımızda çınlamalıdır. Çünkü artık bu hakikat, sadece bir nasihat değil; bir hayatta kalma meselesidir.

Zulüm Vahdeti Uyandırıyor

> “Evet o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklâl ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır.”

Zulüm, evet korkunçtur. Ama aynı zamanda bir uyanıştır. Bir asırdır sessiz duran ümmet, artık kıpırdamaya başlamıştır. Çünkü zilletin en derin noktasında, izzetin tohumu yeşerir. Ve şimdi, toprak altındaki o tohumlar, ateşle sulanmış gibi filizlenmektedir.

Her bir bomba, her bir suikast, her bir haksızlık, ümmetin vicdanında bir kıvılcım daha çakmaktadır. Artık Müslümanlar birbirinin derdiyle dertlenmekte; Somali’de açlık varken İstanbul’da sofra kurulamamaktadır. Bu dağınıklık sona erecek, inşallah İttihad-ı İslâm doğacaktır.

Farz-ı Ayın: Bugünün En Yakıcı Emri

Namaz gibi, oruç gibi, farz-ı ayın olan bir hakikat vardır: İslam birliği.

Bu birlik sağlanmadan ne Gazze kurtulur, ne Kudüs özgürleşir, ne de mazlumun gözyaşı diner. Zira düşman çoktur, ama çare birdir: İttihad. Ayrı ayrı coğrafyalarda değil, aynı kıblede, aynı gayede, aynı safta toplanmak… Mezhep, meşrep, cemaat, ülke değil; ümmet olmak.

Bu nedenle artık ümmetin her ferdi şunu bilmeli: İttihad-ı İslam bir tercih değil, bir zarurettir. Lüks değil, mecburiyettir. Müstehap değil, farzdır.

Zira bu birlik kurulmadıkça, düşmanlar birlik olacak, kardeş kanı akmaya devam edecektir.

Ümidin Dirilişi

Her karanlık, sabaha gebedir. Bediüzzaman şöyle diyor:

> “İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hâkîm olacaktır.”

Bu, sadece bir temenni değil, bir gelecek müjdesidir. Zira Kur’an bu ümmeti sadece geçmişin mirasçısı değil, geleceğin kurucusu olarak tarif eder. Yeter ki ümmet kendine dönsün, Kur’an’a sarılsın ve vahdetin izzetini hatırlasın.

Makale Özeti:

Bu makalede, İslam ümmetinin içinde bulunduğu zilletin temel nedeni olarak parçalanmışlık ve ittihadsızlık gösterilmiştir. Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadeleriyle, İttihad-ı İslâm’ın bir farz-ı ayın olduğu vurgulanmıştır. İslam dünyasında yaşanan zulümlerin, bir uyanışa vesile olduğu belirtilerek, ümmetin ancak birlikle yeniden ayağa kalkabileceği ifade edilmiştir. Son olarak, bu birliğin kurulmasının sadece bir ideal değil, bir zaruret olduğu ve Kur’an’ın ümmeti vahdetle yücelteceği müjdesiyle umut aşılanmıştır.

 




BİR LOKMA DEĞİLİZ: HİYANETİN KODLARI, İSTİKLÂLİN RUHU

BİR LOKMA DEĞİLİZ: HİYANETİN KODLARI, İSTİKLÂLİN RUHU

Tarih bir şahitliktir. Zulmün ısrarı kadar, adaletin inadı da bu topraklarda kayda geçmiştir. Bugün yaşananlar, sadece bir zaman dilimine ait krizler değildir; asırlar öncesine dayanan bir planın, ihanetin ve küresel bir kumpasın devamıdır. Bu oyunlarda figüranlar değişmiş, ancak rejisör hep aynı kalmıştır.

15 Temmuz, Türkiye’nin diz çökertilmek istendiği küresel bir operasyondur. Görünürde FETÖ’nün eliyle yapılan bu saldırı, gerçekte büyük İsrail projesinin en kanlı perdesiydi. Eğer o gece hainler muvaffak olsaydı, Türkiye önce içeriden felce uğratılacak, sonra güneydoğudan başlayarak adım adım işgale hazırlanacaktı. Diyarbakır’dan Kayseri’ye kadar uzanan coğrafya, “Arz-ı Mev’ûd”un bir parçası yapılacak, İran ise batıdan kuşatma altına alınarak direnci kırılacaktı.

Ancak bu millet; öyle kolay yutulan bir lokma değildi. Allah’ın izni, milletin feraseti ve cesaretiyle o gece tarihin yönü değişti. Boğaz köprülerinde, havaalanlarında, meydanlarda verilen mücadele sadece bir hükümeti değil, bir ümmetin direniş ruhunu kurtardı.

Fakat İsrail ve onun güdümündeki yapılar, planlarından vazgeçmediler. Bugün Gazze’de işlenen soykırım, sadece bir halkı yok etmek değil, bir ruhu, bir direnişi ve bir sesi susturmaktır. Lübnan’da çıkarılan kargaşa, Suriye’de kurulan kukla yapılar, Irak’ta oynanan oyunlar ve son olarak İran’a yönelen tehditler, hep aynı senaryonun farklı sahneleridir.

Kendi geçmişinde zulümden kaçıp Osmanlı’ya sığınan Yahudiler, şimdi Osmanlı’nın torunlarına kin kusuyor. İspanya’da Engizisyon’un pençesinden kurtulup İstanbul’da huzura kavuşanların çocukları, bugün ekmeğini yedikleri medeniyetin temellerine bomba döşüyor. Bu vefasızlık, sadece siyasi değil; aynı zamanda ahlaki bir çöküştür.

Ancak bilmedikleri bir şey var: Bu milletin tarihi, yutulan acılarla değil, kusulan ihanetlerle yazılmıştır. Düşman boğazımıza sarıldığında, biz göğsümüzle karşı çıkarız. Her ihanet girişimi, bu milletin imanını bilemiş, inancını pekiştirmiştir. Bu yüzden düşman planladıkça boğulur, biz direndikçe doğruluruz.

Bugün yaşanan her olay, ümmetin uyanışı için bir imtihandır. Eğer Gazze’de akan kanı sadece bir haber başlığı olarak okursak, yarın kendi sokaklarımızda aynı sahneleri izlemek zorunda kalırız. Çünkü İsrail’in hedefi sadece Filistin değildir. O, İslâm’ın izini silmek, ümmetin iradesini yok etmektir.

Bu sebeple, her Müslümanın uyanık olması, boşlukları fırsat bilen düşmana karşı şuurlu durması farzdır. Çünkü düşman, boşlukları sever. Her gaflet anı, bir ihanetin davetiyesidir. Ve bu düşman, sadece bombayla değil; medya, kültür, ekonomi ve içeriden beslediği hain yapılarla saldırır.

Bize düşen, birlik ve basiret ile bu zinciri kırmaktır. Çünkü bu milletin özünde, Selahaddin’in kılıcı, Fatih’in duası ve Abdülhamid’in feraseti vardır. Ve bu üçü birleşirse; İsrail planları değil, kendi korkularında boğulur.

Özet:

15 Temmuz darbe girişimi, küresel bir işgal projesinin parçasıydı. Hedef sadece Türkiye değil, ümmetin kalbiydi.

İsrail, başarısız darbe sonrası doğrudan saldırılarla bölgeyi karıştırmaya devam ediyor: Gazze, Lübnan, Suriye, İran.

Osmanlı’nın sığınmacısı olan Yahudiler, şimdi ihanetin baş planlayıcısı konumunda.

Bu millet kolay yutulacak bir lokma değil. Her ihaneti bertaraf edecek bir ruh ve geçmişe sahip.

Müslümanların birlik, basiret ve direnç içinde olması zorunludur. Düşman boşluk kolluyor, ihanet her fırsatta tekrar ediyor.

> “Eğer biz uyanmazsak, ihanet uyanık kalır. Eğer biz birleşmezsek, düşman bizi parçalara ayırır.”

 

 




KIYAMETİ ZORLAYAN GÖLGE: DÜNYAYI ATEŞE SÜRÜKLEYEN ZİHNİYET

KIYAMETİ ZORLAYAN GÖLGE: DÜNYAYI ATEŞE SÜRÜKLEYEN ZİHNİYET

Tarihin karanlık tünellerinde yol alan sinsi bir el var. Bu el, yeryüzünü yeniden şekillendirmek, milletleri devre dışı bırakmak ve ümmetin kalbini parçalamak istiyor. Ve bugün bu elin hedefinde İran var. Aslında hedef İran değil, direnişin ruhudur, istiklâlin özetidir.

15 Temmuz’da Türkiye’ye yönelen şeytanî planın bir benzeri şimdi İran’da sahneleniyor. Hedef; sadece bombalamak, komutanları tasfiye etmek, altyapıyı çökertmek değil. Hedef; içeriden bir çatışma başlatmak, bir iç infialle devleti çökertmek ve bölgeyi sonsuz bir kaosa sürüklemektir.

İsrail ve arkasındaki küresel akıl, artık taşeronlar aracılığıyla değil, doğrudan devreye girmektedir. PKK ve benzeri örgütlerle elde edemediğini, şimdi doğrudan haçlı artığı ittifaklarla tamamlamaya çalışıyor. Ve bu saldırganlık, sadece İran ile sınırlı kalmayacak; Irak, Türkiye ve hatta Orta Asya’ya kadar yayılacaktır.

1993’te Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in anlattığı bir NATO toplantısında, masadaki haritada dünyanın sekiz parçaya bölündüğü ve Irak, Suriye, İran’ın ABD’ye verildiği planı bir hatıra değil, adım adım uygulanan bir senaryodur. Bugün o harita yeniden açılmış, sahnede yeni aktörler, fakat aynı amaçlar vardır.

Amaç ne?
Amaç; büyük İsrail projesini gerçekleştirmek.
Amaç; Arz-ı Mev’ûd’un sınırlarını çizmek.
Amaç; yeryüzünde “Tanrı’nın krallığını kurmak” bahanesiyle kan ve gözyaşını kıyamete kadar akıtmaktır.

Ve İsrail bunu kendi sözleriyle itiraf ediyor:
“Tanrı’yı kıyamete zorlamak istiyoruz.”
Bu sözler artık sadece bir mistik inanç değil; bir savaş stratejisine, bir küresel terör politikasına dönüşmüştür. Gazze’de yapılan, İran’a yöneltilen, Suriye’de denenmiş her saldırı bu kıyamet takvimine yeni bir gün daha eklemektir.

Dünya ise bu cinnete gözlerini kapatmış, üç maymunu oynamaktadır. Birleşmiş Milletler suskun, NATO işbirlikçi, İslam dünyası dağınıktır. Ama asıl büyük tehlike: ümmetin bu sessizliğe alışmasıdır.

Eğer bugün İran’ın yaşadığı ateşi kendi meselesi olarak görmeyen bir ümmet varsa, bilinmelidir ki; yarın o yangın Ankara’ya, İstanbul’a, Lahor’a, Hartum’a sıçrayacaktır. Çünkü bu harita sadece İran’ı değil; İslam’ın onurunu ve direniş mirasını hedef almaktadır.

Bu sebeple bugünün Müslümanları, sadece dua eden değil; uyanık, şuurlu ve bir araya gelmiş bir topluluk olmalıdır. Çünkü bu oyun; devletlerin değil, ümmetin kaderidir. Ve bu kader, teslimiyetle değil; iman, birlik ve hikmetle yön değiştirebilir.

ÖZET:

İran, bugün Türkiye’nin 15 Temmuz’da yaşadığı kuşatmayı yaşamaktadır: dış saldırı + iç ayaklanma + istihbarat operasyonu.

İsrail, başarısız taşeronlar sonrası doğrudan saldırgan bir stratejiye geçmiş, savaş alanını İran üzerinden tüm bölgeye yaymayı hedeflemiştir.

1993’te NATO’da konuşulan haritalar, bugünkü savaş planlarının tarihi arka planıdır.

Amaç, Arz-ı Mev’ûd sınırlarını gerçekleştirmek ve Tanrı’yı “kıyamete zorlamak” bahanesiyle bölgeyi sonsuz bir savaşa mahkûm etmektir.

Bu tehdide karşı, sadece İran değil tüm İslam âlemi uyanmalı, İttihad-ı İslâm artık bir seçenek değil, zarurettir.

> “Bugün İran’a yapılanı seyredenler, yarın kendi topraklarında aynı ateşle imtihan edilirler. Kıyameti planlayanlar karşısında, dirilişin meşalesi ümmetin elinde olmalıdır.”

 

 




Ye’cuc-Me’cuc: Fitnenin İsrail Sureti

Ye’cuc-Me’cuc: Fitnenin İsrail Sureti

Kur’ân-ı Kerîm’de insanlığın iki büyük fesat dalgasıyla sınanacağı bildirilmiştir. Bu fitne merkezlerinden biri olarak tarif edilen Ye’cuc ve Me’cuc, sadece tarihî birer şahıs değil, zamanlar üstü birer zihniyet ve bozgunculuk simgesidir. Kehf Suresi’nde Zülkarneyn’in önüne set çektiği bu kavimler, nihayetinde kıyamete yakın zamanlarda tekrar zuhur edecek ve “her tepeden akın edeceklerdir.” (Kehf, 18:96-99)

Bu tarif; sınır tanımayan, ilkesiz, ilahi nizama düşman, bozgunculuk ve kan dökücülükle beslenen küresel bir zihniyete işaret eder. Aynı sûrede anlatılan, yeryüzünde fesat çıkaran bu gücün varlık sebebi, imtihanın şiddetini ve insanlığın ahlâkî mukavemetini ölçmektir.

İsrail: Modern Zamanların Ye’cuc-Me’cuc’u mu?

Kur’an’da İsrailoğulları’nın iki büyük fesat çıkaracağına dikkat çekilir:

> “Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: Siz mutlaka yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyük bir taşkınlıkla azgınlık göstereceksiniz.”
(İsrâ Suresi, 17:4)

İlk fitne, tarihsel süreçteki Kudüs’ün istilası, mabedin yıkılması ve sürgünlerle kendini göstermiştir. Ancak ikinci fitne, daha organize, daha ideolojik ve daha yıkıcıdır. Bu ikinci fitne; modern Siyonizm’in vücut bulmuş hali olan İsrail devletiyle birlikte en kesif hâlini almıştır.

Bugün İsrail, sadece Filistin’de değil; İran’da, Türkiye’de, Suriye’de, Lübnan’da, Afrika’da, hatta Avrupa’da bile istihbarat, medya, para ve dijital algı araçlarıyla yeni bir Ye’cuc-Me’cuc gibi her tepeden akın etmektedir. “Hürriyet” ve “demokrasi” adı altında ülkeleri içten çökertmekte, halkları birbirine kırdırmakta ve neticede kendine hizmet eden yapay rejimler kurmaktadır.

Meleklerin İtirazı ve İlahi Cevap

Hz. Âdem’in yaratılışı esnasında meleklerin “Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” (Bakara, 2:30) demesi, aslında insanlık tarihinde sürekli zuhur edecek bu tür bozgunculuklara bir işarettir. Bu soruya Allah Teâlâ’nın cevabı “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” olmuştur. Çünkü Âdem’in temsil ettiği hakikat, her daim fesada karşı hakkı savunacak bir direniş tohumu da taşır.

Bugün İsrail, sadece dışarıdan saldırmıyor. Türkiye özelinde içeriden devleti sızmalarla zayıflatıyor, paralel yapılarla milletin sinir uçlarını tahrik ediyor, medya ve finans manipülasyonlarıyla güven ve değer algısını yıkıyor. İran’daki operasyonun amacı sadece Tahran değil; asıl hedef, tarihsel ve stratejik omurga olan Türkiye’dir. İran, ön cephe; Türkiye, nihai hedef olarak görülmektedir.

Netanyahu’nun “İran halkı ayaklansın” çağrısı, tıpkı 15 Temmuz bildirilerindeki “Yurtta sulh, cihanda sulh” maskesiyle gizlenen işgal girişimini hatırlatmaktadır. Ne tesadüftür ki bu çağrı, yine bir “özgürlük” maskesiyle sunulmakta, fitne melekûtu meşru gösterilmeye çalışılmaktadır.

Küresel Virüs: Yayılmacı Fesat Zihniyeti

Bugün İsrail; ideolojik, dijital ve jeopolitik bir virüs gibi yayılıyor. 15 Temmuz Türkiye’de nasıl içeriden bir işgal denemesiyse, bugün İran’da yaşanan da aynı senaryonun farklı versiyonudur. Virüsün adı bellidir: Siyonist yayılmacılık ve Ye’cuc-Me’cuc karakterli bozgunculuk.

İslam ümmetinin buna karşı çaresi; yeniden İslâmî bilinç, vahdet, şuur ve ittihattır. Fesadın küreselleştiği bir çağda, direnişin de küreselleşmesi gerekir. “Ümmet” olmanın şuuruyla hareket etmeyen her devlet, tek tek düşürülecek ve içeriden parçalanacaktır.

Özet:

Ye’cuc-Me’cuc, zamanlar üstü bir bozgunculuk ve küresel fesat simgesidir.

Kur’an, Yahudilerin yeryüzünde iki kez büyük fesat çıkaracaklarını haber verir. Bugün İsrail devleti, bu ikinci fitnenin zirvesidir.

Netanyahu’nun İran halkına yaptığı ayaklanma çağrısı, 15 Temmuz’daki paralel işgal dilinin aynısıdır.

Hedef Türkiye’dir. İran sadece ön cephedir. Siyasi, ekonomik ve iç güvenlik olarak Türkiye de aynı tehdit altındadır.

İttihad-ı İslam, bu fitneye karşı yegâne kurtuluş reçetesidir.

Kur’anî bilinç, feraset, hakikat bilgisi ve ümmet şuuruyla bu virüs durdurulabilir.

 

 




İttihad-ı İslâm Olmadan Ye’cuc ve Me’cuc’un Fesadı Durmaz

İttihad-ı İslâm Olmadan Ye’cuc ve Me’cuc’un Fesadı Durmaz

Dünya, bir kez daha dehşet verici bir hakikatin önüne getirildi. Yıllar önce eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın ağzından dökülen bir cümle, bugün kanlı bir senaryonun habercisi gibi karşımızda duruyor: Kurdukları MOSSAD’ı bitirme biriminin başı meğerse MOSSAD ajanıymış… Bu itiraf, sadece İran’ın değil, tüm İslam dünyasının içine düştüğü acı bir durumu gözler önüne seriyor: Derin sızmalar, içerden yıkım ve küresel şeytanî akılların sinsice işleyen planları.

Tarihin en karanlık planlarını yürüten küresel düşmanlar, artık ittifak halindedir. ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail… Görünürde birbirinden bağımsız gibi dursalar da, hedefleri tektir: İslam coğrafyasını parçalamak, bölmek, içten çökertmek. Bugün İran’da yaşananlar, 15 Temmuz gecesi Türkiye’de sahnelenen senaryonun başka bir versiyonudur. İçerideki piyonlar, dışardaki istihbaratla yönlendirilir, halkın üzerine asker sürülür, istikrar yok edilir, kaos oluşturulur ve sonunda diz çöktürülmek istenir.

Bu tablo, Kur’ân’ın haber verdiği Ye’cûc ve Me’cûc fitnesinin çağdaş bir görünümüdür. Fizikî yıkımdan çok, akılları felce uğratan, milletleri korkutan, zihinleri kuşatan bir fitne… Tıpkı Kur’an’daki gibi, “dağları bile yerinden oynatacak”( İbrahim. 46) cinsten bir yayılma ve bozgunculuk. Bu bozguncuların en sinsi tarafı ise, düşman gibi değil; dost gibi yaklaşmaları, içeriden çökertmeleridir. Yani bu bir savaş değil sadece, aynı zamanda bir ihanet sürecidir.

Peki bu fitneye karşı ne yapılmalı?

İslâm dünyası dağınık, paramparça. Her biri kendi içinde hiziplerle, mezhep kavgalarıyla uğraşırken, düşman tek yürek olmuş durumda. Bu tabloyu tersine çevirecek olan yegâne reçete şudur:
İttihad-ı İslâm.

Said Nursî’nin de ifade ettiği gibi, üç büyük düşman var: Cehalet, zaruret ve ihtilaf. Bu üç düşmanın panzehiri ise: Marifet, sanat ve ittihad. Bugün bu reçete, her zamankinden daha acil bir ihtiyaçtır. Çünkü küresel şeytanî akıl, sadece maddî güce değil, medya, zihin, kültür ve hatta teoloji üzerinden bile saldırmaktadır. Artık İslam dünyası, yalnızca fizikî değil, fikrî ve ruhî bir ittifak kurmak zorundadır.

İttihad-ı İslâm demek; halkların birleşmesi, dillerin ortak olması değil; kalplerin birleşmesi, hedefin aynı olması demektir. Türkiye’siyle, İran’ıyla, Pakistan’ıyla, Mısır’ıyla… Tüm İslam coğrafyası, bir vücut gibi hareket etmek zorundadır. Aksi takdirde, her uzuv birer birer kesilecek, acısı sadece kesilene değil, tüm ümmete dokunacaktır.

Unutmayalım: Bugün Ahmedinejad’ın itirafı sadece İran’ı ilgilendirmiyor. Bu bir ümmet meselesidir. İsrail, yalnızca bir devleti hedef almıyor; onun hedefi ümmetin ta kendisidir.

Ve bu ümmetin tek kurtuluş yolu; İttihad-ı İslâm’dır.
Ye’cuc ve Me’cuc’a karşı duracak tek kale budur.

Özet:

Eski İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın MOSSAD’la ilgili itirafı, İslam dünyasının içine düştüğü dağınıklık ve içten yıkım tehlikesini yeniden gündeme taşıdı. ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi ülkeler, artık İslam coğrafyasına karşı ittifak halindedir. Bu durum, Kur’an’da haber verilen Ye’cûc ve Me’cûc fitnesinin çağdaş bir tezahürü olarak yorumlanabilir. Bu büyük fitneye karşı yegâne çare, İttihad-ı İslâm’dır. Fikrî, kalbî ve siyasî bir birliktelik sağlanmadan bu küresel fesat durdurulamaz.