Tevhid Kolaylıktır, Şirk İse İmkânsızlıktır

Tevhid Kolaylıktır, Şirk İse İmkânsızlıktır

“Bütün eşya bir tek zata verilse, bu kâinatın icadı ve tedbiri, bir ağaç kadar kolay ve bir ağacın halkı ve inşası, bir meyve kadar suhuletli ve bir baharın ibdaı ve idaresi, bir çiçek kadar âsân ve hadsiz efradı bulunan bir nev’in terbiyesi ve tedbiri, bir fert kadar müşkülatsız olur. Eğer şirk yolunda esbab ve tabiata verilse bir ferdin icadı, bir nevi belki neviler kadar ve bir çiçeğin hayattar ibdaı ve teçhizi bir bahar, belki baharlar kadar ve bir meyvenin inşa ve ihyası bir ağaç, belki yüz ağaç kadar ve bir ağacın icadı ve inşa ve ihya ve idare ve terbiye ve tedbiri kâinat kadar, belki daha ziyade müşkül olur.”
Şualar

İnsan aklı, bir meseleyi çözerken sadeleştirmeye çalışır. Karmaşıklıktan, dağınıklıktan kaçınır. Neden? Çünkü hakikat, fıtratla uyumludur. Gerçeklik basit değilse bile tutarlıdır. İşte bu hakikat, kâinatın işleyişinde de kendini gösterir: Birlik varsa kolaylık vardır, çokluk varsa karmaşa ve imkânsızlık doğar.

Bediüzzaman Hazretleri, bu derin gerçeği veciz bir şekilde şöyle ifade eder:

> “Bütün eşya bir tek zata verilse, bu kâinatın icadı bir ağaç kadar kolay olur. Eğer şirk yolunda sebeplere verilirse, bir ferdin yaratılması kâinat kadar zor olur.”

Birlik Hikmettir, Çokluk Abestir

Bir bahçede her çiçek farklı bir bahçıvana ait olsa; biri gülleri, biri laleleri, biri menekşeleri yapsa… Her sabah başka bir bahçıvan gelip çiçekleri düzenlemeye çalışsa, bahçede düzen mi kalır? Renkler uyumlu olur mu? Zamanında açar mı her çiçek?

Hayır. Çünkü çokluk karışıklık getirir. Her akıl bilir ki, uyumun olduğu yerde tek el vardır, tek irade vardır, tek idare vardır.

İşte bu nedenle:

Kâinatta milyarlarca yıldız birbirine çarpmadan dönüyorsa,

Bir çiçek açarken içindeki sistem gözle bile zor görülüyorsa,

Anne rahminde bir damla sudan insan meydana geliyorsa,

Bu ancak tek bir Zât’ın sonsuz kudretiyle mümkündür. Çünkü birlik kolaylıktır, çokluk ise imkânsızlık doğurur.

Şirk, İmkânsız Bir İhtimaldir

Düşünün:
Eğer her çiçeğin yaratılması ayrı bir ilaha ait olsa; bir tek çiçeğin içindeki yaprakları, renkleri, kokusu ve zamanlamasını farklı güçler belirlese, o zaman çiçek ne olurdu?

Bir meyvenin şekli ayrı, tadı ayrı, çekirdeği ayrı ilahlara verilse; ya tat bozulur, ya şekil tutmaz, ya da hiç oluşmaz.

Eğer bir insanın gözü, bir ilaha; kalbi başka bir ilaha; aklı ise başka birine ait olsa – bu insan ne görür, ne düşünür, ne de yaşar.

İşte şirk, bu kadar mantıksız ve imkânsız bir yolculuktur.

Tevhid: Kâinatın Gerçek Yüzüdür

Bir meyve, bir ağaçtan kolay çıkar.
Bir ağaç, tek bir bahçıvanla daha kolay büyür.
Bir şehir, tek bir belediyeyle daha düzenli yönetilir.
Bir devlet, tek bir hükûmetle daha iyi işler.

Aynı şekilde, bu kâinat da, tek bir Hâlık’ın (Yaratan’ın) eseridir.
Çünkü:

Bütün varlıklar birbirine bağlıdır.

Her şey birbiriyle konuşur, işbirliği yapar.

Güneşle yaprak, suyla toprak, rüzgârla polen, gözle ışık arasında muhteşem bir uyum vardır.

Bu uyum, tek bir ustanın mühendisliğiyle mümkündür.

Özet:

Bu makale, kâinatın kolaylıkla ve düzenle var edilmesinin yalnızca tevhid (bir tek Allah’a iman) ile mümkün olabileceğini anlatmaktadır. Her şeyin tek bir zat tarafından yapıldığına iman edildiğinde; yaratılış, idare ve hikmet kolay ve uyumlu olur. Ancak şirk, yani yaratmayı sebeplere ve çoklu güçlere vermek; bir çiçeği bile yaratmayı imkânsız hale getirir. Sonuç olarak, tevhid hem aklen hem de vicdanen en doğru ve en kolay yoldur; şirk ise hem mantıksız hem de imkânsızdır.

 

 




Cemalin Aynası: Tevhid ve Vahdet

Cemalin Aynası: Tevhid ve Vahdet

“Tevhid ve vahdette cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır. Evet, hadsiz cemal ve kemalât-ı İlahiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve hesapsız ihsanat ve beha-i Rahmanî ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedanî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyatın simalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür.”
Şualar

Kâinat, gözle görülen bir kitap; varlıklar, satır satır yazılmış harflerdir. Bu büyük kitabın her kelimesi, her noktası, bir hakikatin aynasıdır: Tevhid. Çünkü ancak birlik içindeki bir düzen, bu kadar mükemmel bir güzelliği gösterebilir.

Bediüzzaman Hazretleri der ki:

> “Tevhid ve vahdette cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır.”

Cemal Vardır Ama Görünmesi İçin Vahdet Gerekir

Bir tablo düşünün; içinde yüzlerce renk var ama dağınık… Sanat yok, şekil yok. Bu renkler ne kadar güzel olursa olsun, bir ressamın eliyle bütünleşmediği sürece, güzellik ortaya çıkmaz. Renkler vardır ama cemal görünmez.

Aynen öyle, kâinattaki güzelliklerin, rahmetin, sanatın, hikmetin, ihsanın ve kemalin görülebilmesi için hepsinin birleştirilmesi gerekir. İşte bu birleştirme ancak tevhid ile mümkündür.

Çünkü vahdet, yani birliğe dayalı varlık duygusu, İlahi güzelliğin tezahür etmesini sağlar. Vahdet olmazsa, cemal gizlenir. Yani Allah’ın sınırsız isim ve sıfatları, karışıklıkta görünmez olur.

Birliğin Güzellikteki Rolü

Gülün rengini, kokusunu, şeklini ve dikenini ayrı eller verseydi, ortaya güzel bir gül değil, karmaşık bir diken yığını çıkardı. Ama bütün bu unsurlar tek bir sanatkârın elinden çıkınca, ortaya gül gibi bir mucize çıkar.

İşte bu yüzden cemal, tevhidin aynasında görünür. Varlıklar bir bütün olarak Allah’a ait olunca, isimler de, sıfatlar da, güzellik de kendini gösterir. Rahmaniyet, Rezzakiyet, Hakîmiyet, Vedûdiyet gibi isimler birlik içinde cilvelenir.

Cüz’lerde Tecelli Eden Sonsuz Güzellik

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi:

> “Şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyatın simalarında temerküz eden cilve-i esmâda görünür.”

Yani, kâinat ağacının en küçük meyvesinde bile, Allah’ın bütün isimleri bir tecelli hâlinde görülür. Bu da ancak vahdetle mümkündür. Eğer her şey sebeplere dağıtılsa, her meyve birer tesadüfün işi sayılsa, o zaman Allah’ın güzellikleri görünmez olur.

Ama tevhid nazarıyla bakıldığında, en küçük zerrede bile azametli bir cemal, bir şefkat ve bir kudret parlar.

Özet:

Bu makale, İlahi güzelliklerin ve sonsuz cemalin sadece tevhid ve vahdet aynasında görünebileceğini anlatmaktadır. Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi, ancak her şeyin tek bir Zât’a ait olduğunun anlaşılmasıyla mümkündür. Birlik yoksa, İlahi güzellik gizlenir. Ama tevhid ile bakıldığında, en küçük varlıklarda bile muazzam bir sanat ve cemal parıldar. Tevhid, hem marifetin anahtarı hem de cemalin aynasıdır.

 




Birlik Goncası: Kâinatta Tevhid Nakışları

Birlik Goncası: Kâinatta Tevhid Nakışları

“Evet bu kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir. Belki enva-ı mahlukat sayısınca dallarına vahdetler, birlikler asılmış bir şecere-i tûba-i hilkattir.”
Şualar

İnsan gözüyle bakıldığında kâinat, yıldızlar, dağlar, denizler ve canlılar topluluğundan ibaret görünebilir. Ama kalbin gözüyle bakıldığında, bu muazzam âlem adeta bir birlikler buketidir. Her şeyde teklik, her varlıkta düzen, her harekette bir merkezden idare hissedilir. İşte bu büyük manzara, tevhidin ta kendisidir.

Bediüzzaman Hazretleri buyurur:

> “Evet bu kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir.”

Bu ifadeyle, kâinatın bir yönüyle gizli bir tevhid hakikatini taşıyan bir gül goncası gibi olduğu anlatılır. Nasıl ki bir gonca, iç içe geçmiş yapraklardan oluşur ve her yaprağı bir düzen ve uyum içinde açılır; aynen öyle de, kâinatta her bir varlık, o birlik hakikatini ayrı bir dille fısıldar.

Kâinat: Bir İnsan-ı Ekber

İkinci tasvir ise daha da dikkat çekicidir:

> “Belki esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir.”

Yani bu âlem, Allah’ın isimlerinin ve fiillerinin bir araya gelerek şekillendirdiği büyük bir insan-ı ekber gibidir. Varlıklar sanki bir vücudu meydana getiren uzuvlar gibi bir bütünü tamamlamaktadır. Güneş göz, rüzgâr nefes, dağlar kemik, nehirler damar olur; ruh ise tevhiddir.

Bu bakış açısı bize şunu söyler: Kâinatta her şey birbiriyle bağlantılıdır ve o bağlantının arkasında birliğin sırrı vardır.

Şecere-i Tûbâ: Vahdetin Ağacı

Son olarak Bediüzzaman kâinatı, dallarında sonsuz birlikler asılı bir şecere-i tûbâya (cennet ağacına) benzetir:

> “Belki enva-ı mahlukat sayısınca dallarına vahdetler, birlikler asılmış bir şecere-i tûba-i hilkattir.”

Her mahluk bir dal, her varlık bir meyve; ama hepsi aynı kökten, aynı özden beslenmektedir. Bu ağacın kökü ezelî ilim, dalı kudret, meyvesi hikmettir. Ve bu ağacın tamamı bize der ki: “Lâ ilâhe illâ Hû.”

İbret ve Mesaj

İnsanın gaflet nazarı, bu birlik ağacını parçalar; sebepler arasında boğulur. Ama tevhid nazarı, her şeyi yerli yerine oturtur. O zaman kâinat bir düşman değil, bir kardeş; bir karmaşa değil, bir ilahî senfoni olur.

Gönül gözüyle bakınca görürsün ki, her çiçek “Bir tek Yaratıcım var” der. Her damla “Ben sahibimi tanırım” diye fısıldar. İşte bu fısıltılar, birikerek kelime-i tevhidi haykıran bir azamete dönüşür.

Özet:

Bu makale, kâinatın tevhid hakikatine dayalı olarak nasıl bir gül goncası, bir insan-ı ekber ve bir vahdet ağacı gibi olduğunu izah etmektedir. Her varlık, kendi varlık diliyle Allah’ın birliğine şehadet etmektedir. Kâinatın tamamı, dağınık değil, düzenli ve bütünlüklüdür. Bu bütünlük ise ancak ve ancak tevhid nazarıyla kavranabilir. Tevhid, kâinat kitabının hem yazarı hem anlamı hem de ruhudur.

 




İnsanın Kemali: Tevhid ile Yükselmek, Şirk ile Düşmek

İnsanın Kemali: Tevhid ile Yükselmek, Şirk ile Düşmek

“Evet sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlukatın en nâzenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlık-ı âlem’in muhatabı ve dostu olabilir. Hattâ bütün kemalât-ı insaniye ve beşerin bütün ulvi maksatları tevhid ile bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücud bulur. Yoksa eğer vahdet olmazsa insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en bîçaresi ve zîşuurun en hüzünlüsü ve azaplısı ve gamlısı olur.”
Şualar

İnsan, zayıf bir varlık gibi görünse de, kâinat çapında bir kıymet taşıyabilir. Küçüklüğüne rağmen, sonsuz bir manayı temsil edebilir. Bunun sırrı, tevhidtedir. Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeği şu şekilde ifade eder:

> “Evet sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlûkat içinde büyük bir kemal sahibi…”

Yani insan, Allah’ın birliğine iman ve itikad ettiği ölçüde, yeryüzünün en değerli meyvesi, en anlamlı varlığı olur. Çünkü tevhid, insana hem istikamet verir, hem kıymet kazandırır, hem de onun mahiyetindeki sınırsız kabiliyetlerin mânâsını ortaya çıkarır.

Tevhid ile İnsan Ne Olur?

Tevhid sayesinde insan;

Kâinatın en kıymettar meyvesi olur: Her şeyin Allah’tan olduğunu bilmek, onu her şeyle irtibatlı bir şahit yapar.

En bahtiyar zîhayat olur: Çünkü eşyaya esir değil, Hâlık’a kuldur. Korkuları Allah’a dayanır, sevinçleri sonsuz rahmete bağlanır.

En mesut zîşuur olur: Zira onun saadeti geçici heveslerde değil, ebedî olanın sevgisindedir.

Hâlık’ın dostu ve muhatabı olur: Dua eder, hitap eder, cevap alır; bu ise mahlukat içinde sadece insana ait bir rütbedir.

Şirk ile İnsan Ne Olur?

Ancak tevhid yoksa, yani insan Allah’ın birliğini unutmuşsa;

Mahlukatın en bedbahtı olur: Çünkü hayatı başıboş, sonu karanlıktır.

En süflî varlık olur: Yücelere çıkması gerekirken hevâsına mahkûm olur.

En gamlı zîşuur olur: Çünkü sahip olduğu şuur, anlamını kaybetmiş bir azap kaynağına dönüşür.

Azaplı ve hüzünlü olur: Ölüm bir yok oluş, dünya bir cehennem gibi görünür. Kalbi, boşlukta döner durur.

Tevhid: İnsanın Anahtarı

Tevhid; bir inanç meselesi olmanın çok ötesindedir. O, insanın kim olduğunu, nereden geldiğini, nereye gittiğini, neye yaradığını bildiren bir anahtardır. O anahtar olmazsa, insan yalnız kalır. Ama o anahtarla, insan bütün mevcudatın mânâsını okur, Rahmân’ın azametini temaşa eder, hayatının her ânını anlamlandırır.

Bu sebeple insanın en büyük davası, en büyük mücadelesi tevhidi bulmak, anlamak ve yaşamak olmalıdır. Çünkü tevhid yoksa insan, içinde bulunduğu eşsiz cevherin farkına varmadan kaybolur gider.

Özet:

Bu makale, insanın kıymet ve kemalinin tevhid sırrıyla varlık bulduğunu ortaya koymaktadır. Tevhid, insana değer, anlam ve saadet kazandırırken; şirk, insanı bedbaht ve zelil bir hale getirir. Tevhid; insanın hakikî yolculuğunun rehberi, hakikatin pusulası ve saadetin anahtarıdır. İnsanın yaratılış maksadı, Hâlık’ını tanımak ve O’na iman etmektir. Bu iman da ancak tevhid ile tam olur.

 

 




Rüzgâr Eken Fırtına Biçer: Zulmün Hesap Günü

Rüzgâr Eken Fırtına Biçer: Zulmün Hesap Günü

Tarihin her devrinde zulüm tohumları ekenlerin, zamanı geldiğinde ektiklerini biçtiğine şahit olduk. Zulüm, sadece mazlumu yaralamaz; zalimin de felaketini hazırlar. Ve bugün bu hakikat, en çıplak haliyle gözler önüne seriliyor. ABD’nin bir asrı aşkın süredir dünya coğrafyalarına ektiği kan, acı ve gözyaşı, artık kendi toprağında bile yankılanan bir feryada dönüşmüş durumda.

Gazze’den sadece bir örnek: Un almaya giden bir baba, Abdelrahman Hasballah… Çocuklarına ekmek götürmek istiyordu, ama cenazesi döndü. Oğlu, babasının cansız bedeni başında “Babam bir şehit!” diye haykırarak gözyaşlarına boğuldu. Eline silah almamış, sadece bir çuval unun peşine düşmüştü. Ama ABD’nin desteklediği İsrail tarafından hedef alınarak can verdi. Bu manzara bir istisna değil; yüzlerce, binlerce örnekten sadece biri.

Bu sahneler, sıradan istatistikler değil; vicdanı olan herkesi sarsacak kadar yakıcı, insanlığın mahşer provası kadar derin olaylardır.

ABD, “İsrail karşıtı” olarak yaftaladığı her adımı düşmanlık sayıyor. BM çatısı altında barışı konuşmak isteyen ülkelere bile tehdit mektupları gönderiyor. Çünkü onun için barış, menfaatiyle çakıştığında suç sayılır. ABD’nin dış politikası artık bir ideolojiye değil, kör bir güç arzusuna dayanıyor. Oysa hakikat, gücün değil adaletin tarafında duranlarladır.

Truva Atları ve Satılmış Sessizlikler

Acı olan sadece dışarıdaki düşman değil; içimizdeki suskunluklar, kirli ittifaklar, çıkar uğruna satılmış insanlık… Mısır gibi bir ülke, halkı Filistin’e gözyaşı dökerken hükümeti işgalcinin çağrısıyla barış yürüyüşlerini engelliyor. Aktivistleri gözaltına alıyor, sınır dışı ediyor. Refah Kapısı’nın bir tarafında bombalar yağıyor, diğer tarafında ise “güvenlik” gerekçesiyle vicdanlar hapsediliyor.

Bu manzara bize şunu haykırıyor: Bazı devletler sınırları tel örgülerle değil, parayla örüyor. İsrail’le ticaret devam ederken, Gazze’ye destek susturuluyor. Oysa Yunus Emre ne güzel söyler:

> “Ne ekersen biçersin, döktüğünü içersin…”

Bugün dökülen kanlar, sadece mazlumların değil; insanlığın yüzüne çarpan bir tokattır. Sessiz kalanlar da bu tokattan nasibini alacaktır.

Zulmün Sonu: Firavun’un Akıbeti

Tarih boyunca kendini ilahlaştıran her güç, sonunda kendi karanlığında boğulmuştur. Firavun suda boğuldu, Nemrut ateşte. ABD de eğer bu zulüm politikalarından dönmezse, döktüğü kanın girdabında boğulacaktır. Zira:

> “Zulüm ile abad olanın, sonu berbat olur.”
“Allah, zalimlere mühlet verir; ama ihmal etmez.”

Unutulmasın ki, insanlık tarihi, gücü değil hakkı yüceltenlerin mirasıdır. Gerçek kazananlar, adaletin, merhametin ve vicdanın safında olanlardır.

Makale Özeti:

ABD’nin bir asırdır sürdürdüğü müdahaleci ve zalimane politikalar, artık hem mazlum coğrafyalarda hem de kendi kamuoyunda karşılık bulmaya başladı. Gazze’de un almak isteyen bir babanın öldürülmesi, ABD’nin desteklediği işgalin insanî bedelini gözler önüne serdi. Mısır gibi ülkelerde ise çıkar ilişkileri uğruna direniş susturuluyor. Tarih boyunca zalimlerin sonu hüsranla bitmiştir. ABD ve destekçileri de eğer bu politikalarında ısrar ederse, döktükleri kanın altında kalacaklardır. Zulüm, asla ebedî değildir; ama hak da asla yenilmez.

 

 




Güneşte Açılan Delik: Kozmik Bir İkaz mı?

Güneşte Açılan Delik: Kozmik Bir İkaz mı?

“Güneş’e ve onun parıltısına andolsun…”
(Şems Suresi, 91:1)

Son günlerde NASA’nın Güneş Dinamikleri Gözlemevi tarafından tesbit edilen çarpıcı bir gelişme dikkatleri gökyüzüne çevirdi. Güneş’in güney yarımküresinde devasa bir koronal delik oluştu. Aşırı morötesi ışınlarla görüntülenen bu “bıyık şeklindeki” delik, yüksek hızlı güneş rüzgarlarını doğrudan Dünya’ya doğru yönlendiriyor. Bu olay, bilim insanlarının ilgisini çekerken; Kur’ân’ın nuruyla bakan mü’min gönüller için ise çok daha derin anlamlar taşıyor.

Güneş ve İlâhî Kudretin Delili

Kur’ân-ı Kerîm, Güneş’i sadece bir ışık ve enerji kaynağı olarak değil; aynı zamanda Allah’ın kudretini, hikmetini ve düzenini gösteren bir ayet olarak sunar.
“Güneş, kendisi için belirlenmiş bir yere doğru akar…” (Yâsîn, 36:38)
Bu ayet, Güneş’in başıboş olmadığını, belli bir plan ve yörünge içinde hareket ettiğini bildirir. Güneş gibi devasa bir yıldızın bile “belirlenmiş” bir hareket çizgisi varsa; bu, her şeyin ilâhî bir kontrol altında olduğunun açık bir delilidir.

Güneşin Dürülmesi ve Kıyamet Sinyalleri

Kur’ân’da Güneş’in bir gün faaliyetinin son bulacağından söz edilir:
“Güneş dürüldüğü zaman…” (Tekvîr, 81:1)
“Güneş ve Ay bir araya getirildiğinde…” (Kıyâme, 75:9)
Bugün yaşanan astronomik gelişmeler, kıyametin zamanını bildirmese de belki hatırlatır. Ancak Kur’ân’ın işaret ettiği üzere, Güneş ve Ay’daki olağandışı haller, insanlığı ilâhî azameti tefekkür etmeye ve kulluk sorumluluğunu hatırlamaya sevk etmelidir. Güneş gibi bir yıldızda oluşan bir delik bile, büyük bir dengenin bir anda bozulabileceğini gösterir. Bu da insan aklına şu soruyu fısıldar: “Her şey bu kadar hassas bir düzende işlerken, insan sorumsuzca yaşayabilir mi?”

Koronal Delik: İlâhî Kudretin Perde Arkası

Bilimsel olarak koronal delik, Güneş’in manyetik alanındaki açıklıklar nedeniyle plazmanın daha kolay ve hızlı dışarı çıkabildiği bölgeler olarak bilinir. Bu deliklerden yayılan güneş rüzgârları, Dünya’da jeomanyetik fırtınalara, iletişim kesintilerine ve kutup ışıklarına yol açabilir. Ancak mü’min bir bakış açısıyla mesele yalnız teknik olarak değil, hikmetle değerlendirilmelidir.

Bu olay bize gösteriyor ki, Güneş zannettiğimiz gibi “bitmez-tükenmez” bir enerji kaynağı değil; her an Allah’ın kudret ve iradesiyle ayakta duran bir memurdur. Bir delik açılmasıyla Dünya’daki elektronik düzen etkilenebiliyorsa, bu ne büyük bir bağlılık ve kırılganlıktır! O halde insan, kendi aczini görmeli ve Rabbinin azametine teslimiyetle yönelmelidir.

Güneş: Hem Rahmet, Hem İkaz Vesilesi

Güneş, Dünya’ya hayat veriyor; ısı, ışık, zaman ve yön sağlıyor. Ama aynı Güneş, kontrolsüz bir patlamayla veya düzenindeki küçük bir sapmayla dünyayı kasıp kavurabilir. Kur’ân’daki şu ifade, bu yönüyle çok manidardır:
“Güneş ve Ay bir hesap iledir.” (Rahmân, 55:5)

İşte bu hesap, insana daima şunu hatırlatır: Hayat da bir hesaptır. Gün de, ömür de, Güneş de belirlenmiş bir hesapla akıyor. Allah’ın yarattığı bu kozmik denge bir gün son bulacak. Güneş’in bir delikle bizi ikaz etmesi, aslında her gün batan Güneş’in zaten her gün konuşmakta olduğunun farkına varmaktır:

> “Ey insan! Sana hizmet eden bu yıldız, bir gün görevini bırakacak. Ya sen, kulluk görevine devam ediyor musun?”

Özet:

NASA, Güneş’in güney yarımküresinde “koronal delik” tespit etti. Bu olay, Dünya’yı etkileyebilecek yüksek hızlı güneş rüzgarlarına sebep olabilir.

Kur’an’da Güneş; Allah’ın kudretini gösteren ayetlerden biri olarak sunulur (Şems, Yasin, Tekvir, Kıyame).

Güneşin düzeni bozulursa, bu Dünya’daki yaşamı derinden etkileyebilir. Bu, ilâhî düzene olan bağımlılığımızı ve aczimizi gösterir.

Güneş’teki bu olay, kıyametin habercisi değilse de, Allah’ın kudretini ve insanın sorumluluğunu hatırlatan bir ikaz olarak değerlendirilmelidir.

Her gün doğan ve batan Güneş, konuşan bir ayettir: “Ben vazifemi yapıyorum, sen de yapıyor musun?”

**********

Kur’ân-ı Kerîm’de “Şems” (Güneş) ile ilgili birçok ayet yer almaktadır. Güneş; Allah’ın kudretini, düzenini, nimetlerini ve hikmetini gösteren bir varlık olarak zikredilir. Onunla ilgili bazı ayetler:

🌞 1. Güneşin Allah’a Boyun Eğdirilmesi

Allah, güneşi insanların hizmetine vermiştir.

Nahl Suresi, 16:12

> “Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı da sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmiştir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir topluluk için ibretler vardır.”

İbrahim Suresi, 14:33

> “Güneş’i ve Ay’ı sizin için sürekli (dönüp durur şekilde) hizmetinize verdi. Geceyi ve gündüzü de sizin hizmetinize verdi.”

🌀 2. Güneş ve Ay Allah’ın Kudret Delillerindendir

Yaratılışın düzenine örnek olarak gösterilir.

Yâsîn Suresi, 36:38-40

> “Güneş, kendisi için belirlenmiş bir yere doğru akar. Bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir. Ay’a da menziller takdir ettik; nihayet o, hurma salkımının kuru dalı gibi döner. Ne Güneş Ay’a yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.”

🔄 3. Güneşin Doğması ve Batması

Zamanın akışına işaret eder.

Kehf Suresi, 18:17 (Ashab-ı Kehf ile ilgili olarak)

> “Güneş doğduğunda onların mağaralarının sağ tarafından geçer, batarken de sol yanlarından uğrardı. Onlar ise mağaranın geniş bir yerindeydiler. Bu, Allah’ın ayetlerindendir…”

🌒 4. Güneş ve Ay Hesap İçindir

Varlıkların düzeni ve hesap günüyle ilgili mesaj taşır.

Rahman Suresi, 55:5

> “Güneş ve Ay bir hesap iledir.”

🌍 5. Güneşin ve Ay’ın Secdesi

Tüm kâinatın Allah’a boyun eğdiği anlamında mecazî bir ifade.

Hac Suresi, 22:18

> “Görmez misin ki göklerde ve yerde kim varsa, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde eder…”

🌑 6. Güneşin Karartılması (Kıyamet Sahnesi)

Ahirete dair dehşetli manzaralardan biri olarak.

Tekvir Suresi, 81:1

> “Güneş dürüldüğü zaman…”

Kıyamet Suresi, 75:9

> “Güneş ve Ay bir araya getirildiğinde…”

🕋 7. Hz. İbrahim’in Güneşi İlâh Kabul Etmemesi

Putperestliğe karşı delil olarak kullanılmıştır.

En’âm Suresi, 6:77

> “Ay’ı doğarken görünce, ‘Bu Rabbimdir’ dedi. Fakat o da batınca, ‘Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette sapıtanlardan olurum’ dedi. Güneşi doğarken görünce, ‘İşte bu Rabbim, bu daha büyük’ dedi. Fakat o da batınca dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.’”

📜 Şems Suresi: Adı Bizzat Güneş Olan Sure

Şems Suresi, 91:1-2

> “Güneş’e ve onun parıltısına andolsun. Onu izlediğinde Ay’a andolsun…”

 




Yelken Açmadan Önce: Hazırlık Odası Olarak Dünya

Yelken Açmadan Önce: Hazırlık Odası Olarak Dünya

İnsan, gözlerini bu dünyaya açtığında aslında bir geminin inşa süreci başlamış olur. Her bir insan, farklı zaman ve mekânlarda, ama aynı büyük sefere hazırlık amacıyla gönderilir. O sefer, dünya hayatının dar limanından çıkıp sonsuzluk okyanusuna doğru yapılan yolculuktur.

Sınıf: Zihnin Eğitildiği Dar Liman

Bir çocuk, ilk adımlarını okul denilen yerde atar. Küçük bir masa, dört duvar ve önünde bir tahta. On iki yıl, on yedi yıl; hatta daha fazlası, tek bir amaç için: hayata hazırlanmak. Kimisi doktor, kimisi öğretmen, kimisi mühendis olur. Ama aslında bu yıllar sadece görünür meslekler için değil, aynı zamanda görünmeyen bir hayat gemisinin manevra kabiliyetini artırmak içindir.

Diploma alınır, tören yapılır, alkışlar duyulur… Ama esas hayat kapısı işte ondan sonra aralanır.

Kışla: Ruhun Disipline Edildiği Alan

Asker ocağına giren bir genç, adım adım sabrı, itaati, düzeni öğrenir. Gece nöbeti, sabah talimi, emir-komuta zinciri… Tüm bu düzen, onu bir gün gerçekten zorlu bir görevle karşılaştığında yılmaması için vardır. Kışla, sadece bir eğitim yeri değil; hayatın beklenmedik dalgalarına karşı sağlam bir irade binasıdır.

Medrese-i Yusufiye: Zorunluluk İçinde Hikmeti Aramak

Bazı insanlar için hayat, bir mahkeme kararıyla dört duvar arasına alınır. Fakat orada da bir eğitim başlar. Eğer niyet doğruysa, hapishane bir okul olur, bir dönüşüm alanı. Yusuf Aleyhisselâm gibi… Zindanı, bir eğitim merkezine çevirdi. Hakikati öğrendi, tebliğ etti ve özgürlüğe hazırlandı.

Evlilik ve İş: Hayatın Limanını Kurmak

İnsan evlenir, bir aile kurar. İş kurar, bir düzen kurar. Bütün bu adımlar bir limanın inşası gibidir. Gemisini sağlam demirlerle bağlayabileceği, fırtınalarda sığınabileceği bir liman… Çünkü bu düzen, onu sadece dünyaya değil, ahirete de hazırlayan bir laboratuvardır.

Ve Asıl Yolculuk: Sonsuzluğa Yelken

Her sınıf, her kışla, her mahkûmiyet, her aile ve iş düzeni; hepsi, insanı bir noktaya taşır: Hayat gemisinin büyük okyanusa açılacağı ana. Çünkü bu dünya, esas yurdun bir öncesidir. Sonsuzluğun hemen kıyısında kurulmuş bir hazırlık kampıdır.

Ortalama 70 yıl… Kimine uzun gelen, kimine bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen bu ömür, ebedî hayatın haritasını çizer. Bu hayatta yapılan her tercih, ahiret yolculuğunda karşımıza bir rota, bir rüzgâr ya da bir fırtına olarak çıkar.

Sonuç: Her Hazırlık, Ebedî Bir Liman İçin

Dünya hayatı, bir okul gibi; ama sonunda mezuniyet diplomamız ya Cennet ya da –Allah korusun– Cehennem olur. Bir kışla gibi; sonunda bir göreve çağrılırız. Bir zindan gibi; ama çıkışta bir yücelik bizi bekler. Bir liman gibi; ama esas yolculuk yeni başlar.

Hazırlıklarımız ne kadar sağlam, niyetlerimiz ne kadar halis ve düzenimiz ne kadar hikmetli olursa, o büyük yolculukta o kadar emniyette oluruz.

Özet:

Bu makale, insanın dünya hayatında çeşitli “hazırlık durakları”ndan geçtiğini (okul, askerlik, hapishane, evlilik, iş) ve bunların hepsinin ahiret yolculuğuna birer hazırlık olduğunu anlatır. Ortalama 70 yıllık bir hayatın, ebedî hayatın kaderini belirlediğini vurgular. İnsan bu dünyada aslında sonsuzluk için hazırlanmakta, bu dünya ise geçici bir liman, bir eğitim sahasıdır. Her adım, ebedî hayatın huzur veya azap limanına yaklaşmak içindir.

 




Kâinatla Kendini Tanıtan, Elbette Kendi Sözleriyle Konuşur

Kâinatla Kendini Tanıtan, Elbette Kendi Sözleriyle Konuşur

“Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.”
Şualar

İnsan bu âleme, bir muhatap olarak gönderildi. Görmesi için göz, duyması için kulak, anlaması için akıl ve sevmesi için kalp verildi. Peki, bu kadar donanımla karşısında bulduğu şey neydi? Bir kitap gibi yazılmış bir kâinat.

Bu kitapta güneş bir satır, ağaç bir kelime, bir çiçek bir nokta gibidir. Her şey bir düzen, bir sanat, bir hikmet ve rahmet ile yaratılmıştır. Bu sanatlı yaratılış, kime işaret eder? Elbette ki onu yapan, düzenleyen, yaşatan ve yöneten bir Zât’a: Hâlık-ı Kâinat’a.

Ve Bediüzzaman der ki:

> “Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.”

Bu söz, bir zorunluluğu, bir hikmeti, bir zarureti ifade eder. Gelin birlikte bu zarureti tefekkür edelim:

  1. Kâinat Bir Kitapsa, Kur’ân O Kitabın Tercümesidir

Kâinat kitabını okurken akıl bazen duraksar, şaşırır, karışır. Güneşin doğuşu onu hayrete düşürür ama amacı nedir, nasıl yorumlanmalıdır? İşte burada, kâinatın Yaratıcısı, kendi kelamıyla devreye girer: Kur’ân.
Kur’ân, “Bu gördüğünüz âlemi ben yaptım. Sebepsiz değil, gelişigüzel değil. Her biri benim ismimi, sıfatımı anlatıyor” der.

Kâinatın dili mecazdır; Kur’ân onun mealidir. Kâinatın yaratılışı Allah’ın kudretinden haber verir; Kur’ân ise onun kelâm sıfatından. İkisi birleşince insan hem kalbiyle sever, hem aklıyla inanır.

  1. Kendini Tanıtmak İsteyen, Bizzat Konuşur

Bir ressam resmini sergileyip ortadan kaybolsa, insanlar yalnızca eserden ressamı tahmin eder. Ama ressam gelse ve dese ki: “Bu tabloyu ben yaptım, bu renkteki derinlik benim şu duygumu yansıtır”, işte o zaman resim anlam kazanır.

Aynen öyle, Allah da kendisini yalnız kâinatla tanıtmadı. Çünkü sadece eseriyle tanınmak, eksik bir tanınmadır. Zatına, sıfatlarına, isimlerine dair bilgiyi en doğru şekilde yalnız kendi verebilir. Bunun için Kur’ân’ı gönderdi, peygamberleri konuşturdu.

  1. Kur’ân: Sanatkârın Kendi Dilinden Bir Tanıtım

Kur’ân, Allah’ın kendisini tanıttığı beyanıdır. Ve her beyanın değeri, sahibine göre olur. Kur’ân’da Rabbimiz sadece “Ben varım” demez; “Benim nasıl bir Zât olduğumu da bilin” der:

Rahmânım, Rezzâkım, Ğafûrum, Alîmim, Hakîmim…

“Her şeyi hikmetle yarattım.”

“Hiçbir şeyi abes yapmadım.”

“İnsanı en güzel surette yarattım.”

“Ve sizi huzuruma alacağım, hesaba çekeceğim.”

Bu ifadeler, yaratıcının sanatkârlığını değil, şahsiyetini ve maksatlarını da öğretir. Yani Kur’ân, sadece emir ve yasak değil; tanıtım, rehberlik ve yönlendirmedir.

  1. Kur’ân Olmasaydı, Kâinat Anlaşılmazdı

Sadece gözle bakan, çiçeğin estetik güzelliğini görür. Ama Kur’ân’la bakan, onun Rahmân isminin tecellisi olduğunu görür. Sadece akılla bakan, yıldızların hareketine hayran kalır. Kur’ân’la bakan ise onun Alîm ve Kadîr olan bir Zât tarafından idare edildiğini bilir.

Yani Kur’ân olmasa, insan kâinatı maddeden ibaret zannederdi. Ama Kur’ân, o maddenin ötesini, gayesini ve sahibini gösterdi.

Özet:

Allah, kendini tanıttırmak için baştan başa harikalarla dolu bir kâinat yaratmıştır. Bu sanatlı yaratılış, onu tanımayı zorunlu kılar. Ancak bu tanıma, en doğru şekilde, sanatkârın kendi kelamıyla olur. Kur’ân, bu anlamda kâinat kitabının tercümesi ve Allah’ın bizzat tanıtımıdır. Kâinatla gösterdiğini, Kur’ân’la konuşturmuştur. Böylece insan aklı ve kalbiyle onu hem tanır, hem sever, hem kulluk eder.

 

 




Varlıkların Sessiz Şehadeti: Kâinatın Diliyle Allah’ı Tanımak

Varlıkların Sessiz Şehadeti: Kâinatın Diliyle Allah’ı Tanımak

“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki: Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahir, şecer, nebat, hayvan; efradıyla, eczasıyla, zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalplerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracat ile, yüzer icma ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat’iyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine şehadet edip, ihbar ediyorlar. Mu’cizat ve keramat ve yakînî bürhanlarıyla haberlerini ispat ediyorlar.”
Şualar

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu derin tefekkür dolu cümlesi, bütün kâinatın, en küçük zerreden en büyük semavî varlıklara, velilerden peygamberlere kadar her şeyin Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet ettiğini beyan eden müstesna bir hakikati ifade etmektedir.

İnsan bazen inkâr eder, bazen gaflete düşer, bazen de Rabbini görmüyormuş gibi davranır. Oysa o nereye baksa, kime sorsa, neyi incelese; ister taş, ister yıldız, ister bir kalp, ister bir hayvan… her biri ona aynı şeyi söyler:
“Biz Allah’ın sanatıyız! O var, birdir, ezelîdir, ebedîdir.”

Bediüzzaman bu hakikati veciz bir ifadeyle şöyle dile getirir:

> “Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahir, şecer, nebat, hayvan; efradıyla, eczasıyla, zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ediyorlar…”

Bu cümleyle beraber hakikatin üç büyük şahidi ortaya çıkıyor:

  1. Kâinatın Zikri: Zerreden Yıldızlara Şehadet

Bütün varlıklar, ne olduklarını bilmiyor olabilirler ama ne için yaratıldıklarını bilir gibi davranırlar. Güneş doğar, ağaç meyve verir, arı bal yapar, bulut yağmur indirir. Sanki hepsi “Benim sahibim var” dercesine hareket eder. Onlar konuşmaz ama fiilleriyle bağırırlar:
“Biz tesadüfen değil, ilimle, kudretle yaratıldık!”

Bu sessiz şehadet, semâvâtın enginliğinde de, toprağın koynunda yeşeren küçücük bir çiçekte de aynıdır. Atomdan galaksiye kadar her varlık, bir delildir. Zira eseri görüp müessiri inkâr etmek, akla hakarettir.

  1. İnsanlığın Kalbinden Gelen Şehadet

Kâinatın özü hayattır, hayatın özü insandır, insanın özü ise kalbidir. İşte o kalpte yerleşen bir iman nuru vardır ki bütün kâinatı aydınlatır. Ve o nurla insanlar Rabbini bulur. Onların en saf, en temiz, en doğru olanları ise peygamberler, veliler ve ariflerdir.
Bu zatların her biri, Allah’ın varlığına dair mucizelerle, keşiflerle, kerametlerle, ilhamlarla haber verirler. Onların bu haberleri, binlerce kişinin tasdik ettiği icma ve tevatür kuvvetindedir.

Hz. Peygamber (sav) başta olmak üzere, veliler, ârifler ve asfiyalar, hem kalpleriyle hem akıllarıyla Allah’ın varlığını ilan etmişlerdir. Bu da tek bir kişinin şahidinden değil, bütün insanlığın seçilmiş özetlerinin şahadetinden doğan sarsılmaz bir delildir.

  1. Kur’an ve Peygamberin Talimi: Gözlere Gözlük, Kalplere Nur

Bu şehadetleri görmek, anlamak, kalple kavramak kolay bir şey değildir. Gözün göze ihtiyacı olduğu gibi, aklın da bir rehbere ihtiyacı vardır. İşte bu noktada Kur’an-ı Hakîm ve Resûl-i Ekrem (sav) devreye girer.
Onların talimiyle, eğitiminden geçen kalpler artık her şeyi Allah’ın delili olarak görmeye başlar. Çünkü o göz artık nurla bakmaktadır.

Kur’an bir gözlük gibidir; eşyanın hakikatini gösterir. Resûlullah bir öğretmen gibidir; nasıl bakılması gerektiğini öğretir. Onların gösterdiği yolda yürüyen, artık taşın susuşunda da, kuşun uçuşunda da Allah’ı görür.

Özet:

Kâinatın bütün zerreleri, Allah’ın varlığına ve birliğine sessizce ama kesin bir şekilde şehadet eder. Bu şehadeti, Resûlullah’ın talimi ve Kur’an’ın dersiyle anlayan insan; peygamberlerin, velilerin, âriflerin kalp ve akıl yoluyla Allah’a nasıl ulaştığını fark eder. Böylece kâinat kitabı okunur, kalp onu tasdik eder, akıl ise teslim olur.

 

 




Sessiz Şahitler de Dirilecek: Hayvanların Âhiretteki Akıbeti Üzerine

Sessiz Şahitler de Dirilecek: Hayvanların Âhiretteki Akıbeti Üzerine

“Hayvanların ruhları bâki kalacağı ve Hüdhüd-ü Süleymanî (as) ve Neml’i; ve Naka-i Salih (as) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu hem cesediyle bâki âleme gideceği ve her bir nev’in ara sıra istimal için bir tek cesedi bulunacağı rivayat-ı sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ediyorlar.”
Şualar

İnsan, akıl ve irade ile donatılmış bir varlık olarak âhirete iman eder ve hesap gününe hazırlanır. Peki ya hayvanlar? Onlar da Allah’ın mahlûku değil midir? Onlar da bir hikmetle yaratılmadılar mı? İşte bu sorular, insanı derin tefekküre götürür. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda kapıyı aralayan şu ifadeyi kullanır:

> “Hayvanların ruhları bâki kalacağı ve Hüdhüd-ü Süleymanî (as) ve Neml’i; ve Naka-i Salih (as) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu hem cesediyle bâki âleme gideceği… hikmet ve hakikat hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ediyorlar.”

Bu ifade, hayvanların mahiyeti ve ahiretteki yeri hakkında hem Kur’an’a hem de sünnete dayanan sahih rivayetleri işaret eder. Gelin birlikte bu derin hakikate eğilelim:

  1. Hayvanlar da İlâhî Kudretin Tecellîsidir

Her bir hayvan, Allah’ın bir isminin tecellîsidir. Kimisi Rezzâk ismini, kimisi Halîk ismini, kimisi Musavvir ve Mukaddir isimlerini gösterir. Bu yönüyle her biri bir sanat eseridir. Dolayısıyla hakikatsiz, maksatsız yaratılmamışlardır. Mademki bu kadar kıymetli vazifeleri var, onların da bir karşılığı olmalıdır. İşte bu karşılık, bâkî âlemde vücut bulacaktır.

  1. Bâki Kalacak Ruhlar ve Misalî Cesetler

Her hayvan bu dünyada kendi türü adına bir vazife yapar. Bu vazifenin, âhirette karşılıksız kalması hikmetle bağdaşmaz. Bediüzzaman’ın beyanıyla bazı özel hayvanlar —örneğin Hz. Salih’in devesi veya Ashab-ı Kehf’in köpeği— hem ruh hem ceset olarak bâkî âleme geçecektir. Diğer hayvanlar ise ya ruhlarıyla ya da temsilî birer cesetle orada bulunacaklardır.

  1. Hayvanlar Şahitlik Edecek

Kıyamet gününde, zulme uğrayan koyunun boynuzsuz olanı, kendisini vuran boynuzlu koyundan hakkını alacaktır. Bu sahih hadisten anlaşılıyor ki, hayvanlar da adaletin tecellisine şahit olacaklardır. Onların mazlumiyetleri zayi edilmeyecek. Her canlının, kendi cinsine göre bir muhakemesi olacaktır. Böylece adaletin tam tecellisi sağlanacaktır.

  1. Bediüzzaman’ın Vurguladığı “Rahmet ve Rububiyet”

Allah’ın rahmeti, sadece insana mahsus değildir. O, bütün varlıkları kuşatmıştır. Rububiyeti yani terbiyesi de yalnızca insan üzerinde değil, bütün mahlûkat üzerindedir. O halde, hayvanların da yaratılış gayesi ile çektikleri zahmetlerin karşılıksız kalmayacağı; bir nevi karşılıklarının bâkî âlemde verileceği, rahmetin ve rububiyetin bir gereğidir.

Özet:

Hayvanlar da Allah’ın rahmetiyle yaratılmış, vazifeli varlıklardır. Bazı özel hayvanlar hem ruh hem cesetle bâkî âleme geçecek; diğerleri ise ruhlarıyla devam edecektir. Hikmet, adalet, rahmet ve rububiyet; onların da ebedî bir karşılığı olmasını gerektirir. Ahirette onlar da birer şahit ve hak sahibi olarak diriltilecektir.

 




Bâkî’ye Âşık Olanın Kendisinin de Bâkî Olması Gerekir

Bâkî’ye Âşık Olanın Kendisinin de Bâkî Olması Gerekir

“Evet, ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru, bâki olmak lâzım gelir.”
Şualar

İnsanoğlu, yaratılış itibariyle ebediyeti arzulayan bir varlıktır. Geçici olanla tatmin olmaz, kalıcı olanın peşine düşer. Fakat bu ebediyet arzusu, eğer doğru yöne yönlendirilmezse, insanı sonsuzluğu dünyada aramaya götürür ki bu, karanlık bir hayaldir. Gerçek ebediyet, ancak Bâkî olan Allah’a dost olmakla mümkündür.

Bediüzzaman’ın şu cümlesi, bu hakikatin özüdür:

> “Evet, ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkî’nin âyine-i zîşuuru, bâki olmak lâzım gelir.”

Bu ifadede iki büyük hakikat gizlidir:

  1. Ebedî’nin Dostu da Ebedî Olmalıdır

Ebedî olan yalnızca Allah’tır. O’nun dostluğu da ebedîdir. Kim Allah’a dost olursa, fâniliğin gölgesinden sıyrılır, ebediyete adım atar. O dostluk bir keyfiyet değil, bir hakikattir. Tıpkı karanlıktan çıkıp ışığa yürümek gibi. Çünkü Allah, Bâkî’dir. O’na yönelen, O’nda fani olur, O’nunla ebedi olur.

Dünya dostlukları fânidir. Menfaatle başlar, sıkıntıyla biter. Ama Allah’a dost olmak, insanı zamanın yıpratıcılığından kurtarır, kalbe istikamet verir. Çünkü bu dostlukta vefa sonsuzdur, sadakat ezelîdir.

  1. Bâkî’nin Aynası Olan İnsan da Bâki Kalmalıdır

İnsan, Allah’ın isimlerine ayna olan bir varlıktır. Özellikle şuur sahibi olması, onu diğer tüm mahlûkattan ayırır. O hâlde bu ayna kırılmamalı, kararmamalıdır. Zira Allah’ın esmâsına mazhar olan bir varlık, bâkî olan bir gayeye hizmet etmekle, kendi varlığını da anlamlandırır.

Eğer insan bu misyonunu unutup dünyaya ve fânî lezzetlere dalarsa, o zaman kendisine verilen en büyük kıymeti inkâr etmiş olur. Bâkî’ye değil, fânîye yönelen bir bakış; sonunda yokluğa çarpar. Ama insan, kendini Bâkî’ye yöneltirse, o zaman kendi nefsine bile şahitlik edecek bir değer kazanır.

Bu dünyada kalıcı bir iz bırakmak isteyen insanın yolu, ebedî olanla dost olmak ve ona aynalık yapmaktan geçer. Çünkü fânî olan hiçbir şey, insana sonsuzluk hissi veremez.

> Fânî olan, fânîyi sevdiğiyle yok olur.
Bâkî olanı seven ise sevdiğiyle bâkî kalır.

Özet:

İnsan, ebediyet arzusunu sadece Allah’a dost olarak gerçekleştirebilir. Bâkî olan Allah’a ayna olan insan, ancak bu dostlukla bâkîleşir. Fânî dünya dostlukları gelip geçicidir. Gerçek kalıcılık, Allah’a yönelmekle ve O’nun esmâsına ayna olmakla mümkündür. Bu dostluk, insanı fânilikten ebedî kurtuluşa taşır.

 

 




Toprağın Altında Karanlık Değil, Nurlu Bir Başlangıç Var

Toprağın Altında Karanlık Değil, Nurlu Bir Başlangıç Var

“Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yer altı dahi adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ

dedim.”
Şualar

Kabir… İnsanlığın gözünde bir ayrılık, bir son, bir karanlık olarak görünür. Toprağın altında ne olduğunu göremeyen akıl, çoğu zaman orayı yoklukla, hiçlikle, boşlukla eş tutar. Hâlbuki şuur-u imanî yani imanla bakan bir şuur ve kullukla bağlı bir kalp için kabir, sadece bir menzil değişikliğidir.

Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:

> “Şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını… ilmelyakîn ile bildim.”

Yani imanla bakan biri için toprak bir perde değil, bir menfezdir. Dünya hayatının dar koridorlarından sonra, ebedî âleme açılan bir kapıdır. İman gözüyle bakıldığında, toprak karanlık değil, nurla dolu bir rahmet örtüsü gibidir.

Kabir, imanla bakan bir ruh için korkulacak bir boşluk değil, vuslatın eşiğidir. Sevgililer sevgilisine, Rabbe doğru yolculuğun başladığı mukaddes bir geçittir. Eğer bir insanın kalbinde Allah’a iman ve ibadet bağı varsa, ölüm onun için bir yokluk değil; sonsuz bir nurun başlangıcı olur.

İnsan, dünya hayatı boyunca toprakla yoğrulur, ama imanı sayesinde topraktan ayrılır. Çünkü şuur-u imanî, bakışı değiştirir. Ubudiyet yani kulluk, insana bakış açısı kazandırır. Kullukla Allah’a bağlanan bir kalp için kabir, bir zindan değil, rahmetin kucağıdır. Orası cehennem çukuru değil, cennet bahçesinin girişidir.

> “Kabir kapısıyla girilen yer altı dahi adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim.”

Bilmek… Hem de ilmelyakîn, yani kesin ilimle, delille, gözle görülmüş gibi güçlü bir kanaatle. Bu imanla bakıldığında ölüm, insanı korkutmaz. Kabir, ürkütücü bir sessizlik değil; Allah’a ulaşmanın bir eşiğidir. İşte bu yüzden, her türlü sıkıntı ve karanlığa karşı gönül şunu haykırabilir:

> حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!”

Çünkü mü’min bilir ki, toprak altında Allah’ın koruması vardır. Ölümde bile O’nun rahmeti tecelli eder. Dünya zindan olsa da, iman sahibi için kabir cennet bahçesidir. Toprak altı, sadece cismin döndüğü yerdir; ruh içinse sonsuzluk ufkudur.

Bu hâl, yalnızca bilgiyle değil, imanla kazanılır. Kişi, kulluğunu derinleştirerek ve Allah’a olan bağını kuvvetlendirerek bu basireti elde eder. O zaman toprak perdesi aralanır, gerisi nurlanır.

Özet:

İman ve kulluk şuuruyla bakıldığında, kabir karanlık değil, nur dolu bir geçittir. Toprak perdesi, bir ayrılık değil, rahmetin örtüsüdür. Kabir, imanlı bir insan için yokluk değil, ebediyetin başlangıcıdır. Bu anlayışla mümin, tüm varlığıyla “Allah bize yeter” diyerek ölümün ötesine güvenle yürür.

 




Tanzimin Diliyle: Kehkeşan’dan Nar’a İlahi Kudretin İzleri

Tanzimin Diliyle: Kehkeşan’dan Nar’a İlahi Kudretin İzleri

“Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim” — Risale-i Nur Külliyatı’ndan

İnsanoğlu, bir nar tanesinin kabuğunu soyarken farkında olmadan bir mucizeye dokunur. Mısır koçanının tane tane dizilişine bakarken, sadece bir besin değil, bir nizamın izini görür. Peki bu nizam nereden başlar? Risale-i Nur’un işaret ettiği gibi, bu düzen Kehkeşan’dan başlar, manzume-i şemsiyeden geçer, tâ mısırın tanelerine, narın çekirdeklerine kadar devam eder.

Kehkeşan — yani Samanyolu galaksisi — trilyonlarca yıldızın bir araya getirildiği devasa bir sistemdir. Bu sistem, başıboş bir patlama sonucu rastgele dağılmak yerine, muazzam bir uyumla döner, durur, birleşir ve ayrılır. Güneş sistemimiz, bu galaksi içinde tıpkı mısır koçanındaki taneler gibi, belli bir intizam ve ölçüyle yerleştirilmiştir.

Risale-i Nur bu düzeni, Allah’ın sonsuz ilim ve iradesine bağlar. Tesadüfün zerresine dahi yer yoktur. Güneşin yörüngesi, dünyanın meyve verecek şekilde eğimi, ayın geceleri düzenli bölmesi, hepsi bir “tanzim”dir. Ve bu tanzim, aynı kudretin, nar tanesinin iç düzenine de nüfuz etmesiyle devam eder.

Dikkat edin: Bir narı ortadan ikiye kestiğinizde, çekirdeklerin yerleşimi matematiksel bir dengeyle dizilmiştir. Aynı şey mısır taneleri için de geçerlidir. Her tanenin yeri bellidir, taşmaz, eksik kalmaz. Bu düzen sadece gıdada değil, her bir nefeste, her bir hücrede, her bir sistemde görünür.

Bediüzzaman’ın “Kehkeşan’dan nar tanesine kadar hükmeden tanzim” ifadesi, sadece bir tabir değil, kâinatın özüdür. Bu ifade; başıboşluk yoktur, kaos görünse de arkasında ince bir denge vardır, der. Allah, en büyük sistemlerde olduğu gibi, en küçük detaylara da aynı ihtimamı göstermiştir.

Modern Bilimle Buluşma Noktası

Bugün bilim insanları DNA’nın çift sarmalındaki dizilişten evrenin genişleme oranına kadar her şeyin ince bir hesapla yaratıldığını söylüyor. Ancak bu hesap, kendi kendine oluşmuş bir sistemin değil, her an varlığı ve devamı için bir “müdebbir”e ihtiyaç duyan yaratılışın delilidir.

Bediüzzaman, nar tanesindeki düzenle galaksilerdeki nizâmı aynı kaynağa bağlar: Allah’ın isimlerinin cilvesi. Rahman ismiyle rızık verir, Hakîm ismiyle düzenler, Halîk ismiyle yaratır.

Ders: Hikmeti Gör, Şükret

Eğer insan, bir nar tanesindeki düzeni fark edip arkasındaki hikmeti anlarsa; bu, onun tüm kâinatı anlamasına vesile olur. Aksi halde, yıldızların ihtişamı da, meyvenin lezzeti de sıradanlaşır, alışkanlık perdesiyle örtülür. Oysa her şey, her şeyin diliyle “Allah var ve birdir” der.

Özet:

Kâinattaki en büyük sistemlerden, en küçük meyve tanelerine kadar hükmeden bir ilahi düzen vardır. Risale-i Nur’un “Kehkeşan’dan nar tanesine kadar tanzim” şeklinde ifade ettiği bu gerçeklik, bize yaratılışta tesadüfe yer olmadığını, her şeyin bir ilim, hikmet ve kudretle yaratıldığını gösterir. Bu tanzimi görmek, imanla bakmak ve şükretmek için bir davettir.

 

 




Rahîmiyet ve Rezzâkıyet: Şefkat Eliyle Açılan Rızık Kapısı

Rahîmiyet ve Rezzâkıyet: Şefkat Eliyle Açılan Rızık Kapısı

“Rahîmiyet ve rezzakıyet” hakikatidir. 

   Yani umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların hem maddî ve midevî hem manevî bütün rızıklarını, şefkatkârane, kuru ve basit bir topraktan ve camid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en latîfi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi bir tek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine mukannen bir surette hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak gözümüz önünde bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.”
Şualar

İnsan, hayat sahnesine gözlerini açtığında ilk olarak bir rahmetle karşılaşır: Annesinin şefkatli kucağı, sütle dolu bir rahmet pınarıdır. Henüz ne çalışabilir, ne kazanabilir, ne de talep edebilirken, bütün ihtiyaçları kendisine sunulmuş, acizliğiyle birlikte rızkı da hazırlanmıştır. Bu manzara sadece insan yavrusu için değil, denizdeki balıktan dağdaki ceylana, gökte uçan kuştan karıncanın yavrusuna kadar bütün mahlûkat için geçerlidir. İşte bu manzara, “rahîmiyet” ve “rezzâkıyet” isimlerinin tecellisidir.

Rahîmiyet: Acz İçinde Merhametin Tecelligâhı

Rahîmiyet, Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkatına karşı sonsuz merhametinin tezahürüdür. Bilhassa zayıf, güçsüz, masum ve ihtiyaç içindeki canlılara yöneltilmiş özel bir şefkattir. Gözle görünmeyen bir böceğin bile, en zor yerde en uygun rızkı bulması; yavru bir kuşun, uçamazken dahi gagasına kadar rızkın taşınması; bunların hepsi Rahîm isminin birer tecellisidir. Zira şefkatli bir annenin yavrusuna duyduğu merhamet bile, o ilâhî rahmetin cüz’î bir yansımasıdır.

Rezzâkıyet: Kudret Eliyle Dağıtılan Sofralar

Rezzâk ismi, her canlının rızkını üstlenen, onu tam vaktinde ve yerinde ulaştıran bir ilâhî sıfattır. Bediüzzaman Hazretleri’nin işaret ettiği gibi, kuru bir çekirdekten binlerce okka meyve; kemik gibi odun parçasından şekerli tatlar; fışkı ve kan ortasından bembeyaz süt çıkarmak, kuru topraktan rengârenk ve tatlı gıdaları süzmek, ancak Rezzâk-ı Mutlak olan Allah’ın fiilidir. Bu da gösteriyor ki, rızık maddî sebeplere bağlanamayacak kadar mucizevîdir. Sebepler sadece bir perdedir, esas veren Zât, gaybdan ikram etmektedir.

Rızkın Manevî Ciheti: Gönüllere de Azık

Yalnız mide değil, ruh da rızık ister. İnsan sadece yiyecekle değil, sevgiyle, güvenle, anlamla da yaşar. Allah’ın Rahîm ve Rezzâk oluşu, yalnız maddî gıdaları değil, manevî gıdaları da ihtiva eder. Kalbin tesellisi, ruhun huzuru, zihnin tatmini; bunların hepsi de Rezzakiyetin birer dalıdır. Peygamber gönderilmesi, kitap indirilmesi, ibadetlerdeki huzur, dua ile gelen ferahlık… Bunlar hep o ilâhî sofranın manevî nimetleridir.

Bir Çekirdekte Gizlenen Sofra

Bir çekirdeğin içinde gizlenen ağacı, meyveyi ve bütün nimetleri düşünelim. Bu çekirdek, kuru, cansız, basit görünümlüdür. Ama toprağa düştüğünde, içindeki sır açığa çıkar. Nasıl ki o küçük çekirdekten binlerce tatlı meyve çıkar, öyle de insandaki acz ve fakr da rahmet ve rızkın kapısını açar. Yani insanın kudreti değil, aczi; serveti değil, ihtiyacı ona kapılar açar. Çünkü Allah’ın Rahîmiyet ve Rezzâkıyet sıfatları, en çok da bu hal üzere olanlara yönelmiştir.

Sonuç Yerine: Şefkatin ve İhsanın Sahibini Tanımak

Gözümüzün önünde her gün sayısız mucize yaşanıyor: Açılan çiçekler, olgunlaşan meyveler, doyan yavrular, rızıklanan böcekler, sevgiyle bakan gözler, güvenle atan kalpler… Bütün bunlar, Allah’ın görünmeyen ama inkâr edilemez elinin, yani Rahîmiyet ve Rezzâkıyetinin delilleridir. Bu iki sıfat, hem Rabbimizi bize tanıtır, hem de bize güven ve teslimiyet telkin eder. Çünkü aç kalma korkusunu yenen bir kalp, dünya imtihanında büyük bir mertebeye ulaşır.

Özet:

Bu makalede, Rahîmiyet ve Rezzâkiyet hakikati ele alınmıştır. Rahîmiyet; aciz ve muhtaç varlıklara yönelik ilâhî şefkatin tecellisi iken, Rezzâkiyet; tüm canlılara vakti vaktine ulaşan rızkın ilâhî kudretle takdimidir. Hem maddî hem manevî rızıkların kaynağı olan bu iki isim, insanın acziyetini rahmet kapısına çevirir ve Allah’a teslimiyeti öğretir. Bu hakikatler, hem imanımızı kuvvetlendirir hem de her gün gördüğümüz nimetleri arkasındaki İhsan Sahibi’ni tanımaya bir davettir.

 

 




Müdebbiriyet ve İdare: Kudretin Sessiz Musika-i İlahisi

Müdebbiriyet ve İdare: Kudretin Sessiz Musika-i İlahisi

“Müdebbiriyet ve idare” hakikatidir. 

   Yani, gayet dehşetli ve süratli ecram-ı semaviyeyi ve gayet istilacı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zafiyetli mahlukat-ı arziyeyi kemal-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârane idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatidir.”
Şualar

Varlık âlemi, ilk bakışta karmaşık, başıboş ve gelişigüzel bir hareketliliğe sahne gibi görünse de dikkatli bir nazarla bakıldığında, her şeyin derin bir plan, hassas bir hesap ve eşsiz bir idare ile yürüdüğü ortaya çıkar. Yıldızlardan hücrelere, galaksilerden su damlalarına kadar her şey, bir Müdebbirin yani her işi tedbirle yöneten bir Zât’ın idaresindedir. Bu hakikat, Kur’an’ın pek çok ayetinde vurgulanan “Yudebbirus-semevât ve’l-ard – Gökleri ve yeri tedbir eden O’dur” sırrıdır.

Kâinat: Bir Memleket, Bir Şehir, Bir Saray

İnsanlık tarihinin en büyük idarecileri bile, en fazla bir şehir veya bir imparatorluğu belli ölçüde düzenleyebilmişlerdir. Oysa şu muazzam kâinatta; hiçbir anarşi, başıbozukluk, rastgelelik veya israf yoktur. Güneş sistemindeki gezegenlerin her biri, belli bir yörüngede saniye şaşmadan dönerken; yeryüzünde dört unsur (hava, su, toprak, ateş) farklılıklarına rağmen bir bütünlük içinde çalışır. Rüzgârlar bir yerde zararlı gibi görünürken, başka yerde hayat taşır. Yağmur, kimi zaman rahmet olurken, başka bir yanda temizlik yapar.

Bu koca âlem, âdeta bir şehir gibi sokak sokak planlıdır. Bir memleket gibi her bölgeye göre ayrı kaynaklar ve ihtiyaçlar karşılanır. Ve bir saray gibi her köşesi sanatla, düzenle ve anlamla bezelidir.

Zıtlar Arasında İntizam: Tedbirin Mühürleri

Kâinattaki unsurlar birbirinin zıddıdır: Ateşle su, ışıkla karanlık, soğukla sıcak… Ama bu zıtlıklar savaşmaz, çatışmaz; aksine birbirine yardımcı olur. Isı, hayatın temelidir ama fazlası yok edici olur; soğuk, durağanlık getirir ama fazla ısıyı dengeler. Bu muazzam denge, tevâzün ve tedbir sıfatlarının açık bir tecellisidir. Zıt unsurların bu denli ahenk içinde işlemesi, bilinçsiz sebeplerin işi olamaz.

Görünürde kaotik gibi görünen fırtınalar, seller, depremler bile aslında büyük dengeyi korumaya yönelik bir düzeltme hareketidir. Bu, ilâhî bir müdebbiriyetin en ince ayarlarla işlediğinin göstergesidir.

Zayıfların Korunması: Kudretle Şefkatin Buluşması

Yeryüzünde güçsüz, savunmasız ve zayıf mahlûkat çoktur: Yeni doğmuş yavrular, kanatsız böcekler, kök salmış bitkiler… Onlar, güçlülerden korunmaya, beslenmeye, barınmaya muhtaçtır. İşte kâinatın idaresinde sadece güç değil, aynı zamanda şefkat de vardır. Güneşin ısı dağıtımı, suyun döngüsü, toprağın bereketi; hepsi bu zayıfları gözeten bir ilâhî rahmet planıdır.

Kudret, kontrolsüz kullanıldığında tahrip eder; ama ilâhî müdebbiriyet, kudreti rahmetle dengeler. Bu da gösteriyor ki bu kâinatı yöneten sadece bir güç sahibi değil, aynı zamanda sonsuz hikmet ve şefkat sahibidir.

Bir Şehir Gibi Yaşayan Kâinat

Her mahlûk bir görevli gibidir: Arılar bal yapar, rüzgârlar polen taşır, bulutlar yağmur getirir. Her biri kendi sahasında vazifedardır ve birbirine engel değil, yardımcıdır. İnsan ise bu şehirde akıl sahibi bir misafir ve seyircidir. Bu düzeni görmek, takdir etmek ve idarecinin hikmetini tanımakla yükümlüdür.

Kâinatı düzen içinde idare eden Zât’ın, insan hayatını başıboş bırakması mümkün müdür? Bu sorunun cevabı, hem içimizdeki vicdanda hem gökyüzündeki yıldızlarda mevcuttur.

Özet:

Bu makale, müdebbiriyet ve idare hakikatini ele almaktadır. Kâinatta görülen muazzam düzen, zıt unsurlar arasındaki denge, zayıf varlıkların korunması ve her şeyin bir plan içinde yürümesi; her işi tedbirle yöneten ilâhî bir Zât’ın varlığına delildir. Bu hakikat, insanı rastgeleliğin değil, hikmetle dolu bir idarenin hüküm sürdüğü bir âlemde yaşadığını fark etmeye davet eder. Kudret, hikmet ve rahmetle işleyen bu idare, insana teslimiyet, hayret ve iman kazandırır.