Ümmi Nebî: Beşerin İçinden, Âlemlerin Üstüne

Ümmi Nebî: Beşerin İçinden, Âlemlerin Üstüne

> “Onlara içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir Resûl gönderen Allah’tır. Halbuki onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.”
(Cuma Suresi, 2)

Giriş: Okuma Bilmeyen Bir Nebî mi?

Bugünün ölçüleriyle baktığımızda, “ümmi” kelimesi bize “okuma-yazma bilmeyen” birini hatırlatır.
Oysa Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) “ümmi”liği, bir eksiklik değil, bizzat bir mucize, bir hikmet, bir temizliktir.
Çünkü onun kalemi, kalemle değil, vahyin ilhamıyla yazılmıştır. Onun ilmi, beşerî değil, ilâhîdir.

  1. Ümmilik: Fıtrî Temizlik ve İlâhî Muhataplık

Efendimiz’in ümmi oluşu, Cenab-ı Hakk’ın ona verdiği risaletin hiçbir beşerî etkiyle kirlenmemesi için alınmış bir ilâhî tedbirdir.

Okuma-yazma bilmemesi, vahiy geldikten sonra herhangi bir yazılı kültürden etkilenme şüphesini ortadan kaldırır.

O’nun getirdiği hakikat, hiçbir kitaptan kopyalanmamış, hiçbir felsefi ekolün uzantısı olmamıştır.

Dolayısıyla bu, Kur’ân’ın doğrudan Allah’tan gelen mübîn bir kelâm olduğunu gösteren büyük bir delildir.

> “Sen, bundan önce bir kitap okumuyordun, elinle de onu yazmıyordun. Öyle olsaydı bâtıla sapanlar şüpheye düşerlerdi.”
(Ankebût, 48)

  1. Kalemle Değil, Vahiy ile Yazılan Hayat

Hz. Peygamber’in hayatı, kalemle değil, kaderle yazılmıştır.
Beşerin okulları onu eğitmemiştir; çünkü onun hocası Rabbü’l-âlemîn’dir.
Onun üniversitesi, Hira mağarasıdır. İlk dersi, “Oku!” emridir.
Ama o, kendiliğinden okumaz. Okursa da ancak emredileni, gösterileni, bildirilen hakikati okur.

Bu yüzden ümmi oluş, Efendimiz’in:

Beşerî bilgilerle yoğrulmamış saf zihnini,

İlâhî mesajın doğrudan muhatabı oluşunu,

İnsanlığa örnek olacak bir fıtrat üzere yaratıldığını gösterir.

  1. Ümmi Nebî: Bütün Milletlere Ortak Bir Peygamber

Efendimiz (s.a.v), okumuş bir filozof, eğitimli bir aristokrat ya da kültürel bir seçkin olsaydı;

Belki sadece Araplara,

Belki sadece belli bir zümreye,

Belki sadece yazılı kültürle ilgilenenlere hitap edebilirdi.

Ama Allah onu, hiçbir sınıfa ait olmayan, saf bir beşer, tertemiz bir fıtrat ve evrensel bir ruh olarak seçti.

> O, ümmi idi ki; herkesin Peygamberi olabilsin.

Cahilin de anlamaya gücü yetsin.

Âlim de hikmetin derinliğini fark etsin.

Zenginin de fakirin de kalbine hitap etsin.

  1. Beşeriyet İçinde Ulvîlik

Bazı sapkın anlayışlar, onu “sadece bir insan” diyerek küçümsemeye çalıştı.
Ama o, beşeriyetin zirvesinde bir insan, Allah’ın muhatabı bir kul olarak, her tarafı da dengeledi:

Bir ayağı yerdeydi; sokakta yürür, pazarda alışveriş eder, çocukları severdi.

Ama başı semadaydı; Cebrail’le konuşur, Sidretü’l-Müntehâ’ya yükselir, Rabbine namazda secde ederdi.

  1. Kur’ân ve Ümmîlik: En Büyük Mucize

Efendimiz (s.a.v), hiçbir şey okumamıştı ama tüm çağlara bir kitap getirdi.
Ve bu kitap, edebiyatın, hukukun, ahlâkın ve hikmetin zirvesi oldu.
Bu nasıl olur?

Cevap nettir:
Kur’ân, onun sözü değil, Rabbin kelâmıdır.
İşte ümmi oluşu, bu gerçeğin en kuvvetli şahididir.

Sonuç: Temiz Kalp, Doğrudan Vahiy

Hz. Peygamber’in ümmi oluşu, aslında bize şu mesajı verir:

> “En büyük ilim, Rabbinden gelendir. En sağlam bilgi, vahyin rehberliğindedir.”

Bugünün bilgi çağında, çok şey bilen ama hikmetten yoksun olan bir insanlık var.
Nice âlimler vardır ki aklı var ama kalbi yok…
İşte ümmi Peygamber, bize kalbin, fıtratın ve vahyin ışığında bir hayatı öğretir.

Özet:

Peygamber Efendimiz’in “ümmi” oluşu, eksiklik değil, ilahî bir mucize ve hikmettir.

Bu durum, onun hiçbir beşerî bilgiyle şekillenmediğini, doğrudan Allah’tan vahiy aldığını gösterir.

Ümmi Nebî, tüm insanlığa ortak bir peygamber olması için bu fıtratla seçilmiştir.

Onun ümmi oluşu, Kur’an’ın mucizevîliğine ve peygamberliğin evrenselliğine büyük bir delildir.

Bu hakikat, ilim çağındaki insanlara: “Hakikat, kalbin safiyetinde ve vahyin nurundadır” mesajını vermektedir.

 

 




Hablullah ve Hablü’l-Metin: Kurtuluşun İpi, Birliğin Bağı

Hablullah ve Hablü’l-Metin: Kurtuluşun İpi, Birliğin Bağı

> “Hep birlikte Allah’ın ipine (Hablullah) sımsıkı sarılın; tefrikaya düşmeyin!”
(Âl-i İmrân, 103)

Giriş: İpi Kaybeden Düşer

İnsanlık, bir uçurumun kıyısında yaşar. Aşağıda cehalet, zulüm ve anarşi kaynarken, yukarıda rahmetin, hidayetin ve birliğin ipi sarkar.
İşte o ip, Kur’an’ın “Hablullah” dediği ilahî nurdan başka bir şey değildir.

Bir mü’minin, bir cemiyetin ya da bir milletin kurtuluşu, o ipe tutunup tutunmamasına bağlıdır.
İpe sarılan yükselir. Bırakan düşer.

Hablullah Nedir?

“Habl” Arapçada “ip” demektir.
“Hablullah” ise “Allah’ın ipi”dir.
Ama bu sıradan bir ip değildir. Bu; insanı semaya bağlayan, hakikate çeken, dünya ile ahiret arasında köprü kuran ilahî bağdır.

Tefsirler bu kavramı çeşitli şekillerde izah eder:

Kur’ân-ı Kerîm (Hakikat ipi)

İslâm dini (Nizam ipi)

Cemaatle yaşanan iman (Birlik ipi)

Peygamber Efendimizin (sav) sünneti (Rehberlik ipi)

Ne kadar ip varsa insanı yukarı çeken, hepsi Hablullah’ın yansımalarıdır.

Hablü’l-Metin Ne Demektir?

“Metin” sağlam, sarsılmaz, dayanıklı demektir.
“Hablü’l-metin” ise; kopmayan, bükülmeyen, eğrilmeyen, mutlak doğruya götüren ip anlamındadır.

Kur’an’ın bir diğer ayetinde şöyle geçer:

> “Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği kimselerdir…” (Nisâ, 69)
Bu nimet ipinin adı Hablü’l-metindir.

Tarih Boyunca Bu İp Neden Hayatîydi?

  1. Asr-ı Saâdet’te:

Sahabeler, farklı kabilelerden, geçmişte birbirine düşman topluluklardandı.
Ama Kur’an onlara bir ipe tutunmayı emretti: “Hablullah’a sımsıkı sarılın.”
Ve o ip, onları ensar ve muhacir gibi kardeş yaptı.

  1. Abbâsî ve Endülüs Döneminde:

Hablullah’a sımsıkı sarılanlar ilimde, medeniyette, hikmette zirveye çıktılar.
İpi gevşetenler ise saray entrikalarına, mezhep kavgalarına, iç fitnelere boğuldular.

  1. Osmanlı’nın Yükselişinde:

Osmanlı, Kur’an, sünnet ve adalet ipine sımsıkı sarılarak üç kıtayı irfanla yönetti.
Ama son dönemlerde bu ip gevşeyince içten çöküş başladı.

Modern Çağ: İp Elimizden Kaydı mı?

Bugün modern dünyanın insanı, teknolojiyle yükselebileceğini sanıyor.
Ama gökdelen yaparken yere çakılıyor; zenginleşirken ruhunu kaybediyor.
Çünkü yükselmenin ilâhî ipi bırakıldı.

Bir ümmetin kurtuluşu ne zenginliğe ne de silaha bağlıdır.
Kurtuluş, “hablullah”ın etrafında toplanmaktır.
İman ipiyle bağlanmayan toplum, ideolojilerin rüzgarında dağılır.

Bugün Bu İpe Nasıl Tutunuruz?

  1. Kur’ân’a sımsıkı sarılmak:
    Onu sadece okumak değil; anlamak, yaşamak ve yaşatmak.
  2. Sünnetle istikamet bulmak:
    Resûlullah’ın rehberliğini şahsî değil, toplumsal ölçü haline getirmek.
  3. Cemaat ruhunu ihya etmek:
    Bireycilik çağında, ümmet olmanın kardeşliğini yeniden diriltmek.
  4. Tefrikaya karşı vahdet:
    Mezhep, ırk, görüş farklılıklarını düşmanlığa değil zenginliğe dönüştürmek.
  5. Tahkikî imanı yaymak:
    Taklit değil, anlayarak inanan; akleden ve hisseden bir iman toplumu inşa etmek.

İpin Hikmeti: İp Koparsa İnsan Düşer

Bediüzzaman’dan özetle:

> “İttihad, hayat-ı içtimaiyenin rabıtasıdır. İttihad-ı hakiki ise, Hablullah’a sarılmaktır.”

İşte mesele budur:
Hablullah’tan başka hiçbir ip, insanı hakikate çıkaramaz.
Ne ideoloji, ne kavmiyet, ne felsefe…
Bu iplerden tutunanlar ya düşer ya düşürür.

Ama Hablullah, insanı Rabbiyle, kalbiyle, kardeşiyle, geçmişiyle ve geleceğiyle birleştirir.

Özet:

“Hablullah” Allah’ın ipi, Kur’an ve İslâm hakikatinin temsilidir.

“Hablü’l-metin” ise bu ipin kopmaz, sarsılmaz ve sağlam oluşunu ifade eder.

Tarih boyunca bu ilahî bağa sarılanlar yükselmiş, bırakanlar dağılmıştır.

Günümüzde ipi bırakmak, tefrikaya, ahlâksızlığa ve inkâra yol açmaktadır.

Kurtuluş; Kur’an’a, sünnete ve iman birliğine sıkı sarılmakla mümkündür.

 

 




Ecnebîlerdeki Mâniler

Ecnebîlerdeki Mâniler

“Mâzi kıtasında, vahşet-âbâd sahralarında hayme-nişîn-i taassup ve taklit; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişîn-i müzahrefat ve istibdat olanlara, şeriat-ı garrânın galebe-i mutlak ve istilâ-yı tâmmına sed ve mâni olan sekiz emir, üç hakikatle zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar.

O mâniler ise:

Ecnebilerde: Taklit ve cehalet ve taassup ve kıssîslerin riyâseti…

Ve bizdeki mâni ise: İstibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahvâl ve atâleti intaç eden ye’stir ki, şems-i İslâmiyet’in küsufa yüz tutmasına sebep olmuşlardır.

Sekizinci ve en birinci mâni ve belâ budur: Biz ile ecnebiler, bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesâil-i fünûn ortasında hayal-i bâtıl ile tevehhüm eylediğimiz müsâdemet ve münâkazâttır.

*******

  1. Ecnebîlerdeki Mâniler:
  2. Taklit:

Modern Batı’nın fikrî olarak kemâle erdiği zannedilerek her şeyin oradan gelmesi gerektiği zannı hâlâ çok yaygın. Müslüman dünyası, kendine özel düşünce üretmek yerine, Batı’nın ürettiği ideoloji, yaşam biçimi ve teknolojiyi çoğu zaman eleştirmeden taklit etmektedir.

  1. Cehalet:

Bilgi çağında olmamıza rağmen, ahlaki, manevi ve hakikate dayalı bir ilim anlayışının Batı toplumlarında eridiğini görmekteyiz. Teknoloji ilerliyor ama insanlık erozyona uğruyor. Ahlâkî cehalet derinleşiyor.

  1. Taassup (bağnazlık):

Özgürlük adı altında, kendi inançlarından başkasına hayat hakkı tanımayan, özellikle İslam’a karşı düşmanlık besleyen Batı toplumlarında ciddi bir ideolojik bağnazlık gelişmiştir. “Seküler taassup” diyebileceğimiz bu durum, İslam’a karşı ön yargıyı sistematikleştirmiştir.

  1. Kıssîslerin Riyâseti:

Bugün bu ifade sadece papazları değil, fikrî liderlikleri dogmatikleşmiş her yapı için geçerlidir. Bilimi, siyaseti, ekonomiyi kendi menfaatleri için kullanan çıkar çevreleri, modern “ruhban sınıfı” gibi davranıyorlar.

  1. Bizdeki Mâniler:
  2. İstibdad-ı mütenevvi (çeşitli baskılar):

Bugün bazı İslam ülkelerinde hâlâ fikrî baskı, ifade özgürlüğü eksikliği, siyasal otoriterlik hüküm sürmektedir. Ancak sadece siyasî değil, sosyal ve dinî istibdat da yaygındır. Toplum içinde farklı düşüneni dışlayan, gençlerin arayışlarını bastıran zihinsel kalıplar da birer istibdattır.

  1. Ahlâksızlık:

Ahlakî yozlaşma, hem fert hem toplum bazında derinleşmiştir. Teknolojinin getirdiği imkânlar, iffet, edep ve haya gibi İslamî değerleri tehdit etmektedir. Diziler, sosyal medya ve tüketim kültürü bu yozlaşmayı körüklemektedir.

  1. Müşevveşiyet-i Ahvâl (durumların karışıklığı):

Toplumların neye inanacağı, neyi savunacağı, kimden yana olacağı konusunda karışıklık ve kafa karışıklığı hâkimdir. Kimlik bunalımı yaşanmakta, idealler bulanıklaşmaktadır.

  1. Atâleti intaç eden Ye’s (ümitsizlikten doğan tembellik):

Bu, Bediüzzaman’ın “en büyük mâni” olarak tanımladığı hastalıktır. Bugün de hâlâ geçerlidir. “Bizden bir şey olmaz”, “Müslümanlar zaten geri kalmış” gibi sözler, umudu öldürmektedir. Ümidi olmayan bir toplum, aksiyona da geçemez, terakki de edemez.

  1. En Büyüğü: Hayalî Çatışma ve Zıddiyet Kuruntusu

> “Biz ile ecnebiler arasında, İslam’ın bazı yüzeysel halleri ile fen ilimleri arasında hayalî bir zıtlık vehmi…”

Bu cümle, bugün de İslam dünyasının en kritik sorunudur. Hâlâ bir kesim İslam’ı bilimin karşısında, ilerlemenin zıddı olarak görmektedir. Oysa İslam, Kur’ân’ın bizzat teşvik ettiği bir ilim ve hikmet dinidir. Bilimle çatışmak bir yanılgı değil, bir iftiradır.

Modern eğitim sistemlerinde, hâlâ bilim-din çatışması sahte bir problem olarak sunulmaktadır. Bu da imanlı gençleri ya bilimi reddetmeye ya da dini terk etmeye sürüklemektedir.

Netice: Ne Yapmalı?

  1. İlimle İmanı barıştırmak, hikmetle aklı birleştirmek gerekir.
  2. Gençlere ümitsizlik değil, misyon yüklemek gerekir.
  3. Ahlaklı özgürlük, fikrî cesaret ve manevî terbiyeyle büyüyen bir nesil inşa edilmelidir.
  4. Dinî taassubu değil, hikmetli imanî derinliği teşvik etmek gerekir.

Sonuç:

Bediüzzaman’ın yüzyıl önce teşhis ettiği bu hastalıklar bugün hâlâ devam etmekte; ama aynı zamanda o teşhislerin tedavi reçetesi olan Kur’anî ve hikmetli bir bakış da elimizin altındadır. Bu sekiz mâni, ancak iman, hikmet, cesaret ve ahlâk temelli bir ihya hareketiyle bertaraf edilebilir.

 




Taklidin İki Yüzü: Ataların İzinden Hakka mı, Batıla mı?

Taklidin İki Yüzü: Ataların İzinden Hakka mı, Batıla mı?

Taklit: Kılavuz mu, Karanlık mı?

İnsanoğlu düşünür, sorar, öğrenir. Fakat çoğu zaman, en kestirme yol olan “başkasına uymayı” seçer. Buna “taklit” deriz. Ama taklit, kılıç gibidir.

Eğer hak yolda olan birine uyulursa rehberliktir.

Eğer batıl üzerinde olanlara uyulursa zulmettir.

İşte İslâm, bu ince çizgide taklidin sadece hakta geçerli olduğunu, bâtılda ise reddedildiğini öğretir.

Kurtubî’nin İkazı:

Büyük müfessir Kurtubî şöyle der:

> “Küfür ve masiyette ataları taklit batıldır. Hak’ta taklit ise, dinin asıllarından bir asıldır.”

Bu söz, İslam’ın taklide bakışındaki hassas dengeyi özetler:

Küfürde ve günah yolunda atalara uymak, cehaletin ve tembelliğin perdesidir.

Hakkın izini sürenleri örnek almak ise fıtri bir ihtiyaçtır ve dinin temelidir.

Kur’ân Ne Diyor?

Kur’ân birçok ayette, ataların izinden körü körüne giden kavimleri sert bir şekilde tenkit eder:

> “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”
(Sure: Bakara, 170)

Bu ayet, sorgulamadan yapılan taklidin batıla götüreceğini gösterir.
Taklit, hakla beslenmediği sürece, geçmişin zinciri olur.
Taklit, düşünceye eşlik etmediği sürece, kişiyi esir alır.

Peygamberlerin Taklit Ettikleri Yol: Hak Yol

Cenâb-ı Hak, Resûlullah’a (sav) şöyle buyurur:

> “İşte onlar Allah’ın doğru yolda kıldıkları kimselerdir. Sen de onların yoluna uy.”
(Sure: En‘âm, 90)

Bu ayet, hakkı temsil edenlerin taklidinin meşru ve hatta zaruri olduğunu gösterir.
Yani Hz. İbrahim’in teslimiyeti, Hz. Yusuf’un iffeti, Hz. Musa’nın direnişi, Hz. İsa’nın fedakârlığı… Bunlar birer taklit modeli değil midir?

Bediüzzaman’ın Ölçüsü:

Bediüzzaman Hazretleri hak ve bâtılı birbirinden ayırmak için ciddi ölçüler verir:

> “Taklit, hakta olsa nûrdur, bâtılda olsa zulmettir.”
“Zann-ı galip, hakikate kapı açar; taassup ise hakikati kapatır.”

Yani mesele sadece birine uymak değil, kime ve neye uydurulduğudur.
Atanın, hocanın, toplumun, liderin izinden gitmek, eğer akıl ve vahyin süzgecinden geçmiyorsa, cehaletin kutsallaştırılmasıdır.

Din, Körü Körüne Değil, Göz Açık Bir Yolculuktur

İslam, bir düşünme dinidir.

Sorgulamayı,

Delil aramayı,

Hakkı tanımayı
emreder.

Hatta imanın bile ilk adımı taklit değil, tahkiktir.

Ama hakikati bulan bir kişi, artık o yolda giden bir alimi, veliyi, peygamberi taklit edebilir. Çünkü artık bu taklit, bilgi üzerine bina edilen bir teslimiyet olur. İşte bu, takva ile yoğrulmuş akıllı bir itaattir.

Bugünün Tuzağı: Modern Zamanların Ataları

Bugün herkes birilerini taklit ediyor:

Moda ikonlarını,

Sosyal medya fenomenlerini,

Batılı filozofları,

Maddiyatçı liderleri…

Atalar sadece ölmüş dedeler değildir.
Zamanın ruhu, medya, ideolojiler de yeni “atalar” olmuştur.
Ve insanlar, çoğu zaman bunların peşinden sorgulamadan gider.
İşte bu da modern cehaletin taklididir.

Sonuç: Taklit Etmeden Önce, Takdir Et

Eğer birini taklit edeceksen:

Onun doğruluğundan,

Delil üzere yürüdüğünden,

Hakikate sadakatinden emin ol.

Çünkü kimin peşinden gittiğin,
sonunda nereye varacağını belirler.

O halde:

Bâtılda taklidi terk et!

Hakka taklitte ise istekli ol, ama aklını ve kalbini rehber tutarak!

Özet:

İslam’da taklit, hakta meşru; bâtılda ise reddedilmiştir.

Kur’ân, atalarını körü körüne taklit eden kavimleri eleştirir.

Peygamberlerin yolu, “hakta taklidin” en güzel örneğidir.

Taklit, akılsız ve delilsizse; cehaleti kalıcılaştırır.

Bediüzzaman, taklidi hakikatin nuruyla ayırır: “Bâtılda taklit zulmettir.”

Bugünün yeni “ataları” medya ve ideolojiler olabilir; bu yüzden kime uyduğumuzu sorgulamak şarttır.

Gerçek rehberlik, akıl + iman + sünnet çizgisinde bir bağlılıkla mümkündür.

 

 




Taassubun Zinciri, İnkârın Körlüğü: Hakkı Görmenin İki Düşmanı

Taassubun Zinciri, İnkârın Körlüğü: Hakkı Görmenin İki Düşmanı

Göz Var, Görmek İstemiyor

İnsana verilen en büyük nimet, akıldır. Çünkü akıl, hem duyuların kılavuzu hem de kalbin muhasebesidir. Fakat ne gariptir ki, insan bazen aklına rağmen görmez, bazen de aklını hapseder. Bu iki hâlin adı farklıdır ama sonuçları ortaktır: Hakikatten uzaklaşmak.

Biri inkâr eder, hiçbir şeyi kabul etmez.

Diğeri taassup içinde kıvranır, kendi bildiğinden başka hiçbir şeye açık değildir.

Her iki yol da hakkın karşısında perdedir.

İnkâr: Güneşi Gözüyle Kapatanın Karanlığı

İnkâr, hakikatin varlığını inkâr etmektir. Delile bakmaz, hakka kulak vermez. Gururla:
“Ben görmedikçe inanmam!” der ama gözünü kapatmıştır zaten.

İnkâr eden, düşünmeye baştan set çeker.
Şüphe eder ama sorgulamaz.
Red eder ama delil aramaz.
Böylece inkâr, çoğu zaman bilgisizlikten değil, nefsin direnişinden doğar.

Taassup: Doğruyu Kılıfla Boğmak

Taassup ise, hakikati yalnız kendi zihninde dondurmak demektir.
“Benim bildiğim tek doğru” diyen, başka delilleri duymaya tahammül edemez.
Hakkı değil, alıştığını savunur.
Delili değil, şahsı yüceltir.
Din adına konuşur ama dinin değil, kendi yorumunun esiridir.

Bu hâl, Bediüzzaman’ın deyimiyle:

> “Dinde gayet hassas, fakat muhakeme-i akliyede noksan” olmak demektir.

Yani kişi samimi dindar olabilir; ama delil, istidlâl ve ölçü bilmezse, taassuba düşebilir.
Ve o zaman din, nefsin dar kalıplarında boğulur.

Din Aklın Dışında Değil, Aklın Zirvesindedir

Kur’an’ın en çok emrettiği şey nedir? Akletmek.

“Hiç düşünmez misiniz?”

“Hiç akletmez misiniz?”

“Hiç ibret almaz mısınız?”

Kur’an, körü körüne taklidi değil, delil temelli bir imanı teşvik eder.
Ne inkârcı akılcılığı, ne de akıldan nasipsiz taassubu kabul eder.

Çünkü hakikat, akıl ve kalbin birlikte çalışmasıyla görünür.
Birinde eksiklik varsa, ya inkâra ya taassuba düşülür.

Taassup, Hakikatin Hakkını Yiyendir

Taassup, sadece karşıyı susturmaz; hakikatin sesini de boğar.
Bugün İslam dünyasında birçok mesele, sırf “benim görüşüm doğrudur” diyenlerin, başka bir bakış açısını susturmasıyla çözümsüz hale gelir.

Hâlbuki hakikat tektir ama yolları çoktur.
Taassup, bu yolları kapatır.
İnkâr ise, o yolları yok sayar.

Akılsız Dindarlık mı, Din Dışı Akılcılık mı?

Günümüzde iki uç yaygındır:

Biri, aklı bütünüyle dışlayan, sorgulamayı “şüphe” zanneden taassup.

Diğeri, dini tamamen akıl dışı görüp, inkâr yolunu seçen seküler zihin.

Her iki uç da Kur’an’ın dengesinden uzaktır.
Çünkü İslam, ne aklı dışlar ne de aklı ilahlaştırır.
İslam, aklı vahyin kılavuzunda bir ışık olarak kullanır.

Sonuç: Hakkı Görebilmek İçin Göz Değil, Gönül Gerek

Hakkı görmek, sadece gözle değil, ihlâsla, tefekkürle olur.
İnkâr, gözü kapatmaksa;
Taassup, gözü sabitlemek ve başka yere bakmamaktır.

Her ikisinden kurtuluş,

Aklı işletmekle,

Kalbi saf tutmakla,

Delile hürmet etmekle mümkündür.

Bediüzzaman’ın dediği gibi:

> “Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez.”

O hâlde biz de:

Ne inkârın kibirli karanlığına,

Ne taassubun dondurucu inadına düşelim.

Hakkı arayalım.
Ve bulduğumuzda onu sevgiyle, delille, hikmetle paylaşalım.

Özet:

İnkâr, delili görmemek ve hakikati reddetmektir; taassup ise yalnız kendi doğrusunu mutlak doğru sanmaktır.

“Dinde hassas, akılda noksan” hâli, samimi ama ölçüsüz dindarlığı tanımlar; bu da kişiyi taassuba sürükler.

Kur’an aklı dışlamaz, sürekli “akletmeye” davet eder.

Gerçek tebliğ ve iman, akıl ile kalbin birleştiği, delil ile ihlâsın buluştuğu yerdedir.

Hakkı görmek için sadece göz değil, temiz bir gönül ve açık bir akıl gerekir.