Fuhşun Gölgesinde Kapanan Dünya: İbretlik Bir İfşa ve İlâhî Uyarı

Fuhşun Gölgesinde Kapanan Dünya: İbretlik Bir İfşa ve İlâhî Uyarı

  1. Adem’den Epstein’e: Avret Yerlerinin Açılmasından Mahremiyetin Soyulmasına

Hz. Âdem’in cennetten çıkarılışına sebep olan olay, Kur’an’da açıkça anlatılır:

> “Derken o ağaçtan yediler; kendilerine avret yerleri göründü…” (A’râf, 7/22)

İlk günah, avretin açılmasıyla görünür olmuş; mahremiyetin ihlâli, insanlığın dünya serüvenini başlatan en temel kırılmalardan biri olmuştur. Bu sembolik hakikat, bize şunu gösteriyor: İnsanın düşüşü, fuhşun başlamasıyla başlar.

Tarihin farklı evrelerinde olduğu gibi, bugün de şeytani akıllar insanlığı mahremiyetinden kopararak tahakküm altına alıyor. Bu noktada modern dünyanın “yasak ağacı” ise; ekranlarda, sosyal medyada, eğlence sektöründe, moda dünyasında ve daha kötüsü, organize edilen fuhuş çetelerinde karşımıza çıkıyor.

  1. Fuhşun Silahlaştırılması: Küresel Ajanlık ve İstihbarat Oyunu

Günümüzün en çok tartışılan isimlerinden biri olan Jeffrey Epstein, sadece bir ahlaksız milyoner değil; aynı zamanda uluslararası bir istihbarat ağına çalışan karanlık bir aktördü.
Epstein’in özel adasında yaşananlar, herhangi bir rezaletten ibaret değil; dünya düzenini şekillendirmeye çalışan güçlerin bir operasyon sahnesiydi.
Reşit olmayan genç kızlar, zengin ve güçlü insanlara servis edilerek hem günaha batırılıyor hem de kayda alınarak şantaja açık hale getiriliyordu. Böylece;

Devlet adamları,

İş dünyasının devleri,

Bilim çevreleri ve medya patronları,

Hatta bazı dini çevreler bile
ahlaki zafiyetleriyle esir alınıyordu.

Bu sistemin arkasında siyonist akıl, Mossad gibi istihbarat örgütleri ve küresel sermaye yer alıyordu. Epstein’in şaibeli ölümü, bu çürümüş düzenin üzerini örtmek için tasarlanmış bir perdeydi.

  1. “Büyük Bomba”: Elon Musk ve İfşaların Yankısı

Son günlerde Elon Musk’ın açıklaması, sessizliği delen bir yankı oldu:

> “Trump’ın adı Epstein belgelerinde yer alıyor. Asıl sır burada saklı.”

Bu ifade, artık sadece “sapkınlık” ya da “fuhuş” üzerinden değil, dünya siyaseti, medya ve ekonomi üzerinden nasıl bir ahlak dışı kontrol sistemi kurulduğunu da gözler önüne seriyor.

Fuhuş, sadece bireysel bir günah değil; sistematik olarak kullanıldığında bir istihbarat silahına, bir siyasi baskı aracına ve bir sosyal yıkım bombasına dönüşüyor.
Bu sistemin kurucuları ve uygulayıcıları arasında ne yazık ki Yahudi lobileri ve onların etkisindeki istihbarat ağları sıkça yer alıyor. Bu da Kur’an’da geçen şu hakikati hatırlatıyor:

> “Onların çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün…” (Maide, 5/62)

  1. Kapanan Dünya: Mahremiyet Giderse, Bereket Gider

Bu noktada mesele yalnızca ifşa edilen isimler veya medya sansasyonları değil. Esas mesele şudur:

> Mahremiyet kaybolduğunda, insanlık da kaybolur.
Ahlak çöktüğünde, toplum çöker.
Fuhuş yayıldığında, ilâhî gazap yaklaşır.

Kur’an’da, kavimlerin helâk sebeplerine baktığımızda, özellikle Lût Kavmi’nin başına gelenlerin fuhşun normalleşmesiyle bağlantılı olduğu görülür. Epstein ve türevlerinin kurduğu düzen de modern bir Lût kavmidir. Ve bu kavmin sonu, sadece bir şahsın ya da bir adanın ifşasıyla sınırlı kalmaz. Toplumlar susarsa, çöküş ortak olur.

SONUÇ ve ÖZET:

Dünyada kurulan karanlık düzen, sadece ekonomik ya da politik değil, ahlaki temelli bir yıkım planıdır.
Epstein gibi isimler üzerinden;

fuhuş,

şantaj,

istihbarat,

siyaset
bir bütün olarak çalışmakta, küresel aktörler bu yolla kontrol edilmektedir.

Bu sistemin başını çoğunlukla Yahudi asıllı yapılar çekmektedir. Fakat esas mesele ırk değil, bu şeytani aklın insanlığı mahvetme projesidir.

İlk günahın başladığı yerle, bu günün günah sistemleri arasında doğrudan bir paralellik vardır.
Cennetin kapısını avretin açılmasıyla kaybettik; dünya da aynı şekilde kapanmaya doğru ilerliyor.

“Buda geçer ya hu” denilecek bir sabırla değil,

“Bu fitneye dur” denilecek bir ferasetle harekete geçme zamanıdır!

 

 




Temizlenen Kurtulur: Kur’ân’da Tezkiye, Tathir ve Arınmanın Sırrı

Temizlenen Kurtulur: Kur’ân’da Tezkiye, Tathir ve Arınmanın Sırrı

Kur’ân-ı Kerîm, insanı hem yeryüzünün halifesi, hem de nefsin terbiyesine memur bir varlık olarak tanımlar. İnsan fıtraten temiz yaratılmıştır; ancak nefis ve şeytanın iğvâsıyla kirlenmeye açıktır. Bu yüzden Kur’ân’ın ana hedeflerinden biri, insanı arındırmaktır. Bu arınma “tezkiye”, “tathir” ve bunların benzeri birçok kavramla ifade edilir.

Kur’ân, bize temizliğin sadece dışa ait bir uygulama değil, kalp merkezli bir arınma olduğunu öğretir. Çünkü gerçek kir, elbisede değil; kalptedir. Gerçek temizlik, sadece suyla değil; tevbe, takva ve tezkiye ile mümkündür.

  1. Tezkiye (تزكية): Nefsin Arınması ve Yükselmesi

Kelime olarak “tezkiye”, hem temizlemek hem de geliştirmek, bereketlendirmek anlamına gelir. Kur’ân, tezkiyeyi kurtuluşun anahtarı olarak sunar:

> “Nefsini temizleyen (tezkiye eden) gerçekten kurtuluşa ermiştir. Onu kirleten ise ziyan etmiştir.”
(Şems, 9–10)

Bu ayetler, insandaki en büyük savaşın kendi nefsiyle olduğunu gösterir. Dıştaki düşman kolay tanınır, ama içteki nefis daha sinsidir. Tezkiye, bu iç savaşta kalbin zaferi anlamına gelir. Çünkü ancak temizlenen nefis, Allah’a yaklaşabilir.

  1. Tathir (تطهير): Temizleme ve Pak Kılma

“Tathir”, özellikle manevî ve ahlâkî bir temizlik için kullanılır. Allah, Hz. Peygamber’in (s.a.v) ehline hitaben şöyle buyurur:

> “…Allah siz Ehl-i Beyt’ten kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.”
(Ahzâb, 33)

Bu ayette geçen “yutahhirakum tathîrâ” ifadesi, sadece maddî bir temizlik değil, aynı zamanda ahlâkî ve imânî bir arınmayı da ifade eder. Yani Allah, bazı kullarını seçer, temizler ve saflaştırır.

Tathir, Allah’ın lütfuyla gelir; tezkiye ise kulun gayretiyle kazanılır. İkisi birleşirse, kalp cennete layık hâle gelir.

  1. Kur’ân’daki Müradif Kavramlar ve Yansımaları

Kur’ân’da tezkiye ve tathir ile aynı anlam alanında yer alan başka kelimeler de vardır:

Tahâret (طهارة): Hem beden hem de ruh temizliği.

> “Allah, çokça tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever.” (Bakara, 222)

Takvâ (تقوى): Arınmanın zirvesidir. Allah’tan sakınmak, günah kirinden korunmak.

Salah / Islah (إصلاح): Bozulanı düzeltmek. Nefsini ıslah eden, toplumunu da ıslah eder.

Zekât (زكاة): Malın temizlenmesi ama aynı zamanda kalbin cimrilikten arınmasıdır.

> “Onların mallarından bir sadaka (zekât) al ki, onunla onları temizleyesin ve arındırasın (tuṭahhiruhum ve tuzakkīhim bihā)…” (Tevbe, 103)

Neden Tezkiye?

Modern dünya, insanı dış görünüşe odaklayan, iç âlemi ihmal eden bir yapıya sahiptir. Makyajlar, markalar, takipçi sayıları… Hepsi dışarıyı parlatır. Ama Kur’ân der ki:

> “O gün ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah’a kalb-i selîm (temiz kalp) ile gelenler müstesna.” (Şuarâ, 88–89)

Tezkiye, işte bu kalb-i selîmi inşa eder. Kalbi dünyadan arındırır, Allah’a hazırlar. Her gün yıkanan beden gibi, her an tevbe ve takvâyla yıkanan bir kalp gerekir. Çünkü kirlenen bir ruhun elbisesi beyaz olsa da, hakikat karşısında siyahtır.

Arınmayan Ne Olur?

Arınmayan kişi:

Kalbinde kibir biriktirir.

Amelleri gösterişe dönüşür.

Günahı normalleştirir.

İyiliği basit, kötülüğü sıradan görmeye başlar.

Neticede, kendini tanımaz; Rabbini hiç tanımaz.

Bu yüzden Kur’ân, “kurtuluşa eren” diye tanıttığı kişiyi “tezkiye eden” olarak tanımlar. Tezkiye olmadan kurtuluş yoktur.

Özet:

Bu makalede, Kur’ân’daki tezkiye ve tathir kavramlarının anlamı, önemi ve manevi etkileri ele alınmıştır. Tezkiye; nefsi günahlardan arındırmak, fıtrî saflığa geri dönmek anlamına gelirken, tathir ise Allah’ın seçtiği kulları ilahi temizlikle şereflendirmesini ifade eder. Zekât, tahâret, takvâ ve ıslah gibi kavramlar da bu anlam alanında yer almaktadır. Makalede ayrıca günümüz dünyasının dışa dönük sahte temizlik anlayışına karşı, Kur’ân’ın dahili ve hakiki arınma çağrısına işaret yapılmıştır. Neticede, kalben temizlenenin Allah’a yaklaşabileceği, temizlenmeyenin ise ne dünyada ne ahirette huzur bulamayacağı mesajı verilmiştir.

 

 




Kur’an Yeter Diyenler: Sünnetsiz Din, Ruhsuz Beden Gibidir

Kur’an Yeter Diyenler: Sünnetsiz Din, Ruhsuz Beden Gibidir

“Haberiniz olsun, kişinin rahat koltuğunda otururken kendisine benim bir hadisim ulaştığı zaman ‘Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır. Onda nelere helâl denmişse onları helâl biliriz. Nelere de haram denmişse onları haram addederiz’ diyeceği zaman yakındır. Bilin ki, Allah rasülünün haram kıldıkları da tıpkı Allah’ın Kur’ân’da haram kıldıkları gibidir.” 
(Ebû Dâvûd, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 10),

Bir zaman gelecek, diyor Allah Resûlü (s.a.v), “Kişi rahat koltuğuna kurulacak, önüne bir hadis ulaştığında şöyle diyecek: ‘Bizimle sizin aranızda Allah’ın Kitabı var. Kur’an’da ne helâlse ona helâl deriz, ne haramsa ona haram deriz.’” Ardından şu uyarıyı yapıyor:

> “Dikkat edin! Allah’ın Rasûlü’nün haram kıldıkları da, Allah’ın haram kıldıkları gibidir.”

Bu söz, sadece bir tarihî haber değil; bugün karşımızda duran bir fikrî sapmanın ve dini tahribin erken uyarısıdır. Bugün de aynı sözü farklı tonlarda duyuyoruz:

> “Ben sadece Kur’an’a bakarım.”
“Hadislere gerek yok, din sadece Kur’an’dır.”
“Peygamber de beşerdi, Kur’an’a aykırı söz söylemiş olabilir.”

Bu sözler, ilk bakışta masum ve hatta “Kur’an’a bağlılık” gibi görülebilir. Oysa bu, Kur’an’a değil, Kur’an’ın anlayışına darbe vurmaktır. Çünkü Kur’an bize, Hz. Peygamber’i sadece bir tebliğci değil, aynı zamanda bir öğretici, temsilci, hâkim, müzekkî (arındırıcı), teşri’ ve yaşayan rehber olarak tanıtır:

> “O, kendi hevâsından konuşmaz. Onun söyledikleri ancak vahiydir.” (Necm, 3–4)
“Allah ve Rasûlü bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve kadının, o işe dair kendi tercihleri olamaz.” (Ahzâb, 36)

Sünnet Neyi Temsil Eder?

Sünnet, Kur’an’ın pratik hayattaki açılımıdır. Kur’an, birçok hükmü özetle sunar, sünnet ise onu yaşanabilir hale getirir. Örneğin:

Kur’an namazı emreder; sünnet, nasıl kılınacağını öğretir.

Kur’an zekâtı emreder; sünnet, oranlarını belirler.

Kur’an haccı emreder; sünnet, uygulamasını gösterir.

Eğer sünnet dışlanırsa, Kur’an muğlaklaşır, uygulama ortadan kalkar. Tıpkı bir haritanın pusulasız okunamaması gibi.

Zararları Neler Olur?

  1. Dini parçalamak: Kur’an ve sünnet birbirinden ayrılmaz. Biri yalnız alınırsa, din yarım kalır. Yarım din ise ya ifrata ya da tefrite sürükler.
  2. Hevâya göre yorum: Sünneti reddedenler, Kur’an’ı da kendi arzularına göre eğip büker. Böylece her kafadan bir “doğru” çıkar; hakikat kaybolur.
  3. İslam birliğinin çözülmesi: Asırlar boyu ümmeti bir arada tutan ortak pratikler (namaz, oruç, ahlak, muamelat) sünnetle şekillenmiştir. Sünnetin reddi, bu birliği paramparça eder.
  4. Modernizm tuzağı: Birçok sünnet karşıtı düşünce, aslında modern akımların (sekülerizm, liberalizm, deizm) din kılığındaki yansımalarıdır. Amaç, dini bireysel, izafi ve hüküm koyamaz hale getirmektir.

Hikmetli Bir Uyarı

Sünneti reddetmek, Allah’ın gönderdiği örnek şahsiyeti devre dışı bırakmaktır. Bu, bir inşaatta ustayı kovmak, sadece projeye bakarak bina yapmaya çalışmaktır. Neticede bina çöker, enkaz altında da imanlar kalır. Unutulmamalıdır ki, sünnetsiz bir din, ruhsuz bir bedendir. Ne yürür, ne konuşur, ne de yaşar.

Özet:

Bu makale, Resûlullah’ın “Bir zaman gelecek, biri hadis duyunca ‘Biz Kur’an’a bakarız’ diyecek” şeklindeki uyarısından hareketle, günümüzde sünnet inkârının artan etkilerini ve zararlarını ele almıştır. Sünnetin, Kur’an’ın hayata yansıması ve uygulanabilir kılınması açısından vazgeçilmez olduğu vurgulanmıştır. Sünnetin dışlanmasının dini parçalayacağı, hevâya dayalı yorumlara yol açacağı ve ümmet birliğini bozacağı belirtilmiştir. Makale, sünnetin İslam’ın yaşanabilir yönü olduğunu hatırlatarak, onunla bağın koparılmasının, dinin ruhunun kaybolmasına sebep olacağını ortaya koymuştur.

 




Zayıf Sözler, Güçlü Hakikatler: Hadislerde Sıhhat ve Mana Meselesi

Zayıf Sözler, Güçlü Hakikatler: Hadislerde Sıhhat ve Mana Meselesi

“Hem her zaîf veya mevzu’ hadîsin manası yanlıştır demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadîsiyeti kat’î değildir demektir. Yoksa manası hak ve hakikat olabilir.” 

Zaman zaman halk arasında veya ilmî zeminlerde, “Bu hadis zayıftır” veya “Bu hadis mevzudur” şeklindeki ifadeler işitilir. Hatta bazen bu tarz değerlendirmeler, o sözlerin tümden reddine ya da onunla amel etmeme gibi bir anlayışa yol açar. Fakat hakikate ve adalete uygun bir yaklaşım; hem hadis usulünü, hem de hikmet ölçüsünü göz önüne alan bir bakışı gerektirir.

Zayıf veya mevzu (uydurma) olarak sınıflandırılmış bir hadis, her zaman “manası batıldır” anlamına gelmez. Hadis usulüne göre “zayıf hadis”, rivayet zincirindeki bir zayıflıktan dolayı sabitliği kat’î olmayan bir sözdür. “Mevzu hadis” ise uydurma olduğuna dair açık delil bulunan bir sözdür. Ancak bu iki kavramın muhteva yönüyle hakikat taşıyıp taşımadığını belirlemek, başka bir ilmi ölçüyü gerektirir: Kur’an ve sünnet bütünlüğü içinde mana değerlendirmesi.

Bediüzzaman Said Nursî, bu inceliğe şöyle işaret eder:

> “Hem her zaîf veya mevzu’ hadîsin manası yanlıştır demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadîsiyeti kat’î değildir demektir. Yoksa manası hak ve hakikat olabilir.”

Bu söz, hem hadis usulünü hem de manaya dair hikmetli bir bakışı birleştirir. Yani bir sözün senedi (nakil zinciri) zayıf olabilir; fakat manası, Kur’an’a, sahih sünnete ve akl-ı selime uygunsa, o sözde bir hikmet, bir ibret ve bir ders bulunabilir.

Hadis Usulünde Zayıf Hadisle Amel

Hadis usulü alimleri, zayıf hadisle “faziletli ameller” (menâkıb, terğib ve terhib gibi) alanında amel edilebileceğini beyan etmişlerdir. Yeter ki hadis:

Çok zayıf olmasın,

Uydurma olmasın,

Dinin temel hükümlerine aykırı bir anlam taşımasın.

Bu ölçü, zayıf hadislerin büsbütün reddedilmesini değil, onları bağlamına göre değerlendirmeyi öğretir.

Mevzu Hadislerde Mana Araştırması

Mevzu hadislerin durumu daha ciddidir. Ancak burada da dikkat edilmesi gereken nokta, o sözün “uydurulmuş olması”, mutlaka yalan içerdiği anlamına gelmeyebilir. Çünkü kimi zaman, sahabe ya da tabiin büyüklerinden nakledilen hikmetli sözler, zamanla “hadis” zannedilip isnat edilmiştir. Bu durumda, o sözün hakikat değeri, “hadis” olup olmamasından değil, Kur’anî bir ilkeyle uyum içinde olup olmamasından anlaşılır.

Bir Hikmet: Kalbe Giden Yolda İlim ve İrfan

İslam sadece nakille değil, nakli anlayışla da yaşanır. Nakil sağlam olsa da mana sığsa tesiri azalır; fakat mana sahihse ve hikmet taşıyorsa, kalbe işleyebilir. Hadislerin bu yönü, hem ilmî hem de irfânî bir yaklaşımı zorunlu kılar. Zayıf bir söz, Kur’an’da ve sahih sünnetteki büyük bir hakikatin gölgesi olabilir. İşte orada, kalp dikkat kesilmeli; ilim, irfana dönüşmelidir.

Denge: Ne Her Sözü Red, Ne Her Sözü Kabul

Ne her zayıf rivayet hemen “batıldır” diye çöpe atılmalı, ne de her güzel söz hemen “hadistir” diye kabul edilmelidir. Zira adalet, her sözü yerine koymakla mümkündür. Alimler, bu dengeyi yüzyıllar boyunca gözetmiş, hem hadislerin senedini hem de manasını değerlendirmiştir. Bizlere düşen, onların ilmî mirasını hoyratça harcamak değil, hikmetle yaşatmaktır.

Özet:

Bu makalede, hadislerin zayıf veya mevzu olarak nitelendirilmesinin, her zaman muhteva olarak batıl oldukları anlamına gelmediği anlatılmıştır. Hadis usulü çerçevesinde zayıf hadislerle amel edilebileceği yerler belirtilmiş; Bediüzzaman’ın “manası hak olabilir” ifadesi bağlamında, hikmetli ve irfanî bir bakış açısı sunulmuştur. Neticede, hakikatin sadece senette değil, manada da aranması gerektiği; Kur’an ve sahih sünnet ölçüsüyle değerlendirme yapılmasının önemi ortaya konmuştur. Makale, dinî meselelerde denge, ilim ve hikmetle hareket edilmesi gerektiği mesajıyla son bulur.

 

 




Kümese Tilki Bekçi Yapmak: Bir Vebalin Hikâyesi

Kümese Tilki Bekçi Yapmak: Bir Vebalin Hikâyesi

Türkiye’de yapılan yolsuzluklar,rüşvet ve dolandırıcılıklar ve de hırsızlıkları duyup görünce, kümese bekçi yapılan tilkiler aklıma geliyor.
Nede çok tilki varmış.
Olayın birde en önemli boyutu ve vebali; tilkileri o kümeslere bekçi yapanlara, dünya ve ahiret vebal olarak yeter.
İyiki ahiret, sorgu ve sual var.
Allah onlara fırsat vermesin.
Rezil olmaktan daha büyük bir kayıp, haram yiyip haramzade bir evlat yetiştirmekten daha büyük bir kayıp olmaz.
Bilinmelidir ki;Haram yiyenin mutlaka soyunda bir haramzadelik vardır.
Bu bir vakıa ve hakikattir.
Şimdikiler de öncekilerden sirayet ettiği gibi.

********

Kimi zaman haberlerde karşımıza çıkan bir yolsuzluk, duyduğumuz bir rüşvet olayı ya da devletin malını zimmetine geçirenlerin pişkin bakışları içimizi sızlatır. Ardından içimize çöken şu yakıcı düşünce gelir: “Bu kadar tilki nereden türedi? Kim yaptı bu tilkileri bekçi?”

Aslında bu soru sadece bir sitem değil, aynı zamanda bir muhasebe çağrısıdır. Çünkü toplumun malına göz dikenler kadar, onları o mevkilere getirenler de mesuliyet altındadır. Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Yusuf’un hikâyesi anlatılırken, onun mali işlerin başına geçmek istemesi örnek verilir. Çünkü o “emîn ve alim” biriydi. Emaneti koruyacak sadakat ve yönetmeyi bilecek hikmete sahipti. Oysa bugün emanetler, ehliyet değil sadakat değil, menfaat ve akrabalık üzerine dağıtılıyor. Böyle olunca da ortaya ne çıkıyor? Bekçi görünümlü tilkiler!

Bu durum sadece bir adaletsizlik ya da ekonomik kriz değil; bir ahlaki çöküşün ve manevi iflasın da habercisidir. Haramla beslenen bir nesil, haramzade bir toplumun mayası olur. Haramla kurulan düzen, çöküşü mukadder olan bir binaya benzer. Zira haram; sadece mideye değil, kalbe, akla, aileye ve nihayet topluma bulaşır. Haram yiyenin duası kabul olmaz, ibadeti tesirsiz kalır, soyuna sirayet eden bir karanlık olur.

Asıl büyük kayıp, lüks arabalarla gezenlerin, milyonluk saatler takanların haberleri değildir. Asıl büyük kayıp, helal kazancın bereketini unutan, çocuğuna haram lokma yediren babadır. Asıl iflas, çocuğuna yolsuzlukla aldığı evi miras bırakırken, kalbine iman, ağzına edep, ruhuna haya bırakmayan anadır.

Ne acıdır ki; haramla büyüyen bir nesil, rüşveti “normal”, yolsuzluğu “beceri”, kul hakkını “kazanç” zanneder hale gelir.
Enes b. Malik (ra) anlatıyor; “Rasulullah (sav)e dedim ki, Ya Rasulallah! Beni duası kabul edilmiş bir kimse kıl”. Bunun üzerine Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: “Ey Enes! Kazancın helal, temiz kıl ki, duan kabul olsun. Zira kişi ağzına haram lokma götürürse, duası kırk gün kabul olunmaz.” buyurmuştur.
Bu sadece bireysel değil, toplumsal bir felakettir. Çünkü haramla büyüyen her fert, geleceğin bir yöneticisi, öğretmeni, hakimi veya bekçisi olabilir.

İşte tam da burada ahirete iman, bir teselli değil, bir teminat, bir adalet müjdesidir. Çünkü bu dünyada yargılanmayan nice zulüm ve hırsızlık, mahkeme-i kübrada hesabını verecektir. Hiçbir rüşvet orada geçmez. Hiçbir nüfuz, şefaat etmez. Kul hakkıyla gelen, Allah’ın affına mazhar olamaz.

Dua ederiz ki: Allah, bu ümmeti tilkilerin değil, emin ve salih kulların idaresine nasip etsin. Çünkü “Emanet, ehline verilmediğinde kıyameti bekle.” (Buhârî)

Özet:

Bu makalede, toplumda artan yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık olayları birer “tilkinin kümese bekçi yapılması” olarak ele alınmış; bu tür kimseleri o görevlere getirenlerin de ağır bir dünya ve ahiret vebali taşıdığı anlatılmıştır. Haramın bireysel ve toplumsal zararları dile getirilmiş; haram yiyen kimsenin neslinde haramzadelik görülebileceği ifade edilmiştir. Ahiret inancının, dünya adaletinin işlemediği yerde bir teselli değil, mutlak bir hesap günü olduğu hatırlatılmıştır. Son olarak, helal kazancın, emanetin ehline verilmesinin önemi anlatılarak, Allah’tan hayırlı idareciler ve helal rızık ile yetişen bir nesil niyaz edilmiştir.

 

 




Sonsuzlukla Sınanmak: Beşerin İçindeki Gayr-ı Mütenahîlik

Sonsuzlukla Sınanmak: Beşerin İçindeki Gayr-ı Mütenahîlik

“Gayr-ı mütenahî olan beşerin istidadı, gayr-ı mahsur olan âmâl ve müyulatı ve gayr-ı mazbut olan tasavvurat ve efkârı, gayr-ı mahdud olan kuvve-i şeheviye ve gazabiyesidir. “
Muhâkemat. 112

İnsanoğlu: Sınırları Olan Bir Bedende, Sınırsız İstekler

İnsan, yaratılış itibariyle sonlu bir bedene, ama sonsuz bir ruha sahiptir.
Bediüzzaman, bu hakikati çok çarpıcı bir biçimde formüle eder:

İnsan istidat bakımından sonsuz kabiliyetlere açıktır.

Emelleri, arzuları, yönelişleri sayısızdır.

Hayalleri, fikirleri, tasavvurları dizginlenemez.

Şehveti ve öfkesi sınır tanımaz.

İşte bu dört yönüyle insan, iç dünyasında gayr-ı mütenahî (sınırsız) bir varlık gibidir.

Bu Kadar Sınırsızlık Neden?

İnsanın içinde bu kadar sınırsızlık varsa, bu boşuna değildir. Çünkü insan:

Sonsuz bir saadete namzettir.

Ebedî bir hayata çağrılmıştır.

Mutlak bir kemal arayışına yönelmiştir.

Bu sınırsız kabiliyet ve arzular, fani dünyada tatmin bulamaz. Her lezzet geçici, her başarı noksandır. Demek ki bu sınırsız istidatlar, sınırsız bir Zât’a yönelmek için verilmiştir. Yani:

> Gayr-ı mütenahî olan insanın kalbi, ancak Zât-ı Akdes olan Allah ile tatmin olur.

Denge Bozulursa Ne Olur?

İnsanın bu potansiyeli, onu hem en yüksek makama çıkarabilir, hem de en aşağı derekeye düşürebilir.

Akıl, vahiy ile yön bulmazsa; sapkın fikirlerin kölesi olur.

Şehvet ve öfke, sınırlandırılmazsa; zulüm ve fesadın kaynağı olur.

Emeller, ebediyet fikriyle dengelenmezse; dünya hırsına esir olur.

İşte bu yüzden insan, ancak ilahi rehberlik ve nefs terbiyesi ile istikamette kalabilir. Kur’an’ın nurlu düsturları, bu sınırsızlığı faydalı bir kuvvete dönüştürür.

Terbiye Olmamış Kuvvet: Felakettir

İnsanın:

İstidatları eğitilmezse israf olur.

Emelleri kontrolsüz olursa azap olur.

Hayalleri boşlukta savrulursa hezeyan olur.

Şehveti ve gazabı başıboş kalırsa, cinnet olur.

Bu yüzden, beşerî istidadın en büyük nimeti olan özgürlük, ancak ahlâk ve imanla kemale ulaşır.

Sonuç: Sınırsızlık, Sorumluluğu Doğurur

Bediüzzaman’ın bu veciz sözü ile bize der ki:

>Ey insan! Senin içinde sonsuzluğa açılan dört pencere var: Akıl, arzu, hayal ve kuvvet. Onları ya nefsin emrine verir mahvolursun; ya da Allah’ın irşadına teslim eder, sultan olursun.

İnsanın mahiyeti, ebedî saadete uygun, fakat bu saadet ancak nefsini bilen, haddini aşmayan, rehber edinen insanlara mahsustur.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman’ın “beşerin sınırsız istidadı ve arzuları” üzerine olan cümlesi temelinde kaleme alınmıştır. İnsan, iç dünyasında gayr-ı mütenahî özellikler taşır: aklı, arzuları, tasavvurları ve kuvveleri sınır tanımaz. Bu potansiyel, ancak ilahi rehberlikle hayra yönelir. Aksi halde, bu sınırsızlık insanı felakete sürükler. Dolayısıyla insan, sınırsızlığıyla değil; onu terbiye edebilme gücüyle değerlidir.

 

 




Kur’an Kâinatı, Kâinat da Kur’an’ı Tefsir Eder: İki Kitap Arasındaki Muhteşem Tevhid

Kur’an Kâinatı, Kâinat da Kur’an’ı Tefsir Eder: İki Kitap Arasındaki Muhteşem Tevhid

“Nasıl Kur’an’ın bazısı, bazısına müfessirdir; kezalik kâinat kitabı dahi bazı sutûru arkalarındaki sanat ve hikmeti tefsir eder.”
Muhâkemat. 106.

İki Kitap, Bir Hakikat

Cenab-ı Hakk’ın iki büyük kitabı vardır:

  1. Kur’ân-ı Kerîm – Kelam sıfatının tecellisiyle nâzil olmuştur.
  2. Kâinat – Kudret ve irade sıfatının tecellisidir.

Bediüzzaman’a göre bu iki kitap birbirinin aynası, birbirinin dili, birbirinin şerhidir. Kur’an, kâinatı okumayı öğretir; kâinat ise Kur’an’ın mana derinliğini açar. Bu, insana hem akıl hem kalp hem de tefekkürle yol gösteren bir hikmet sistemidir.

Kur’an’ın Ayetleri Birbirini Açtığı Gibi…

Kur’an’ın bazı ayetleri, diğer ayetlerin tefsiri, açıklaması, tamamlayıcısıdır. Bir ayet mecazla ifade eder, bir diğeri hakikate götürür. Biri icmal eder, diğeri tafsil eder. Bu yüzden Kur’an bir bütün hâlinde, iç içe geçmiş bir hakikatler haritasıdır.

Tıpkı bunun gibi, kâinat kitabı da böyledir. Her unsur, diğerine işaret eder, onu açıklar, onun arkasındaki hikmeti gösterir. Atomdan galaksilere kadar her varlık, birbirine bağlıdır ve her biri “Yaratıcı kimdir? Maksat nedir? Neye hizmet eder?” sorularına cevap verir.

Kâinatın Tefsir Edici Dili: Sanat ve Hikmet

Bir çiçeğin biçiminden, bir arının simetrisinden, bir yıldızın rotasından veya bir kar tanesinin geometriğinden, yalnızca fiziksel gerçekler değil; ilahi sanat, ölçü ve maksat okunabilir.

Bir kuşun kanadındaki denge, bir çekirdeğin içindeki plan, bir bebeğin gözlerindeki anlam… Tüm bunlar, “Bu varlıklar kendi kendine olamaz!” dedirtir. İşte kâinatın “tefsir edici dili” budur:
Sanatla tefekkür ettirir, ölçüyle hikmeti bildirir.

Görmenin Değil, Okumanın Önemi

Kur’an gibi kâinat da okunmalıdır. Ama gözle değil, kalple, akılla ve imanla.
Gören çoktur, ama okuyan azdır. Dağlara bakan herkes manzarayı görür, ama “Bu dağlar niçin bu şekilde yaratılmış?” diye soran, hikmete yolculuk eden kişidir.

İşte bu yüzden Kur’an ve kâinatı birlikte okumak, imanın kemali için gereklidir. Biri kelamla, diğeri yaratılışla konuşur. Ve her ikisi de aynı Yaratıcı’yı gösterir.

Birbiriyle Konuşan İki Kitap

Kur’an der ki:

> “Allah her şeyi bir ölçüye göre yaratmıştır.” (Kamer, 49)

Kâinat ise buna şu şekilde cevap verir:

> “Bak! Her canlıda, her gezegende, her hücrede bu ölçü ve düzen açıkça var!”

Kur’an der ki:

> “O ki, gökleri direksiz yükseltti.” (Ra’d, 2)

Kâinat, uzayın sessizliği içinde süzülen gezegenlerle bu ayet-i kerimeyi tefsir eder.

Sonuç: Tefekkürsüz Okuma Körlüktür

Bediüzzaman, Kur’an ile kâinat arasındaki bu tefsirî ilişkiyi görmekle, imanın aklî ve kalbî temellerini kuvvetlendirir.
Bu çağın insanı için esas ihtiyaç, sadece bilgi değil; tefekkürle bilgiye ulaşmak, kâinatı Kur’an gözüyle okumak, Kur’an’ı kâinat diliyle anlamaktır.

İman, yalnız duymakla değil, görmekle; yalnız görmekle değil, okumak ve anlamakla derinleşir. O hâlde ne Kur’an’ı anlamaktan ne de kâinatı okumaktan gaflet edelim.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman’ın “Kur’an’ın bazı kısımları diğerlerini tefsir ettiği gibi, kâinat da bazı hakikatleri sanat ve hikmetle tefsir eder” sözü üzerine kuruludur. Kur’an ve kâinat, Allah’ın iki büyük kitabıdır ve biri lafzî diğeri kevnî birer hakikat kaynağıdır. Her iki kitap da birbirini tamamlar, açıklar ve insanı tefekküre ve imana yönlendirir. Bu makale, özellikle tefekkürle kâinata bakmanın ve Kur’an’la derin anlamları kavramanın ne denli önemli olduğunu vurgular.

 

 




İnsanın Kıymeti Himmeti Kadardır: Zihin, Fikir ve Maksat Üzerine Derin Bir Muhasebe

İnsanın Kıymeti Himmeti Kadardır: Zihin, Fikir ve Maksat Üzerine Derin Bir Muhasebe

“İnsanın zihni ve lisanı ve sem’i cüz’î ve teakubî oldukları gibi fikri ve himmeti dahi cüz’îdir. Ve teakub tarîkıyla yalnız bir şeye taalluk eder ve meşgul kalır.

   Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nisbetindedir. Himmetin derecesi ise maksat ve iştigal ettiği şeyin nisbetindedir.”
Muhâkemat. 103

Zihin Bir Aynadır, Ama Küçük Bir Ayna

İnsan zihni, kâinatı kuşatacak kadar geniş değildir. Akıl, lisan ve işitme gibi yeteneklerimiz cüz’îdir; yani sınırlı, parçalı ve teakubî işler. Bir anda bütün hakikatleri ihata edemez; ancak bir konudan diğerine geçerek yol alır. Bu sınırlılık, insana acizliğini ve tevazuunu öğretir.

Fakat bu sınırlı zihin, doğru yönlendirilirse büyük neticelere ulaşabilir. İşte burada “himmet” devreye girer.

Himmet: Kalbin İstikameti, Zihnin Pusulası

Himmet, bir meseleye verilen dikkat, değer ve dahili yönelimin adıdır. Bir insan neye gönlünü verir, zihnini ve vaktini neyle meşgul ederse, onun kişiliği de, kıymeti de o şeyle ölçülür.

Eğer birinin bütün gayreti dünyevî menfaatler, geçici zevkler ya da şöhret ve servet gibi aldatıcı hedeflerse; onun mahiyeti de bu aldanış kadar sathî ve değersiz olacaktır.

Fakat eğer bir insanın himmeti, hakkı bilmek, hakikati yaymak, insanlığa fayda sağlamak, Allah’a yakınlaşmak gibi yüce gayelere yönelirse, o kişi kendi kıymetini ebediyet terazisinde yükseltmiş olur.

Meşguliyetin Mahiyeti, Mahiyetin Meşguliyetidir

İnsan zihni aynı anda pek çok şeyi düşünemez. Bu yüzden Bediüzzaman, zihnin “teakubî” yani sıralı olarak düşündüğünü ifade eder. Bu da demektir ki, insan ancak bir şeye yoğunlaştığında verimli olabilir.

O hâlde, zihni neyle dolduracağımız çok mühimdir. Gafletle, boş işlerle, nefsanî arzularla dolu bir meşguliyet, hem kalbi karartır hem de zihni yorar. Oysa hakikatle, marifetle, ibadetle ve hayırla dolu bir meşguliyet; insanı yüceltir, arındırır ve kemale erdirir.

Zihinsel Zenginlik, Maksat Zenginliğidir

Bediüzzaman, insanın kıymetini himmetine, himmetini ise maksadına bağlar. Yani:

Maksat küçükse, himmet küçülür.

Himmet küçükse, fikir sönükleşir.

Fikir zayıfsa, insanın mahiyeti de basitleşir.

Bugün insanlık, bilgi çağının ortasında himmet zaafı yaşıyor. Zihinler dolu ama gayeler yavan. Fikirler çok ama hakikat az. Bu, maksatsızlığın neticesidir. Çünkü maksatsız bilgi, pusulasız bir gemi gibidir; yönü yok, ufku yok, varacağı limanı yoktur.

Sonuç: Neye Himmet Ettiysen, O’sun

Bu derin ve hikmetli bakış bize şunu öğretir: İnsanın değeri, onun zihnindeki ve kalbindeki en büyük meşguliyetin değeriyle ölçülür. Sen Allah’a yakınlık istiyorsan, zihin ve kalp rotanı O’na çevir. Hakikati arıyorsan, himmetini hakikate ver. İnsanlık için fayda istiyorsan, fikrini insanlığa ada.

Bir ömür, neye adandıysa onunla anılır. Zihin bir aynadır; içine koyduğun şey, hayatının sureti olur.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman’ın “İnsanın kıymeti, himmeti nisbetindedir” hakikatine dayanarak, insan zihninin sınırlı yapısını ve yöneldiği şeyle kıymetlendiğini anlatır. Zihinsel faaliyetlerin ancak bir maksada yöneldiğinde anlamlı hâle geldiğini, gayesiz meşguliyetlerin insanı değersizleştirdiğini anlatır. Netice olarak, insanın şahsî kıymetini belirleyen en önemli unsur, kalbin ve zihnin neyle meşgul olduğudur.

 

 




Hakikatin İzinde Bir Yolcu: Muhakkikin Şe’ni ve Zamanın Tuzakları

Hakikatin İzinde Bir Yolcu: Muhakkikin Şe’ni ve Zamanın Tuzakları

“Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, her şeyin menbaını bulmaktır.”
Muhâkemat. 24

Her çağın kendine has bir rüzgârı, her neslin başka bir zihin kalıbı vardır. Fakat hakikat, zamanın değişimiyle değişmez. Ona ulaşmak için sadece bilgi yetmez; cesaret, sabır ve hikmet de gerekir. Bu zor ve kıymetli vazifeye talip olanlara “muhakkik” denir. Onların hâli, Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemat adlı eserinde veciz bir şekilde şöyle tarif edilir:

> “Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, her şeyin menbaını bulmaktır.”
(Muhâkemat, s. 24)

Bu ifadeyle, bir “hakikat araştırıcısı”nın sahip olması gereken beş temel vasıf sıralanır. Her biri, tefekkür ehli için bir pusula hükmündedir.

  1. Gavvas Olmak: Yüzeyde Kalmayan Derin Dalgıçlar

“Gavvas olmak”, yüzeyde yüzenin değil, derinlere dalan ve oradan inci çıkaran kişinin sıfatıdır. Muhakkik, söylenene değil, söylenmeyen alt anlamlara; görünen değil, gizli sebep ve hikmetlere taliptir. O, zahirî yorumlarla yetinmez; fikir denizine dalarak hakikat cevherini arar.

Tıpkı deniz dibinde saklı bir mercanı bulmak için nefesini tutup karanlığa dalan dalgıç gibi, muhakkik de sabır, cesaret ve ilimle derinlere yönelir.

  1. Zamanın Tesiratından Tecerrüd: Modanın Değil, Marifetin Yolcusu

Çağ, kendi modasını, kavramlarını ve dayatmalarını beraberinde getirir. Fakat hakikat, modaya göre şekil almaz. Muhakkik, zamanın alkışlarını aramaz; zamanın gafletine kanmaz. “Herkes böyle söylüyor” demekle yetinmez, hakikati zamanın dışına çıkararak bakar.

Bu tecerrüd hali, fikrî bağımsızlık ve ilâhî ölçülerle düşünme yeteneğidir. Aksi hâlde, kişi çağının çocuğu olur, hakikatin değil, modanın tercümanı hâline gelir.

  1. Mazinin A’makına Girmek: Geçmişin Derinliğinde Saklı Cevherler

Bugünü anlamak, maziyi doğru okumakla mümkündür. Geçmiş, sadece olaylar yığını değil; ilim, ibret ve hikmetler hazinesidir. Muhakkik, geçmişi kuru nostalji için değil, bugünün yanlışlarını düzeltmek ve yarının inşasını planlamak için araştırır.

Onun bakışı, sadece tarih kitaplarına değil; o kitapların yazıldığı şartlara, zihniyete ve manaya yönelir. Çünkü hakikatin ipuçları, çoğu zaman zamanın katmanlarına gizlenmiştir.

  1. Mantığın Terazisiyle Tartmak: Duygularla Değil Delillerle Konuşmak

İlim adamı için mantık terazisi, duyguların önüne geçmelidir. Bir mesele, “hoşuma gidiyor” diye değil; “delil var mı” diye kabul edilir. Bu, taassuba karşı tedbirdir.

Bediüzzaman burada “mantığın terazisi”ni bir ölçü olarak sunar. Çünkü saf mantık ve sağduyu, fikirleri tartar, duygular değil. Muhakkik, aklı selimle, dengeli bir muhakeme ile hakikati bulmaya çalışır.

  1. Her Şeyin Menbaını Bulmak: Sebeplerde Boğulmayıp Kaynağa Gitmek

Muhakkik, bilgiyi zincirleme takip eder. Bir bilginin kaynağını, doğduğu fikrî iklimi, beslendiği ilke ve inançları araştırır. Yüzeyde kalanla değil, menba ile, yani hakikatin doğduğu yerle ilgilenir.

Bu, bilgiyle yetinmeyip hikmete ulaşma gayretidir. Tıpkı suyun kaynağını arayan bir yolcu gibi, muhakkik de sadece nehrin gürül gürül aktığı yere değil, ilk damlanın düştüğü yere varmak ister.

Sonuç: Muhakkikin Şe’ni, İlimle Hakkı Aramak ve Aydınlatmaktır

Zamanın rüzgârı çoğu kez hakikati örter, ya da eğip büker. Bu çağda hakikati koruyacak olanlar; gavvas gibi derinlere dalan, zamanın tesirinden sıyrılan, geçmişi derinlemesine anlayan, mantığı mihenk taşı yapan ve her bilginin kaynağını arayanlar olacaktır.

Muhakkik; bilgiyle yüklenen değil, hikmetle yoğrulan kimsedir. O, hakikatin hizmetkârıdır. Bilgiyi kutsamaz, hakikati tanır. Onun yolu zordur, yalnızdır; ama sonunda hak ve hakikatle ödüllendirilir.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman’ın “Muhakkikin şe’ni…” vecizesinden yola çıkarak bir hakikat araştırıcısının beş temel özelliğini ele alır: Derinlikli araştırma (gavvaslık), çağın etkilerinden soyutlanma, geçmişin derinliğine inme, mantıklı ve dengeli muhakeme, bilgi ve düşüncenin kaynağını arama. Bu özellikler, bir hakikat yolcusunun rehberidir. Makale, çağın bilgi kalabalığı içinde boğulmadan hakikate ulaşmanın ölçülerini göstermeyi amaçlar.

 

 




Sükût Eden Rüya: Haccın İhmali ve İslâm Dünyasının Çöküşü

Sükût Eden Rüya: Haccın İhmali ve İslâm Dünyasının Çöküşü

“Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”
Sünuhat.Rüyanın zeyli.

Bazı rüyalar konuşur, bazıları ise sükût eder. Konuşan rüya hikmettir; susan rüya ise ibrettir. Bediüzzaman Hazretleri, Sünuhat’ta “Rüya hacda sükût etti.” derken, sadece bir manzaranın değil, bir çağın sustuğunu işaret eder. Çünkü hac, sadece bir ibadet değil; aynı zamanda bir ümmet şuuru, siyasi feraset ve içtimaî inkılâp vesilesidir. Onun ihmal edilmesi, sadece bir sevap kaybı değil; bir medeniyetin çöküşüdür.

Haccın Sükûtu: Bir Uyanışın İhmalidir

Hac, İslam’ın beş temel esasından biridir. Lakin o sadece ferdi bir ibadet değil; ümmetin en büyük kongresi, en yüksek meşveret meclisidir. Orada ırklar, milliyetler, sınıflar, diller erir ve yerini tevhid alır. Kâbe etrafındaki saf, siyaset üstü bir kardeşliğin remzidir. Bu büyük sahne, İslam dünyasının yılda bir kez kendine gelme fırsatıdır. Fakat Bediüzzaman’a göre bu büyük fırsat, asırlardır ihmal edilmiştir.

Bu ihmalin bedeli büyüktür. Çünkü:

> “Haccın… içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”

Yani hac, bir ümmetin farkındalık ve diriliş noktası iken, ümmet gafletle onu sadece bir turistik seyahate, ruhsuz bir merasime indirmiştir. Sonuçta düşmanlar, Müslümanları kendi aleyhlerine kullanma imkânı bulmuştur.

Keffâret Değil, Kessâret: Gazabın Tohumu

Bediüzzaman, burada çok çarpıcı bir kavram kullanır:

> “Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu.”

Yani bu musibet, günahların kefareti değil; günahların çoğalmasına sebep oldu. Çünkü haccın terkinde sadece bir ibadetin değil, bir sistematik çöküşün izleri vardı. Hac yapılırken bile içindeki vahdet, meşveret, ümmet aklı, ortak hedef ve islami siyaset boyutları göz ardı edildi. Sadece taşlar atıldı ama şer güçlere taş atılmadı. Tavaf yapıldı ama hayatın merkezi Allah değil, nefisler oldu. Sa’y edildi ama toplumun sa’yine istikamet verilmedi.

İslam’ın İçtimai ve Siyasi Ruhunun Çöküşü

Hac, ümmeti birleştiren büyük bir potansiyelken, bu potansiyel yüz yıldır atıl durumda kaldı. Her milletten Müslüman bir araya geliyor ama aralarında bir ümmet dili, bir ortak fikir, bir teavün (yardımlaşma), bir planlama yok. Ümmetin anahtarı olan bu ibadet, sadece şahsî bir maneviyat sahasına hapsedildi. İşte bu gaflet, İslam’ın hem içtimai (toplumsal) hem de siyasi damarlarını kuruttu.

Neticede:

Müslümanlar birlik olmayı, müşavereyi, hedef birliğini unuttu.

Hac gibi büyük bir imkan, ümmet için bir uyanış değil, sadece bir tatil molası oldu.

Bu boşlukta, küresel güçler İslam coğrafyasını kendi lehlerine kullandı.

Müslümanlar, Müslümanlara karşı savaştırıldı.

Suskunluk Değil, Sorumluluk

Rüya hacda sustu; çünkü ümmetin sustuğu yerde artık kelimeler yetmez. Fakat bu sükût, ebedi değildir. Bu bir uyarıdır, bir ikazdır. Her Müslüman, bu sessizliğin gür sesini duymalıdır:
Haccı yeniden anlamlandırmak, sadece dini bir görev değil; ümmetin yeniden dirilişi için bir zorunluluktur.

Hac, tekrar:

Ümmetin beyni olmalı.

Ortak kararların, yardımlaşmanın, planlamanın kalbi olmalı.

Birliği inşa eden sütun olmalı.

Özet

Hac, sadece bir ibadet değil; ümmetin siyasi, içtimai ve akidevî birleşim noktasıdır.

Bu yüksek hikmet ihmal edilince, ümmet dağılmış, düşmana hizmet eder hale gelmiştir.

Haccın içindeki tevhid, teavün ve teşrik-i mesai yok sayılınca, musibet değil gazap gelmiştir.

Günahların affı yerine çoğalması (kessâretü’z-zünub) yaşanmış, çünkü fırsat olan hac değerlendirilmemiştir.

Bu çağrının sonu sükût değil, uyanış olmalıdır.

 

 




İlimde Sınır, Hikmette Ölçü: Tefsirin ve Şeriatın Sahası Nasıl Belirlenir?

İlimde Sınır, Hikmette Ölçü: Tefsirin ve Şeriatın Sahası Nasıl Belirlenir?

“Bir gayr-ı müslim yalnız mescide girmekle Müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi; tefsirin veya şeriatın kitaplarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin meselesi girmesiyle tefsir veya şeriat olamaz. Hem de bir müfessir veya fakîh mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız nefs-i şeriat ve tefsirde hüccettir. Yoksa tufeylî olarak izinsiz tefsir, şeriat kitaplarına girmiş emirlerde hüccet değildir. Zira onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur.”
Muhâkemat. 27

İlmin her dalı, kendi alanında kıymetlidir. Fakat bu kıymet, o alanın sınırlarını aştığında karışıklık, bulanıklık ve istismar başlar. Bu durum, özellikle tefsir ve şeriat ilimleri gibi kutsal ve hassas alanlarda daha da dikkatle ele alınmalıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemat eserinde yer alan şu tesbiti, bu ölçüyü çok net bir şekilde ortaya koyar:

> “Bir gayr-ı müslim yalnız mescide girmekle Müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi; tefsirin veya şeriatın kitaplarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin meselesi girmesiyle tefsir veya şeriat olamaz.”
(Muhâkemat, s. 27)

Bu cümleyle, dinî ilimlerin ruhunu anlamadan sadece metnine veya şekline dahil olmanın, o ilim içinde yer almak anlamına gelmeyeceği vurgulanmaktadır.

Tefekkürle Karışan Tefsir, Hakikat mi Kaynak mı Karışır?

Kur’ân tefsiri, sadece lafzın değil, mananın, maksadın ve ilahî muradın açıklanmasıdır. Tefsir, mücerret aklın alanı değildir; nübüvvet, dirayet, rivayet ve rehberlik ister. Her tarihî, coğrafî ya da felsefî bilgi, tefsir kitaplarına girmiş olabilir; fakat bu, o bilgileri “ilahi tefsirin bir parçası” yapmaz.

Bu, bir gayr-ı Müslim’in camiye girmesiyle Müslüman olmayışına benzer. Cami, kutsal bir mekândır; fakat oraya giren, sadece ayakkabısını çıkarıp içeri girdiği için Müslüman sayılamaz. Çünkü iman kalpte, teslimiyet ruhta, şehadet dildedir. Aynı şekilde tefsirin içine alınan her konu, tefsirin ruhuyla bütünleşmedikçe, oraya sadece “tufeyli bir misafir” olarak girmiş olur.

Şeriatın Delili: Ehliyet ve İntisapla Sabittir

Şeriat, Allah’ın koyduğu ahkâm sistemidir. Bu sistemin hükümleri, fakîhler ve müçtehitler gibi sahasında ihtisas kazanmış kişiler vasıtasıyla anlaşılır. Din, her akıl yürütenin alanı değildir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Bir müfessir veya fakîh mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız nefs-i şeriat ve tefsirde hüccettir.”

Yani yalnızca o ilmin içinde pişmiş, ilmî metodolojiyi bilen, hükmü neye göre verdiğini bilen kişi, delil getirebilir. Aksi hâlde, bir felsefeci veya tarihçinin, şeriat kitabına giren bir bilgi üzerinden hüküm vermesi, dışarıdan izinsiz hüküm koymak gibidir ve hüccet olamaz.

Tufeyli Bilgiler: Gölge Eden Işıklar

Tefsir veya fıkıh kitaplarına giren bazı tarihî, hikemî, coğrafî veriler, maksadı açıklamak içindir. Yani asıl kaynak değil, misal ve açıklamadır. Bu tür bilgilere dayanarak “Şeriat bunu söylüyor” demek, yol tabelasına bakıp kendini varış noktasında sanmak gibidir.

Tarihî rivayetlerin bir kısmı da böyledir: Gerçekliği şüpheli olabilir, yorumlanması zordur. Bunlar, delil değil, açıklayıcı veya dikkat çekici unsur olabilir. Bu sebeple Bediüzzaman:

> “Onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur.”
derken, bu tür bilgilerin aktarıcılarını değil, onları dinin temel kaynağı gibi sunanları tenkit eder.

Sonuç: Her İlmin Edebi, Her Delilin Kaynağı Olur

İslam’da en temel esaslardan biri, ilimde edep, istidlalde itidal, sözde sınır bilincidir. Kur’ân, “bilmediğiniz şeyin ardına düşmeyin” diyerek (İsrâ 36) bu hassasiyeti öğretir. İlmin her sahası, kendi usulüyle kıymetlidir. Ancak ilimlerin birbirine karıştırılması değil, konuşması gerekir.

Bu sebeple tefsir, kendi ilmî metodu ile; fıkıh, kendi usulüyle; tarih ve hikmet ise yalnızca yardımcı unsurlar olarak değerlendirilmelidir. Çünkü her bilginin kıymeti, ait olduğu yerle kaimdir.

Makale Özeti

Bu makale, Muhâkemat’ta geçen “gayr-ı Müslim’in mescide girmesiyle Müslüman olmayacağı gibi, yabancı unsurların tefsire girmesiyle onun tefsir olamayacağı” tespitinden yola çıkar. Tefsir ve şeriat ilimlerinin, yalnızca ehil kişilerce ve doğru yöntemlerle anlaşılması gerektiği vurgulanır. Dışarıdan gelen felsefî, tarihî veya coğrafî bilgilerin tefsirin parçası değil, yalnızca açıklayıcı unsurlar olabileceği ifade edilir. Ayrıca bu bilgilerin delil olarak kullanılmaması gerektiği ve sadece uzmanların görüşlerinin hüccet kabul edilmesi gerektiği üzerinde durulur. Sonuç olarak her ilmin kendi sınırları içinde anlam kazandığı hatırlatılır.

 

 




Muvazene ve Hikmet: Vaazın Kıymeti, Gerçeğe Ne Kadar Yakınsa Oradadır

Muvazene ve Hikmet: Vaazın Kıymeti, Gerçeğe Ne Kadar Yakınsa Oradadır

“Nasıl ki bir ilacı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile gıybeti, katle müsavi veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar.

   Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm hem muhakemeli olmalıdır. Evet muvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.”
Muhâkemat. 29

Söz, insanın iç âleminden dış âleme açılan ilk penceresidir. Hakikati ifade etmek, doğruyu beyan etmek bir emanettir. Bu emaneti taşıyanların başında ise vaizler gelir. Lâkin her emanet gibi, ilim ve hikmetle taşınmazsa, fayda yerine zarar verir. Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat’ta bu inceliği şu hikmetli ifadelerle ortaya koyar:

> “Hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile gıybeti, katle müsavi veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek… gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar.”
(Muhâkemat, s. 29)

Bu cümle, sadece bir üslup eleştirisi değil, hakikatin kıymetini muhafaza etme uyarısıdır. Çünkü dinin nurunu taşırken, ışığı fazla yaklaştırmak da, uzaklaştırmak da gölge yapar.

Mübalağa: Hakikatin Elbisesini Yırtmak

İslâm, her hükmünü bir hikmet üzerine bina etmiştir. Bu hikmet, dengedir, ölçüdür, muvazenedir. Ne bir hüküm abartılmalı ne de küçümsenmelidir. Ne bir günah, tüm kapıları kapatacak derecede büyütülmeli; ne de ibadet, her şeyi silip süpürecek bir kefaret gibi gösterilmelidir.

Bazı vaizlerin yaptığı gibi:

Bir günahı —örneğin gıybeti— katle denk göstermek, katli hafife almaktır.

Ayakta bevletmeyi zina derecesinde tasvir etmek, zinanın dehşetini gölgelemektir.

Bir dirhemi sadaka vermeyi hac ibadetiyle eş tutmak, hac gibi büyük bir ibadetin ruhunu küçültmektir.

Bunlar, iyi niyetle bile yapılsa, neticede hakikatin kıymetini inciten muvazenesiz sözlerdir.

Muvazenesiz Vaiz: Şifayı Zehre Çeviren Hekim Gibi

Bediüzzaman, bu durumu çok çarpıcı bir teşbihle açıklar:

> “Nasıl ki bir ilacı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir…”

Yani bir ilaç güzel olduğu için fazla kullanılırsa, hastalığı tedavi etmez, artırır. Aynı şekilde, dini hakikatler de yerli yerinde ifade edilmezse, etkisini yitirir, hatta ters tesir yapar.

Örneğin bir genç, sürekli “şunu yaparsan kâfir olursun, bunu yaparsan cehennemlik olursun” şeklindeki aşırı tehditle karşılaşırsa, ya korkudan sapar ya da büsbütün uzaklaşır. Ya da sıradan bir davranışın büyük sevapla mükâfatlandırıldığı abartılı vaazlar, insanı tembelliğe sürükler: “Madem şu kadar büyük sevap, bu küçük amelde var; ötekilere ne gerek?” der.

Hikmetsiz Tergib ve Terhibin Zararları

  1. Değerlerin yerinden oynamasına sebep olur.
    Büyük ibadetlerin kıymeti azalır, küçük ameller haddinden fazla yüceltilir.
  2. Günahların ciddiyetini örter.
    Her günah eşit gösterildiğinde, büyük günahlar küçük gibi algılanır.
  3. Toplumun dinle olan bağı zarar görür.
    Abartılı tehditler veya sahte müjdeler, insanların kalbinde güveni zedeler.
  4. Hakikatle temas kopar.
    Dinî bilgi, bir ilim ve hikmet meselesi olmaktan çıkar, duygusal söylemlere dönüşür.

Vaiz: Hem Âlim Olmalı, Hem Hakîm

Bediüzzaman bu noktada çok net bir çözüm sunar:

> “Vaiz hem hakîm hem muhakemeli olmalıdır.”

Yani vaiz, yalnızca bilgi taşıyan biri değil; hikmetle konuşan, dengeyi gözeten, sözünün nereye gideceğini bilen bir kimse olmalıdır. Çünkü vaaz, sadece sözle değil; o sözün ahengiyle, yeriyle, zamanlamasıyla, ses tonuyla da tesir eder. Bu sebeple her vaiz, ağzından çıkan her kelimenin bir teraziye vurulmuş gibi dengede olması gerektiğini bilmelidir.

Sonuç: Hakikati Taşımak, Altın Tabağı Elinde Tutmaktır

İslam’ın mesajı, ilâhî bir altındır. Onu taşıyan her vaiz, altın bir tepsi taşıyor gibidir. Eğer o tepsi eğrilirse, altın yere düşer, değerinden kaybeder. Bu sebeple sözün ağırlığını bilmek, hikmeti kuşanmak, muvazene içinde konuşmak, her vaizin ilk ahlâkı olmalıdır.

Zira hakikat, ancak hikmetle beyan edildiğinde kalbe yerleşir. Ve unutulmamalıdır ki:
Abartı, hakikatin yüzünü örter; denge ise hakikatin rengini parlatır.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemat eserinden yola çıkarak, dini vaaz ve anlatımlarda muvazene ve hikmetin önemini vurgular. Mübalağalı ve ölçüsüz tergib-terhib ifadelerinin, hem ibadetlerin değerini düşürebileceği hem de büyük günahları hafife aldırabileceği anlatılır. Bediüzzaman’ın uyarısıyla, vaizlerin hakîm ve muhakemeli olmaları gerektiği; çünkü dengeyi kaybeden sözlerin, hakikati örteceği belirtilir. Dinî anlatımda ölçü, ilim ve hikmet esastır.

 

 




Gölgenin Ardındaki Nur: İslam’a Satıhta Bakmanın Yanılgısı

Gölgenin Ardındaki Nur: İslam’a Satıhta Bakmanın Yanılgısı

“Ey hariçten ve uzaktan İslâmiyet’i tenkit etmeye çalışan insafsızlar! Aldanmayın, muhakeme edin, nazar-ı sathî ile iktifa etmeyiniz. Zira şu sizin bahanelerinize sebep olanlar, lisan-ı şeriatta ulema-i sû ile müsemmadırlar. Onların muvazenesizlik, zâhir-perestliklerinden neş’et eden hicabın maverasına bakınız. Göreceksiniz ki her bir hakikat-i İslâmiye, necm-i münir gibi bürhan-ı neyyirdir. Nakş-ı ezel ve ebed üzerinde görünüyor. Evet kelâm-ı ezelîden gelen, ebede gidecektir. “
Muhâkemat. 30

Tarihin her devrinde, hakikat güneşi olan İslâm, zaman zaman karartılmak istenmiştir. Bazen düşmanlıkla, bazen cehaletle, bazen de kötü temsilciler eliyle. Ancak hiçbir zaman söndürülememiştir. Çünkü o, kelâm-ı ezelîden gelir ve ebede yürür. Bediüzzaman Said Nursî, bu gerçeği şu haykırışla dile getirir:

> “Ey hariçten ve uzaktan İslâmiyet’i tenkit etmeye çalışan insafsızlar! Aldanmayın, muhakeme edin, nazar-ı sathî ile iktifa etmeyiniz…”
(Muhâkemat, s. 30)

Bu cümle, hem Batılı oryantalistlere hem de İslam’ı sadece şekil ve suretten ibaret sananlara karşı ilim, insaf ve derinlikli bakış çağrısıdır. Çünkü İslam’ın yüceliğini görmek için, gölgeye değil kaynağa, sûrete değil hakikate bakmak gerekir.

Satıhta Kalanın Derine Dair Hükmü Yanıltır

Bugün birçok insan, İslam’ı sadece zahiri hâllerden, yanlış temsilcilerin davranışlarından veya medya yansımalarından yola çıkarak değerlendirmeye kalkışıyor. Tıpkı bulanık bir camın ardından güneşi yargılamaya çalışmak gibi… Oysa Bediüzzaman şöyle uyarıyor:

> “Bahanelerinize sebep olanlar, lisan-ı şeriatta ‘ulema-i sû’ ile müsemmadır.”

Yani din adına konuşan ama dini ruhundan uzak şekilde temsil eden bazı kimselerin yanlış tutumları, İslam’ın değil onların zaafıdır. Bu gibi temsil hatalarını İslam’a mal etmek, hakikate karşı bir insafsızlıktır.

Gölgeye Bakma, Işığın Kaynağına Yönel

Bediüzzaman, “muvazenesizlik ve zahir-perestlik” gibi kavramlarla bir başka tehlikeye işaret eder: Dinî ilimleri ya da kavramları sadece lafzî kalıplarla, zahirî görünümleriyle ele alan, ruhuna ve hikmetine inmeyen bakış. Böyle bir yaklaşım hem temsil edenin yanlış anlamasına hem de izleyenin yanlış değerlendirmesine yol açar.

Oysa İslam’ın hakikatleri, “necm-i münir” gibi, yani ışık saçan yıldızlar gibi apaçıktır. Yeter ki perde arkasına bakılsın. Yeter ki sisli camlar silinsin. Çünkü İslam, ezelî bir kelâmdan gelir ve ebedî bir hedefe yürür.

Tenkit Etmeden Önce Tefekkür Et

İslam’ı dışarıdan eleştirenlere Bediüzzaman’ın çağrısı nettir:
Muhakeme edin! Yüzeysel bakmayın! İnsaflı olun!
Bu çağrı, aslında insanlığa yapılan bir adalet çağrısıdır. Çünkü İslam’ı anlamak, sadece onun ritüellerini ya da tarih içindeki uygulamalarını değil; onun Allah’tan gelen ruhunu, maksadını ve hikmetini anlamaktan geçer.

Kur’an’ın her bir ayeti, sadece yasal bir metin değil, aynı zamanda kalbe inen bir nur, akla hitap eden bir burhan, hayata yön veren bir rehberdir. Ve bu Kur’an, Allah’ın ezelî kelâmıdır. Zamandan bağımsız bir kaynaktan gelen bu nur, ebede yürüyen bir mesajdır. O halde onu zamanla, şahıslarla veya yanlış temsilcilerle sınırlamak büyük bir haksızlıktır.

Temsilde Zaaf, Hakikate Zarar Vermez

İslam tarihi boyunca zaman zaman temsil zaafları yaşanmış, hakikate perde olan bazı şahıslar, mevkiler ya da cemaatler çıkmıştır. Ancak bu zaaflar, ne Kur’an’ı karartabilir, ne de hakikatin yıldızlarını söndürebilir.

Tıpkı güneşe perde çekilemeyeceği gibi, İslam’ın da mahiyetine gölge düşürülemez. Temsilcilerin hataları İslam’ın değil, onların hesabınadır. Göz, perdeyle meşgul olacağına, ışığın kendisine yönelmelidir.

Sonuç: Hakikati Görenler İçin İslam, Göklerdeki Ay Gibi Parlak

Bediüzzaman’ın çağrısı hâlâ yankılanıyor:
“Muhakeme edin, yüzeysel bakmayın, gölgenin ardındaki nura yönelin.”
İslam, bütün çağlara hitap eden bir rahmet, bir hikmet ve bir adalet medeniyetidir. Onu doğru anlamak, hem dünyanın selameti hem de ebediyetin saadeti için elzemdir.
O halde çağrımız şudur: Tenkitten önce tefekkür, yargıdan önce marifet, zandan önce muhakeme.

Makale Özeti

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemat eserindeki bir pasajdan yola çıkarak, İslam’ın dışarıdan ve yüzeysel şekilde eleştirilmesinin yanlışlığı anlatılmıştır. İslam’ın kötü temsilcileri sebebiyle değil, kendi hakikatiyle değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Kur’an’ın ezelî kaynaktan gelen ebedî bir mesaj olduğu, temsil zaaflarının bu nuru gölgeleyemeyeceği belirtilmiş; İslam’a tenkitten önce muhakeme ile yaklaşılması çağrısı yapılmıştır.

 




Sedd-i Zülkarneyn ve Şeriatın Kalesi: Medeniyetin Çöküşüne Karşı İlahi Siper

Sedd-i Zülkarneyn ve Şeriatın Kalesi: Medeniyetin Çöküşüne Karşı İlahi Siper

“Evet, şu diyanetsizlik, Avrupa medeniyetinin içyüzünü öyle karıştırmış ki o kadar fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilaliyeyi tevlid etmiş. Faraza hablü’l-metin-i İslâmiye ve sedd-i Zülkarneyn gibi şeriat-ı garranın hakikatine iltica ve tahassun edilmezse bu fırak-ı fesadiye, onların âlem-i medeniyetlerini zîr ü zeber edeceklerdir. Nasıl ki şimdiden tehdit ediyorlar.”
Muhâkemat. 37

Tarihin en kadim hakikatlerinden biri şudur: Ahlâkî temeli olmayan bir medeniyet, kendi içinde çöküşe mahkûmdur. Tarihin şahitliğinde yükselen her uygarlık, içten içe çürüyerek, kendi kurduğu yapının altında kalmıştır. Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat adlı eserinde, Avrupa medeniyetinin bu dahili çöküşünü büyük bir ferasetle görmüş ve şu tesbiti yapmıştır:

> “Şu diyanetsizlik, Avrupa medeniyetinin içyüzünü öyle karıştırmış ki, o kadar fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilaliyeyi tevlid etmiş…”
(Muhâkemat, s. 37)

Yani dinden uzaklaşmak, Avrupa’nın içyüzünde ahlaki bozulmayı ve toplumsal çatlakları çoğaltmıştır. Bu hal, ihtilalci, huzur bozucu fırkaların doğmasına neden olmuştur. O medeniyetin parlak vitrini arkasında, kaynayan bir inkâr ve anarşi kazanı vardır.

Dinsiz Medeniyet: Yaldızlı Kabuk, Çürük Cevher

Avrupa medeniyeti, teknik ilerleme, bilimsel gelişme ve maddi refah açısından cazibeli bir görünüm sunsa da; ahlak, aile, merhamet, adalet gibi insanlığın ruhunu ayakta tutan değerlere sırt çevirmiştir. Diyanetsizlik, bu medeniyetin içini boşaltmış, onu dışarıdan bakıldığında görkemli; ama içeriden bakıldığında yıkıma açık hale getirmiştir.

Bediüzzaman, bu çöküşün sebeplerini yalnızca sosyal ve ekonomik şartlarda değil, imana dayanmayan bir hayat tarzının kaçınılmaz neticesi olarak görür. Dinsiz felsefe, özgürlük adına haddi aşan isyanları doğurmuş; insanı Allah’a kulluktan çıkarıp, hevâsına ve egosuna kul yapmıştır.

Fırak-ı Fesadiye: Hakkı Olmayan Hürriyetin Doğurduğu Kaos

“Fırak-ı fesadiye” ifadesi, bozgunculuğu ilke edinmiş, değer yıkıcı fraksiyonlar anlamına gelir. Bediüzzaman’a göre, Avrupa’nın diyanetsizlik temelli medeniyeti; bu tarz fesat odaklarının çoğalmasına, sınıfsal çatışmalara, ideolojik bölünmelere ve ahlaki erozyona zemin hazırlamıştır.

Bu çatışmalar, Avrupa medeniyetini sarsmakla kalmaz, âlem-i medeniyeti de tehdit eder hale gelir. Bediüzzaman şöyle ikaz eder:

> “Faraza hablü’l-metîn-i İslâmiye ve sedd-i Zülkarneyn gibi şeriat-ı garranın hakikatine iltica edilmezse, bu fırak-ı fesadiye onların âlem-i medeniyetlerini zîr ü zeber edeceklerdir.”

Bu cümle, insanlığın yegâne kurtuluş yolunu işaret eder: İslam’ın ilahi prensiplerine sığınmak.

Şeriat: İlahi Bir Kale, Zamanlar Üstü Bir Nizam

Burada geçen şeriat-ı garrâ, Kur’an’ın aydınlık yolu, Peygamber’in sünnetidir. Bu yol; adalet, merhamet, hukuk, hakkaniyet ve hürriyeti ilahi bir dengeyle sunar. Şeriat, sadece bireysel ibadetleri değil, toplumsal düzeni de tanzim eden ilahi bir nizamdır.

Bediüzzaman, şeriatı “sedd-i Zülkarneyn”e benzetir. Yani yıkıcı fitnelerin önünde bir ilahi baraj, koruyucu sur… Tıpkı Zülkarneyn’in Ye’cüc ve Me’cüc fitnesine karşı inşa ettiği set gibi, şeriat da ahir zamanın yıkıcı akımlarına karşı bir ilahi siperdir.

Tehlike Yakın: Medeniyet Çöküşünü Kendi İçinden Yaşıyor

Bugün, Bediüzzaman’ın asrından yüz yıl sonra, bu tesbitin doğruluğu daha berrak şekilde görülmektedir. Aile kurumu çözülmüş, insan yalnızlaşmış, gençlik amaçsızlaşmış, toplumlar kimliğini yitirmiştir. Dinsizlik yaygınlaştıkça, ahlakî çürüme hızlanmış; “özgürlük” kisvesi altında, nefsin hükmü yasal otoriteye dönüşmüştür.

Dünyanın birçok yerinde yaşanan anarşiler, isyanlar, ahlaksızlık salgınları, **“fırak-ı fesadiye”**nin farklı kılıklarda sahneye çıkışıdır. Ve bu tehdit, sadece Batı’yı değil, onun peşinden giden bütün doğu toplumlarını da içine çekmektedir.

Sonuç: Kurtuluş İlahi Sancağa Dönmekle Mümkündür

Bediüzzaman, bir reçete sunar:
“Hablü’l-metîn-i İslâmiye.”
Yani İslam’ın kopmaz ipine sarılmak…
İnsanlık, ancak Allah’ın şeriatıyla zulümden adalete, kaostan düzene geçebilir. Medeniyetin istikbali, teknolojiyle değil; tevhid, takva ve adaletle inşa edilebilir.

Bu yüzden diyoruz ki:

> Şeriatsız medeniyet, helak sebebidir. Şeriatlı medeniyet, saadet vesilesidir.

Makale Özeti

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemat’ta yaptığı bir ikazdan hareketle, Avrupa medeniyetinin içten çöküş sebepleri ele alınmıştır. Dinsizliğe dayanan bu yapının, ahlaki çözülme ve toplumsal çatışmaları doğurduğu belirtilmiş; İslam şeriatının ise sedd-i Zülkarneyn gibi bu yıkıcı akımlara karşı ilahi bir siper olduğu belirtilmiştir. Kurtuluşun, İslam’ın yüksek prensiplerine sığınmakla mümkün olacağı ifade edilmiştir.

 

 




Kelâmın Kıyafeti: Üslup Bir Şahsiyet Aynasıdır

Kelâmın Kıyafeti: Üslup Bir Şahsiyet Aynasıdır

“Şahsın üslub-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir.”
Muhâkemat. 68.
“Kelâmın elbise-i fâhiresi veyahut cemali ve sureti, üslup iledir. Yani kalıb-ı kelâm iledir.”
Muhâkemat. 74
“Suyun mühendisi olan Hüdhüd-ü Süleyman’ın Sebe’den getirdiği nebe’ ve haberi dinle! Nasıl inzal-i Kur’an ve ibda-ı semavat ve arz eden Zülcelal’in tavsifini etmiştir. Hüdhüd diyor: “Bir kavme rast geldim. Zemin ve âsumandan mahfiyatı çıkaran Allah’a secde etmiyorlar.” Bak evsaf-ı kemaliye içinde, Hüdhüd’ün hendesesine telvih eden vasf-ı mezburu yalnız ihtiyar eyledi.”
Muhâkemat. 75

İnsan, kalbinde taşıdığı duyguların, zihninde şekillendirdiği düşüncelerin, ruhunda yankılanan hakikatlerin diliyle dışa vuran bir varlıktır. Dil ise sadece bir araç değil, insanın iç dünyasını ifşa eden bir aynadır. Bu aynada parlayan şey ise üsluptur. Bediüzzaman Said Nursî, “Şahsın üslub-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir.” diyerek, insanın şahsiyet aynasının dilde, özellikle de üslubunda tecelli ettiğini ifade eder. Bu cümle, hem edebiyat hem ahlak hem de hikmet bakımından derin mânâlar ihtiva eder.

Üslup: Kelâmın Ruhu ve Kimliği

Bir söz sadece ne söylendiğiyle değil, nasıl söylendiğiyle de kıymet kazanır. Bu da üslubun meselesidir. Üslup, kelamın hem kıyafeti hem ruhudur. Bediüzzaman bu durumu şöyle ifade eder:

> “Kelâmın elbise-i fâhiresi veyahut cemali ve sureti, üslup iledir.”
(Muhâkemat, s. 74)

Bu, bir hakikatin üslupla ya güzelleşip gönüllere gireceğini ya da üslupsuzlukla itici hale gelip etkisini kaybedeceğini gösterir. Sözün hakikati ne kadar kıymetli olursa olsun, onu taşıyan lisan kaba, hoyrat veya yavan ise muhatabın kalbine ulaşamaz.

Dil, Şahsiyetin Sûreti ve Sîreti Olur

Nasıl ki insanın dış kıyafeti bir derece onun zevkini, estetik anlayışını, karakterini yansıtır; aynı şekilde kelamın kıyafeti olan üslup da kişinin iç dünyasını, hassasiyetini ve ahlakını ortaya koyar.
“Üslubu bozuk olanın fikri de bozuk olur.” sözü, bu gerçeğe başka bir açıdan ışık tutar.

Bir müminin üslubu, vakar, nezaket, tevazu ve hikmet taşımalıdır. Yalnızca haklı olmak yetmez, haklıyı hak bir dille savunmak gerekir. Zira Kur’ân da emreder:

> “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et…” (Nahl, 16/125)

Hüdhüd’ün Üslubu: Bir Kuşun Dilinden Tevhid

Bediüzzaman, Muhâkemat’ta son derece çarpıcı bir örnek verir. Hz. Süleyman’ın kuşu Hüdhüd, Sebe melikesinden haber getirirken sıradan bir bilgi taşımaz; üslubu ile tevhidî bir bakış açısını yansıtır:

> “Zemin ve âsumandan mahfiyatı çıkaran Allah’a secde etmiyorlar!”

Burada Hüdhüd, gözlemlediği bir halkın gafletini anlatırken onları doğrudan kınamaz, yerine Allah’ın kudretine işaret eder. “Suyu yerin altından çıkaran Allah” vurgusu, hem kendi mesleği olan su mühendisliğiyle bağlantılıdır hem de tevhid hakikatine güçlü bir gönderme ihtiva eder.

Bediüzzaman bu noktada, Hüdhüd’ün Allah’ı anlatma tarzındaki seçimini, onun ince zevkine ve meslekî inceliğine bağlar:

> “Evsaf-ı kemaliye içinde, Hüdhüd’ün hendesesine telvih eden vasf-ı mezburu yalnız ihtiyar eyledi.”
(Muhâkemat, s. 75)

Bu demektir ki, hakikati anlatırken herkes kendi istidadına uygun bir üslup seçer. Bu seçim bile onun şahsiyetini yansıtır.

Hakikat Üslup İçinde Parlar

Bir insanın ilmi olabilir, bilgisi yüksek olabilir. Lakin bu bilgiyi aktarırken kullandığı dil kırıcı, yıkıcı, kibirli veya aşağılayıcıysa o hakikat, kalplere sirayet etmez. Bu yüzden Bediüzzaman’ın yaklaşımı şudur:

> “Hak namına konuşan, hakkın hatırı için, kendi nefsini hatıra getirmemelidir.”

Üslup, bazen bilgiden daha önemlidir. Çünkü bilgi hamdır; onu pişiren, süsleyen ve sunan üsluptur. Tıpkı cevherin işlenmeden önce sıradan bir taş gibi görünmesi gibi, hakikat de üslupla parlatılır.

Sonuç: Üslup, İlmin ve İmanın Ahlâkıdır

Üslup sadece bir edebiyat meselesi değildir; bir ahlâk, bir estetik, bir irfan meselesidir. Şahsiyet, dilde kendini gösterir. Müminin lisanı, içinde taşıdığı imanın ve edebin aynası olmalıdır. Hakikat, ancak güzel bir üslupla taşındığında hakikatin hakkı teslim edilmiş olur.

Her kelam, sahibini ele verir. O hâlde kelamımıza dikkat edelim; çünkü onun kıyafeti olan üslubumuz, kalbimizin rengini gösterecektir.

Makale Özeti

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Üslup, şahsiyetin aynasıdır.” yaklaşımı ele alınmıştır. Kur’ânî bir üslupla hakikati anlatmanın önemine vurgu yapılmış; Hüdhüd kıssasından hareketle, her ferdin dilinin kendi iç dünyasını yansıttığı belirtilmiştir. Kelamın şekli olan üslup; hem anlamı taşır, hem şahsiyeti sergiler. Hakikat, doğru üslupla söylenirse, hem kalplere ulaşır hem de ilim irfana dönüşür.