TEZKİR Mİ, TALİM Mİ?

TEZKİR Mİ, TALİM Mİ?

“Talim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemata ihtiyaç var 

   Zaruriyat-ı dinî, müsellemat-ı şer’î; kulûblerde hasıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.

   Matlub da hasıl olur. İbare-i Arabî (*) daha ulvi ediyor tezkiri hem ihtarı.

   Onun için cumada hutbe-i Arabiye; zaruriyatı ihtar, müsellematı tezkir, maalkifaye olur onun tarz-ı tezkiri.

   Nazariyatı talim onda maksud değildir. Hem İslâm’ın vahdanî simasında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir, kabul etmez teksiri.”
Sözler. Lemaat

Unutulanı hatırlatmak, bilinmeyeni öğretmekten daha ehemmiyetlidir.

Modern çağ, bilgiyi kutsallaştırmış; sayılar, teoriler, grafikler ve akademik kavramlar içinde insana dair olanı unutturmuştur. Oysa insanın kalbine dokunan şey çoğu zaman yeni bilgiler değil, zaten bildiği ama unuttuğu hakikatlerin hatırlatılmasıdır. İşte bu noktada Bediüzzaman Hazretleri, bizlere çok derin bir irfan dersi verir:

> “Talim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemata ihtiyaç var.”

Yani: Karmaşık teorilerle zihinleri doldurmaktansa, kalplerde yer etmiş ama uykuya dalmış hakikatleri hatırlatmaya daha fazla ihtiyaç vardır. Çünkü çoğu zaman mesele bilmemek değil, unutmaktır.

Müsellemat: Kalpte Zaten Mevcut Olan Hakikatler

İnsanın fıtratında, vicdanında, kalbinde birtakım temel gerçekler zaten mevcuttur. Bunlara zaruriyat-ı diniye ve müsellemat-ı şer’îye denir. Allah’ın varlığı, ahiret inancı, adalet, merhamet, hak ve hakikat gibi kavramlar, aslında her vicdanda bir çekirdek olarak mevcuttur. Ne var ki zamanla, gafletle, hevâ ve hevesle bu çekirdekler unutulur, üstü örtülür.

İşte tezkir (hatırlatma) ve ihtar (uyarma), bu çekirdekleri yeniden yeşertir, kalbi diriltir, şuuru uyandırır. Dolayısıyla İslâmî tebliğde temel hedef çoğu zaman öğretmek değil, uyanışa vesile olmaktır.

Hutbe-i Arabiye ve Tezkirin Ulviyeti

Bediüzzaman, Cuma hutbesinin Arapça okunmasını bu açıdan değerlendirir. Hutbe, bir eğitim kürsüsü değil; bir tezkir makamıdır. Zaten kalpte mevcut olan hakikatleri, Arapça’nın ulvî edasıyla yeniden canlandırmak, ruhu ilahî hakikatlere hazırlamaktır.

Bu Arapça ifadeler, İslâm’ın vahdetini temsil eden ortak bir dil, nakş-ı vahdettir. Her millete, her kıtaya aynı kelimelerle hitap eden bu ifadeler, İslâm ümmetini birleştiren manevi bir bağ hükmündedir. Onun içindir ki hutbe, nasihat değil; ihtar ve tezkirdir.

Bugünün İnsanı Ne İstiyor?

Günümüz insanı bilgiye boğulmuş ama hakikatten uzaklaşmıştır. Çok şey biliyor gibi görünür; ama esasen çok şeyi unutmuştur. Allah’ı, ahireti, hesabı, merhameti, kulluğu unutmuştur. O yüzden bir konferanstan çok, bir hatırlatmaya; bir eğlenceden çok, bir iç sarsıntıya muhtaçtır.

Kitlelerin yüzlerce “seminer” yerine bir “Fatiha”ya, yüzlerce “sunum” yerine bir “secde”ye daha çok ihtiyacı vardır. Çünkü bu çağın krizi, bilgi eksikliği değil, şuur zafiyetidir. İşte bu sebeple, vaazlarda, hutbelerde, sohbetlerde “bilgi” vermekten çok, uyanışa vesile olacak bir tezkir yapmak en büyük hizmettir.

Sonuç: Bilgi Yetmez, Şuur Gerek

İslâm tebliğinde asıl maksat, çok konuşmak değil, doğru hatırlatmaktır. Kalbi titreten bir cümle, sayfalarca izahdan daha etkilidir. Tezkir, hakikatin ruhla buluşmasıdır. Unutulmuş olanı hatırlatmak, insanı kendine döndürmektir.

Bu yüzden bugün ilmî faaliyetlerin yanında irşada, nasihata, hikmete, hatırlatmaya daha çok yer vermek gerekir. Çünkü insanı harekete geçiren şey çoğu zaman bilgi değil, kalpte yeniden alevlenen bir şuurdur.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Talim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemata ihtiyaç var” ifadesi çerçevesinde, İslâmî tebliğin bilgi vermekten çok kalplerde mevcut hakikatleri hatırlatmaya yönelik olması gerektiği vurgulanmıştır. Hutbe-i Arabiye’nin hikmeti, ümmetin vahdetine katkısı ve tezkirin kalbi diriltici gücü ele alınmıştır. Sonuç olarak, günümüz insanının hakikati öğrenmekten çok, unuttuğu değerleri hatırlamaya ihtiyacı olduğu ifade edilmiştir.

 




SAVAŞ RUHLU BATI, SULH RUHLU İSLÂM

SAVAŞ RUHLU BATI, SULH RUHLU İSLÂM

“Savaşmadan rahat edemeyen bir medeniyetin vicdanı değil, sadece silahı vardır.”

Tarihin sayfalarını karıştırdığınızda, karşınıza sürekli tekrar eden bir gerçek çıkar: Batı medeniyeti, yayılmak için savaşmayı, hâkimiyet kurmak için kan dökmeyi, zenginleşmek için işgal etmeyi bir yöntem değil, bir yaşam biçimi hâline getirmiştir.

Romalardan Haçlılara, sömürgecilikten iki dünya savaşına, Irak’tan Afganistan’a, Libya’dan Filistin’e kadar Batı’nın jeopolitiği, ekonomiyle değil, kurşunla, diplomasisi barışla değil, silahla şekillenmiştir.

Barbarlık, Cilalanmış Medeniyetin Ardında

Batı’nın teknolojisi ilerlemiş, şehirleri büyümüş, binaları göğe tırmanmış olabilir. Ancak insanlık tarihi şunu öğretmiştir: Teknolojik gelişmişlik, vicdanî olgunluk anlamına gelmez. Bir medeniyetin vicdanını ölçmek istiyorsan; hapishanelerine, mülteci kamplarına, yıkılmış şehirlerine bak.

Bugün Batı, demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi değerleri dillendirse de; bu kavramlar çoğu zaman kendi çıkarları için birer ambalaj, bahane, hatta maskedir. Zira Afrika’nın yeraltı zenginliklerine, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına, Asya’nın stratejik noktalarına ulaşmak için önce savaş çıkarırlar, sonra barışı(!) dikte ederler.

İslâm: Barışı Esas Alan İlahi Sistem

İslâm ise barış kökünden türemiş bir kelimedir. Müslüman, kendisinden emin olunan, başkasına zarar vermeyen kişidir. Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurur:

> “Eğer onlar barışa meylederlerse, sen de ona meylet.” (Enfal, 61)

Peygamber Efendimiz (sav), savaşı değil, barışı yaymak için gönderilmiştir. O, Medine’de her inançtan insanı içine alan bir toplumsal sözleşme ile adaleti tesis etmiş, Mekke’yi fethederken bir damla kan dökmeden affın büyüklüğünü göstermiştir.

İslâm’da savaş bir gaye değil, zulmü durdurmak için en son çaredir. Batı’nın aksine; İslâm orduları geçtikleri yerlerde kütüphaneler kurmuş, ilmi yaymış, adaleti tesis etmişlerdir. Hiçbir İslâm ordusu çocuklara, yaşlılara, ibadethanelere el uzatmamıştır.

Şeytanî Yapı: Kaostan Beslenen Sistem

Batı’nın şeytanî yönü, kaostan beslenmesinde gizlidir. Silah sanayi, enerji tekelleri, gizli servisler, medya manipülasyonları bir bütün halinde çalışır. Barış ortamı onların kâr hanesine zarar yazar. Çünkü kaos, onların düzenidir. Yıkım, onların büyüme alanıdır.

O yüzden her barış çağrısı onlar için bir tehdit, her birlik arayışı onlar için bir tehlikedir. İslâm coğrafyasındaki ihtilafları derinleştirmeye, fitneleri alevlendirmeye, kardeşi kardeşe kırdırmaya bu kadar istekli olmalarının sebebi budur.

İbret: Vicdansız Medeniyet Ayakta Kalmaz

Tarihte Firavunlar, Nemrutlar, Cengizler, Sezarlar da büyük güçlere sahipti. Ama hiçbirinin sonu hayırla bitmedi. Çünkü zulüm ile payidar olunmaz. Batı medeniyeti, insanı sadece ekonomik bir varlık olarak görmeye devam ettiği sürece, her teknolojik ilerlemesiyle birlikte manevî çöküşünü de hızlandırmaktadır.

İslâm ise, kalbi önceleyen bir medeniyettir. Barışı kalpte inşa eder, toplumda ihya eder. Eğer biz bu mirası doğru anlayıp yaşarsak, dünya gerçek barışı Müslümanlardan öğrenecektir.

ÖZET:

Bu makalede, Batı medeniyetinin savaşçı ve işgalci karakteri ile İslâm’ın barış esaslı yapısı karşılaştırılmıştır. Batı’nın tarihi, kan ve gözyaşıyla doludur; zira güç ve çıkar merkezlidir. Oysa İslâm, barışı, adaleti ve insan haysiyetini merkeze alır. Kur’ân ve Sünnet, savaşı değil, sulhu esas alır. Bugün dünya, sahte barış vaatlerinden değil, İslâm’ın hakiki sulh mesajından istifade etmeye muhtaçtır. Vicdanı olmayan bir medeniyetin medeniyet olmadığı hatırlatılmıştır.

 




Kudretin Aynaları: Eşyadaki İlahi Nakışın Sonsuz Tecellisi

Kudretin Aynaları: Eşyadaki İlahi Nakışın Sonsuz Tecellisi

“Kudretin âyineleri çoktur 

   Kudret-i Zülcelal’in pek çoktur mir’atları. Her biri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misale.

   Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misale, misalden tâ ervaha, ervahtan tâ zamana, zamandan tâ hayale,

   Hayalden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder şuunat-ı seyyale.

   Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimat!

   Acib istinsah eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenasülat…”
Sözler.lemaat

Kâinat, sükûnet ve sessizlik içinde değil; mana ile, hayat ile ve kudret ile doludur. Gören gözler için her varlık, ilahî kudretin bir aynasıdır. Ancak bu aynalar tek düze değil, mertebelerle ve derecelerle ayrılmıştır. Bediüzzaman bu hakikati şöyle ifade eder:

> “Kudret-i Zülcelal’in pek çoktur mir’atları. Her biri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misale.”

Yani: Allah’ın kudreti, farklı mertebelerde ve farklı varlık tabakalarında sayısız ayna ile tecelli eder. Ve her ayna, O’nun kudretini başka bir yönüyle yansıtır.

Tabaka Tabaka Kudret Aynaları

Bediüzzaman, bu aynaları bir zincir gibi sıralar:

Sudan havaya: Maddenin en görünür ve yoğun tabakası olan su, Allah’ın hayata vesile kıldığı rahmet aynasıdır.

Havadan esîre: Hava, kelimeleri taşıyan, sesi ileten, maddenin ötesine geçen daha latif bir aynadır.

Esîrden misale: Esîr maddesi –bir tür nurânî yapı olarak– ruh ile madde arasında bir geçit gibidir.

Misalden ervaha: Misal âlemi, hayal ve rüyaların mekânıdır; ruhların yansıması gibidir.

Ervahtan zamana: Ruhların zamandaki seyri, Allah’ın kudretini zaman içinde gösterir.

Zamandan hayale, hayalden fikre: Her geçiş daha ince, daha latif, daha soyut ama daha derin bir tecelliyi gösterir.

Bu sıralama bize şunu öğretir: Cenab-ı Hakk’ın kudreti yalnız fiziksel dünyada değil, gaybî ve manevi alemlerde de işler. Maddenin yoğunluğundan fikrin inceliğine kadar her varlık, Allah’ın isimlerine ve fiillerine aynadır.

Kudretin Yazdığı Harfler ve Sesler

> “Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimat!”

Bu cümlede, Allah’ın kudret kalemiyle nasıl harika işler yazdığına dikkat çekilir. İnsan sesi, havaya temas eder etmez, milyonlarca kopyaya dönüşür. Bir tek kelime, aynı anda binlerce kulağa gider. Bu ise, ilahî bir matbaadır.

> “Acib istinsah eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenasülat…”

Yani: Havanın aynasında bir kelime çoğalır, bir ses milyon olur. Bu çoğalma (tenasüh değil, tenasülat) kudretin sonsuzluk sırrı ile işlediğini gösterir. Her bir varlık, bir tanedir ama aynı anda çoklara ulaşır.

Her Şey, O’nu Gösteren Bir Ayna

Bu bakış açısıyla dünya artık basit bir madde yığını değildir. Su, hava, zaman, hayal, fikir… Hepsi birer pencere, birer yansıma ve birer ilahi mektup gibidir.

Gözle görünen ile yetinen insan, sadece bir katmanı kavrar. Hâlbuki kudretin aynaları arttıkça, şeffaflık da artar. Maddenin yoğunluğundan ruha, hayale ve fikre doğru çıktıkça, şeffaflık ve hakikat parlaklığı da artar. Böylece kudretin sırlı elleri her şeyi kuşatır.

İman Gözüyle Bakabilmek:

Bu tefekkür, insanı iki yöne yöneltir:

  1. Hayranlık ve haşyet: Her varlıkta kudretin bir yansımasını görmek, insana Allah’a karşı huşû ve hayret verir.
  2. İman ve idrak: Kâinatı bir kitap gibi okuyabilen için iman, sadece kalpte bir kabul değil; gözle, kulakla, akılla hissedilen bir marifettir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın “kudretin aynaları” yaklaşımıyla, varlıkların Allah’ın kudretini farklı şekillerde yansıttığı anlatıldı. Su, hava, esîr, misal, ruh, zaman, hayal ve fikir gibi tabakalar; her biri Allah’ın birer kudret aynasıdır. Bir kelimenin havada milyonlara ulaşması gibi, kudretin sırrı her yerde çoğaltıcı ve yansıtıcıdır. Bu bakış açısı, kâinatı Allah’ın isimlerini gösteren bir tecelligâh haline getirir ve insanı derin bir imana, hayrete ve marifete sevk eder.

 

 




Cebindeki Pirinçler: Bir Babanın Sessiz Çığlığı ve İnsanlığın İmtihanı

Cebindeki Pirinçler: Bir Babanın Sessiz Çığlığı ve İnsanlığın İmtihanı

Giriş: Bir Cebin İçine Sığan Vicdan

Savaşların sadece cephelerde değil, sofralarda da yaşandığı bir çağdayız. Gazze’de bir babanın cebinden çıkan birkaç pirinç tanesi, artık mermilerin ve bombaların değil; açlığın, yokluğun ve çaresizliğin öyküsünü anlatıyor bize.
Toprağa düşen bedenin cebinden çıkanlar, yalnızca bir poşet pirinç değil; bir insanlığın vicdan muhasebesidir.

  1. Açlığın Gölgesinde Babalık: Bir Lokmanın Ardındaki Haysiyet

Çocuklarına tek bir lokma yedirebilmek için günlerce, belki haftalarca uğraşmış bir baba… Elindeki imkânsızlıkla savaşıp birkaç pirinç tanesini cebine koymuş, belki gece eve döndüğünde bir çorbanın taneleri olur ümidiyle…
O cebin içi boş değil; dua, umut, gayret ve babalıkla doluydu.

O babanın öldüğü an, sadece bir can değil, bir irade, bir şefkat, bir vicdan da vurulmuş oldu.
Ve cebindeki pirinçler, bize şunu fısıldıyor:

> “Ben bir baba idim, çocuklarım için yaşıyordum. Açlıkla, yoklukla savaşıyordum. Sıra bana gelmeden beni vurdular.”

  1. Savaşın Gerçek Yüzü: Kurşunlar Sofraya Yönelmişse

Kurşunların cepheye değil, aç mideye, susuz dudaklara, korkuyla büyüyen çocuklara yöneldiği bir coğrafya düşünün.
ABD’li paralı askerlerin yardım dağıttığı bir anda, İsrail askerlerinin aç insanlara kurşun sıkması artık savaş değil, açlığa karşı vahşet halidir.

Bu manzara, bize tarihte zalimlerin nasıl insanlık dışılaştığını hatırlatır.
Ve Kur’an’ın şu ikazı yankılanır kulaklarımızda:

> “Kim bir cana kıymamış birini öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” (Maide, 5:32)

  1. Gazzeli Babanın Sükût Eden Sözleri

O baba hiç konuşmadı belki, ama cebinden çıkan pirinçler her şeyi anlattı.
Ağlamadı, isyan etmedi, kameralara poz vermedi.
Ama sustuğu kadar konuştu.
Ve biz şimdi onun yerine düşünmeliyiz:

Bu adam neden sadece pirinç taneleri taşıyordu?

Neden çocuklarına bir avuç erzak bile ulaştıramıyordu?

Biz neredeydik?

  1. Sessiz Bir Şehitlik, Büyük Bir Utanç

Bu şehadet, sadece bir ölüm değil, bir davadır artık.
Cebindeki pirinç taneleri, adeta “şuuru uyandırın” diyor.
Bu olay, biz Müslümanlara yalnızca duygulanmak için değil, uyanmak ve bir şey yapmak için geldi.

Dua, destek, dayanışma…

Mazlumu yalnız bırakmamak…

Zulmü alkışlamamak…

Çünkü bu çağ, vicdanı olanların konuşma çağıdır.

Sonuç: Pirinçler Kadar Ağır Bir Sorumluluk

Cebinden çıkan pirinçler, insanlığın utancını taşıyor. Ama aynı zamanda bir direnişi, bir teslimiyeti ve bir babalığı da…
O birkaç tane pirinç, bize şunu hatırlatıyor:

> “Azıcık şeylerle bile büyük şeyler yapılır, yeter ki niyet temiz, kalp diri olsun.”

Ve o baba, belki bir çorbayı başaramadı, ama bir insanlık dersi verdi.
Öyle ki, sadece çocuklarına değil, bütün bir ümmete miras bıraktı.

Özet:

Bu makalede, Gazze’de işgalci güçler tarafından şehit edilen bir babanın cebinden çıkan pirinç taneleri üzerinden, insanlık, fedakârlık ve savaşın karanlık yüzü işlendi. Savaşın sadece silahla değil, açlıkla da yapıldığına dikkat çekildi. Cebindeki pirinçler, sadece bir yiyecek değil; bir babanın evlatları için verdiği mücadelenin, ümmetin vicdanını titreten sembolü oldu. Bu acı tablo, bizlere dua, farkındalık ve harekete geçme sorumluluğunu yeniden hatırlattı.

 

 




Ribanın Felaketi ve Zekâtın Hikmeti: Beşeriyetin Yol Ayrımı

Ribanın Felaketi ve Zekâtın Hikmeti: Beşeriyetin Yol Ayrımı

“Beşer hayatını isterse enva-ı ribayı öldürmeli 

   Tabaka-i havastan tabaka-i avama sıla-i rahim kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor

   Sadâ-yı ihtilalî, vaveylâ-yı intikamî, kin ü hased enîni… Yukarıdan iniyor

   Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm sâıkası… Aşağıdan çıkmalı

   Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisal. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,

   Hem şefkat ve terbiye… Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribayı tard etmeli.

   Kur’an’ın adaleti bab-ı âlemde durup ribaya der: “Yasaktır! Hakkın yoktur, dönmeli!”

   Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. Müdhişini yemeden bu emri dinlemeli.”
Sözler.lemaat

İnsanlık tarih boyunca medeniyetler kurdu, şehirler inşa etti, bilimde ilerledi. Ancak maddi refahın ve teknolojik gelişmelerin ötesinde asıl mesele, toplumlar arasında adaletin, merhametin ve dengenin nasıl tesis edileceğidir. İşte bu noktada Kur’ân’ın koyduğu temel ölçülerden biri çıkar karşımıza: Riba (faiz) yasak, zekât ise farz.

Bediüzzaman Said Nursî, bu meseleyi Lemaat’ta öyle veciz ve derin bir şekilde ifade eder ki, insanı düşünmeye ve kendine gelmeye sevk eder:

> “Beşer hayatını isterse, enva-ı ribayı öldürmeli.”

Bu cümle, insanlık için bir ikaz feryadı gibidir. Zira beşer eğer yaşamak, huzur bulmak, adaletle ayakta kalmak istiyorsa; ribayı, yani faizi ve tüm türevlerini hayatından silmek zorundadır. Aksi halde, toplumun çöküşü kaçınılmazdır.

Zekât ile Denge, Faiz ile Felaket

Kur’ân, zekâtı vermek olarak emreder; riba ise almak esasına dayanır. Biri veren eldir, diğeri alan el. Zekât ile servet aşağıya doğru akar, ihtiyaç sahiplerine ulaşır. Riba ile ise servet yukarı doğru toplanır, fakir daha fakir, zengin daha zengin olur.

Bu sebepledir ki Bediüzzaman şöyle der:

> “Merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli, hem şefkat ve terbiye…”

Toplumsal barış ve iç huzur, ancak yukarıdan aşağıya doğru inen bir merhamet sistemiyle mümkündür. Aksi takdirde aşağıdan yukarıya doğru yükselen, kin ve intikam feryatları olur:

> “Aşağıdan fırlıyor sadâ-yı ihtilalî, vaveylâ-yı intikamî, kin ü hased enîni…”

Bu cümleler, toplumsal sınıflar arasında çıkan uçurumun ve çatışmanın sesidir. Bugün modern dünyanın yaşadığı sosyal adaletsizlik, tam da bu dengesizliğin neticesidir.

Faiz Sistemi: Modern Bir Sömürü Aracı

Faiz, yalnızca ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda ahlâkî ve sosyal bir felakettir. Bugün dünya ekonomilerinin büyük kısmı faiz merkezli finans sistemlerine bağlıdır. İnsanlar borç batağında, ülkeler faiz sarmalında, devletler bile faiz ödeyebilmek için yeni borçlara muhtaç durumda.

Bu sistem, toplumda aşağıdan yukarıya doğru bir öfke ve çaresizlik üretirken, yukarıdan aşağıya ise kibir, tahakküm ve zulüm inmektedir:

> “Yukarıdan iniyor zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm sâıkası…”

Bediüzzaman bu düzeni adeta bugünün dünyasını tarif edercesine resmetmiştir. Ve çözümü açıkça ortaya koymuştur: Zekâta sarılmak, ribayı defetmek.

Zekât: İlahî Ekonomi Modeli

Zekât, İslam’ın yalnızca ibadet değil, toplumsal dengeyi koruma sistemidir. Servet belli ellerde birikmesin diye konulmuş bir sigortadır. Fakirin kalbini zenginden soğutmayan, zengini de kibirle bozmayan bir “rahmet köprüsü”dür.

Zekât, insanı veren, duyarlı, şefkatli, toplumuna karşı mesuliyet sahibi bir varlık haline getirir. Riba ise insanı bencil, kanaatsiz, acımasız, başkalarının emeğinden kazanç sağlayan bir sömürücüye dönüştürür.

Dinlenmeyen Emir, Gelen Sille

Kur’ân, faizi yasaklamış ve bu yasağı açıkça ilan etmiştir:

> “Ribaya der: ‘Yasaktır! Hakkın yoktur, dönmeli!’”

Beşer bu ilahî yasağa kulak tıkadı. Kur’ân’ın bu ikazını dikkate almadı. Ne oldu? Sarsıcı bir sille yedi. Kapitalizmin krizleri, borç ekonomileri, gelir adaletsizlikleri, sınıf çatışmaları, faizle ayakta duran küresel sömürü düzeni… Bunların hepsi, ilahi yasaya başkaldırının cezasıdır.

Ama hâlâ bir fırsat var. “Müdhişini yemeden bu emri dinlemeli.” Yani daha büyük tokatlar gelmeden, insanlık bu ilahî nizama yönelmelidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Beşer hayatını isterse enva-ı ribayı öldürmeli” düsturu çerçevesinde; faiz sisteminin beşeriyetin başına bela oluşu, zekâtın ise toplumsal barışı sağlayan ilahî bir sistem olduğu anlatılmıştır. Faiz, aşağıdan yukarıya öfke ve ihtilal doğururken; zekât yukarıdan aşağıya inen şefkat ve merhametle toplumu ihya eder. Kur’ân faizi yasaklamış, zekâtı emretmiştir. İnsanlık bu sesi dinlemezse, daha büyük tokatlarla uyarılacaktır. Kurtuluş, faiz sistemini terk edip, zekât eksenli adil bir düzene dönmekle mümkündür.

 




Zıdd-ı Maksuda Giden Yol: Gayr-ı Meşru Araçların Âkıbeti

Zıdd-ı Maksuda Giden Yol: Gayr-ı Meşru Araçların Âkıbeti

“Gayr-ı meşru tarîk, zıdd-ı maksuda gider 
اَلْقَاتِلُ لَا يَرِثُ
bir düstur-u azîmdir: “Gayr-ı meşru tarîk ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat.”

   Avrupa muhabbeti, gayr-ı meşru muhabbet hem taklit ve hem ülfet. Âkıbeti mükâfat: Mahbubun gaddarane adâveti, cinayat…

   Fâsık-ı mahrum bulmaz, ne lezzet ve ne necat.”
Sözler.lemaat

Hayatta her insan bir şeylerin peşindedir: saadet, özgürlük, güç, ilim, medeniyet, şeref, hatta cennet… Fakat bu meşru maksatlara gayr-ı meşru yollarla ulaşılmak istendiğinde, sonuç genellikle hüsran olur. Çünkü gayr-ı meşru tarîk, yani helal olmayan, meşru olmayan, hak çizgisinin dışındaki yollar, insanı maksadının zıddına götürür.

Bediüzzaman Said Nursî, Sözler ve Lemaat eserinde bu hakikati veciz bir şekilde şöyle ifade eder:

> “Gayr-ı meşru tarîk ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat.”

Bu ifade, yalnızca bireysel ahlâk için değil, toplumsal, siyasi, fikrî ve medenî bütün alanlarda geçerlidir. Tarihin her döneminde bunun sayısız örneği vardır.

Maksat Güzel, Ama Yol Çürük

Bazen insanlar yüksek bir hedef uğruna gayr-ı meşru yollara sapar. Mesela:

Özgürlük adına anarşiyi tercih eder, neticesi kaos olur.

Güçlenmek için zulme başvurur, neticede zelil olur.

Allah’a yakınlaşmak isterken bidat ve hurafelere düşer, neticesinde uzaklaşır.

Toplumun ıslahını isterken, dini metodu terk edip dünyevî ideolojilere yaslanır, sonunda sapar.

Tarih boyunca nice liderler, nice münevverler, gayr-ı meşru metotlarla toplumunu kurtarmak isterken toplumlarını felakete sürüklemiştir. Çünkü “gayr-ı meşru”, sadece haram yemek veya yalancı olmak değildir; maksada ulaşmak için meşru ilke ve hakikatleri feda etmek de bu kapsamdadır.

“El-Kâtilu lâ yeris” – Katil Vâris Olamaz

Bu hadîs-i şerîf (öldüren vâris olamaz), meselenin temelini ortaya koyar: Bir mirasa, meşru olmayan yoldan ulaşmak isteyen, o mirası kaybeder.

Tarihte bunun örneklerini çokça görürüz. Mesela bir kişi bir makama gelmek ister, fakat rüşvetle, hileyle, baskıyla ulaşır; neticede hem rezil olur hem görevinden olur. Çünkü meşru olmayan yol, hak edilen neticeyi vermez. O netice, mükafat değil, ceza olur.

Avrupa Muhabbeti: Taklitten Gelen İnkıraz

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği bir diğer tehlike de gayr-ı meşru muhabbetlerdir. Avrupa’nın fennî ve sanayî üstünlüğü karşısında, bazı Müslümanlar körü körüne bir hayranlık ve taklit hastalığına tutulmuşlardır. Oysa bu muhabbetin içinde iman yoksa, hak yoksa, İslâmî ölçüler yoksa, bu hayranlık sonunda zillet doğurur.

> “Mahbubun gaddarane adaveti, cinayet…”

Yani, taklit edilen Avrupa, bir süre sonra insanlığı, mukaddesatı, ahlâkı, inancı tahrip eden bir düşman haline gelir. Hem fikirde, hem ahlâkta, hem siyasette…

Gayr-ı meşru bir muhabbet, taklitle birleşince mahvın kapısını açar. Çünkü kişi, aslını unutur, şekle özenir; ruhu kaybedip kabuğa yapışır. Neticede ise ne o olur, ne kendisi kalır.

Fâsık-ı Mahrum: Hem Lezzetsiz, Hem Kurtuluşsuz

İşte en ibretli netice de budur: Gayr-ı meşru yollarla yaşayan kişi, ne dünyada hakiki bir lezzet bulur, ne de ahirette kurtuluşa erer.

Çünkü her haram, içinde azap taşıyan bir bal gibidir. İlk yudumda tatlı gelir, sonra yakar. Harama bakan göz, haramla konuşan dil, haramla işleyen el, sonunda insanı karanlık bir hesapla baş başa bırakır.

Fâsık olan insan, sadece günah işlemiş olmaz; aynı zamanda Allah’ın rahmetinden mahrumiyetini kendi eliyle hazırlar.

Hikmetli Sonuç: Meşru Yol, Temiz Netice

Netice olarak; maksadın yüceliği yetmez, yolun da hak, doğru ve meşru olması gerekir. Bir şeyi istemek güzel olabilir, fakat ona ulaşmak için başvurulan yol yanlışsa, Allah onu ceza olarak verir.

Gayr-ı meşru yollarla saadet aranmaz. Ne ilimde, ne siyasette, ne ibadette, ne de ahlâkta… Çünkü meşru olmayan yol, maksadın zıddını netice verir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Gayr-ı meşru tarîk, zıdd-ı maksuda gider” düsturu çerçevesinde; meşru olmayan yollarla ulaşılmak istenen hedeflerin, genellikle hüsran ve azapla sonuçlandığı ifade edildi. Özellikle gayr-ı meşru muhabbetler, batılı hayranlığı ve taklitçilik gibi hastalıklar irdelendi. Neticede, niyetin güzelliği kadar, yolun da doğruluğu gerektiği işlendi. Aksi hâlde, kişi hem maksadına ulaşamaz hem de mânen ve maddeten cezalandırılır. “El-kâtilu lâ yeris” düsturu gibi, haram yollarla miras bile kazanılamazken, saadet hiç kazanılamaz.

 




Zulmün Gölgesinde İnsanlık: Asrın Cürmü ve Nuh’un Duası

Zulmün Gölgesinde İnsanlık: Asrın Cürmü ve Nuh’un Duası

  1. Gözlerin Gördüğü Ama Kalplerin Kör Olduğu Bir Zaman

Dünya, iki milyona yakın masumun açlıkla, bombalarla, susuzlukla ve sessizlikle kıvrandığı bir imtihanın tam ortasında.
Ve bu imtihan sadece Gazze’nin değil; insanlığın, vicdanın ve inancın imtihanıdır.
Bir yanda çaresiz bebeklerin ağlayışları, bir yanda işgal uçaklarının alçak uçuşları…
Gözler görüyor, kameralar kaydediyor, uydular izliyor ama dünya susuyor.
Bu suskunluk artık tarafsızlık değil; bu, ortaklıktır.

  1. Asrın Cürmü Meşhudu: Seyredilen Soykırım

Bu çağın en kara lekesi, göre göre yaşanan bir soykırımdır.
Hiçbir terör, hiçbir bahane, hiçbir strateji;
Kadınların, çocukların, yaşlıların diri diri toprağa gömülmesini açıklayamaz.
Çünkü ortada sadece bir saldırı değil, bir inkâr ve imha planı vardır.
Bu, sadece Filistin’in değil; adaletin, hakkın ve merhametin topyekûn hedef alınmasıdır.

Kur’an’da Hz. Nûh’un duası tam da bu çağa seslenir gibi yankılanır:

> “Nûh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!”
“Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.”
“Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!” Nuh. 26-28

Bu dua, bir bedduadan çok, hakkın zalime karşı feryadıdır.
Çünkü bu tür kâfirler yalnızca küfre saplanmaz; gelecek nesilleri de ifsat eder, yozlaştırır, karartır.

  1. Hayvanlar Bile Böyle Yapmazken…

İşin acı tarafı şu ki, bu çağdaki vahşet; hayvanlar âleminde dahi görülmeyen bir tür alçaklık gösteriyor.
Hiçbir hayvan, başka bir hayvanı aç bırakmak için kuşatma altına almaz.
Hiçbir hayvan, yavrularını ağlatmak için bilinçli olarak su kaynaklarını bombalamaz.
Ama insan suretindeki canavarlar, Gazze’nin üzerine bunu yapıyor.
Ve dünya, bu canavarlığa koca bir “sessizlik heykeli” gibi bakıyor.
Susmak, seyretmek, bu çağın en büyük günahlarından biridir artık.

  1. Kapanmayan Yaralar ve Kapanmayan Hesaplar

Gazze’de açlıkla kıvranan çocuğun midesi boş,
Ama kalbi dolu:

> Doludur korkuyla, merakla, sorularla:
“Baba neden yemek yok?”
“Anne neden hep siren çalıyor?”
“Ben neden hiç oyuncağımı alamadım?”
Bu sorulara cevap verecek ne bir lider, ne bir kurum, ne de bir düzen kaldı.

Fakat bu sessizlik Allah katında suskun değildir.

> Zalimlerin her bombası, göklere yazılmış bir davadır.
Her mazlumun gözyaşı, arş-ı alaya bir yalvarıştır.
Ve her mazlum çocuğun ölümü, kıyametin yaklaşmasına bir adım daha yaklaştırır insanlığı.

  1. Nuh’un Duasına Bugün Ne Kadar Yakınız?

Hz. Nûh’un duası bir ümidsizlikten değil, bir hakikat tesbitinden doğmuştu:
“Kâfirler yeryüzünde oldukça, ıslah değil ifsad ederler.”
Bugün bu cümle, sadece bir geçmiş peygamberin değil, bugünün tüm mazlumlarının ortak duası haline gelmiştir.
Ve bu dua bir yerde şunu da ima eder:

> Ey zalim! Eğer sen durmazsan, Rabbin seni durduracaktır.
Ey ümmet! Eğer sen susarsan, o dua seni de hedef alacaktır.

Sonuç: Bu Sessizliğin Bedeli Ağır Olacak

Asrın bu açık cürmü karşısında sessiz kalan her insan, her sistem, her toplum; tarih önünde değil, ilahi adalet önünde mahkûm olacaktır.
Zulüm mazlumları yok edemez, ama zalimleri helâke götürür.
Gazze’de bombalanan sadece binalar değil; insanlık onurudur.
Ve her geçen gün bu onur biraz daha yerle bir ediliyor.

Bu çağda, Nûh’un duası yeniden okunmalı;
Ve her vicdan, o duanın mazlum tarafında durmalı.

Özet:

Bu makalede, Gazze’de yaşanan vahşetin boyutları, insanlığın suskunluğu ve Kur’an’daki Hz. Nûh’un duası açısından değerlendirilmiştir. Gözler önünde yaşanan bu açık zulmün, hayvanlar dünyasında bile rastlanmayan bir vahşet olduğu, bu sessizliğin ise zulme ortaklık anlamı taşıdığı anlatılmıştır. Nûh’un duasının, bu çağın zalimlerine karşı bir uyarı, mazlumlara karşı ise bir umut olarak yeniden anlaşılması gerektiği ifade edilmiştir. Sonuç olarak, bu sessizlik ilahi adaletin karşısında uzun süre sessiz kalmayacaktır.

 

 




HAYDİ ÇOCUKLAR CAMİYE

HAYDİ ÇOCUKLAR CAMİYE

Kur’ân-ı Kerim’i Öğrenen En Hayırlı Kul Olma Temennisiyle…

Zamanın hızla aktığı, çocukların ekranlara hapsolduğu, kalplerin dünyevî hazlarla tatminsizleştiği bir çağda yaşıyoruz. Bu çağda evlatlarımızın gönül dünyasını mamur edecek, onları hem dünya hem de ahiret saadetine taşıyacak bir davete ihtiyaç var: “Haydi çocuklar camiye!” Bu sadece bir çağrı değil, bir uyanışın, bir ruh inşasının başlangıcıdır.

Cami: Sadece Bir Mekân Değil, Bir Mekteptir

Camiler, taş ve harçtan ibaret binalar değildir. Her biri bir mekteptir. Kalplerin eğitildiği, ruhların yıkandığı, secdeyle Allah’a yaklaşan kulların yetiştiği mukaddes mekânlardır. Hz. Peygamber (sav), çocuklara cami ortamını tanıtır, onları teşvik eder, zaman zaman minberinde onları kucağına alır, camiyi bir korku değil, sevgi yuvası hâline getirirdi.

Bugünün çocuklarını da camiye çağırmak, onları bir sevgiye, bir terbiyeye, bir kimliğe çağırmaktır. Çünkü camiye gelen çocuk, sadece ibadetle değil; ahlâkla, edeble, kardeşlikle tanışır.

Kur’ân: En Hayırlı Kul Olmanın Yolu

Hadis-i şerifte buyurulur:
“Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” (Buhârî)

Çocuklarımızın Kur’ân’la erken yaşta tanışması, hayatlarına nurlu bir istikamet çizer. Kur’ân, sadece okunacak bir kitap değil, aynı zamanda yaşanacak bir rehberdir. O, bizi yaratanın kelamıdır ve çocuklar bu kelamla tanıştığında hem zihinleri hem kalpleri berraklaşır. Vicdanları diri kalır, sorumluluk duyguları gelişir.

Kur’ân öğrenen çocuk, Allah’ı tanır; kendisini, ailesini, insanlığı sevmenin hikmetini öğrenir. Harflerin ardında Rahmet’in izini bulur. Hayata daha anlamlı, daha sabırlı, daha güzel bakar.

Bir Nesil Kurtulursa, Bir Gelecek Kurtulur

İbretlidir: Geçmişte nice milletler, sadece ordularla değil, camilerle, mekteplerle, Kur’ân’la ayakta kaldı. Nice toplumlar da evlatlarını Kur’ân’dan ve mâneviyattan uzaklaştırınca kimlik krizine girdi, değerlerini yitirdi. Bugün bizlere düşen; evlatlarımızı bu yitik yoldan muhafaza etmektir.

Çocuklarımızı camiye getirmek, onların zihnini ve kalbini ebedi hayatın hakikatiyle buluşturmaktır. O camide atılan tohumlar, bir ömür boyu meyve verir. O tohumlardan biri; bir âlim, bir mürşid, bir erdemli fert olabilir.

Son Söz: Bu Çağrıyı Ertelemeyelim

Unutmayalım, çocuklarımız bizim imtihanımızdır. Onlara bırakacağımız en kıymetli miras; Kur’ân ve cami sevgisidir. Tabletler, diziler, oyunlar geçicidir. Ama bir çocuğun camide ettiği dua, Kur’ân’dan aldığı feyz, ebediyet yolculuğunda ona ve size yoldaş olur.

Gelin, “Haydi çocuklar camiye!” diyerek bu çağrıyı sadece sözle değil, örnek olarak yapalım. Onları elimizle tutup camiye götürelim, birlikte saf tutalım, birlikte secde edelim. Çünkü en hayırlı kul olma temennisi, caminin kapısından içeri adım atmakla başlar.

ÖZET:

Bu makalede, çocukları camiye teşvik etmenin önemi anlatılmıştır. Camiler sadece ibadet mekânı değil, ahlâk ve değer eğitiminin verildiği birer mekteptir. Kur’ân öğrenmek, çocukların en hayırlı kul olma yolunda atacağı ilk ve en kıymetli adımdır. Bu çağrı sadece bir kampanya değil, çocukların ruh dünyasına yapılan bir yatırımdır. Ailelere düşen görev, çocuklarına örnek olarak, onları cami ve Kur’ân’la erken yaşta buluşturmaktır. Çünkü bir çocuk kurtulursa, bir nesil kurtulur.

 

 




Ahmak Sadakat: Dost Görünümlü Zarar

Ahmak Sadakat: Dost Görünümlü Zarar

“Şeriatın herbir hükmünde ?âriin bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka, o hüküm herşeyden müstağnîdir. Hem de lâfız-perdâzâne ve mübalâğa-cûyâne ve ifrat-perverânelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnîdir. Dikkat olunsun ki, böyle mücazifler, nasihat ettikleri vakitte nazar-ı hakikatte ne derece çirkin oluyorlar! Ezcümle: Bunlardan birisi bir mecma-ı azîmde müskirattan tenfir yolunda zecr-i şer’î ile kanaat etmeden öyle birşey demiş ki, yazmasından ben hicap ettim; yazdıktan sonra çizdim. Ey herif! Bu sözlerinde şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvvü’d-dînden daha muzırsın.” Muhâkemat. 29.

Tarihte nice büyük davalar, düşman saldırılarıyla değil; dostların gafletiyle yara almıştır. Nice hakikatler, cehaletle sarılmış samimiyet kisvesiyle bozulmuştur. Ve nice şeriat hükümleri, savunma kisvesiyle tahrife uğramıştır.

Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat adlı eserinde bu hakikati sert ama isabetli bir ifadeyle şöyle dile getirir:

> “Ey herif! Bu sözlerinde şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvvü’d-dînden daha muzırsın.”

Bu cümlede geçen “sadîk-ı ahmak” yani ahmakça sadık olan kişi, aslında niyetiyle dost, ama usulüyle zararlıdır. Çünkü o, şeriatı savunduğunu sanarken, aslında halkın şeriata karşı kalbinde nefret uyandırır.

Niyet Yetmez, Hikmet Gerekir

Bir hakikati savunmak için sadece samimi olmak yeterli değildir. Çünkü samimiyet, eğer ilimsiz, hikmetsiz, ölçüsüz ve kaba bir şekilde sunulursa; o hakikate zarar verir.

Örneğin, içki gibi bir haramdan insanları uzaklaştırmak isteyen bir kişi, eğer şeriatın ölçülü ve hikmetli üslubunu terk edip, şok edici, hakaretamiz, hatta tiksindirici ifadeler kullanırsa; halkı şeriattan değil, onun dilinden nefret ettirir. Böylece şeriata değil, kendi cehaletine hizmet etmiş olur.

Din Düşmanından Daha Zararlı

Bediüzzaman, böyle ifratkâr sözde dostları, doğrudan din düşmanlarından daha zararlı görür. Çünkü din düşmanının zararı haricidir, gözle görülür ve dikkat çekicidir. Ama ahmak dost, içeriden çalışır. Kalpleri soğutur, insanları dinden uzaklaştırır ve bunu da “dini savunmak” adına yapar. Bu da sinsi ve derin bir tahribata yol açar.

> “Adüvvü’d-dînden daha muzırsın” yani “Din düşmanından daha zararlısın” sözü, bu gizli tehdidi çok açık biçimde ifşa eder.

Lafız Güzelliği Değil, Mana Hikmeti Önemlidir

Bediüzzaman bu açıdan şu uyarıyı da yapar:

> “Şeriatın her bir hükmünde, Şâriin bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır.”

Yani şeriatın hükmünde Allah’ın izzet, rahmet ve hikmet mührü vardır. Bizim görevimiz, o mühürden ders almak ve o hükmü tahrif etmeden, hikmetle, sükûnetle, merhametle açıklamaktır. Fakat bazıları, laf kalabalığıyla, abartılı ifadelerle, kendi sertliklerini dine yamayarak bu mührü kapatır. Bu da halkın dine olan ilgisini kırar.

Zehri Bal Gibi Sunmak: Dost Görünümlü Tehlike

Günümüzde bazı sözde din savunucuları, öfke ile konuşur, aşağılar, hakaret eder. Halbuki şeriat; rahmet, adalet ve hikmet üzerine kuruludur. Senin sesin değil, şeriatın ruhu konuşmalı.

Bediüzzaman’ın uyarısı, çağlar üstü bir uyarıdır:

> “Lafız-perdazâne ve mübalağa-cûyâne ve ifrat-perverânelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnîdir.”

Yani din; süslü laflara, abartılı ifadelerle sunulmaya değil, basit ama derin bir hikmetle anlatılmaya muhtaçtır. Çünkü hakikat zaten güzeldir. Onu savunanın görevi, bu güzelliği bozmak değil, yansıtmaktır.

Makale Özeti:

Bediüzzaman Said Nursî, “sadîk-ı ahmak” kavramıyla samimi fakat hikmetsiz dostların dine verdiği zararın, düşmanlardan bile daha tehlikeli olduğunu ifade eder. Çünkü bu kişiler, şeriatı savunduklarını sanırken, sert, kaba ve abartılı ifadelerle halkın dine olan sevgisini söndürürler. Din, laf cambazlığı değil, hikmetli temsil ister. Şeriatın ruhunu anlamadan yapılan sözde savunmalar, dine fayda değil, zarar getirir. Bu sebeple dostluk, sadece niyetle değil; hikmet, adalet ve temsil ile anlam kazanır.

 

 




Zincirden Kurtulmak: Galibiyetin Bedeli ve Fıtrata Aykırı Yollar

Zincirden Kurtulmak: Galibiyetin Bedeli ve Fıtrata Aykırı Yollar

“Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevkî ediyor. Zîra, beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez. Galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedîdane kapılacak idik. Halbuki, o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı alem-i İslama münafi, hem ehl-i îmanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsa idik, alem-i İslamı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik.”
Rüyada bir hitabe.

Tarih boyunca insanlık; görünürde hürriyet adına nice zincirler kuşanmış, nice istibdatları alkışlamıştır. Mazlumlar zalime, mağlup milletler galiplere hayranlık duyarak onları taklit etmeye meylederken, aslında kendi kimliğinden ve fıtratından uzaklaşmışlardır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin “Rüyada Bir Hitabe” adlı eserinde ifade ettiği şu cümle; bir milletin galip gelmemesinin bile bazen rahmet ve hikmet cihetiyle tercih edilebilir olduğunu gösterir:

> “Galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedîdane kapılacak idik…”

Yani eğer zahiren zafer kazansaydık, mağlubun yolunu taklit ederek aslında daha büyük bir mağlubiyete sürüklenecektik.

Zafer Değil, Hakkı Üstün Tutmak

Zafer tek başına bir kıymet değildir. Asıl kıymetli olan, zaferin nasıl bir yol ve niyetle kazanıldığıdır. Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, galip gelmenin değil; doğru ve fıtrata uygun olanı seçmenin daha büyük bir hikmet taşıdığını bize anlatır. Çünkü her galibiyet, beraberinde bir hayranlık, bir taklit, bir yöneliş getirir.

Eğer zaferin sonunda İslam’ın ruhuna zıt bir idare biçimi alınacaksa, bu zafer aslında bir istiklâl değil, istibdat getirir. Bugün İslam dünyasında yaşanan pek çok çöküş, Batı’dan gelen galip sistemlerin körü körüne taklidiyle başlamıştır.

İstibdat, Fıtrata Aykırıdır

Bediüzzaman, İslam âleminin zalim ve merkeziyetçi sistemlere eğilim göstermesini şu üç açıdan reddeder:

  1. Tabiat-ı âlem-i İslâm’a muhaliftir – Çünkü İslam ümmeti; meşverete, adalete ve şefkate dayalıdır.
  2. Ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine zıttır – Çünkü istibdat; sadece bir zümrenin faydasına çalışır.
  3. Ömrü kısa ve parçalanmaya namzettir – Çünkü halkın iradesini yok sayan sistemler, uzun vadede ayakta kalamaz.

Dolayısıyla görünürde galibiyet gibi gözüken bir tercih, uzun vadede milletin fıtratını bozar, maneviyatını söndürür.

Beşer Esir Değil, Hür Olmak İster

Bugünün insanı, modern sistemlerin dayattığı görünmez zincirler altında yaşıyor. Fakat bu zincirler altınla süslendiği için, çoğu zaman hürriyet sanılıyor. Tıpkı Said Nursî’nin işaret ettiği gibi:

> “Beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez.”

Yani insanlık artık sadece maddi bir maaşla, tek tip bir düşünceyle, kalıplaşmış bir hayatla mutmain olmuyor. Kendi inancına, kültürüne, tarihine ve iradesine sahip çıkmak istiyor. Ama bunu yaparken taklit hastalığına kapılmak, onu öz benliğinden uzaklaştırıyor.

Zaferden Ziyade İstikamet Lazım

Mesele bir savaşı kazanmak değil; istikameti kaybetmemektir. Eğer kazanılan bir savaş, bizi ilahi adaletten, şefkatten ve meşveretten uzaklaştırıyorsa, o galibiyetin bedeli çok ağır olur. Zira İslam, şekilcilikten çok hakikati esas alır.

Bediüzzaman’ın bu veciz ifadesi bize şunu hatırlatır:

> Bazen bir mağlubiyet, manen bir galibiyettir. Ve bazen bir zafer, zahiren parlak olsa da ruhen çöküştür.

Makale Özeti:

Bediüzzaman Said Nursî’nin “Rüyada Bir Hitabe” adlı eserindeki ifadeler, görünürde bir galibiyetin aslında manevi bir mağlubiyete dönüşebileceğini anlatır. Çünkü galip gelen milletler, çoğu zaman düşmanlarının istibdat ve zulüm sistemlerini taklit ederler. Bu taklit, İslam’ın fıtratına, halkın menfaatine ve uzun vadeli barışa aykırıdır. Gerçek kurtuluş, şeklen galip olmaktan değil; istikamet üzere kalmaktan geçer. Zafer değil, hikmetli tercih ve fıtrata uygun bir sistem insanlığı ihya eder.

 




İkinci Bir Kurban: Radar Cezalarıyla Gölgelenen Bayram

İkinci Bir Kurban: Radar Cezalarıyla Gölgelenen Bayram

Kurban Bayramı, paylaşmanın, fedakârlığın, Allah’a yakınlaşmanın en yüksek sembollerinden biridir. İnsanlar yıl boyunca beklediği bu mübarek günlere hem dini hem sosyal hem de ailevi bir heyecanla hazırlanır. Ancak bu sene bayramın gündeminde kurbanlık fiyatlarından ziyade, yolları tuzak hâline getiren radar cezaları vardı.

Otobüslerde, çay ocaklarında, bayram ziyaretlerinde insanlar yedikleri kurban etini değil, yedikleri radar cezalarını konuştu. Bayram tatili, maneviyat ve sevinç getireceğine, birçok insan için ikinci bir kurban parasına mal oldu. Kimileri 3 bin lira, kimileri 6 bin lira ceza yedi. Ailece yola çıkanlar ise arabada tedirgin ve stresli bir yolculuk geçirdi.

Denetim mi, Tuzak mı?

Hiç kimse denetime karşı değildir. Çünkü trafik kuralları ihlal edildiğinde canlar yanar. Ancak mesele; eğitici, koruyucu ve vicdanlı bir denetim mi yapılıyor, yoksa devlet gelirini artırmak için gizli bir tuzak mı kuruluyor? sorusudur. Denetim, insanları korkutmak için değil, bilinçlendirmek için yapılmalıdır. Aksi hâlde vatandaşın devlete olan güveni sarsılır, bayramın huzuru bozulur.

Trafik kuralları ile radar uygulaması arasındaki fark, niyet farkıdır. Niyet, korumak mı yoksa avlamak mı? Eğer radarlar, görünmeyen yerlere pusu gibi kuruluyorsa, bu tuzak gibidir. Bu durum da halkta, “devlet ceza kesmek için fırsat kolluyor” algısını güçlendirir. Bayramda bu algı zirve yaptı.

Bayramda Devletin Yüzü Şefkatli Olmalı

Devlet, babadır. Bayram günleri, devletin vatandaşına şefkatli yüzünü göstermesi gereken zamanlardır. Nasıl ki babalar evlatlarının bayramını bozmamak için harçlık verir, müsamaha gösterir, aynı şekilde devlet de bayramda vatandaşa sadece ceza kesen değil, koruyan ve kollayan bir el uzatmalıdır.

Zira şefkatli bir devlet, hem denetler hem de sevdirir. Ama cezacı bir devlet, vatandaşını kendine yabancılaştırır. Hele ki dinî bayramlarda bu hassasiyet daha da önemlidir. Çünkü bu bayramlar, milletin ruhuyla devletin kalbinin buluştuğu nadir zamanlardır. O buluşma, ceza pusularıyla değil, selametle sağlanır.

Bir Bayram Hikayesi: Korkuyla Gidilen Ziyaret

Bir vatandaş şöyle diyor:

> “Yola çıkarken çocuklarıma dedim ki: ‘Hız yapmayalım, dikkatli olalım. Çünkü ikinci bir kurban parası ödemek istemiyorum.’ Yol boyunca sevinç değil, korku ve tedirginlik vardı. Radara yakalanır mıyız, acaba gizli radar var mıdır, diye diken üstünde gittik. Bu, bayrama yakışan bir hâl miydi?”

Sonuç: Ceza Değil, Merhamet Hatırlansın

Bu bayramda insanlar ceza makbuzlarını, kestikleri kurbanların fişinden daha çok hatırlayacak. Oysa bayramlar, Allah’ın rahmetini, toplumsal huzuru ve sevgi bağlarını güçlendirmek içindir. Eğer bir uygulama, insanlara bayramda tedirginlik veriyorsa, o uygulamanın usulü ve amacı sorgulanmalıdır.

Bayramdan geriye “devletin cezacı yüzü” değil, “şefkatli eli” kalmalıydı. Zira insanlar bayramda devletine güvenmek, kendini emniyette hissetmek ister. Ceza ile değil, merhametle yönetilen bir toplumda gerçek huzur mümkündür.

Makale Özeti:

Bu Kurban Bayramı’nda halkın gündemi, dini vecibelerden çok radar cezaları oldu. Birçok vatandaş yüksek meblağlarda cezalara maruz kaldı ve yolculuklarını korku içinde yaptı. Denetimlerin, eğitim ve güvenlik amacı dışında tuzak gibi uygulanması kamu vicdanını zedeledi. Bayramlar, devletin cezacı değil, şefkatli yüzünü göstermesi gereken zamanlardır. Devletin, vatandaşla olan bağını kuvvetlendirmek için bayramda daha merhametli ve anlayışlı olması gerekir.

 

 




Musibetin Lisanı: İkaz, Tezkiye ve Terbiye

Musibetin Lisanı: İkaz, Tezkiye ve Terbiye

“Biri sordu:
“Musibet, cinayetin neticesi, mükafatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musîbet-i amme ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükafatınız nedir?”
Dedim:
“Mukaddemesi üç mühim erkan-ı İslamiyedeki ihmalimizdir: salat, savm, zekat. Zîra, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Halık Teala bizden istedi; tenbellik ettik. Beş sene, yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile, bir nevî namaz kıldırdı. Hem, senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi; nefsimize acıdık. Keffareten, beş sene oruç tutturdu. “On’dan, ya “kırk”tan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekat istedi; buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekatı aldı.
“Mükafat-ı hazıramız ise; fasık, günahkar bir milletten, hums olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musîbet, mazi günahını sildi.”

İnsan, başına gelen her musibeti zahirde bir kayıp, bir acı ve bir çile olarak görür. Fakat hakikat noktasında, her musibet bir lisanla konuşur: İkaz eder, uyandırır, temizler ve terbiye eder. Musibet, her zaman bir ceza değil; bazen bir sevap kapısı, bazen bir arınma vesilesi, bazen de gafletten uyanışa bir çağrıdır.

Musibet ve Kader: Hangi Fiilin Neticesi?

Bediüzzaman Hazretlerinin ifadelerinde geçen şu cümle:

> “Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti?”
bize çok derin bir sorumluluğu hatırlatıyor. Yani başımıza gelen musibet, rastgele değildir; mutlaka bir sebep, bir zemin, bir davet vardır. Kader, kulun fiiline bakar ve adaletle hükmünü verir.

Müslüman toplumlar olarak, musibetleri sadece dış faktörlere, düşmanlara, komplolara veya kötü yöneticilere yüklemek, hakikatin sadece bir yönüne bakmaktır. Asıl sebep, iç muhasebedir. Neyi ihmal ettik, neyi unuttuk, neyi terk ettik ki, kader böyle bir hüküm verdi?

Üç Temel İhmal: Salat, Savm, Zekat

Bediüzzaman bu soruya çok net bir cevap veriyor:

  1. Salat (Namaz): Günde sadece bir saat isteyen Rabbimize karşı tembellik ettik. Beş vakit namaz, kulluğun özüdür. Terk edildiğinde, kalp kararır, toplum bozulur. Sonuçta kader, beş yıl süren bir seferberlikle bize adeta mecburi bir namaz kıldırdı; zorlukla, sıkıntıyla, hareketle.
  2. Savm (Oruç): Senede yalnızca bir ay sabır, nefs terbiyesi, takva istendi. Biz nefsimize kıyamadık. Beş yıl süren mahrumiyetler, kıtlıklar, sıkıntılar bize orucun lezzetini, sabrın şifasını öğretti.
  3. Zekat: Malın yalnızca onda birini, kırkta birini Allah yoluna vermemiz istendi. Cimrilik ettik, paylaşmadık, zulmettik. O da bizden “birikmiş zekâtımızı” aldı; bazen yangınla, bazen depremle, bazen krizle.

Musibet-i Amme: Ortak Hatanın Ortak Sonucu

Toplumların başına gelen genel musibetler, çoğunluğun ihmaliyle gelir. Günahlar ferdî olabilir ama neticeleri çoğu zaman cemî olur. Allah bir kavmi toptan cezalandırmaz; ancak ısrarlı bir ihmâl ve külli bir gaflet, umumi tokatları netice verir. Bu nedenle her fert kendini sorumlu görmeli, “Ben ne yaptım ki bu hal oldu?” demelidir. Bu, pasif bir suçluluk değil, aktif bir muhasebe bilincidir.

Musibetin Mükafatı: Velayet ve Şehadet

Bütün bu ağır imtihanlara rağmen, Allah adaletinden önce rahmetini gösterir. Musibetle terbiye edilen kullar arasında, içten tevbe edenler, sabredenler, sabırda ileri gidenler olur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu milletin içinden dört milyon insan, fasık ve günahkâr olmasına rağmen, bir musibet vesilesiyle velayet mertebesine çıkmış, gazilik ve şehadetle yücelmiştir.

Bu, İlahi rahmetin bir tecellisidir: Günahlar silinmiş, nefisler temizlenmiş, mazideki isyan ve gafletin bedeli ahiret için sevapla ödenmiştir. Ortak hatanın getirdiği musibet, yine ortak bir arınma vesilesi olmuştur.

Sonuç ve Özet

Musibetler sebepsiz değildir; her biri kaderin adalet terazisinde bir karşılığa dayanır.

Üç temel İslamî farzın ihmali (namaz, oruç, zekât), toplumun manevi bünyesini zayıflatmış, musibete davetiye çıkarmıştır.

Musibet-i amme, yani genel belalar, toplumun ekseriyetinin gafletiyle meydana gelir.

Ancak bu musibetler, sadece ceza değil; aynı zamanda bir terbiye, tezkiye ve mükafat vesilesidir.

Musibetlerin neticesinde binlerce insan şehadet ve velayet makamlarına çıkmış, Allah’ın rahmetine nail olmuştur.

Unutulmamalıdır ki:
Musibet, kaderin celalli bir mektubudur; ibretle okunursa, kalbi diriltir, toplumu düzeltir.

 

 




İsimlerdeki Vahdet: Kudretle Hikmetin Dengesi

İsimlerdeki Vahdet: Kudretle Hikmetin Dengesi

> “En güzel isimler Allah’ındır. O hâlde O’na bu isimlerle dua edin…”
(A’râf Suresi, 180)

Allah Teâlâ, kâinatı yaratan ve idare eden mutlak varlıktır. O, hem sonsuz kudretin hem de nihayetsiz hikmetin sahibidir. İsimleri çoktur ama bu çokluk içinde bir dağınıklık değil, mükemmel bir birlik (vahdet) vardır. Nasıl ki kâinatta düzen ve denge varsa, Allah’ın Esmaü’l-Hüsnâsında da bir iç tutarlılık, uyum ve bütünlük vardır.

Bu yazıda, Allah’ın isimlerinin nasıl birlikte çalıştığını, birbirini nasıl tamamladığını ve bu isimlerin hem kudretin hem de hikmetin terazisinde nasıl dengelendiğini ele alacağız.

  1. İsimlerde Dağınıklık Değil, Vahdet ve Ahenk Vardır

İnsan zihni genellikle çokluk gördüğü yerde dağınıklık arar. Ancak Allah’ın 99 ismi, her biri ayrı bir yönü temsil etse de tek bir Zâtın yansımasıdır. Bu isimler:

Birbirine zıt gibi görünen durumları bir denge içinde sunar:
Kahhâr ile Rahmân, Azîz ile Latîf, Celîl ile Cemîl, Müntakım ile Gafûr birlikte var olur.

Biri diğerini sınırlamaz, iptal etmez; bilakis tamamlar ve dengeler.

Örneğin: Allah, Kâdirdir; dilediğini yaratmaya gücü yeter. Ancak her şeye rağmen kudretini sınırsızca sergilemez. Çünkü aynı anda Hakîmdir; her şeyi hikmetle yapar.

Bir ağaca karpuz kadar büyük bir meyve yaratabilir. Kudreti bunu engellemez. Ancak ağacın ince dalı bu meyveyi taşıyamayacağından, hikmeti izin vermez. Kudret susar, hikmet konuşur. Böylece bize hem bir ölçü hem de bir mesaj verir.

  1. Şâfi Var, Ama Hastalık Var – Rezzâk Var, Ama Açlık da Var

Bu da en çok sorulan sorulardandır:

Madem Allah Şâfi’dir, neden hastalık var?

Madem Rezzâk’tır, neden insanlar açlık çeker?

Çünkü Allah sadece bir isimle değil, bütün isimleriyle tecelli eder. Eğer sadece Şâfi ismiyle tecelli etseydi, kimse hasta olmazdı. Sadece Rezzâk ismiyle olsa açlık olmazdı.

Ancak:

Mübtilî ismiyle hastalığı yaratır,

Şâfi ismiyle şifa verir.

Kābız ismiyle rızkı kısar,

Bâsıt ismiyle genişletir.

Bu şekilde insan hem acziyetini görür hem de şükür, sabır, dua ve tevekkül gibi manevî terakkî yollarına girer.

Bu, aslında kulluk için açılan bir fırsattır. Zira hastalığın olmadığı bir dünyada Şâfi, açlığın olmadığı bir hayatta Rezzâk ismi bilinemezdi.

III. Kudret Yeter Ama Hikmet Engeller

Allah’ın kudreti sınırsızdır; bir karıncayı yaratmakla kâinatı yaratmak arasında O’nun için fark yoktur. Ancak Allah her şeyi gücü yettiği için değil, hikmetli olduğu için yaratır.

> “O’nun emri bir şeyi murad etti mi, sadece ‘Ol!’ demesidir; o şey hemen oluverir.”
(Yâsîn, 82)

Peki neden her şeyi hemen oluvermez?

Çünkü:

Allah Halim’dir: acele etmez.

Allah Sabûr’dur: süre tanır.

Allah Hakîm’dir: zamanlaması ve şekli en uygun olandır.

Bir bebeğin doğumu 9 ay sürer. Kudret bir anda yaratabilir. Ama hikmet, bu sürece muhtaçtır. Aynı şekilde bir duanın kabulü anında olabilir ama bazen yıllar sürer. Çünkü o dua sadece dile değil, kalbe, hâle ve zamana hitap eder.

  1. İlahi İsimler Hayata Nasıl Yansır?

Kâinatta her hadise, Allah’ın bir isminin tezahürüdür. Ancak dikkatle bakıldığında, her olayda sadece tek bir isim değil, isimlerin bileşimi vardır.

Örnek: Bir çocuğun doğumu

Hâlık: Yaratan O’dur.

Musavvir: Ona şekil veren O’dur.

Rezzâk: Ona rızık veren O’dur.

Latîf: En ince ayrıntısına kadar O’nun lütfudur.

Rahmân ve Rahîm: Onu sevgiyle kuşatan O’dur.

Bu olayda kudret, hikmet, rahmet, ilim ve sanat iç içe işler. Yani Allah’ın isimleri bir senfoni gibi birlikte hareket eder.

  1. Hikmetin Sırrı: Ne Olmazsa Olmaz

Allah bazen verir, bazen vermez. Bazen gösterir, bazen gizler. Bunların hepsi, her şeyi bilen bir zatın sınırsız ilminin gereğidir.

İstediğimiz her şey olsa, biz şımardıkça şımarırdık. Oysa Rezzâk rızkı hikmetle gönderir.

Her hastalık anında geçseydi, sabır ve şifa bilinmezdi. Oysa Şâfi isim olarak ancak dertle birlikte tecelli eder.

Dolayısıyla kâinattaki eksik gibi görünen her şey aslında bir başka ismin sahneye çıkması için bir vesiledir.

SONUÇ VE ÖZET

Allah’ın isimleri, birbirinden bağımsız değil; bir bütünlük ve denge içindedir. Kudret, hikmetle dengelenir; rahmet, adaletle tamamlanır. Allah isterse her şeyi anında yapabilir; ama her şeyi hikmeti gereği zamanında ve yerinde yapar.

Kâinattaki düzen, Allah’ın isimlerinin birlikte tecellisinin bir sonucudur. Her olay, sadece bir ismin değil, birçok ismin birlikte işlemesinden doğar. Bu yüzden insan, olup biten her şeyde sadece sonuçlara değil, arkasındaki hikmete ve isimlere bakmalıdır.

Makale Özeti

Allah’ın isimleri bir uyum ve vahdet içindedir; biri diğerini dışlamaz, tamamlar.

Allah kudret sahibidir ama kudretini hikmetle dengeler.

Şâfi ismiyle şifa verir, ama hastalıklar da Mübtilî isminin tecellisidir.

Her olayda birçok isim birlikte tecelli eder.

Allah her şeyi yapabilir, ama her şeyi en uygun zamanda ve şekilde yapar.

Bu uyum ve denge, Allah’ın yüceliğinin ve birliğinin en büyük delillerindendir.

 

 




Üç Karanlıkta Yazılan Kudret: Ana Rahmindeki Yaratılış Mucizesi

Üç Karanlıkta Yazılan Kudret: Ana Rahmindeki Yaratılış Mucizesi

> “Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde bir halden başka bir hale çevirerek yaratan O’dur.”
(Zümer Suresi, 39:6)

İnsanın yaratılışı, Kur’ân’ın birçok yerinde mucizevî bir süreç olarak anlatılır. Ancak Zümer Suresi 6. ayet, bu sürecin içyüzüne dair eşsiz bir ifade kullanır: “üç karanlık” (ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ / zulümâtin selâs). Bu ifade, hem ilmî hem de hikmetli bir tefekkür kapısı aralar. İnsan, görünmezliğin örtüsü altında, sessiz ama sonsuz bir ilim, kudret ve rahmetle şekillenir. Bu yazıda bu ayeti; Kur’an bütünlüğü içinde, hadis perspektifinde ve modern bilimin bulguları ışığında ele alacak; ardından bu büyük yaratılış hakikatinin hikmetli yönlerine odaklanacağız.

  1. Ayette Geçen “Üç Karanlık” Ne Anlama Geliyor?

İslam âlimlerinin çoğu, bu “üç karanlığı” şöyle açıklar:

  1. Karın duvarı (dış karanlık)
  2. Rahim (rahim içi karanlık)
  3. Amniyon zarı ve amniyotik sıvı (iç karanlık)

Bu tabakalar, embriyonun dış dünyadan korunmasını sağlarken, onun Allah’ın izniyle gelişimini sürdürdüğü katmanlardır. Modern anatomi de bu katmanları doğrular:

Periton (karın zarı)

Uterus (rahim)

Amniyon ve koriyon zarları
Embriyo, bu üç tabakanın oluşturduğu fiziki karanlıkta, tamamen ilahi bir programla gelişimini sürdürür. Görünen hiçbir şey yoktur ama kudretin eli her yerde işlemektedir.

  1. Kur’an’da ve Hadislerde Embriyo Yaratılışı

Kur’an-ı Kerim, insanın yaratılış sürecine birçok yerde dikkat çeker:

“Gerçekten Biz insanı bir nutfeden (sperm) yarattık…” (İnsân, 76:2)

“Sonra nutfeyi alaka (embriyo) haline getirdik, alakayı mudğa (bir çiğnem et) haline çevirdik…” (Mü’minûn, 23:14)

Bu ayetler, insanın gelişimini kademe kademe izah ederken, Allah’ın ilmini ve kudretini vurgular.

Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurur:

> “Sizden birinizin yaratılışı annesinin karnında kırk gün nutfe (döl suyu), sonra kırk gün alaka, sonra kırk gün mudğa olarak sürer. Sonra bir melek gönderilir ve ona ruh üflenir…”
(Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Müslim, Kader, 1)

Hadislerde geçen bu süreçler, bugün embriyolojide bilinen aşamalarla birebir örtüşmektedir.

III. Bilimsel Gerçeklerle Ayetin Buluşması

Modern embriyoloji, ana rahmindeki gelişimi şu aşamalarda tanımlar:

Zigot aşaması (döllenmiş yumurta)

Embriyo dönemi (ilk 8 hafta)

Fetüs dönemi (9. haftadan doğuma kadar)

Bu süreçte embriyo, dış etkenlerden korunmak üzere rahim içi sıvılar ve zarlarla kuşatılır. Gözle görülmeyen bu dünyada, milyarlarca hücre ilahi bir düzenle çoğalır, farklılaşır ve sistemli bir beden oluşturur.

Bilim, bu süreci açıklayabilir; ancak neden bu kadar kusursuz ve bilinçli olduğu sorusuna cevabı yoktur. İşte bu noktada ayet devreye girer: Bu yaratılış ancak her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Rabbin eseri olabilir.

  1. Üç Karanlık İçinde Yazılan Bir Kader

Bu ayet, sadece fiziki bir olayı anlatmakla kalmaz; aynı zamanda tefekkür ve iman boyutu taşır.

Karanlık, bilinmezliği simgeler. İnsan ne olduğunu bilmeden şekillenir.

Rahmet, gizlilikte işler. Allah, görünmez ellerle en mükemmel sanatını icra eder.

İrade yoktur, teslimiyet vardır. Cenînin hiçbir dahli yoktur, her şey onun için yapılır.

Bu durum, insanın hem acizliğini hem de Allah’ın sonsuz rahmetini ve ilmini gösterir. O halde insan, yoktan var edildiğini unutmamalı, kibirden sakınmalıdır.

  1. Hikmetli Bir Bakış: Neden Karanlıkta?

İnsan karanlıkta yaratılır. Çünkü:

Karanlık mahremdir. İlahi sırların en büyükleri gözden uzak işlenir.

Karanlık korunmadır. Rahim, dünyaya hazır olmayan varlığı muhafaza eder.

Karanlık tefekkürdür. Görmeyen göz kalp ile görmeye başlar.

Ana rahmindeki bu “karanlık terbiye”, hayatın her anında insanın karşılaşacağı imtihan karanlıklarını da simgeler: Bilinmezlik, yalnızlık, sabır, umut… Ve o karanlıklar da doğum gibi bir aydınlığa gebedir.

SONUÇ VE ÖZET

Zümer Suresi 6. ayette geçen “üç karanlık”, hem ilmî hem de manevî açıdan büyük sırlar barındırır. Allah, görünmeyen bir ortamda, sessiz ama kusursuz bir şekilde insanı şekillendirir. Bu yaratılış süreci, Kur’an ve hadislerde detaylı biçimde anlatılmış, modern bilimle de doğrulanmıştır.

Karanlık burada sadece fiziksel bir örtü değil; aynı zamanda Allah’ın kudretini, insanın aczini ve yaratılış sırrını temsil eder. Bu ayet, insanın nereden geldiğini ve kime ait olduğunu unutmaması için derin bir uyarıdır.

Makale Özeti

Zümer 6. ayetteki “üç karanlık”, rahim içi tabakaları ifade eder.

Kur’an ve hadisler insanın yaratılış sürecini aşama aşama anlatır.

Bilimsel veriler, bu süreçlerin fiziki karşılıklarını doğrular.

Karanlık, sadece biyolojik değil; aynı zamanda ruhî ve hikmetli bir temsildir.

Bu ayet, Allah’ın kudretini ve insanın aczini derin biçimde gösterir.

 

 




Salât-ı Muhammediyye: Nurdan Bir Köprü, Rahmetten Bir Yolculuk

Salât-ı Muhammediyye: Nurdan Bir Köprü, Rahmetten Bir Yolculuk

> “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle ona selâm verin.”
(Ahzâb, 56)

  1. Göklerin Gündemi: Salât

İnsanoğlunun gündeminde dünya meseleleri vardır;
Ama semânın gündeminde Peygamber vardır.

Allah, Peygamber’ine salât etmektedir.
Melekler, Efendimiz’e salât etmektedir.
Ve mü’minlerden istenen şey;
bu ilâhî ve melekî zikir halkasına katılmalarıdır.
Bir nevi, yeryüzünden gökyüzüne bir rahmet akışına dâhil olmaktır.

Salât, sadece bir duâ değildir.
Bir bağlılık, bir bağlılık ilanı,
bir bağışlanma vesilesi,
ve en önemlisi de, rahmet kapılarını açan bir anahtardır.

  1. Salâtın Manası: Bir Aşkın ve Sadakatin Lisanı

Salât, Arapçada “dua”, “rahmet” ve “övgü” anlamlarını taşır.

Allah’tan salât, rahmettir.

Meleklerden salât, istiğfardır.

İnsanlardan salât, bağlılık ve duadır.

Bir müminin “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed…” demesi,
sadece dilin bir zikri değil;
kalbin bir secdesidir.

  1. Salât Getirmeyen Cimridir

> “Yanında benim adım anılıp da bana salât getirmeyen kişinin burnu sürtünsün.”
(Tirmizî)

“Gerçek cimri, ismim anıldığı hâlde bana salât etmeyendir.”
(Nesâî)

Peygamber Efendimiz’e salât getirmemek,
vicdanın körelmesi,
şükrün terk edilmesi
ve rahmet vesilesine sırt çevirmek demektir.

O ki, ümmeti için gece boyu secde etmiş,
taşlanmış ama beddua etmemiş,
dişleri kırılmış ama merhametini kaybetmemiştir…

O’na bir salât çok mudur?

  1. Salâtın Sırrı: Kalpte Huzur, Hayatta Nûr

> “(Ey Peygamber) Onlar için salât et. Doğrusu senin salâtın onlar için bir huzur ve güvendir.”
(Tevbe, 103)

Efendimiz’in bizlere ettiği salât,
ruhumuz için bir sükûn,
gönlümüz için bir emniyettir.
Onun salâtı bize ulaştıkça,
günahlarımız dökülür,
gönlümüz yıkanır,
şeytan uzaklaşır.

Biz ona salât ettikçe,
O da bizim için Allah’a niyaz eder.
Yani bu bir karşılıklı rahmet dairesidir.

  1. Salâtın Melekûti Boyutu: Karanlıklardan Aydınlığa

> “O Allah ki, karanlıklardan aydınlığa çıkarmanız için melekleriyle birlikte size salât eder.”
(Ahzâb, 43)

Bu ayet, salâtın bir tek yönlü ibadet değil, çok boyutlu bir nur transferi olduğunu gösterir.

Allah’tan salât: Rahmet

Meleklerden salât: Yardım

Peygamber’den salât: Şefaat

Müminin salâtı: Tevessül ve vuslat

İşte bu dairede, her salavat bir nur olur.
Karanlık kalpler, bu nurla aydınlanır.
Zulmet dolu çağlar, bu isimle nurlanır.

  1. Salât, Ümmetin Birlik Dili

Farklı coğrafyaların, farklı dillerin, farklı renklerin ortak zikridir salât-ı şerife.
Ne zaman ki, “Allahümme salli alâ Muhammedin…” denir,
her dilde aynı muhabbet,
her kalpte aynı nur parlar.

Bu ümmetin birlik bağlarından biri,
Resûl’e salâttır.
Çünkü salât, kalpleri Resûl’ün kalbine bağlar.

Sonuç: Salât, En Yüksek Şükürdür

O (s.a.v) bizim için ağladı,
biz onun ümmeti olalım diye yaşadı.
Ona her salât,
bir teşekkürdür.
Bir sevgi ilanıdır.
Bir aidiyet yeminidir.
Ve Allah’a giden yolun ışıklarıdır.

ÖZET:

Peygamber Efendimiz’e salât ve selâm getirmek, Allah’ın ve meleklerin de iştirak ettiği kutsal bir zikirdir.

Salât, rahmet, dua, bağlılık ve muhabbetin dilidir.

Salât getirmemek, hadislerde “cimrilik” ve gaflet olarak tanımlanmıştır.

Salât; kalbe huzur, hayata nûr ve günaha kefaret getirir.

Ümmetin birliğini ve kalplerin Resûl’e bağlılığını ifade eder.

Her salât, insanı Allah’a yaklaştıran bir merdivendir.