Sessiz Zincirler: İngiltere’nin Müstemlekat Nazırlığı ve Sömürgeciliğin Derin İzleri

Sessiz Zincirler: İngiltere’nin Müstemlekat Nazırlığı ve Sömürgeciliğin Derin İzleri

Tarih, yalnızca olayların kronolojik bir sıralaması değildir; aynı zamanda insanlığın sınandığı bir vicdan terazisidir. 19. ve 20. yüzyıl boyunca dünyanın birçok coğrafyasında atılan İngiliz adımları, yalnızca siyasi ve ekonomik bir hakimiyeti değil, aynı zamanda ruhlara vurulan görünmez zincirleri temsil eder. Bu zincirlerin merkezi ise “Müstemlekat Nazırlığı” adı verilen, bir diğer deyişle “Sömürgeler Bakanlığı”dır.

Müstemlekat Nazırlığı: Sessiz Bir İmparatorluk Makinesi

İngiltere, 1801’de kurulan Müstemlekat Nazırlığı aracılığıyla, “gelişmemiş” olarak gördüğü toplumları yönetme iddiasıyla harekete geçti. Görünürde “medeniyet götürme”, “hukuk ve düzen sağlama”, “eğitim” gibi kavramlarla süslenen bu idare, gerçekte ekonomik sömürü, kültürel asimilasyon ve manevî kimlik yıkımı üzerine kuruluydu.

Nazırlık, yönetimi altındaki toprakları yalnızca siyasi haritalara değil, zihinlere ve vicdanlara da çizdi. Hint altkıtası, Afrika’nın büyük kısmı, Orta Doğu’nun belirli bölgeleri, Karayipler ve Pasifik adaları gibi geniş coğrafyalarda bu yapının gölgesi hissedildi. Sömürge idaresi, yerli halkları “idare edilecek çocuklar” gibi görerek onları yönetmeye çalıştı; ama bu yönetim, çoğu zaman baskı, yoksulluk, cehalet ve bağımlılık üretmekten başka bir şey getirmedi.

Hükmedilen Devletler: Harita Değil, Vicdan Karanlığı

Bugün bağımsız devletler olarak bilinen birçok ülke, bir zamanlar İngiliz Müstemlekat Nazırlığı’nın yönettiği topraklardı. Bu ülkelerden bazıları şunlardı:

Hindistan (ve bugünkü Pakistan, Bangladeş, Myanmar)

Mısır, Sudan, Kenya, Nijerya, Uganda, Güney Afrika gibi Afrika ülkeleri

Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi Anglo-Sakson koloniler

Karayipler ve Karayip Adaları

Malezya, Singapur, Hong Kong

Filistin, Ürdün, Irak, Aden (Yemen) gibi Orta Doğu ülkeleri

Bu ülkeler yalnızca ekonomik olarak değil, eğitimden dini hayata, dilden hukuk sistemine kadar her alanda İngiliz etkisiyle şekillendirildi. Bazıları “ortaklık” süsüyle, bazıları doğrudan işgal yoluyla “medenileştirildi”.

Hikmet ve İbret: Zincirler Çıktı, Zihniyet Kaldı

Bugün bu ülkelerin çoğu bağımsızdır. Bayrakları vardır, marşları vardır, liderleri vardır. Ancak birçoğunun eğitim sistemi hâlâ İngiliz sisteminin gölgesindedir. Hukukları Anglo-Sakson, ekonomileri Batıya bağımlı, kültürleri parçalanmış, kimlikleri dağılmıştır.

Bu da bize gösteriyor ki, sömürgecilik yalnızca topraklara değil, kalplere ve kafalara vurulan zincirlerle kalıcı hale getirilmiştir. İngiltere’nin Müstemlekat Nazırlığı gibi yapılar, fiziki işgallerin ötesine geçerek zihinsel bir işgal mimarisi kurmuşlardır.

İbret alınacak bir diğer yön ise, “medeniyet” adına yola çıkanların nasıl vicdanı susturup menfaati kutsadıklarıdır. Kimi yerli halklara “uygarlık” olarak sundukları sistem, onların bin yıllık değerlerini yerle bir eden bir yıkım oldu.

Bugüne Mesaj: Yeni Müstemlekeler Dijitaldir

Bugün artık Müstemlekat Nazırlığı gibi bir kurum yok. Ancak dijitalleşen dünyada, medya, ekonomi ve kültürel manipülasyon yoluyla yeni bir “sessiz sömürgeleştirme” süreci devam ediyor. Bu defa tankla değil, TikTok’la geliyorlar. Tüfekle değil, trendlerle yönlendiriyorlar. Dilleri, ahlakları, aile yapıları hedef alınıyor.

Bunun karşısında durmak için tarihî ibretlere bakmak, zihinsel uyanıklığı kuşanmak ve manevî kökleri yeniden sulamak gerekiyor.

Özet:

Müstemlekat Nazırlığı, İngiltere’nin sömürgeleri yönettiği resmi kuruluştur. 19. ve 20. yüzyılda çok sayıda ülke bu yapı tarafından idare edilmiştir.

Hindistan’dan Afrika’ya, Orta Doğu’dan Karayipler’e kadar geniş bir coğrafyada etkili olmuş ve bu ülkelerin hem maddî hem manevî kaynaklarını sömürmüştür.

İngiltere, bu faaliyetleri “medeniyet” kisvesi altında yürütse de sonuçta geriye kültürel yıkım ve ekonomik bağımlılık kalmıştır.

Bugün fizikî işgal sona erse de, dijital ve kültürel sömürgecilik farklı biçimlerde sürmektedir.

Bu nedenle ibret almak, bilinçlenmek ve manevî diriliş şarttır.

 




Geliş ve Gidiş Arası: İnsanın Yolculuğu

Geliş ve Gidiş Arası: İnsanın Yolculuğu

Gelirken ne getirdik ki,
Giderken onu götürelim?
İnsanlıktan ve insanlığa mensub olmakdan gayrı!
Çıplak geldik, çıplak da gidiyoruz.
Giydiğimiz iman ve ibadet elbisesiyle beraber.
Gelirken getirdiğimiz sermayeyi, giderken, ne ettiğimiz sorusuyla ve sorgusuyla karşı karşıya kalarak.
Gelirken ebenin elindeydik, giderken ğassalın eline düştük.
Önce doğdu dediler, sonra öldü.
Rahmetten geldik, rahmete gittik.
Dar dünyadan dâr-ı dünyaya, dar kabirden dâr-ı ukbâya göç ettik.
Ata yurdundan yine ata yurduna.
Bir kere belâ ( Evet) dedik, bir ömür bela havuzunda yüzdük.
Sonuç; ya cennet belâ’sı (evetle istenilen mükâfat) veya cehennem belası (tutulmayan sözün cezası).

***********

İnsan, iki kapı arasındaki yolcudur. Birinden girer, diğerinden çıkar. Ne geliş bizim elimizdedir, ne de gidiş. Sadece ikisi arasına serpiştirilmiş “emânet zaman” bize verilmiştir. Ve o zamanın her anı, bizi ebedî menzile götüren bir adım, ya da oradan uzaklaştıran bir sapmadır.

Ne Getirdik?

Gözümüzü açtığımızda elimizde ne bir mal, ne bir makam, ne de bir kimlik vardı. Dilimiz yoktu, elimiz tutmazdı, aklımız işlemezdi. Çıplaktık; sadece beden değil, mana yönüyle de çıplak. Tek sermayemiz, “insan olma potansiyelimiz”di. Bu potansiyel, “emanet”le anlam kazandı: ruh…

“Evet” dedik; ruhlar âleminde bir söz verdik. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna bir kelimeyle cevap verdik: Belâ (Evet). O kelimeyle başladık yolculuğa. O kelimenin doğruluğuyla tamamlayacağız ya da inkârıyla düşeceğiz.

Ne Götürüyoruz?

Elden çıkan her şey, dünya toprağında kalıyor. Gömlekler, unvanlar, servetler… Hatta isim bile. Ancak bir elbise bizimle geliyor: İman ve ibadet elbisesi. O elbise, kefenden daha kıymetli. Çünkü kefen çürür, iman çürümez. Namaz, oruç, sadaka… Onlar bizimle gelirken, bizi tartan bir terazinin kefesini doldurur.

Gelişte bir ebe vardı, gidişte ise bir gassal. Geliş müjdelendi, gidiş matemle anıldı. Ama hangisi daha kıymetliydi? Aslında gidiş, asıl menzilin kapısıydı. Geliş bir başlangıç, gidiş bir neticeydi. Ve her netice, yapılan işin değerini gösterir.

İnsanlık ve Sorumluluk

Bu yolculukta insana yüklenen en büyük yük: sorumluluk. Kâinatta akıl taşıyan tek varlık biziz. Düşünebilen, irade gösteren, seçebilen ve vicdan azabı çekebilen… Bu özellikler, insanlığı sadece biyolojik bir kimlik olmaktan çıkarır. İnsanı, “emaneti yüklenen” halife yapar. Ve bu halifelik; secdeyle başlayan, hesapla sona eren bir imtihandır.

Nereye Gidiyoruz?

Dünya dar. Kabir daha dar. Ama mü’min için ukbâ geniştir. Çünkü iman eden bilir ki; kabir bir sondan çok, bir başlangıçtır. Ata yurdundan gelen ruh, yine ata yurduna döner: “İnna lillah ve inna ileyhi râciûn” sırrınca. Bu dönüş, boşuna değildir. Her dönüş, bir muhasebeye çıkar. “Ne getirdin?” denmeyecek belki; “Ne ettin?” denilecek. Ne getirdiğimiz değil, emanete ne kattığımız önemli olacak.

Netice ve Seçim

İnsan, iki uçta yol alır: ya cennet belâsı, ya cehennem belâsı. İlki, sabrın ve sadakatin ödülüdür. Diğeri, verilen sözün çiğnenmesinin bedeli. Bir “belâ” kelimesiyle başlayan hayat, bir “belâ” ile sonlanır. Fakat bu son, bir başlangıçtır.

Özet:

Bu makale, insanın dünyaya gelişi ve dünyadan gidişi arasındaki anlam yüklü yolculuğu ele alır. İnsanın dünyaya çıplak geldiği ve çıplak gideceği gerçeğiyle birlikte, bu yolculukta taşınan en kıymetli sermayenin iman ve ibadet olduğu anlatılır. Ruhlar âleminde verilen “belâ” (evet) sözüyle başlayan bu seyahatin sonunda, insanın emaneti nasıl taşıdığı ve insanlığa ne kattığı sorgulanacaktır. Makale, insana yüklenen sorumluluğu, geçici dünya hayatının ardından gelen ebedî menzili ve iki sonuçtan birine varan neticeyi düşündürücü bir dille işler.

 

 




Konuşan Dünya: Yüz Bin Ağızla Söylenen Bir Hakikat

Konuşan Dünya: Yüz Bin Ağızla Söylenen Bir Hakikat

“Küre-i arz bir kafadır ki yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında, yüz bin lisanı vardır. Her lisanında, yüz bin bürhanı var ki her biri çok cihetle Vâcibü’l-vücud, Vâhid-i Ehad, her şeye Kadîr, her şeye Alîm bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine ve evsaf-ı kudsiyesine ve esma-i hüsnasına şehadet ederler.”
Sözler.741

Dünya bir taş parçası değil. Sadece üzerinde yaşadığımız bir gezegen değil. O bir kafa, bir şuur merkezi, bir hikmet sahnesidir.
Bediüzzaman Said Nursî, bu küre-i arzı konuşan bir kafa olarak tarif eder:

> “Küre-i arz bir kafadır ki yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında yüz bin lisanı vardır. Her lisanında yüz bin bürhanı var…”

Bu cümle, sıradan bir benzetme değil. Derin bir marifet penceresi ve tevhid aynasıdır.

Yüz Bin Ağız, Sayısız Lisan

Bu dünya, çok dilli bir kitap gibidir.
Denizler ayrı konuşur, dağlar başka söyler.
Gökyüzü kendi lisanınca fısıldarken, toprak içinden neşet eden otlar başka bir beyanla konuşur.
Hayvanların yaratılış dili farklıdır; insanların ibda ve inşa dili başkadır.

Bir arının lisanı vardır: “Beni bal için yaratan bir Rezzâk var.”

Bir nar tanesi lisanı vardır: “Her bir hücrem hesapla doludur.”

Bir kar tanesi lisanı vardır: “Simetrim rastgele değil, hikmetledir.”

Ve insanın dili: “Ben düşünebilirim çünkü bana düşündüren biri var.”

Her varlık, hal diliyle ve var oluşuyla konuşur. Ve hepsi, bir tek hakikati söyler:
“Ben tesadüf değilim. Sanatlıyım. Sanatkârım var.”

Kâinatın Eşsiz Vaazı

Küre-i arz, sadece yaşanılan bir mekân değil; aynı zamanda bir vaaz kürsüsüdür.
Her mevsim bir hutbedir.
Her yağmur damlası bir ayet gibidir.
Her çiçek, her böcek, her bebek, her ses… bir kelime, bir cümle, bir delildir.

Ve hepsi bir ağızdan değil; her biri ayrı ağızlardan ve ayrı lisanlardan dile gelir.

Bir araya geldiklerinde kâinatın tek bir mesajı yankılanır:
“La ilâhe illâ Hû… Ondan başka ilah yoktur!”

Küre-i Arz: Şehadet Eden Bir Kafa

Neden “kafa” benzetmesi yapılmış?

Çünkü kafa, idrakin ve şuurun merkezidir. Dünya da akıl sahipleri için bir ibret merkezidir.

Kafa, göz, kulak, ağız gibi iletişim vasıtalarının birleşimidir. Dünya da gözle görülen, kulakla işitilen, kalple hissedilen yüz binlerce delilin toplandığı bir organdır.

Kafa, fikir üretir. Dünya da her aklı selimi, imanla buluşturacak fikirlerin kaynağıdır.

Yüz Bin Bürhan: Her Şey O’nu Gösteriyor

Her ağzın yüz bin lisanı, her lisanın da yüz bin bürhanı olduğu ifade ediliyor. Bu ne demek?

Bu şu demek:

Her varlık, kendi cinsine mahsus bir şekilde Allah’ı anlatır.

Her özellik, ayrı bir delildir.

Her detay, bir sanat inceliğiyle konuşur.

Bir karıncanın gözünden, bir yıldızın yörüngesine kadar her şey, binlerce yönüyle Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine ve kudretine şahitlik eder.

Ve bu şehadet, bir kuru taklit değil; basiret sahiplerinin görebileceği parlak bir hakikattir.

İnsan Nereye Baksa O’nu Görür

Bu kainat öyle bir yapıdır ki:

İlmi olmayan göremez.

Tevhidi olmayan anlayamaz.

Şükrü olmayan kıymetini bilemez.

Oysa her yer bir aynadır. Göz değil, gönül gözü açık olan herkes için…
Her taş, her ağaç, her canlı, “Ben O’ndan haber veriyorum” der.

Sonuç ve Özet:

Bu makalede, dünya hayatının sadece bir mekân değil; akıl sahipleri için bir marifet kitabı, bir vaaz kürsüsü, bir şehadet merkezi olduğu ifade edildi. Her şey kendi diliyle konuşmakta, her unsur Hâlık’ını göstermektedir. Küre-i arz, binlerce diliyle Vâcibü’l-Vücud olan Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini ilan eden bir şehadet makamıdır.

Özetle: Dünya sadece dönen bir gezegen değil, her yönüyle Allah’ı anlatan bir “dil”, bir “kafa”, bir “kitaptır”. Her parçası, her ânı ve her mevcudu; Allah’ın birliğine ve kudretine yüz bin lisanda şehadet eder. Gören göz, işiten kulak, bilen kalp için bu apaçık bir hakikattir.

 

 




Kuşların Dili: Sessiz Âlemin Söylenen Hakikati

Kuşların Dili: Sessiz Âlemin Söylenen Hakikati

 

“Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni’-i Hakîm’in intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’î ise hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.”
Sözler.738

Sabahın erken vaktinde bir bahçeye girin. Sessizlik değildir sizi karşılayan… Kuşların ahenkli sesi, cıvıltıların melodisi sarar her yanı. Bir serçe titrek sesiyle bir şey anlatır. Bir bülbül, nağmelerle âdeta şiir söyler. Bir kırlangıç, hızlı ve kısa ötmeleriyle uyarır ya da haber verir.

Ama asıl soru şudur:
Kim öğretti bu küçücük varlıklara bu lisanı?
Kim verdi bu kadar hikmetli bir konuşmayı bu aciz, küçük, dilsiz yaratıklara?

Bediüzzaman der ki:

> “Kuşların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni’-i Hakîm’in intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’îdir.”

Cıvıltıların Ötesinde Bir Lisan

Modern ilim bize kuşların seslerinin sadece ötüş olmadığını, anlam taşıdığını söylüyor. Her kuş türü kendine has “kelimeler”le iletişim kurar. Uyarı verir, eş çağırır, yavrusuna sinyal gönderir.

Fakat asıl şaşırtıcı olan, bu dilin kendiliğinden ortaya çıkmamış olmasıdır. Zira:

Ne kuşlar bir akademiye gitmiştir.

Ne dilbilgisi çalışmışlardır.

Ne de aralarında anlaşma protokolü oluşturmuşlardır.

Buna rağmen belli maksatları birbirlerine aktarırlar. İşte bu, bir tesadüfün değil, bir İntak Eden’in varlığının isbatıdır.

Sükûtun İçindeki Kelâm

Kuş sesleri, ilk bakışta sadece fon müziği gibi gelir kulağımıza. Oysa her ötüş, içinde bir maksat, bir duygu, bir ihtiyaç taşır. Bediüzzaman bu noktaya dikkat çeker:

> “Hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.”

Bu ifade şunu söyler:
Kuşlar konuşuyor. Ama bizim sandığımız gibi rastgele değil.
Bir hissiyat aktarımı, bir maksat ifadesi var ötüşlerinde.

Bu hakikat, şu gerçeği de beraberinde getirir:
Konuşma kudreti, yalnız insana ait değildir.
Söyleten kim ise, her varlığa da dilediğini söyletir.

Söyleten Kimdir?

İnsan, diliyle övünür. Fakat insana dili verene bakmaz. Oysa hayvanlar da, kuşlar da bir şekilde konuşur. Onlara da bir lisan, bir ifade biçimi verilmiştir. Peki bu dili kim öğretti?

Kuş akılsızdır, şuursuzdur. Öyleyse bu konuşma:

Onun kendi kabiliyetinden değil;

Ona konuşturan bir Kudret’ten gelir.

Tıpkı Hz. Süleyman’ın, kuşların dilini anlaması gibi… O kuşlar, zaten konuşuyordu. Süleyman (as) ise sadece o dili anlamaya mazhar olmuştu.

Bu da gösteriyor ki, kuşlar konuşur. Hem de Allah’ın söyletmesiyle…

Cıvıltılarla Gelen Tevhid

Her sabah binlerce kuşun sesi bir ezan gibidir aslında. İnsanlara uyan der, uyan ki Rabbinin sanatını gör. Her ses bir tesbih, her ötüş bir zikirdir.

Onların konuşmaları bize şunları söyler:

Biz aciziz ama konuşuyoruz, çünkü Söyletiliyoruz.

Biz zayıfız ama mesaj veriyoruz, çünkü İfade Ettiriliyoruz.

Biz küçük varlıklarız ama büyük hakikatlere deliliz.

Bu, insana da bir ders verir:
Eğer kuşlar bu kadar anlamlı ötüyorsa, insan nasıl olur da lisanını boş, anlamsız, şükürsüz kullanır?

Sonuç ve Özet:

Bu makalede, kuşların ötüşlerinden yola çıkarak kudret, hikmet ve tevhid delilleri işlendi. Kuşların lisanı; tesadüf, içgüdü veya evrimle açıklanamayacak kadar düzenli ve maksatlıdır. Bu durum, Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, konuşturan bir Sâni’-i Hakîm’in varlığına delil olur.

Özetle: Kuşlar sadece ötmez; konuşurlar. Konuşmaları ise kendi güçlerinden değil, Allah’ın onlara lütfettiği birer kelam sırrından gelir. Her ötüşleriyle “Biz varız ve bizi Söyletiyorlar” derler. Bu da biz insanlara hem ibret, hem de şükür dersidir.

 




Çiçeklerin Sessiz Daveti: Kudret Sofrasının Güzellikleri

Çiçeklerin Sessiz Daveti: Kudret Sofrasının Güzellikleri

“Şimdi çiçeklere, meyvelere bak! Bunların gülümsemeleri ve tatları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri; bir Sâni’-i Kerîm’in, bir Mün’im-i Rahîm’in sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak muhtelif renk ve koku ve tatlarla her nev’e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir.”
Sözler.738

Gül açar… Sessizdir. Ama gönle bir şey söyler. Lale dalgalanır… Kelimesizdir ama bakışlara bir çağrı yapar. Portakal olgunlaşır… Tatlılığıyla dile gelmez ama damağa bir hatırlatma sunar. Çünkü bu âlem, kelimelerle değil hikmetle yazılmış bir davetnamedir.

Bediüzzaman, çiçeklere ve meyvelere bakmamızı ister. Der ki:

> “Bunların gülümsemeleri ve tatları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri; bir Sâni’-i Kerîm’in, bir Mün’im-i Rahîm’in sofrasında birer tarife, birer davetname hükmündedir.”

Bu ifade, varlığı sanki bir sofra gibi tarif eder. Ama bu sofra, yalnız mideye değil, kalbe, ruha, akla ve göze de hizmet eder. Güzellik, sadece süs değildir; birer delildir.

Tatların ve Kokuların Dili

Neden gül güzel kokar? Neden kavun tatlıdır? Neden limon ekşidir? Neden her çiçek başka renk, her meyve başka şekildedir?

Bütün bu farklılıklar, hikmetsiz bir rastgeleliğin değil, rahmetli bir sanatkârlığın ürünüdür. Çünkü:

Koku gözle görünmez, ama kalpte bir etki bırakır.

Tat elle tutulmaz, ama zihinde bir iz bırakır.

Renk konuşmaz, ama ruhu teskin eder.

Bu üç unsur, yani koku, tat ve renk; sözsüz davetiyelerdir. Her biri kendi diliyle der ki:

> “Gel, tat. Gör, hisset. Ve düşün: Kim gönderdi beni sana böyle güzel, böyle faydalı, böyle tam yerinde?”

Sofranın Sahibi: Sâni’-i Kerîm ve Mün’im-i Rahîm

Sofralar, davet edilenlerin şerefi içindir. Fakat o sofranın düzeni, ikramı ve zevki, ancak sahibinin cömertliğini gösterir. Kâinat sofrası da öyledir.

Her bir çiçek, estetik bir mühür gibidir.

Her meyve, nimetin ta kendisi olduğu kadar nimet vereni tanıtan bir levha gibidir.

Her tat, sadece bedene değil, kalbe de şükrü fısıldar.

Bu yüzden çiçeklerin açması sadece baharı göstermez. Baharı açtıranı da gösterir. Renklerin çoğalması, sadece görsel bir zenginlik değildir. Renkleri karıştırmadan, ayırarak, dengeli şekilde yaratabilen bir Sanatkâr’ın imzasıdır.

Her Tür İçin Ayrı Tarife ve Davetname

İlginçtir ki çiçeklerin kokuları da tatları da tür türdür. İnsana göre ayrı, arıya göre ayrı, kuşa göre ayrı… Her tür canlıya hitap eden bir özelleştirme vardır.

Bu ne demek? Şu demek:

Çiçek sadece insan için değildir.

Güzellik yalnız göz zevki için değildir.

Koku sadece burna değil, çevre düzenine de hitap eder.

Bu da gösteriyor ki her şey bir hedefle, bir amaçla yaratılmıştır. Ve her şey kendi hâl diliyle bir mesaj taşır.

Bahçeler, Sükût İçinde Kur’an Okur

Bir bahçeye girildiğinde yalnızca manzara değil, mana da görülmelidir. Çünkü orada:

Her yaprak bir ayet gibidir.

Her çiçek bir şehadet getirir.

Her meyve şükrü öğretir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle: Bu güzellikler, “tarife”dir, yani nimeti tarif eder. Aynı zamanda “davetname”dir, yani nimet verene davet eder.

Sonuç: Koku, Tat ve Renk – Üç Davetli Elçi

Güllerin kokusu, meyvelerin tadı, çiçeklerin rengi; hepsi ayrı ayrı ama aynı gayeye hizmet eder: Seni bir Mün’im-i Hakiki’ye ulaştırmak.

Her çiçek bir nazlı tebessümle,
Her meyve tatlı bir kelimeyle,
Her renk sessiz bir nida ile der ki:

> “Ben sana değilim. Ben, beni gönderene işaretim.”

İşte böylece, çiçekler yalnız güzel değildir; hikmetlidir. Meyveler yalnız tatlı değildir; şahidtir. Bu şahitlik, her gönlü marifete ve şükre davet eder.

Özet:

Bu makalede, çiçeklerin güzelliği, meyvelerin tadı ve kokuların çeşitliliği üzerinden Allah’ın kudreti, rahmeti ve sanatı işlenmiştir. Her bir çiçek ve meyve; sadece biyolojik bir yapı değil, aynı zamanda bir tarife ve bir davetname olarak görülmektedir. Bu davetname, insanı düşünmeye, anlamaya ve şükretmeye çağırır. Her tat, her renk, her koku; bir Sâni’-i Kerîm’in ve Mün’im-i Rahîm’in sanatını ilan eder. Çiçekler konuşmaz ama dilleriyle değil halleriyle tevhidi anlatırlar.

 

 




Suyun Sessiz Secdesi: Irmaklardan Okunan İlâhî Kudret

Suyun Sessiz Secdesi: Irmaklardan Okunan İlâhî Kudret

“Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara… Yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Çünkü onlara terettüp eden âsâr-ı rahmet olan faydaların ve semerelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hâcetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delâletiyle gösteriliyor ki bir Rabb-i Hakîm’in teshiriyle ve iddiharıyladır. Ve kaynamaları ise onun emrine heyecanla imtisal etmeleridir.”
Sözler.738

Kâinatta sessiz fakat derin bir konuşma vardır. Dalgalar, çaylar, çeşmeler, ırmaklar… Her biri görünüşte suyu taşır, fakat hakikatte bir sırrı, bir işareti, bir iradeyi taşır. Toprağın altından fışkıran her kaynak, yalnızca bir tabiat olayı değil; rahmetin bir tercümanı, hikmetin bir aynası gibidir.

Bediüzzaman der ki:

> “Yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir.”

Gerçekten de bir ırmağın doğması, binlerce yıldır aynı noktadan akması, ihtiyaca göre dağlarda saklanması ve zamanında yüzeye çıkması, asla rastgele bir olay değildir. Bu, tesadüfün kör eliyle açıklanamaz. Bu, bir Rabb-i Hakîm’in planlı, bilinçli ve hikmetli takdiriyle açıklanabilir.

Suyun Yolculuğu: Rahmetin Haritası

Yağmur damlası gökten düşer. Dağlarda birikir. Buz olur, kar olur. Sonra yavaş yavaş erir. Bu eriyen su, belirli yollarla yerin altına sızar. Derinlerde birikir. Sonra bir gün, bir köyün yanından saf bir kaynak gibi fışkırır.

Bu yolculukta israf yoktur, karmaşa yoktur. Her adımda bir ölçü, bir zamanlama ve bir amaç vardır.

Susamış toprağı yeşertir.

Hayvanlara hayat olur.

Tarlaya bereket olur.

İnsana nimet olur.

Peki, bu kadar faydayı sağlayan su, akıl mı sahibidir? Yoksa toprak mı ona yol gösterir? Elbette hayır. Bu, rahmetli bir elin, şefkatli bir iradenin eseridir.

Her Damla Bir Emre İtaattir

Bediüzzaman bir başka sırra dikkat çeker:

> “Kaynamaları ise onun emrine heyecanla imtisal etmeleridir.”

Ne muazzam bir ifade! Sular, toprağın bağrından coşup çıkarken, bir ilâhî emre itaat ediyor gibi hareket ederler. Sanki her damla, “Emrolundum, çıktım!” dercesine heyecanla yeryüzüne koşar.

Bu bakış açısı, suya bir can, bir şuur vermek değildir. Bilakis, suyun cansızlığına rağmen, onun bu hikmetli ve faydalı hareketini sağlayan şuurlu bir Kudretin varlığını göstermektir. Suyun dili yoktur ama diliyle anlatamayacağını haliyle anlatır:

> “Beni gönderen bir Sahip var, beni gönderen bir Hâkim var.”

Dağlar, Hazine Gibi Saklar Suyu

Yağmur damlaları dağlarda depolanır. Karlar birikir, yer altı göletleri oluşur. Bu, tesadüfle izah edilemez bir mizan-ı hâcet, yani ihtiyaç terazisidir. Yani sular, insanların ve mahlûkatın ihtiyacına göre yerlerde toplanır, gerektiğinde yüzeye çıkar.

Bu da gösterir ki, “Su” sadece su değildir. Su, İlâhî bir takdirdir.

Fizikten Tevhide Giden Yol

Bugün fizikçiler suyun döngüsünü, basıncını, akışını, buharlaşmasını anlatabilir. Ama suyun neden bu kadar yerli yerinde, bu kadar faydalı ve zamanında hareket ettiğini izah edemezler.

Çünkü bu mesele, sadece fizikî değil; aynı zamanda metafizikîdir. Yani arkasında bir irade, bir hikmet ve bir maksat taşıyan olaydır.

Ve bu olay, insanı:

Düşündürür,

Şükre sevk eder,

Tevhide ulaştırır.

Sonuç: Su, Sessiz Bir Şahit Gibidir

Su; gökten iner, dağlarda saklanır, yerin altından fışkırır, vadilerde akar, denizlere kavuşur. Bu yolculuğu boyunca insanlara fayda sağlar, hayata can olur, toprağa yeşillik getirir.

Fakat bütün bunları yaparken hiç konuşmaz. Konuşmaz ama hal diliyle konuşur. Der ki:

> “Ben kendi başıma hareket etmem. Beni gönderen var. Beni görevlendiren var. Ben, O’nun rahmetine hizmet ediyorum.”

İşte bu nedenle, suyu seyreden bir göz, eğer dikkatle bakarsa; o damlalarda Allah’ın kudretini, hikmetini ve rahmetini görür.

Özet:

Bu makalede, su kaynaklarının kaynaması ve akışının tesadüfî olmadığı; bilakis bir Rabb-i Hakîm’in emriyle, rahmet ve hikmetle gerçekleştiği anlatılmıştır. Suyun faydaları, zamanlaması, yeri ve işlevi; onun gelişinin bilinçli bir planla olduğunu gösterir. Her damla su, Allah’ın bir emrine imtisal eder gibi hareket eder. Dağlar ise bu suyu hazine gibi saklar ve zamanı gelince ihtiyaç olan yerlere gönderir. Sonuç olarak, sular dağlardan fışkırırken tevhidi haykıran sessiz birer şahit olur.

 

 




Her Şeyin Üzerinde Sanatkârın Mührü: Güzellikte Hikmetin Dili

Her Şeyin Üzerinde Sanatkârın Mührü: Güzellikte Hikmetin Dili


اَلَّذٖٓى اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ

sırrınca her şeye, o şeyin kabiliyet-i mahiyetine göre kemal-i mizan ve intizam ile biçilip hüsn-ü sanat ile tertip edilip en kısa yolda, en güzel bir surette, en hafif bir tarzda, istimalce en kolay bir şekilde (mesela, kuşların elbiselerine ve her vakit tüylerini kolayca oynatmalarına ve istimal etmelerine bak) hem israfsız, hikmetli bir tarzda vücud vermek, suret giydirmek, eşya adedince diller ile bir Sâni’-i Hakîm’in vücub-u vücuduna şehadet ve bir Kadîr-i Alîm-i Mutlak’a işaret ederler.”
Sözler.731

Kur’ân şöyle buyurur:
“اَلَّذٖٓى اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ”
“Her şeyi yaratan ve onu en güzel bir şekilde yapan Allah’tır.” (Secde, 7)

Bu ayet, yaratılışın sadece bir var etme fiili değil; aynı zamanda bir güzellik, ölçü, denge, sanat ve hikmet meselesi olduğunu ilan eder. Yani kâinattaki her şey; bir hikmetle yaratılmış, en uygun biçimde var edilmiş, en güzel şekilde suret giydirilmiş ve israf edilmeden yerine konmuştur.

Bediüzzaman da bu kudsî hakikati şuurlu bir bakışla açar: Her varlık, kabiliyetine uygun bir vücutla, en kısa yoldan, en kolay biçimde, hikmetli bir tarzda yaratılmaktadır. Bu ise; tesadüfü değil, bir Sanatkâr-ı Hakîm’in irade ve ilmini göstermektedir.

Yaratılışta Güzellik ve Ölçü: İlâhî Mühendislik

İnsan bir sanat eseri yaparken bile ölçüye dikkat eder, israf etmez, en uygun yolu arar. Peki ya bir kuşun tüyleri? Hem güzeldir, hem dayanıklıdır, hem hafiftir, hem de her an kullanılmaya hazırdır. Uçuş için ideal olan bu yapı, estetik olduğu kadar fonksiyoneldir de.

Bu nasıl olabilir? Kuşun kendisi mi planladı bu kusursuz sistemi? Yoksa tesadüf mü böyle ince bir sanat icra etti? Elbette hayır. Bu, ilim sahibi, kudret sahibi, hikmet sahibi bir Zât’ın eseri olabilir.

Ve sadece kuşlar mı? Her varlık aynı sırra bağlıdır:

Balığın pulları,

Kedinin dili,

İnsanın parmak izi,

Yaprağın damarları…

Her biri, kendi mahiyetine uygun biçimde, en hafif tarzda yaratılmış ve fonksiyonel hale getirilmiştir. Ve her biri, bir “mühendislik harikası” değil, bir “ilâhî sanat” örneğidir.

Her Suret, Bir Dil Gibidir

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, yaratılan her şey, sanki bir lisan gibi konuşur. Her şekil, her oran, her dokunuş, bir mesaj verir:

> “Ben kendi başıma olmadım. Bana bu şekli, bu faaliyetleri, bu güzelliği veren bir Sanatkârım var!”

Bu nedenle yaratılış, sessiz bir vaazdır. Göze görünmeyen bir ders, kalbe inen bir hakikattir.

Mesela, bir çiçeğin yaprakları: Renkleriyle güzellik, kokusuyla ruhaniyet, yapısıyla fonksiyon taşır. O hâlde her çiçek, üç dille konuşur:

Sanat diliyle: “Beni yapan güzeli sever.”

Hikmet diliyle: “Yaratılışımda fayda ve maksat var.”

Varlık diliyle: “Ben, Vâcibü’l-Vücud’un eseri ve deliliyim.”

İsrafsız, Hikmetli ve En Güzel

Allah’ın yaratışı sadece sanatlı değil, aynı zamanda hikmetlidir. Yani faydalı, yerli yerindedir. Ne fazla ne eksik… Ne karmaşık ne de gereksiz…

Bu hikmetli sistem, bize şu üç temel hakikati gösterir:

  1. Vücub-u vücud: Varlığı zorunlu olan bir Yaratıcı’nın mevcudiyetini.
  2. Vahdet: Bu yaratıcı, birdir; çünkü her şeyi aynı hikmetle yaratan, farklı ellerden çıkmış gibi değil, tek elden çıkmış gibi bir birlik sergiler.
  3. İlim ve kudretin mutlaklığı: Çünkü bu kadar farklı ve çeşitli varlığı, en uygun biçimde yaratmak ancak sonsuz bir bilgi ve mutlak bir kudretle mümkündür.

Sonuç: Kâinat, Hüsn-ü Sanat ile Dolu Bir Kitaptır

Varlıkların yaratılışında rastgelelik değil; ince bir ölçü, hassas bir denge, zarif bir güzellik ve sonsuz bir hikmet vardır. Kuşun tüyünden, kelebeğin kanadına; insanın elinden, ağacın yaprağına kadar her şey, en güzel şekilde yaratılmıştır.

Ve her biri, adedince lisana sahip birer şahit gibidir. Yaratıcılarını tanıtır, bildirir, sevdirir. Çünkü:

Güzellik, güzeli anlatır.

Hikmet, hikmet sahibini gösterir.

Sanat, sanatkârı işaret eder.

Bütün bunlar gösterir ki: Her şey, Allah’tan bahseder.

Özet:

Bu makale, yaratılışın “en güzel” ve “hikmetli” olduğunu ifade  eden Kur’ân ayeti ve Bediüzzaman’ın açıklamaları doğrultusunda hazırlanmıştır. Her varlık, kendine en uygun biçimde, hikmetli ve israfsız bir şekilde yaratılmıştır. Özellikle kuşların tüylerinden yola çıkarak, yaratılıştaki bu sanat ve ölçünün rastgele değil, bilinçli ve ilim sahibi bir Yaratıcı’nın eseri olduğu ortaya konmuştur. Her varlık, diliyle Allah’ın varlığını ve birliğini ilan eden bir delil gibidir.

 

 




Duyguların Anahtarı: Kâinatın Kapılarını Açan İnsan

Duyguların Anahtarı: Kâinatın Kapılarını Açan İnsan

“Gözlere kâinat bostanındaki manevî çiçekleri toplayan şuâat-ı ayniye gibi zâhirî ve bâtınî bütün duyguların, ayrı ayrı âlemlere her biri birer anahtar olmaları, yine o Sâni’-i Hakîm, o Fâtır-ı Alîm, o Hâlık-ı Rahîm, o Rezzak-ı Kerîm’in vücub-u vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemal-i rububiyetini güneş gibi gösterir.”
Sözler.725

İnsan, küçücük bedeniyle koca kâinatı içine alabilen bir muamma, bir sırlar sandığıdır. O, bir damla iken bir deryayı seyredebilir, bir nokta iken bir âlemi tefekkür edebilir. Bu büyük hakikatin sırrı ise, ona bahşedilen duyular ve o duyuların açtığı mana kapılarındadır.

Göz bir penceredir, ama yalnız suretlere değil. Kulak bir kapıdır, ama yalnız seslere değil. Kalp bir merkezdir, ama sadece duygulara değil. Her bir duyu, kâinat sarayında ayrı bir kapıyı açar. Her biri, âlemlere açılan birer anahtar hükmündedir.

Göz: Suretten Manaya Bir Yolculuk

Bir çiçeğe baktığımızda yalnızca şekil, renk veya simetri görmeyiz. Göz, o suretin ardındaki hikmeti, sanatı ve nakkaşını da hisseder. İşte bu yüzden Bediüzzaman, gözü “kâinat bostanındaki manevî çiçekleri toplayan bir şuâat-ı ayniye”ye benzetir. Yani göz, hakikatin sadece dış cephesine değil; iç derinliğine de nüfuz edebilen bir projektördür. Baktığını değil, gördüğünü değerli kılar.

Kulak: Sesin Ötesindeki Sessizlik

Bir anne kalbinin atışını, bir kuşun sabah ötüşünü ya da bir nehrin şırıltısını duymak, sadece işitmek değildir. Çünkü kulak da, sesin ötesinde bir düzenin, bir ahengin, bir kasdın ve şefkatin izini sürer. Kulak, eşyanın tesadüfî olmadığını; bir konuşan, bir bildiren, bir işittiren bulunduğunu haykırır.

Kalp: Hissin Mekke’si, Ruhun Kâbesi

Kalp, fizikî bir et parçası değil sadece. O, ilahi mesajların geldiği ilk menzil, Rabbânî fısıltıların duyulduğu yegâne mabettir. Aşkı hisseder, korkuyu anlar, merhameti çözer. Ve bütün bu hisler, insana kendisini aşan bir varlığı gösterir. Kalbin derinliklerinde yankılanan her sızı, her sevinç, Hâlık-ı Rahîm’in varlığına açılan bir delik, bir pencere olur.

Duyuların Gerçek Sahibi Kim?

Peki, bu kadar hassas, bu kadar anlamlı, bu kadar gayeli cihazları kim insana taktı? Kör tesadüfler mi, bilinçsiz sebepler mi? Hayır. Bu duyular:

Sâni’-i Hakîmin (hikmetle her şeyi yapan bir sanatkârın),

Fâtır-ı Alîmin (her şeyi bilen bir Yaratıcının),

Hâlık-ı Rahîmin (şefkatle var eden bir Kudretin),

Rezzak-ı Kerîmin (ikramla besleyen bir Rahmetin)

varlığına ve birliğine güneş gibi şahitlik eder.

Her duyu, kâinatta işleyen rububiyetin kemâline, yani Allah’ın kusursuz idare ediciliğine aynadır. Çünkü her duyu, öylesine kusursuz yerleştirilmiş ve faaliyeti öylesine yerinde ki, bu ancak bütün âlemleri bilen, gören, işiten ve yöneten bir Zat’ın işi olabilir.

İnsan: Duyularla Kâinatı Okuyan Varlık

Kâinat bir kitap ise, insan onun okuyucusudur. Ama bu okuma, akılla değil sadece; gözle, kulakla, hisle, sezgiyle, kalple, vicdanla yapılır. Her bir duyu, ayrı bir anlam katmanını açar. Her bir katman ise Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisine şahitlik eder.

İnsan, bu anlamda kâinatın en değerli anahtarıdır. Ve onun iç dünyasında dönen her his, kâinatta işleyen ilâhî sistemin izdüşümüdür. Bu sebeple insan kendine bakınca, Rabbine ulaşır.

Sonuç: Duyular, Tevhidin Aynalarıdır

Her duyu, kâinatta işleyen ilâhî hikmetin ve kudretin bir aynasıdır. Göz görür, ama sadece renkleri değil; arka plandaki Rahmân’ı da. Kulak işitir, ama sadece sesleri değil; onları konuşturanı da. Kalp hisseder, ama sadece duyguları değil; o duyguları veren Rahîm’i de.

Ve böylece bütün duygular, bütün âlemleri içine alan bir tevhid korosu hâline gelir. Her biri farklı bir âlemden seslenir ama tek bir hakikate işaret eder:
Allah vardır, birdir, her şeyi hikmetle yaratır, idare eder ve insanı kendini tanısın diye duygularla donatır.

Özet:

Bu makale, insana bahşedilen duyuların sıradan araçlar değil; kâinatın kapılarını açan ilâhî anahtarlar olduğunu ortaya koyar. Göz, kulak, kalp gibi duyu organları, yalnızca fiziksel verileri hissetmekle kalmaz; aynı zamanda insanın Allah’ın varlık, birlik ve rububiyetini tanımasına da vesile olur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, her bir duyu, ayrı bir âleme açılır ve her biri, Sâni’-i Hakîm’in kemal-i rububiyetine açık bir delildir. Neticede, insan kendine bakarak Rabbini bulur.