Kâinatın Sessiz Duaları ve Cevap Veren Kudret

Kâinatın Sessiz Duaları ve Cevap Veren Kudret

“İstidat lisanıyla bütün tohumlar tarafından ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla bütün hayvanlar tarafından ve lisan-ı ıztırarî ile bütün muztarlar tarafından edilen duaların makbuliyetidir.

   İşte bu nihayetsiz duaların bilmüşahede kabul ve icabeti, her biri vücuba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi mecmuu büyük bir mikyasta bilbedahe bir Hâlık-ı Rahîm ve Kerîm ve Mücîb’e delâlet eder ve baktırır.”
Sözler.722

İnsan bazen dilsiz bir tohumda, bazen kanat çırpan bir kuşta, bazen de çaresizce inleyen bir hasta kalpte duanın en derin halini hisseder. Oysa onlar, bizim bildiğimiz kelimelerle dua etmezler. Fakat yine de gökyüzünden rahmet iner, toprağın kalbi yarılır, yavrular rızık bulur, yaralar şifa görür. Bütün bunlar, varlığın görünmeyen dilinde yükselen duaların cevapsız kalmadığının en açık delilleridir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, üç farklı dua lisanı vardır:

  1. İstidat Lisanıyla Dua:

Her tohumun içinde, her çekirdekte geleceğe dair bir potansiyel, bir istidat gizlidir. Elma çekirdeği, “Beni bir ağaca çevir” der adeta. Gözle görülmeyen bir duadır bu. Fakat toprağa atıldığında, güneşle, suyla, rüzgârla birlikte bu dua kabul olunur. Zira her istidat, yerini bulursa yeşerir. Bu, ilâhî bir kanundur.

  1. İhtiyaç Lisanıyla Dua:

Yeni doğmuş bir kuş yavrusu, aczi içinde gözlerini açar. Kanadı yok, gücü yok, dili yok. Ama onun açlığı ve korunma ihtiyacı, sessiz bir feryat gibi âlemi dolaşır. Annesi, o ihtiyaçla uçar, yem bulur, döner ve rızkı getirir. Demek ki fıtrî ihtiyaç, ilâhî dergâha yükselen bir dua mesabesindedir. Yaratılışta gizlenmiş ihtiyaçlar bile, Rahmân’ın işitici kudretiyle karşılık bulur.

  1. Iztırar Lisanıyla Dua:

Denizde batan bir insanın son çırpınışı, çölde susuzluktan inleyen bir canlının son nefesi, hatta hastane köşelerinde umutla bekleyen bir gönlün içten duası… Bunlar lisan-ı ıztırar ile yapılan dualardır. Bu dua, insanın bütün sebeplerden ümidini kesmesiyle yükselir. Ve Rahmet-i İlahiye, bu çaresiz feryada icabet eder. Çünkü ıztırar hâli, en saf ve en samimi dua hâlidir.

Duanın Makbuliyetinde Saklı Kudret

Tüm bu duaların bilmüşahede kabul edilmesi, yani gözle görülür bir şekilde cevapsız kalmaması, şu kâinatın bir Mücîb-i Dua, yani dualara cevap veren bir Yaratıcıya sahip olduğunu ispat eder. O cevaplar ki sadece bir gücün varlığına değil, aynı zamanda:

Rahmetine: Zira yalnız bir kudret değil, aynı zamanda şefkatli bir eldir cevap veren.

Keremine: Çünkü çoğu zaman layık olmadığımız halde nimetler yağar.

Hikmetine: Zira her cevap tam yerinde ve zamanında gelir.

Bir ağacın dallarına serpilen meyveler, bir annenin süt vermesi, bir hastanın şifaya ulaşması… Tüm bunlar, duaların icabetinin sessiz şahitleridir.

Dualar Kiminle Konuşur?

Tohum toprağa, kuş göğe, hasta Allah’a döner. Fakat dikkat ediniz, hepsi tek bir kapıya yönelir. Farklı lisanlarla, farklı zamanlarda, farklı varlıklar tarafından edilen duaların aynı kudret eliyle kabul edilmesi, bu kâinatın dağınık ve başıboş değil; tek bir merkeze bağlı, tevhid nuruyla aydınlanmış bir saray olduğunu gösterir.

Her dua, Allah’ın varlığına işaret eder. Fakat tüm duaların birlikte kabulü ise, Allah’ın birliğine ve eşi-benzeri olmayan bir kudrete sahip olduğuna delalet eder.

Sonuç: Dua, Varlığın Kalp Atışıdır

Kâinat, suskun değildir. Her şey, her an, bir şekilde dua etmektedir. Ve o dualar, cevapsız değildir. Ya bizzat verilir, ya da daha hayırlısıyla karşılık bulur. Bazen bir bekleyiş, bazen bir sabır sınavı olur ama her dua, bir Hâlık’ın huzuruna çıkar. Cevap ya gelir ya gelir…

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın üç dua lisanı (istidat, ihtiyaç, ıztırar) üzerinden varlıkların Allah’a yönelişi ve bu yönelişlerin kabul edilişi işlenmiştir. Tohumun yeşermesi, yavrunun beslenmesi ve çaresizin kurtulması gibi olaylar, dua gerçeğinin hem varlıkla hem de ilâhî kudretle bağını kurar. Neticede bütün duaların makbuliyeti, Allah’ın varlık ve birliğine açık bir delildir. Dua, sadece insanın değil; kâinatın da Allah’la konuşma biçimidir. Ve bu konuşmaya karşılık veren sonsuz bir rahmet sahibidir: el-Mücîb.

 




Hayat: Esmâ-i İlâhiyenin Aynası ve İlahi Bir Tiryak

Hayat: Esmâ-i İlâhiyenin Aynası ve İlahi Bir Tiryak

“Evet, hayat tek başıyla bir Hayy-ı Kayyum’u bütün esma ve şuunatıyla bildirir. Çünkü hayat, pek çok sıfâtın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. Elvan-ı seb’a, ziyada ve muhtelif edviyeler, tiryakta nasıl ki mümtezicen bulunur. Öyle de hayat dahi pek çok sıfâttan yapılmış bir hakikattir. O hakikatteki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisat ederek inkişaf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler ve hayattan kaynama suretinde kendilerini bildirirler.”
Sözler.742

Giriş

Hayat… İnsan idrakinin kavrayabileceği en mühim hakikatlerden biridir. Çünkü hayat, sadece var olmak değil, varlığın gayesini taşımaktır. Hayat, bir cevherdir ki Allah’ın isimlerini üzerinde taşıyan en büyük levhadır. Said Nursî, hayatı “Hayy-ı Kayyum olan Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla bildiren bir hakikat” olarak tarif eder. Bu bakış, hayatın sadece biyolojik bir süreç değil, ilahi bir sanat, bir tecelli aynası olduğunu ortaya koyar.

> “Evet, hayat tek başıyla bir Hayy-ı Kayyum’u bütün esma ve şuunatıyla bildirir. Çünkü hayat, pek çok sıfâtın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır…”

Hayat: İlahi İsimlerin Bir Harmanı

Hayat, birçok İlahi sıfatın iç içe geçmiş bir terkibidir. Tıpkı yedi rengin beyaz ışıkta birleşmesi gibi, Rahmet, Kudret, İlim, Basar, Semi’, İrade gibi pek çok İlahi sıfat, hayatta birleşir. Bu yüzden hayat, Allah’ın varlığının ve birliğinin en kuvvetli delillerindendir. Bir varlıkta hayat varsa, o varlık İlahi isimlerin penceresidir. Hayat, sadece “var olmak” değil; “şuurla var olmak”, yani anlam taşımaktır.

Ziya ve Tiryak: Hayatın İki Yüzü

Said Nursî, hayatı iki çarpıcı mecazla tanımlar: Ziya ve tiryak. Ziya; aydınlatan, gösteren, şeffaflaştıran manasını taşır. Tiryak ise şifa verici panzehirdir. Hayat, hem varlıkların manalarını ortaya çıkarır, hem de onların elem ve boşluklarına bir şifa olur. Çünkü hayat olmasa, bir varlık ne acıyı bilir, ne sevgiyi, ne de hikmeti. Hayat sayesinde bir yaprak Allah’ın sanatı, bir göz Allah’ın Basîr isminin tecellisi, bir kalp Allah’ın Vedûd isminin aynası olur.

Duygular ve Hissiyat: Hayatın Açılımları

İnsan, hayatı yalnızca yaşamakla kalmaz; onu duygularıyla tahlil eder. Bediüzzaman’a göre, bazı İlahi sıfatlar hayatta açıkça gözükürken (mesela ilim, kudret), bazıları da hissiyat yoluyla kendini bildirir. Sevmek, korkmak, acımak, özlemek, umut etmek gibi duygular, hayatın içinde gizlenmiş İlahi mesajlardır. İnsanın kalbinde kaynayan bu hisler, Allah’ın şefkat, gazap, rahmet, kahır gibi şuunatına işaret eder. Yani insanın iç dünyası da bir kitab-ı Samedanî’dir; okuyabilene…

Hayat, Yalnızca Hayat Değildir

Bir varlık yaşadığı sürece sadece kendi varlığını değil, Allah’ın isim ve sıfatlarını da taşır. Hayat, mahlûkun aynasında Hâlık’ı gösteren bir nurdur. Dolayısıyla hayatın değeri, sadece onun süresinde değil, onunla ne gösterdiğindedir. Bir anlık tefekkür, bin yıl süren bilinçsiz hayattan daha kıymetlidir. Çünkü hayatın hakiki gayesi, onu vereni tanımaktır.

Makale Özeti

Bu makalede, Said Nursî’nin “hayat” kavramına dair yaptığı derin analizler ışığında hayatın mahiyeti ele alınmıştır. Hayat, İlahi isimlerin ve sıfatların birleştiği kutsi bir macun, bir ziya ve bir tiryaktır. Hayat sayesinde varlıklar mana kazanır, duygular yoluyla İlahi şuunatlar açığa çıkar. Hayat, sadece bir canlılık değil; Allah’ın esma ve sıfatlarını gösteren en parlak bir aynadır.

 

 




Hayatın Sırrı: Samediyet Aynasında Bir Yolculuk

Hayatın Sırrı: Samediyet Aynasında Bir Yolculuk

“Hayy-ı Kayyum olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halk edip neşir ve teşhir eder. Ve her şeyi hayatın etrafına toplattırıp ona hizmetkâr eder. Çünkü hayatın vazifesi büyüktür. Evet, samediyetin âyinesi olmak kolay bir şey değil, âdi bir vazife değil.”
Sözler.743

Giriş

Hayat… Sessiz bir tohumun çatlayıp yeşermesinde, bir annenin kalbindeki şefkatte, bir kuşun kanadındaki ahenkte gizli sır. Hayat, varlıkların kıymetini artıran, onlara yön veren, manalarını açığa çıkaran en büyük İlahi hediyedir. Bediüzzaman Said Nursî, hayatı sadece bir canlılık hali olarak değil; Samediyetin aynası olan yüce bir görev, kutsal bir misyon olarak tarif eder. Onun şu sözü bu hakikati ne güzel ifade eder:

> “Hayy-ı Kayyum olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halk edip neşir ve teşhir eder. Ve her şeyi hayatın etrafına toplattırıp ona hizmetkâr eder. Çünkü hayatın vazifesi büyüktür. Evet, samediyetin âyinesi olmak kolay bir şey değil, âdi bir vazife değil.”

Hayatın Yaygınlığı: İlahi İradeden Bir İz

Hayat, kâinatta en çok görülen, en çok sevilen, en çok korunandır. Her yerde hayat fışkırır: Toprağın altında, su damlacıklarında, ağaçların dallarında, gökyüzünde uçan kuşta… Bu kadar çok ve çeşitli yaratılması, Hayy ve Kayyum olan Allah’ın hayatı ne kadar sevdiğini ve değerli kıldığını gösterir. Bu mebzuliyet (bolluk) boşuna değildir; her bir hayat bir şahit, bir ayet, bir tecellidir.

Hayata Hizmet Eden Kâinat

Hayat, öyle yüce bir makamdır ki, tüm varlıklar ona hizmet eder. Güneş doğar, hayat olsun diye. Yağmur yağar, hayat devam etsin diye. Toprak ürün verir, hayata can katsın diye. Hatta cansızlar bile hayatın emrindedir. Bir çekirdeğe hizmet eden toprak, su, hava, ışık aslında Allah’ın hayatı nasıl merkeze aldığını, onun etrafında düzen kurduğunu gösterir.

İnsan da dâhil tüm canlılar, hayatın bu merkezîyetine şahitlik eder. Hayat, öyle bir merkezdir ki, kâinat ona doğru akar. Bu bile başlı başına bir delildir: Hayatın kendisi, hayat vereni gösterir.

Hayat: Samediyet Aynasıdır

Hayatın asıl vazifesi ise çok daha derindir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, hayat *“Samediyetin aynası”*dır. Samediyet, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmaması, her şeyin O’na muhtaç olması demektir. Hayat, bu hakikati gösteren en parlak aynadır. Çünkü her canlı kendi varlığıyla aczini, fakrını, ihtiyacını ilan eder. Bu ihtiyaç diliyle Allah’ın Rezzâk, Şâfi, Hafîz, Kerîm gibi isimlerine ayna olur. Yani her hayat sahibi, kendi diliyle Allah’ı tanıtır, O’nu gösterir.

Hayat bir sırdır. O sır da şudur: Her şey fânidir ama hayat, baki olanı tanımanın bir vesilesidir. O hâlde hayat, yalnız yaşamak için değil, yaşatanı tanımak içindir.

Sonuç: Hayatın Değeri Bilinmeli

Hayat, basit bir yaşama hâli değil; kutsal bir emanettir. Hayatı anlamak, onu Yaratan’ı tanımaktan geçer. Bu yüzden her insan, kendi hayatını ve çevresindeki hayatları derin bir şuurla okumalıdır. Zira hayatın her anı, İlahi bir mektuptur. Ve o mektubu anlayan, sadece yaşamakla kalmaz; yaşamanın anlamına erer.

Makale Özeti

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “hayat” kavramına bakışı ele alınmıştır. Allah, Hayy ve Kayyum isminin bir tecellisi olarak hayatı çoklukla yaratmış ve tüm varlıkları onun hizmetine vermiştir. Çünkü hayat, Samediyetin aynasıdır; Allah’ın muhtaç olmayan ve her şeye hükmeden vasfını gösterir. Hayatın amacı sadece yaşamak değil, yaşatanı tanımaktır. Bu sebeple hayat, büyük bir görev ve İlahi bir emanettir.

 

 




Ey Kendini İnsan Bilen İnsan! Kendini Oku

Ey Kendini İnsan Bilen İnsan! Kendini Oku” – İnsan Olmanın Şuuru Üzerine Bir Tefekkür

“Demek, nasıl esmada bir ism-i a’zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a’zam var ki o da insandır.

   Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.”
Sözler.755

Giriş

İnsan nedir? Bir avuç toprak, birkaç litre su, biraz da havadan ibaret bir varlık mı? Yoksa sonsuz âlemlerin sırlarını taşıyan bir emanetdar mı? Bediüzzaman Said Nursî, bu soruya insanın mahiyetini ve hakikatini merkezine alan derin bir cevap verir: “Demek, nasıl esmada bir ism-i a’zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a’zam var ki o da insandır.”

Bu söz, insanın sadece bir canlı değil; Allah’ın bütün isimlerinin en parlak şekilde tecelli ettiği bir “kâinat fihristi” olduğunu gösterir. Ve ardından gelen uyarıysa, insanlık şuurunun sınır taşı gibidir: “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku…”

İnsanın Nakş-ı A‘zam Oluşu

Kâinatta tecelli eden her güzellik, Allah’ın isimlerinin bir yansımasıdır: Rezzâk ismiyle rızık verir, Şâfi ismiyle şifa ihsan eder, Alîm ismiyle her şeyi kuşatır. Tüm bu isimlerin birleştiği, cem olduğu en yüksek aynaysa insandır. İnsan, adeta bütün esmanın numunelerini kendinde toplayan bir mürekkep varlıktır. Gözünde Basîr isminin, aklında Hakîm isminin, kalbinde Vedûd isminin tecellisi vardır.

İnsan, bu yönüyle kâinata da bir ayna olur; çünkü kâinatın özü insanla özetlenmiştir. Bu yüzden insan, “nakş-ı a’zam”dır; en büyük sanat, en yüce nakıştır. Fakat…

İnsanın Kendini Unutması: En Büyük Kayıp

İnsan, bu muazzam mahiyetini unutursa ne olur? Bediüzzaman’ın uyarısı bu noktada gelir: “Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.” Yani, eğer insan kendi hakikatini okumaz, anlamaz, Allah’ın isimlerinin aynası olduğunu idrak etmezse, yeme-içme, çalışıp kazanma gibi hayvani yönlere düşer. Hatta cansız bir taş gibi, sadece dış etkilerle şekillenen ve hakikatten habersiz bir varlığa dönüşebilir.

Bu hâl, hakikî bir felakettir. Çünkü insan, “eşref-i mahlûkat” iken, kendini inkâr ettiğinde “esfel-i sâfilîn”e düşebilir. Bu düşüş, sadece ahlaki değil, varoluş cihetiyle de bir çöküştür.

Kendini Okumak: Marifet ve Kulluğun Kapısı

O hâlde insan ne yapmalı? “Kendini okumalı.” Peki nasıl? Önce kalbine, aklına, nefsine, duygularına dikkatle bakmalı. “Ben kimim, niçin yaratıldım, bu hisler neden var, bu acizlik neden içimde?” gibi sorularla kendi içine yönelmeli. Bu içe bakış, Allah’a giden bir aynaya dönüşür.

Kendini okumak; nefsin oyunlarını tanımak, aczini ve fakrını görmek, her şeyin O’na muhtaç olduğunu bilmek ve sonunda “Ben kulum, O Hâlık’tır” diyebilmektir. Bu idrak, hem marifetullahtır hem de gerçek kulluğun başlangıcıdır.

Sonuç: İnsanlığın Şerefi, Kendini Bilmekte Gizlidir

İnsan, Allah’ın isimlerinin nakş-ı a’zamıdır; yani Allah’ı tanımanın en yüksek vesilesidir. Fakat bunu bilmediği sürece nefsin karanlığında kaybolur. Hakiki insanlık, sadece biyolojik bir varlık olmakta değil; yaratılış gayesini idrak edip o doğrultuda yaşamaktadır.

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku ki, Rabbini tanıyasın. Rabbini tanı ki, kendini hakiki manasıyla bulasın.

Makale Özeti

Bu makale, insanın Allah’ın isimlerinin en parlak tecellisi olan “nakş-ı a‘zam” olduğuna ve bu yüksek değerin ancak kendini tanımakla ortaya çıkacağına dair bir tefekkürdür. İnsan eğer yaratılış gayesini unutursa hayvan ya da cansız gibi olur. Fakat kendini okuyup içindeki İlahi sanatı görürse, kulluğun ve marifetin zirvesine ulaşır. Gerçek insanlık, bu idrakte saklıdır.

 

 




Her Şeyle Meşgul Olan, Hiçbir Şeyle Meşgul Olmaz

Her Şeyle Meşgul Olan, Hiçbir Şeyle Meşgul Olmaz”: İlahi Kudretin Sınırsızlığına Dair Bir Tefekkür

“Cenab-ı Hakk’ın madem onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve azasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz. O Hâlık-ı Zülcelal’i meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Her şey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile her şeyi bilir ve hâkeza…”
Sözler.755

Giriş

İnsan zihni sınırlı ve kayıtlıdır. Aynı anda birçok işi yapmakta zorlanır; bir şeyi düşünürken başka bir şeyi unutabilir. Kulak birden fazla sesi karıştırır, göz aynı anda birçok şeyi ayırt etmekte acze düşer. Lakin bu acz, insan için bir eksiklik olduğu kadar, İlahi kudretin sınırsızlığını kavramada da bir merdivendir. Çünkü insandaki eksiklik, Allah’taki kemalin anlaşılması için bir ölçüdür.

Ruhun Misali: Azda Çok Olanın Delili

Bediüzzaman, Cenab-ı Hakk’ın kudret ve iradesini anlamada ruhu bir misal olarak sunar. Ruh, bir kanun-u emrîdir; maddî bir varlığı olmamakla beraber, bedeni baştan başa idare eder. Gözde görür, kulakta işitir, elde tutar, ayakta yürür. Bir anda her uzva ulaşır, hepsine kumanda eder. Halbuki ruh, zaman ve mekâna muhtaç değildir. İşte bu küçük âlemdeki (insan bedenindeki) ruhun bu tasarrufu, büyük âlemdeki (kâinattaki) İlahi tasarrufun bir misalidir.

Kâinatta İlahi Kudretin Sonsuz Boyutu

Allah Teâlâ, ezelî ve ebedîdir. Kudreti mutlak, ilmi sınırsız, iradesi küllîdir. Bir anda trilyonlarca hadise cereyan eder: bir yaprağın düşmesi, bir damlanın buhar olması, bir bebeğin doğması, bir yıldızın patlaması… Her şey O’nun ilim, irade ve kudretiyle meydana gelir. Ama bu sonsuz faaliyet O’nu ne yorar ne de şaşırtır. Çünkü zaman, mekân, sayı, yoğunluk gibi kayıtlar yalnız mahlûkat içindir; Hâlık için geçerli değildir.

Dualar, Sesler ve İmdada Yetişme

İnsanoğlu kimi zaman düşünür: “Milyarlarca insan aynı anda dua ediyor. Allah nasıl hepsini duyar? Nasıl hepsine yetişir?” Bu düşünce, insanın sınırlılığıyla Allah’ı anlamaya çalışmasından doğar. Oysa Allah için yakın-uzak farkı yoktur. Mekânlar O’nu sınırlayamaz. Her bir kulunun kalbindeki niyazı işitir, hatta sözsüz duaları dahi bilir. Gerekirse kâinatı bir ferdin imdadına gönderir; tıpkı Hz. İbrahim için ateşi serin kılması, Hz. Musa’ya denizi yarıp yol açması gibi…

İlahi Kudretin Zıddı Olamaz

İnsan, çok şeyle meşgul olduğunda dağılır, yorulur. Fakat Allah için “çokluk” bir zorluk değildir. Çünkü kudreti ezelîdir; bölünmez, eksilmez, paylaşılmaz. Bir şeyi yaratmakla başka bir şeyi yaratmaktan aciz kalmaz. Tıpkı güneşin binlerce camda aynı anda yansıması gibi, Allah’ın kudreti de her şeyde tam olarak tecelli eder.

Sonuç: Kendi Aczini Tanı, Kudreti Tanı

Bu hakikat, insana iki şeyi öğretir: Birincisi, kendi aczini ve fakrını bilip Rabbinin kudretine iltica etmek. İkincisi, kâinattaki hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığını bilip her hadise ve varlıkta Allah’ın bir ilmine, hikmetine ve kudretine şahit olmaktır.

İnsan ne kadar küçükse, Allah o kadar büyüktür. İnsan ne kadar muhtacsa, Allah o kadar Gani’dir. Bu fark, kulluğun en derin şuurudur.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin ruh ve kâinat arasında kurduğu temsille, Allah’ın kudret ve iradesinin sınırsızlığını açıklamaktadır. Ruhun bedendeki her uzva birden hükmetmesi gibi, Allah da kâinattaki sonsuz hadiselere bir anda tasarruf eder. Duaları işitir, fiilleri yönetir, hiçbir şey O’na ağır gelmez. Bu hakikat, insanın kendi aczini fark edip Allah’ın kudretine tam bir teslimiyetle yönelmesini sağlar.

 




Sanatın Ardındaki Sır: Görünen Güzellik, Görünmeyen Cemalin Cilvesidir

Sanatın Ardındaki Sır: Görünen Güzellik, Görünmeyen Cemalin Cilvesidir

“Malûmdur ki mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel sanatlar, gayet güzel bir programa istinad eder. Mükemmel ve güzel bir program ise mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delâlet eder. Demek, ruhun manevî güzelliğidir ki ilim vasıtasıyla sanatında tezahür ediyor. 

   İşte şu kâinat, hadsiz mehasin-i maddiyesiyle, bir manevî ve ilmî mehasinin tereşşuhatıdır. Ve o ilmî ve manevî mehasin ve kemalât, elbette hadsiz bir sermedî hüsün ve cemalin ve kemalin cilveleridir.”
Sözler.684

Bir tabloya baktığımızda, yalnızca renkler ve şekiller değil; sanatçının ruhu, hayal dünyası, zekâsı ve kabiliyeti de görünür hâle gelir. Görünen güzellik, görünmeyenin bir yansımasıdır. Bu hakikat, sadece küçük bir sanat eserinde değil; bütün kâinatta geçerli olan evrensel bir kanundur.

Sanat Eserinden Sanatkâra

Bu derin hakikat şöyle ifade edilir: Mevzun, muntazam ve mükemmel bir sanat, güzel bir programa dayanır. O program ise güzel bir ilme, o ilim ise güzel bir ruhun, yüksek bir kabiliyetin eseri olur.

Demek ki:

Sanat görünen şeydir.

Program görünmeyen ama sezilebilen şeydir.

İlim daha da derin bir kaynaktır.

Ve en derinde, ruhun güzelliği, cemali vardır.

Bu zincir; güzellikten ilme, ilimden ruha ve ruhun manevî cemaline kadar gider.

Kâinatın Ruhu: İlâhî Cemal

Şimdi bu ölçüyü alıp kâinata uygulayalım. Kâinat dediğimiz şu muazzam saray:

Her yönüyle mevzundur: Denge içinde.

Muntazamdır: Karmakarışık değil, tam bir sistemle işler.

Mükemmeldir: Ne fazla ne eksik.

Ve nihayet güzeldir: Hem estetik hem hikmet doludur.

Bu kadar mükemmel bir sanat, elbette sonsuz bir ilme dayanır. Ve o ilim de, sonsuz bir manevî kemal, yani Zat-ı Zülcelal’in sermedî cemaline işaret eder.

Kâinat, sadece madde değil; iç içe geçmiş manalarla örülmüş bir mana ağacıdır. Ve her meyvesi, her çiçeği, her yıldızı, o sonsuz cemalin bir cilvesidir.

Ruhun Güzelliği, Sanata Yansır

İşte sanatla cemal arasındaki bu bağ, kâinatta her an tecelli ediyor. Bir kelebeğin kanadındaki simetri, bir çiçeğin kokusundaki ahenk, yıldızların döngüsündeki ritim… Hepsi, Cemil olan Allah’ın manevî cemalinden izler taşır.

Ve bu hakikat, insanı düşünmeye sevk eder:

> Görüyorsan, arkasını da anla. Beğeniyorsan, Sanatkârını da tanı.

Çünkü her güzellik, görünmeyen bir güzelliğin tercümanıdır. Her düzen, gizli bir ilmin ve hikmetin yansımasıdır. Her sanat, bir ruhun cilvesidir. Ve bu ruh, Zat-ı Akdes’in ezelî ve ebedî cemalidir.

Özet:

Güzel bir sanat eseri, güzel bir programa; program ise güzel bir ilme ve ruh güzelliğine dayanır.

Kâinattaki sanat ve düzen, Allah’ın sonsuz ilminin ve cemalinin tecellisidir.

Kâinatın maddî güzellikleri, arkasındaki manevî güzelliklerin yansımalarıdır.

İnsan, bu güzellikleri sadece seyretmekle kalmamalı; onları Sanatkâr’a bir pencere yapmalıdır.

 

 




Eşyanın Özündeki Sır: Mahiyet Gölge, Hakikat İsimdir

Eşyanın Özündeki Sır: Mahiyet Gölge, Hakikat İsimdir

“Muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: “Hakiki hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir.” 

   Hattâ bir tek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esma-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”
Sözler.691

İnsan zihni çoğu zaman eşyaya zahirden bakar. Gördüğünü “hakikat” zanneder. Oysa hakikatin derinliği, görünenin çok ötesindedir. Bediüzzaman Hazretlerinin işaret ettiği gibi, muhakkik evliyalar “eşyanın hakiki gerçekliği” olarak esma-i ilahiyeyi, yani Allah’ın isimlerini gösterir. Eşyanın fizikî varlığı ise o isimlerin birer gölgesidir, cilvesidir, yansımasıdır.

Gölgeden Asla Yolculuk

Bir gölge, varlığını kaynağından alır. Gölgeye bakarak, onun sahibi olan asıl varlığı sezebiliriz. İşte eşya da böyledir. Mahiyet dediğimiz şey, varlığın suretidir. Oysa asıl hakikat, o varlığın arkasındaki ilâhî isimdir.

Örneğin bir çiçeği ele alalım:

Onda Mürebbi ismi, onu terbiye eden;

Musavvir ismi, onu şekillendiren;

Rezzâk ismi, ona rızık verendir;

Latîf ismi, ona güzellik ve letafet verendir;

Muhyî ismi, ona hayat verendir.

Ve bu tek bir çiçekte bile yirmiden fazla isim cilve gösterir. Yani bir varlığın görünür şekli, onun ardındaki isimler dünyasının bir aynasıdır.

Esma, Varlığın Özüdür

Maddî gözle sadece nesneleri görebiliriz; ama iman ve marifet gözü, eşyanın hakikatinde Allah’ın isimlerini fark eder. İşte bu nedenle ehl-i tahkik olan veliler demiştir: “Hakikat, esmadır; eşya ise onun gölgesidir.”

Bu bakış açısı, insanın hem dünyaya hem de kendi nefsine bakışını değiştirir:

Kâinat bir isimler meşheridir, sergi yeridir.

İnsan ise bu isimlerin en cami aynasıdır.

Varlıkların farklılığı, Allah’ın isimlerinin çok yönlü tecellisidir.

Bu yüzden kâinattaki her bir varlık, Allah’ı tanıtan bir ilâhî imzadır. Ve her bir mahluk, arkasındaki ismi tanıdıkça anlam kazanır.

Varlığın Hikmeti: Tanıtmak

Allah, kendi isimlerini tanıtmak için mahlukatı yaratmıştır. Her bir varlık, bir ismin diliyle konuşur. Kimi Kudret’i, kimi Rahmet’i, kimi Azamet’i, kimi İlim’i temsil eder.

Ve bu hakikat, insanın da yaratılışına derin bir ışık tutar:

> “İnsan, bütün isimlerin cilvelerine cami bir aynadır.”

Dolayısıyla insanın yaratılış gayesi de sadece yaşamak değil, bu isimleri idrak, şükür ve ibadetle karşılamaktır.

Özet:

Hakiki eşya, Allah’ın isimlerinin yansımasıdır. Mahiyetler ise bu hakikatlerin gölgesidir.

Bir tek zîhayatta yirmiden fazla isim cilvesi görünebilir.

Varlıklar, Allah’ın isimlerinin aynalarıdır. Eşya sadece maddeden değil, manadan ibarettir.

İnsan, bu isimlerin en cami aynası olarak yaratılmıştır.

Varlıkların hikmeti, Allah’ı tanıtmak ve Ona işaret etmektir.

 

 




Eşyanın Dilinden Allah’ı Dinlemek: Her Şeyin Arkasındaki İsimler

Eşyanın Dilinden Allah’ı Dinlemek: Her Şeyin Arkasındaki İsimler

“وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

sırrınca her şeyden Cenab-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati; esma-i İlahiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, sanatlar dahi her biri birer isme dayanıyor.”
Sözler.691

Kur’an’ın müjdeli beyanı olan “وَ إِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ” yani “Hiçbir şey yoktur ki Onu hamdiyle tesbih etmesin” sırrı, bize muazzam bir hakikati açar: Her şey konuşuyor, her şey bir şey söylüyor. Lakin bu söz, kulağın değil; tefekkürle bakan kalbin duyabileceği bir sözdür. Zira eşya susmaz, sadece biz gafletle dinlemeyiz.

Her Şey Bir Pencere: Esmaya Açılan Kapılar

Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, her bir varlık, Cenab-ı Hakk’a açılan bir penceredir. Güneşten karın tanesine, çekirgeden yıldızlara kadar her bir şey, bir ismin aynasıdır. Her birinin hakikati, esma-i hüsnaya dayanır.

Güneşin sıcaklığı ve ışığı, Nur ve Vehhâb ismine işaret eder.

Su, hayat vermesiyle Hayy ve Muhyî ismine açılır.

Rızıklar, Rezzâk isminin cilvesidir.

Ölüm dahi Mümît isminin zarif bir tecellisidir.

Bu yüzden eşyanın hakikati, sadece fizikî görünüşünde değil, onun arkasında gizlenen ilâhî ismin sırrında aranmalıdır. Eşyaya sadece madde gözüyle bakanlar, onun perdesini görür. Lakin iman ve marifet gözüyle bakanlar, o perdenin arkasındaki manayı okurlar.

Sanat, Sanatkârı Gösterir

Bir tabloyu anlamak için ressamı tanımak gerekir. Bir eser, ancak ustasını gösterdiğinde anlam kazanır. Kâinattaki sanatlı işler de, bu sanatların bir Sanatkâr’ı olduğunu gösterir. Ve her sanat, mutlaka bir ism-i ilâhîye dayanır. Kâinattaki sanatlar, yalnızca fizikî değil, aynı zamanda isimlerin tecellileridir.

Nizam, Hakîm ismine dayanır.

Şifa, Şâfî isminin yansımasıdır.

İnayet, Latîf ve Kerîm isimlerinin eseridir.

Bu durumda, varlık âlemi, Allah’ın isimlerinin bir kitabıdır. O kitapta yazılı her harf, her satır, bizi Rabbimize götüren bir delildir.

Tesbihatın Sessiz Müziği

Her şey Allah’ı tesbih eder. Fakat bu tesbih, insan diliyle değil; hal diliyledir. Gülün açması, suyun akması, rüzgârın esmesi, yıldızların dönmesi… Hepsi kendi lisan-ı halleriyle bir zikirdir, bir tesbihtir.

Bu tesbihatı fark eden bir kalp, artık eşyaya yabancı kalamaz. Her çiçekte bir mektup, her yaprakta bir isim, her mahlukta bir şefkat tecellisi görmeye başlar. Ve hayatı boyunca, sanki bir zikir halkasında, susmayan bir mecliste yürüyormuş gibi hisseder.

Özet:

Her bir varlık, Allah’ın isimlerine açılan bir pencere gibidir.

Eşyanın hakikati, esma-i hüsnanın tecellileriyle anlaşılır.

Varlıklar sadece madde değil, aynı zamanda manadır; her biri bir ismin aynasıdır.

Kâinattaki sanatlar, Sanatkâr’a götüren delillerdir.

Her şey hal diliyle Allah’ı tesbih eder; bu tesbihatı duymak için imanla bakan bir kalp gerekir.

 

 




Belânın Davetiyesi: Musibetleri Çeken Hâller

Belânın Davetiyesi: Musibetleri Çeken Hâller

Belâ ve musibetler, insanın dünya yolculuğunda karşılaştığı sarsıcı ama öğretici duraklardır. Her ne kadar dıştan bakıldığında elem verici, yıkıcı ve ürkütücü görünseler de; onların arka planında ilahî bir hikmet, terbiye ve uyarı vardır. Ancak bazı davranışlar vardır ki, bu belâ ve musibetleri adeta erkene alır, üzerimize çeker. Kur’an’ın ve sünnetin gösterdiği ölçülerle baktığımızda, bu hâl ve davranışların ciddi bir uyarı niteliğinde olduğu görülür.

  1. Şükürsüzlük ve Nankörlük

Nimete şükretmeyen toplumlar, o nimetin kıymetini kaybederler. Nankörlük, nimetin kesilmesine; şükür ise nimetin artmasına sebeptir.
Kur’an der ki:
“Şükrederseniz elbette artırırım; nankörlük ederseniz, azabım elbette çetindir.” (İbrahim, 14/7)

Nimetin içindeyken onun farkına varmamak, nankörlükle yaşamak, musibetlerin önünü açan en büyük sebeplerden biridir. Bu durumda belâ, bir uyarı tokadı gibi gelir.

  1. Zulüm ve Haksızlık

Zulüm, sadece bireye değil, topluma musibeti çeker. Zulmeden elbette cezasını bulur; ama zulme rıza gösteren de o akıbetten nasibini alır.
Hadiste şöyle buyrulur:
“Küfür devam eder ancak zulüm devam etmez.”
Zulmün yaygınlaştığı, adaletin ayaklar altına alındığı toplumlarda musibetler, adeta İlâhî adaletin tokadı olur.

  1. Ahlâksızlık ve Hayâsızlık

Toplumların çöküş süreci genellikle ahlâkî çürümeyle başlar. Helal-haram hassasiyetinin kaybolması, iffetin unutulması, hayasızlığın normalleşmesi; kitlelerin kalbini karartır. Bu hâller, belâları celbeden en kuvvetli sebeplerden biridir.
Efendimiz (s.a.v.) buyurur:
“Bir kavimde fuhuş aleni hale gelir ve yaygınlaşırsa, daha önceki ümmetlerde görülmemiş belâlar onların başına gelir.” (İbn Mâce, Fiten, 22)

  1. Hakkın Terk Edilmesi, Batılın Alkışlanması

Hakkı susturmak, batılı savunmak; şeytanın değil, insanın eliyle yapılan büyük bir tahribattır. Hakkı bilenlerin susması, batılı bilenlerin susmaması belâları hızlandırır.
Kur’an’da buyrulur:
“Öyle bir fitneden sakının ki, geldiği zaman içinizden sadece zulmedenlere dokunmaz, herkesi kuşatır. Yine bilin ki Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir..” (Enfâl, 8/25)

Hakkı gözetmemek, zulme ve bâtıla göz yummak; bir toplumu toptan musibete sürükler.

  1. Kibir ve İsyan

Firavunlar gibi kibirlenmek, Allah’a isyan etmek; kendini yeterli görmek, başkasına muhtaç olmadığını zannetmek; ilâhî gazabı çeken tehlikeli davranışlardandır.
“Gerçekten insan azar; kendini müstağni gördüğünde.” (Alak, 96/6-7)

Kibirli insan, belânın en büyük davetiyesini gönderir. İsyan, gafletle birleşince, musibet kaçınılmaz olur.

  1. Duasızlık ve Tevekkülsüzlük

Dua, kulluğun ruhudur. Dua edilmediğinde Allah’ın rahmet kapıları kapanmaz ama kul o kapılardan uzaklaşmış olur.
“Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?” (Furkan, 25/77)

Duasızlık, teslimiyetin yokluğudur. Duadan uzak bir toplum, kendi başına bırakılır; bu da çoğu zaman musibetlerin sebebi olur.

Sonuç: Belâ Dersini Veren Bir Mürebbi Midir?

Evet. Belâ, bazen bir tokat, bazen bir uyarı, bazen de bir terbiye olur. Sebepler görünürde fizikî olsa da, asıl tetikleyiciler manevi ve ahlâkî zaaflardır. Günah ve gafletin çoğalması, şükürsüzlük, zulüm, iffet kaybı, kibir ve Allah’a yönelmemek; belâları adeta çağıran, hızlandıran davetiyelerdir.

Ancak musibet bir ceza olduğu kadar, bir ikaz ve rahmet de olabilir. Yeter ki insan ibretle baksın, istikametini bulsun.
Musibetler, gafleti yırtar, kalbi uyandırır, yüzü dünyadan âhirete çevirir.

Özet:

Bu makalede, belâ ve musibetlerin sebepleri Kur’ân ve sünnet ışığında ele alınmıştır. Özellikle şükürsüzlük, zulüm, ahlâksızlık, hakkın terk edilmesi, kibir ve duasızlık gibi davranışların, musibetleri tacil edip celbettiği anlatılmıştır. Belâlar sadece fizikî olaylar değil; ilâhî adaletin, rahmetin ve terbiyenin bir tezahürüdür. İnsana düşen, bu musibetleri ibret ve dönüş vesilesi olarak görmek ve kendini düzeltmektir.

 




Kesretten Vahdete: Kalbin Gözünden Kâinata Bakma

Kesretten Vahdete: Kalbin Gözünden Kâinata Bakma

“Şu şecere-i kâinat, bir menba-ı vahdetten vücud alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde, vahdeti gösterdiği gibi kalbi dahi iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.”
Sözler.676

İnsan, varlık âleminin meyvesi gibidir. Nasıl ki bir ağaç, tohumdan çıkar, gövdeye kavuşur, dallanır budaklanır ve sonunda meyve verir; kâinat da ezelî bir “vahdet menbaı”ndan gelen kudretle yaratılmış, şekillenmiş, terbiye edilmiş ve sonunda insana varmıştır.

İşte bu büyük “şecere-i kâinat”, yani varlık ağacı, baştan sona bir vahdetin izlerini taşır. Ancak bu vahdet, zâhirde dağınık gibi görünen kesret (çokluk) tabakaları içinde gizlenmiştir. Dağlar, denizler, galaksiler, atomlar… Her şey çeşitlidir; ama bu çeşitliliğin altında tek bir kudret, tek bir irade, tek bir hikmet tecelli etmektedir.

Bu sırra iman ile bakıldığında, kesretin perdesi aralanır ve arkasındaki vahdetin nuru görünür. Kalp, imanla kesretin dağdağasından sıyrılıp, her varlıkta tecelli eden birlik hakikatini görür. O zaman:

Güneşteki ışıkla kandildeki ışığın aynı kaynaktan olduğunu fark eder.

Su damlasındaki parlaklıkla yıldızın parıltısının aynı kudret elinden çıktığını hisseder.

Çiçekteki sanatla semadaki nizamın aynı Sanatkâr’a işaret ettiğini anlar.

Kalp: Vahdetin Aynası

Zâhirî bakışlar çoğunlukla kesret içinde kaybolur. Ama kalp, iman gözlüğüyle bakabildiği sürece kesretin içinde değil, ötesinde yaşar. Kalp öyle bir ayna olur ki, her şeydeki farklılıkları birleştirir, onları aynı Zât’ın işareti olarak okur. İşte bu hâl, insanı dağınıklıktan tevhide, şüpheden yakîne, gafletten huzura taşır.

Böyle bir bakış, insana kâinatla barışık bir varlık olma bilinci kazandırır. Çünkü her şeyin birliğe hizmet ettiğini gören bir insan, kendi varlığını da anlamlandırır. Tesadüf yoktur, başıboşluk yoktur, anlamsızlık yoktur.

Kesrette Boğulan Kalpler ve Vahdetin Kurtarıcı Nuru

Ne zaman ki insan kalbini imandan uzaklaştırır, kesretin içinde boğulur. Farklılıklar çatışmaya, olaylar karmaşaya, varlıklar tesadüfe dönüşür. Oysa vahdet nuruyla bakan biri için her şey yerli yerinde, her olay hikmetli, her yaratık görevli bir mektup gibidir.

Böyle bir bakış açısı, yalnız bir tefekkür değil, aynı zamanda bir manevî kurtuluş reçetesidir. Bu bakış, insana hem huzur verir hem de yaratıcıyla derin bir bağ kurma imkânı sunar.

Özet:

Kâinat, kökü vahdet olan bir ağaca benzer; meyvesi insandır.

İnsan kalbi, iman ile bakarsa, kesretin içinde tecelli eden vahdeti görebilir.

Bu bakış, dağınık gibi görünen olayların ve varlıkların ardındaki ilâhî birliği keşfettirir.

Vahdetin bu idraki, insana huzur, anlam ve yaratıcıyla yakınlık kazandırır.

Kesretin dağınıklığı içinde boğulmamak için kalbin imanla nurlanması gerekir.

 

 




Hayretten Marifete: Bir Nefeslik Sır

Hayretten Marifete: Bir Nefeslik Sır

“Beden-i insaniyedeki hararet-i garîziye, bu imtizâc-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi; kandaki karbon alındığı için, kan dahi sâfî olur. İşte, nefes dahile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’âl ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor.  [Sanatında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır.]” Asa-yı Musa. 129

İnsan, bazen bir nefeste, bazen bir damlada, bazen de bir bakışta kâinatın derin sırlarına açılır. Her şey o kadar hikmetli, o kadar derinliklidir ki; görebilen bir göz, hissedebilen bir kalp için küçücük bir olay bile sonsuz bir marifet kapısı olur. İşte nefes almak da böyle bir mucizedir. Herkesin her an yaptığı, fakat çok az kimsenin farkına vardığı o büyük hakikat…

Asa-yı Musa’da geçen o veciz cümle, bu sırra dikkat çeker:

> “Nefes, dahile girdiği vakit vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’âl ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor.”

Bu cümlede, bir nefesin içinde nasıl bir kimyevî, biyolojik ve hikmetli sırlar zinciri olduğu işaret edilmektedir.

Bir Nefeslik Mucize

İnsan bedenine her saniye giren ve çıkan nefes; sadece oksijen almak ya da karbondioksit vermek değildir. O nefesle birlikte hayat yeniden başlar, vücut yenilenir, kan temizlenir. Bedendeki “hararet-i garîziye” yani yaşamsal sıcaklık, bu nefes sayesinde devam eder. Sadece fizyolojik değil, aynı zamanda ruhî bir canlılık da bu alışverişle sağlanır.

Nefes içeri girdiğinde, Allah’ın kudretiyle her şey harekete geçer. Kan arınır, hücreler uyanır, bedenin ışığı yanar. Nefes dışarı çıktığında ise, ağızdan çıkan kelimeler birer meyveye dönüşür. Konuşmak, ses vermek, düşünceyi ifade etmek hep bu nefesin hediyesidir.

Hayret: İlk Kapı

Bütün bu mucizeleri gören bir kalp önce hayrete düşer. Nasıl olur da, basit görünen bir nefes böyle muazzam bir sistemin kilidini açar? Her zerresi hesaplı, her noktası maksatlı olan bu işleyiş; tesadüfü değil, bir İrade’yi, bir Kudret’i, bir Sâni’yi gösterir.

Hayret, insanın kalbinde ve zihninde bir titreşim meydana getirir. O titreşim ise marifetin habercisidir. Zira hayret, gafletin zıddıdır. Gören, düşünen, fark eden insan; hayretle uyanır, uyanınca tanımaya başlar.

Marifet: Tanımanın Derinliği

İnsan hayret ettikçe, marifete yaklaşır. Marifet, sadece bilmek değil, “tanımak”tır. Allah’ı tanımak; O’nun sanatını, kudretini, rahmetini ve hikmetini tanımaktır. Nefes alırken bile O’nun sanatını seyretmek, konuşurken O’nun kudretine şahitlik etmektir.

Bu yüzden Bediüzzaman, konuşmayı “mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyveleri” olarak nitelendirir. Her kelime, bir ağaç gibi dilde biter; ama kökü Arş’a, meyvesi kalplere ulaşır.

Bir Nefeslik Şükür

Her nefes, Allah’ın bir ikramıdır. Fakat çoğu zaman bu nimet fark edilmeden harcanır. Halbuki insan bir nefes alamadığında, hayatı durur. İşte bu yüzden her nefes bir şükür vesilesidir. Nefes almayı sadece bir refleks değil, bir tefekkür ve bir marifet anı olarak yaşamak gerekir.

Özet:

Bu makale, insan bedenindeki nefes alışverişinin ardındaki kudret, hikmet ve sanatla ilgili tefekkürü ele almaktadır. Nefes almak sadece biyolojik bir olay değil; İlâhî bir sistemin parçası, kudretin tezahürü ve marifete açılan bir kapıdır. Hayretle başlayan bu yolculuk, marifetle tamamlanır. İnsan, nefesini idrak ettikçe Rabbini tanımaya başlar. Her nefes, bir mucize, bir nimet ve bir şahitliktir. Şükredenler için bu en küçük hareket, en büyük hakikatlerin anahtarıdır.

 

 




Kâinat Yolcusu: Bir Çekirdekten Sonsuzluğa

Kâinat Yolcusu: Bir Çekirdekten Sonsuzluğa

Bir çekirdekten bir ormana…
Bir damla sudan milyarlarca insana…
Ve kâinatın başlangıcında yaratılan bir çekirdekten devasa bir kâinat ağacına…
Her biri bize sessiz ama derin bir hakikati haykırıyor: Varlık, bir yolculuktur. Ve her şey, bu hikmetli yolculuğun bir misafiri ve şahididir.

Başlangıç: Kudretin Tohumu

Her şey bir çekirdekle başlar. Toprağa düşen bir tohum gibi, ilk yaratılışta da kâinatın tüm sırları, küçücük bir varlığa sığdırılmıştı. O çekirdekte galaksilerin haritası, canlıların genetik kodu, elementlerin dizilimi vardı. Allah, sonsuz ilmiyle o küçük başlangıca sonsuzluk yolculuğunun şifresini yerleştirmişti.

Kur’an, bu başlangıcı şöyle tasvir eder:
“Görmez misiniz, Allah nasıl yaratmayı başlatır, sonra onu tekrar eder.Şüphesiz bu, Allah için pek kolaydır.” (Ankebût, 29/19)

Yolculuk: Varlığın Safhaları

Bir çekirdek toprağa düşünce çatlar. Çatlaması bir yok oluş değil, doğuştur. Aynı şekilde, ilk yaratılış da bir yokluktan varlığa açılıştı. O çekirdek büyüdü, genişledi, galaksilere, yıldızlara, dünyaya ve insana dönüştü.

Bir damla sudan insanı yaratmak da bu sırla mümkündür. İnsan, bir damla su olarak başlar ama akıl, kalp, ruh ve irade ile donatılır. Her insanda kâinatın küçük bir özeti, bir fihrist halinde toplanır.
“İnsan, küçük bir âlem; âlem ise büyük bir insandır.” diyen ehl-i hikmet, bu derin bağı işaret eder.

İnsan: Yolculuğun Merkezinde

Kâinat bir ağaçsa, insan onun meyvesidir. Fakat bu meyve sadece yenilmek için değil; düşünmek, anlamak ve anlamlandırmak için vardır. İnsan, kendisini bilirse Rabbi’ni bilir. Kâinatı okursa kaderi anlar. Kendi varlığındaki mükemmel düzeni fark ederse, o düzeni koyanı tanır.

İnsan da tıpkı o çekirdek gibi bir yolcudur. Ruhlar âleminden anne rahmine, oradan dünyaya, sonra kabre ve sonsuzluğa… Her adım bir merhaledir. Her merhale bir dönüşümdür. Her dönüşümde bir hikmet gizlidir.

İbret ve Hikmet: Sessiz Konuşan Kâinat

Her yaprak, her yıldız, her canlı sessizce konuşur. “Ben tesadüf değilim” der.
Bir arının bal yapması, bir ağacın meyve vermesi, bir hücrenin çoğalması, bir kalbin atması… Hepsi Allah’ın kudretini, ilmini, rahmetini gösteren delillerdir.
Kâinat, Allah’ın tecellilerini taşıyan bir aynadır. Ve bu aynada kendini gören insan, Rabbini de tanımaya başlar.

Varış: Başladığı Yere Dönüş

Yolculuk başlar ve devam eder. İnsan da bu kâinatla birlikte yürür. Ama bu yürüyüş rastgele değil. Her şeyin bir hedefi olduğu gibi, insanın da bir varış noktası vardır.
“Biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156)
Bu dönüş, sadece ölümle değil; aynı zamanda anlamla, bilinçle, imanla olur. Kim bu yolculuğu fark eder, o yolda yürürse, gerçek anlamda yaşamaya başlar.

Özet:

Bu makalede, kâinatın yaratılış serüveni “bir çekirdekten bir ormana” benzetilerek ele alındı. Kâinatın başlangıcındaki minicik bir çekirdekten galaksilere, dünyaya ve insana uzanan süreç anlatıldı. İnsan, bu büyük yolculuğun hem meyvesi hem de yolcusudur. Tüm varlık aşama aşama bir düzen içinde ilerlemekte, insan ise bu düzenin farkına vararak Rabbini tanıma yolculuğunu sürdürebilmektedir. Kâinatın her safhası ibret ve hikmetle doludur; bu yolculuk, sadece fiziksel değil, aynı zamanda anlam ve iman yolculuğudur. Yolun sonu ise başladığı yere, yani Allah’a dönüşle tamamlanır.

 




Kesretten Vahdete Uzanan İlâhî Yolculuk: Mi’racın Hikmeti

Kesretten Vahdete Uzanan İlâhî Yolculuk: Mi’racın Hikmeti

“Şu kâinatın Hâlık’ı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i ehadiyetini göstermek için kesret tabakatının müntehasından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir mi’rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makasıd-ı İlahiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile âyine-i mahlukatında cemal-i sanatını, kemal-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.”
Sözler.632

Kâinat…
Yıldızlardan hücrelere, meleklerden insana kadar sayısız varlık tabakalarıyla dolu bir kesret âlemi. Her biri kendi âleminde bir sır, bir sanat, bir mânâ taşıyor. Ama bu kesretin arkasında bir vahdet, bir birlik, bir sonsuz Kudret cilvesi gizli.

İşte bu sonsuz çeşitlilik içinde, Cenab-ı Hak, vahdet nurunu göstermek, ehadiyet tecellilerini ilan etmek ister. Ancak bu hakikat, her gönle doğrudan hitap etmez; çünkü her akıl, o yüce mânâyı doğrudan ihata edemez.

Bu yüzden, bütün mahlukat namına, tüm şuurlu varlıklar adına, bir “ferd-i mümtaz” seçilir. O zat, kesretin en uç noktasından vahdetin zirvesine uzanan ilâhî bir hat üzerinde, manevî bir yolculuğa çıkarılır. Bu yolculuk, sadece onun şahsî yükselişi değil, bütün kâinatın ve insanlığın adına yapılan bir temsilî kabuldür. Bu yolculuk Mi’ractır.

Mi’rac: Varlığın Yalnızlığına Son Veren Bir Davet

Kâinat, kendi kendine suskundur. Eşyada bir hayret vardır ama kime arz edilir, kimin nazarına sunulur?
İşte bu noktada Mi’rac, varlığın suskunluğunu bozan bir nida gibidir.
Allah Teâlâ, Hz. Muhammed’i (asm) kesretin bağrından seçer; onu huzuruna davet eder.
Çünkü o, tüm varlıklar içinde:

En mümtaz olanıdır,

En çok mahlûkatın lisanını anlayandır,

En yüksek bakışı taşıyandır.

Onu kendi huzuruna alır; bütün yaratılmışların niyazını ve mesajını onunla kabul eder.
Ve aynı şekilde, kendi ilâhî maksadını da onunla bildirir.

Mi’rac: İlâhî Kudretin Aynasında Cemal ve Kemal Seyri

Bu yolculukta yalnızca bir sohbet yoktur; tecelli vardır.
Cenab-ı Hak, o en mükemmel nazarla:

Kendi cemal-i sanatını,

Rububiyetinin kemalini,

Varlıkların ilâhî hikmetini,

Mahlûkat aynasında bizzat ona gösterir.
Ve böylece, Hz. Peygamber’in (asm) şahsında, bütün kâinat seyredilmiş, bilinmiş, anlatılmış ve aydınlatılmış olur.

Bir Hayt-ı İttisal: Kâinattan Kudret-i İlâhiye’ye Açılan Hat

Mi’rac, sadece bir yükseliş değil; mebde ile müntehayı, kesret ile vahdeti, mahluk ile Hâlıkı birleştiren bir hattır.
Bu hat, zamandan ve mekândan münezzeh bir huzur çizgisidir.
Bir “hayt-ı ittisal”dir ki, o çizgide sadece bir fert yürür, ama arkasında bütün mahlûkatın duası, beklentisi, şükrü ve şehadeti vardır.

Özet:

Cenab-ı Hak, kâinattaki kesretin içinden bir “ferd-i mümtaz” olan Peygamber Efendimizi (asm) seçmiş, onu huzuruna davet etmiştir.

Bu davet, sadece şahsî değil, bütün şuurlu mahlûkat adına yapılmış evrensel bir temsilidir.

Mi’rac yolculuğu, kesretten vahdete, yaratılmıştan Hâlık’a, mahlûkat aynasından Cemal-i İlâhî’ye uzanan bir seyirdir.

Bu ilâhî seyr-u sülûk ile, kâinatın anlamı açılmış, ilâhî maksat bildirilmiş, Allah’ın cemal ve kemali izhar edilmiştir.

Mi’rac, varlığın yalnızlığını ortadan kaldıran, onu ilâhî huzura bağlayan bir nur yoludur.

 

 




Çekirdekteki Kudret, Nurda Tecelli Eden Kâinat

Çekirdekteki Kudret, Nurda Tecelli Eden Kâinat

“Ey müstemi! Şu acib kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î mahiyetinden halk olunmasını istib’ad etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelal, şu kâinatı “Nur-u Muhammedî”den aleyhissalâtü vesselâm nasıl halk etmesin veya edemesin?”
Sözler.639

“Ey müstemi!” diye seslenir Bediüzzaman… Dinleyene değil, düşünen kalbe hitap eder. Zira mesele büyüktür, sır derindir. O sır şudur: Bu muazzam kâinat nasıl olur da bir insanın cüz’î mahiyetinden yaratılır?

İlk bakışta akıl tereddüt eder, hayret içinde bocalar. Ama kudretin diliyle konuşan varlıklara kulak verildiğinde, o hayret yerini tefekküre bırakır.

Bir Çekirdeğin Şahidi Olduğu Hakikat

Bir çam ağacı düşünün… Göklere yükselen, dallarıyla kuşları barındıran, gölgesiyle nice canlılara hayat sunan… O koca ağaç, başlangıçta bir çekirdekti. O çekirdek ne ağaçtı, ne de içinde bir orman saklıydı. Ama kudret-i ilahi, o çekirdeği bir kainat taslağı gibi işledi. Ve içinden bir âlem çıkardı.

Bediüzzaman bu örnekle şunu söyler:
Eğer buğday kadar bir çekirdekten bir orman çıkaran Kadîr-i Zülcelâl varsa, bir Nur-u Muhammedî’den de şu kainat neden çıkmasın?

Nurdan Kainata: Hakikatin Ters Akışı

Kur’an ve hadislerde geçen “İlk yaratılan şey Nur-u Muhammedî’dir” hakikatine, Bediüzzaman temsille can verir. Der ki: Bu nur, bir çekirdek gibidir. Bu çekirdekten, esma-i ilahiyenin tecellileriyle örülen şu muazzam kainat halk edilmiştir.

Tersine baktığımızda da, kainatın hakikati Hz. Muhammed’in (asm) manevî mahiyetinde toplanmıştır. O halde, O Zât-ı Mübarek:

Kâinatın yaratılış sebebidir (illet-i gaiye),

Kâinat kitabının en büyük tercümanıdır (muallim-i ekber),

Ve varlık ağacının en münevver meyvesidir (meyve-i ekmel).

Göz Önündeki Delil: Her Varlık Bu Sistemi Onaylar

Bir insan, anne karnında bir hücreden yaratılır. Bir çiçek, topraktan çıkan küçücük bir tohumdan. Hatta bir millet, tek bir dâhinin fikriyle şekillenir. Yani küçükten büyüğe, “cüz’îden küllîye” geçiş, kainatın bir sünnetidir.

Öyleyse Allah’ın en büyük sanatı olan kainatın, en nurlu hakikat olan Nur-u Muhammedî’den (asm) yaratılması; akıl dışı değil, tam tersine hakikat ölçüsüdür.

İnsanlığa Düşen Pay: O Nurda Kendini Bulmak

Bu derin sır, sadece bir bilgi değil, aynı zamanda bir kimliktir. Zira Nur-u Muhammedî, varlıkların özü olduğu gibi, insanın da yaratılış ruhudur. İnsan, o nura tutunarak hem kendini hem de kainatı anlayabilir.

O nur, karanlıklar içinde rehberdir. O nur, hayret içinde bir pusuladır. Ve o nur, varlığın içindeki sır perdelerini bir bir aralayan hikmet kandilidir.

Özet:

Bediüzzaman, koca kainatın bir insanın cüz’î mahiyetinden halk edilebileceğini, bir çam ağacının küçük bir çekirdekten yaratılması örneğiyle açıklar.

Kainatın, “Nur-u Muhammedî” adı verilen ulvî hakikatten yaratıldığını belirtir.

Bu misal, kudret-i ilahiyenin küçüklük-büyüklük gibi sınırlamalardan münezzeh olduğunu gösterir.

Hz. Muhammed (asm), kainat ağacının hem çekirdeği hem de en mükemmel meyvesidir.

İnsan, o nurun izinden giderek hem yaratılış sırrını hem de kendindeki hakikati anlayabilir.

 

 




Mi’rac: Yetmiş Bin Perdenin Ardındaki Hakikat

Mi’rac: Yetmiş Bin Perdenin Ardındaki Hakikat

“Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor. O Hâkim’in küllî hitabına bizzat muhatap olamıyor. Elbette o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar; tâ iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvi olmalı ki tâ doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun.

   Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâni’inin makasıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.
Elbette bütün efrad-ı insaniye içinde öyle bir manevî seyr ü sülûku olacaktır ki cismanî âlemde seyr ü seyahat suretinde bir mi’racı olacaktır. “Yetmiş bin perde” tabir olunan berzah-ı esma ve tecelli-i sıfât ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı meratib edecektir. İşte mi’rac budur.”
Sözler.627

İnsan, cüz’îdir. Düşüncesi sınırlı, gözü dar ufuklu, aklı ise zamana ve mekâna mahkûmdur. Ne var ki, insanlık camiası içinde öyle bir fert vardır ki, o cüz’îlikten tecerrüd etmiş, ruhen ulvileşmiş, kalben arş-ı rahmete yol almış ve o daracık beşeriyet penceresinden sonsuzluğa açılan bir kapıya dönüşmüştür. İşte bu kişi, Fahr-i Âlem Hz. Muhammed Mustafa’dır (asm).

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor… Elbette o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar…”

Küllî Bir Temsilci: Nübüvvetin Hikmeti

Kâinat, bir anlamlar ormanıdır. Her varlık, Allah’ın isimlerinden birinin sessiz bir tercümesidir. Ama bu büyük kitabı herkes okuyamaz. Çünkü bu kelimeler ne Arapçadır ne Farsça… Bu kelimelerin dili tevhidin lisanıdır. İşte bu dili hakkıyla okuyabilen, anlayabilen ve insanlara öğretebilen yegâne muallim, Peygamber Efendimiz’dir (asm).

O, sadece bir insan değildir; aynı zamanda insanlığın temsilcisidir. Allah’ın küllî hitabına mazhar olabilecek kadar ulvî, insanların haline dert ortağı olacak kadar beşerîdir. Mi’rac, bu iki yönüyle bir köprü vazifesi görür. O, yerle gök, mahlûkatla Hâlık, fânilikle bekâ arasında gidip gelmiş, “yetmiş bin perde” ardındaki ilahi sırları gözlemlemiştir.

Yetmiş Bin Perde: Esmâdan Zâta Yolculuk

Bediüzzaman’ın “yetmiş bin perde” ifadesiyle anlattığı mertebeler, sadece mesafeler değil; manevî derecelerdir. Bunlar:

Esmâ: Allah’ın güzel isimlerinin her biri bir perde,

Sıfât: Kudret, irade, ilim gibi ilahî sıfatlar başka bir perde,

Ef’âl: Allah’ın fiilleri olan yaratmak, diriltmek, öldürmek gibi tecelliler ayrı bir perde,

Mahlukat: Varlık âleminin katmanları—madde, hayat, ruh, melekût—her biri bir perde…

Peygamber Efendimiz (asm), bu perdelerin her birinden geçmiş, kâinatın derin sırlarını bizzat müşahede etmiş, sonra tekrar insanlık âlemine dönerek bu hakikatleri bize taşımıştır.

Mi’rac: Kâinatın Sırrını Açan Anahtar

Bediüzzaman, Mi’rac’ın sadece bir mucize değil, aynı zamanda bir hikmet ve tevhid dersi olduğunu söyler. Çünkü o seyahat, Allah’ın saltanatının ihtişamını, esmalarının genişliğini, mahlûkatın çeşitliliğini gözler önüne sermiştir.

Mi’rac, Allah’ın yalnızca göklerin değil; insanın kalbinin, aklının, hayatının da Rabbi olduğunu göstermiştir. Ve bu yolculuk, bize şunu fısıldar: Her insan, kendi nefsinde küçük bir mi’rac yaşamakla mükelleftir.

Özet:

Her insan, Allah’ın doğrudan hitabına mazhar olamaz; bu sebeple bazı özel fertler (enbiya) bu vazife ile görevlendirilmiştir.

Hz. Peygamber (asm), hem insanlığa muallim olacak kadar beşerî, hem de doğrudan hitaba mazhar olacak kadar ulvî bir şahsiyettir.

Mi’rac, esmâ, sıfât, ef’âl ve mahlûkat perdelerinden geçerek, Allah’ın küllî rububiyetini ve saltanatını temaşa etmektir.

“Yetmiş bin perde”, Allah’a giden yolun manevi derecelerini ve hakikat tabakalarını temsil eder.

Hz. Peygamber’in mi’racı, kâinatın sırrını çözmek ve insanlığa ilahi hakikatleri ulaştırmak için gerçekleştirilmiş küllî ve hikmetli bir seyahattir.