İnsanın Sırrı: Talim-i Esma ve Emanet-i Kübra

İnsanın Sırrı: Talim-i Esma ve Emanet-i Kübra

“Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan talim-i esmadır ki bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:

   Nev-i beşere, câmiiyet-i istidat cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envaına muhit pek çok fünun ve Hâlık’ın şuunat ve evsafına şâmil kesretli maarifin talimidir ki nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semavat ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüçhaniyet vermiş.” Sözler. 20. Söz.1. Makam.

*******

Âlemde insandan daha zayıf, daha muhtaç bir varlık zor bulunur. Ne tırnağı pençe gibi, ne derisi zırh gibidir. Soğuğa karşı kürkü yok, yırtıcıya karşı sivri dişi yok. Fakat öyle bir sırrı var ki, o sır sayesinde melekleri bile hayret ettirmiştir: Talim-i Esma.

Hazret-i Âdem’e öğretilen isimler; sadece bazı kelimelerin ezberi değil, varlıkların arkasındaki manaları okuyabilme, eşyaya mânâ-yı harfîyle bakabilme kabiliyetidir. Bu da onu, mahlûkat içinde halifelik makamına layık kılmıştır. Çünkü bu ilim, Allah’ın isim ve sıfatlarına mazhar olma, O’nun kâinattaki şuunatını anlamaya açılan bir anahtardır.

İnsanın İlimle İmtihanı

Âdem’in ilimle üstünlüğü, meleklerin secdesiyle tasdik edilmişti. Fakat bu secde, bir üstünlük ilanı değil, bir sorumluluk yüklenmesidir. Çünkü talim-i esma, beraberinde emanet-i kübrayı getirir. Yani Allah’ın bütün isimlerinin, sıfatlarının, fiillerinin birer aynası olma; onları temsil etme vazifesi… Bu öyle ağır bir yüktür ki, Kur’an ifadesiyle “gökler, yer ve dağlar bu emaneti yüklenmekten çekinmiş, insan ise onu yüklenmiştir.” (Ahzâb, 72)

Bu yük, aynı zamanda bir seçimdir. İnsanın iradesiyle yaptığı her tercih, Allah’ın isimlerinden birinin gölgesinde olur. Şefkatle davranırsa, Rahmân isminin; adaletle hükmederse, Hakem isminin; affederse, Gafûr isminin bir tecellîsine mazhar olur. Böylece insan, bir yönüyle ilahi isimleri yaşayan bir tefsir haline gelir.

İlim Sorumluluktur, Marifet Varlığa Borçtur

İnsanın ilme mazhar olması, onu yalnızca bilen değil; bildiğini yaşamakla sorumlu kılar. Talim-i esma, teorik bir bilgi değil, varlıkla kurulan bir hakikat ilişkisidir. Her varlık bir esmanın aynası, her hâl bir ilahî tecellîdir. İnsana düşen; bu hakikati okumak, tanımak ve o tanımanın gereğini yaşamaktır. Çünkü tanımak, sevmekle; sevmek ise hizmetle tamam olur.

İnsan ilme mazhar oldukça, Allah’a yaklaşır; gafletle uzaklaşır. Her yeni bilgi, insana ya bir emanetin anahtarını sunar ya da onu o emanetin altında ezilmeye mahkûm eder.

Sonuç: Secdeden Sorumluluğa

Hazret-i Âdem’e secde eden melekler, bir bilgiyi değil; o bilgiyi yüklenen iradeyi, şuur ve sorumluluğu selamlamıştı. Bu da bize gösteriyor ki; insan, ne melektir ne hayvan. Fakat ona öyle bir istidat verilmiştir ki, doğru kullanılırsa meleği geçer; yanlış kullanılırsa hayvandan da aşağı düşer. Talim-i esma ve emanet-i kübra, bu iki uç arasında insanı dengeleyen, terakki ettiren bir rahmet köprüsüdür.

Özet:

Bu makale, Hazret-i Âdem’e öğretilen “talim-i esma”nın sıradan bir bilgi aktarımı değil, Allah’ın isim ve şuunatına mazhar olma kabiliyeti olduğunu ifade eder. Bu kabiliyet, insana melekleri bile hayran bırakan bir üstünlük kazandırmıştır. Ancak bu ilim, beraberinde emanet-i kübra gibi büyük bir sorumluluk da getirir. İnsanın bu emanetle yüklenmesi, onun tercihleriyle ilahî isimleri temsil etmesini ve bu yolda hem yükselme hem de düşme ihtimali taşımasını ifade eder. Sonuç olarak, insan, ilmiyle sorumlu, iradesiyle imtihan edilen ve halifelikle yükümlü kılınan müstesna bir varlıktır.

 

 




Mu’cize Eliyle Başlayan Medeniyet: Nebevî Rehberlik ve Maddî Terakki

Mu’cize Eliyle Başlayan Medeniyet: Nebevî Rehberlik ve Maddî Terakki

“Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın her birisinin eline bazı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor.

   İşte enbiyaların manevî kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi mu’cizatlarından bahis dahi onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (as) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (as) bir mu’cizesi olan saati en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. “Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

********

Tarihin sahifelerinde peygamberler, yalnızca ruhlara hitap eden manevî önderler olarak görülmemelidir. Kur’an’ın ince nazarı, onları aynı zamanda insanlığın maddî terakkisinde de birer öncü, birer üstad olarak gösterir. Zira insanın hem kalbi, hem aklı, hem eli vardır. Kalbi nübüvvetin feyziyle nurlanırken; aklı ve eli de o nübüvvetin gösterdiği yolda yürümekle tekâmül eder.

Mu’cizeler: Sadece Hayret Mi, Yoksa Hikmet Mi?

Bir mu’cize, zannedildiği gibi sadece “olağanüstü” olan değil, aynı zamanda “örnek olan”dır. Allah’ın kudretiyle, peygamber eliyle gerçekleşen bu harikalar; yalnızca dönemin inkârcılarına meydan okuma vasıtası değil, aynı zamanda insanlığa bir yön tayinidir. Mu’cizeler, bir nevi insanlığa sunulmuş “prototiplerdir”. Bugün gemi inşa eden mühendis, bir yönüyle Nuh Aleyhisselam’ın mu’cizesinin gölgesinde yürür. Saat yapan zanaatkâr, Yusuf Aleyhisselam’ın beşere sunduğu incelikli ölçü ve düzenin bir taklitçisidir.

Terakki, Taklitten Doğar

Kur’an, enbiyaların manevî kemalatlarını anlatarak insanları ahlaken onlara benzemeye davet ettiği gibi, onların mu’cizelerinden de bahsederek “siz de çalışın, bu yoldan gidin, bu örneği takip edin” demektedir. Böylece maddî kemalât da, bir teşvik ve hedef haline gelir. Bu durum, beşerin teknoloji ve sanatta yükselmesini salt kendi dehasına değil, semavî ilhama borçlu olduğunu gösterir.

Medeniyetin Menşei: Vahyin Gölgesi

Bugünkü teknolojik ilerlemelerin köklerine baktığımızda, çoğu temel icadın bir peygamberin mu’cizesiyle irtibatlı olduğunu görürüz. Ateşin terbiyesiyle başlayan yolculuk, demirin şekillendirilmesiyle (Davud Aleyhisselam), dokumanın sanatla buluşmasıyla (İdris Aleyhisselam) ve daha niceleriyle devam etmiştir. Beşer, kendi eliyle ürettiği her kolaylığı, aslında vahyin işaret ettiği bir örnekten ilham alarak başlatmıştır.

Modernleşme mi, Peygamber İzinde İlerlemişlik mi?

Çağımızın seküler bakışı, ilerlemeyi yalnızca insan aklının ürünü sayar. Oysa Kur’anî bakış, ilerlemenin kaynağını nübüvvetin rahmet eli olarak görür. Evet, insan aklı icad eder ama istikamet ve işaret çoğu zaman gökten gelir. Peygamberler, bu yolda hem ahlâkın hem de aklın rehberidir. Onların izinde yürüyen toplumlar yükselmiş; onlara sırt çevirenler, ilerlese bile zulüm ve sefahatin pençesine düşmüştür.

Özet:

Bu makale, peygamberlerin sadece manevî değil, aynı zamanda maddî terakkinin de öncüleri olduğunu vurgular. Kur’an’da geçen mu’cizeler, birer hayret verici gösteri değil; insanlığa örnek ve ilham kaynağı olan başlangıç noktalarıdır. Nuh Aleyhisselam’ın gemisi ve Yusuf Aleyhisselam’ın saati gibi mu’cizeler, bugünkü teknik ve teknolojik gelişmelerin temelinde yatan semboller gibidir. İnsanoğlu, peygamberlerin hem ahlâkını hem ilmini taklit ettikçe yükselmiş, nübüvvetin ışığından uzaklaştıkça da yolunu kaybetmiştir.

 

 




Adaletin Ufku: Süleymanvari Bir Basiret ve Teknolojinin İlâhî Menşei

Adaletin Ufku: Süleymanvari Bir Basiret ve Teknolojinin İlâhî Menşei

“Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim.” olan hâdise-i hârikaya delâlet eden şu âyet


قَالَ الَّذٖى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰتٖيكَ بِهٖ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ …اِلٰى اٰخِرِ

   İşaret ediyor ki uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hem masumiyetine hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’a itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir.

   Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:

   “Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.” Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*********

Kur’ân’ın çizdiği peygamber portreleri, yalnızca dinî liderlik vasfıyla sınırlı değildir. Onlar, aynı zamanda siyasî, ilmî ve içtimaî önderlerdir. Hazret-i Süleyman’ın (a.s) hayatı, bu çok boyutluluğun en çarpıcı örneklerinden biridir. O, hem bir peygamber, hem bir sultan, hem de adaletin sembolüdür. Kur’an, Belkıs’ın tahtının Yemen’den Şam’a göz açıp kapayıncaya kadar getirilmesi hâdisesiyle yalnızca bir mu’cizeyi değil, aynı zamanda bir ideal yönetim modelini nazara verir.

Bir Âlim, Bir Kitap, Bir Nazar: Bilginin Gücü

Ayette geçen “عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ – Kendisine kitaptan bir ilim verilmiş olan” zat, Asaf bin Berhiya öyle bir bilgiye sahiptir ki, fizikî mesafeleri, zahirî engelleri aşarak bir tahtı anında celb edebilir. Bu hâdise, hem harikulade bir mu’cizeye hem de bir hakikate işaret eder: Bilgi, kudretin anahtarıdır. “Kitaptan” gelen ilim, eşyayı hükmü altına alabilir. Bu yönüyle âyet, ilmin ve teknolojinin hakikatle irtibatlı olduğuna kuvvetli bir mesaj verir.

Zahmetsiz Muttali Olmak: İdeal Yönetimin Şartı

Hazret-i Süleyman’ın (a.s), koca bir memleketin en ücra köşesindeki sesi işitebilmesi ve hâli görebilmesi; yalnızca onun mu’cizesi değil, aynı zamanda her idarecinin ulaşması gereken bir ufuktur. Gerçek adalet, sadece merkezde değil; en uzak köşede bile görülmeli, hissedilmelidir. Risale-i Nur bu noktada çok mühim bir ders verir: “Ey ehl-i saltanat! Eğer adalet-i tamme istiyorsanız, Süleymanvari yeryüzünü görmeye ve anlamaya çalışınız.”

Teknoloji, İlâhî Kanunların Keşfidir

Bugünün iletişim teknolojileri, interneti, uyduları ve uzaktan erişim sistemleri, aslında Süleymanvari bir bakışın maddî yansımalarıdır. Artık bir yönetici, dünyanın öbür ucundaki sesi duyabilir, görüntüyü izleyebilir. Fakat burada kritik soru şudur: Bu imkanlar ne için kullanılmaktadır? Adalet için mi, istibdat için mi?

Kur’ân’ın işareti ve Risale-i Nur’un izahıyla bu tür teknolojiler, insanın ilâhî isimlere ayinedarlığına hizmet etmeli; zulme değil, hikmete vesile olmalıdır. Süleymanvari bir yönetim, bilgiyle istibdat kurmaz; bilgiyle adaleti büyütür.

Özet:

Bu makale, Hazret-i Süleyman’ın Belkıs’ın tahtını getirtme mu’cizesi üzerinden, adaletli yönetim ve teknolojik gelişmelerin ilâhî temellerini ele alır. Kur’an’daki bu hâdise, sadece bir harika değil; aynı zamanda her idareciye, bilgiye dayalı adaletli bir yönetim vizyonu sunar. Gerçek adalet, her noktayı görebilmek ve her sesi işitebilmekle mümkündür. Bu da, ilme, hikmete ve manevî şuurla yoğrulmuş teknolojiye bağlıdır.

 

 




Görünmeyenin Hâkimiyeti: Süleyman Aleyhisselâm ve Zihnî Cihatta Bir Ufuk

Görünmeyenin Hâkimiyeti: Süleyman Aleyhisselâm ve Zihnî Cihatta Bir Ufuk

“Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habîseyi teshir edip şerlerini men’ ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:

مُقَرَّنٖينَ فِى الْاَصْفَادِ …اِلٰى اٰخِرِ

وَمِنَ الشَّيَاطٖينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذٰلِكَ …اِلٰى اٰخِرِ

âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki Cenab-ı Hakk’ın evamirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir.” Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*********

İnsanoğlunun en büyük imtihanı, görünmeyeni idrak edebilme kabiliyetidir. Gözle görülmeyen varlıkları tanımak, onlara karşı vaziyet almak ve gerekirse onları istihdam edebilmek, manevî kemalâtın yüksek mertebelerine işaret eder. Hazret-i Süleyman’ın (a.s) hayatı, yalnızca yeryüzü sultanlığı değil; aynı zamanda görünmeyen varlıklar âlemi üzerinde kurulan bir manevî hâkimiyetin timsalidir.

Kur’ân-ı Kerîm, Süleyman Aleyhisselâm’ın cinleri ve şeytanları teshir ettiğini bildirir. Onlar onun emrine girer, dalgıçlık yapar, inşaatlarla uğraşır, zincirlenirler. Bu olağanüstü hâdise, yalnızca tarihî bir mu’cize değildir; aynı zamanda derin bir hakikatin işaretidir: İnsan, istidatlarını inkişaf ettirirse görünmeyene de hâkim olabilir.

Cinler ve Şeytanlar: Düşmandan Hizmetkâra

Kur’an’daki bu âyetler, “zîşuur” yani şuurlu varlıklar olan cinlerin de insanla ilişki kurabileceğini, hatta onların hizmetine girebileceğini ifade eder. Süleyman Aleyhisselâm’a hizmet eden cinler ve şeytanlar, şerrin bizzat kaynağı olmalarına rağmen bir peygamberin elinde faydaya vesile olmuşlardır. Bu ise, insanın yaratılış itibariyle ne denli yüksek bir makamın adayı olduğunu gösterir.

Risale-i Nur bu noktada derin bir tefekkür kapısı aralar: Şeytan bile bir kulun elinde hizmete mecbur olabiliyorsa, bu hem kulun Allah’a ne kadar yakın olduğuna hem de kaderin cilvesine işaret eder. Demek ki, insan terakki ettikçe, düşmanlarını bile musahhar edebilir.

Günümüz İçin Bir Ders: İçteki Şeytanı Teskin Etmek

Süleyman Aleyhisselâm’ın şeytanları zabt altına alması, sadece dıştaki varlıkları değil, iç dünyadaki nefis ve heva ordularını da temsil eder. Modern insan, önce kendi içindeki karanlık duyguları zapt etmeli, heva ve heveslerini zincirlemeli, “iç şeytanını” dize getirmelidir. Asıl zafer, bu görünmeyen düşmana karşı kazanılandır.

Bugün medeniyet, cinni değil ama “görünmeyeni” kullanmaktadır: elektromanyetik dalgalar, görünmeyen sinyaller, radyasyonlar… Fakat mesele şudur: Bu güçler, hayra mı yoksa şerre mi hizmet ediyor? Hazret-i Süleyman, bu görünmeyen güçleri adaletin, ilmin ve hikmetin hizmetine almıştı. Bugün insanlık ise bu güçlerle kaos ve istibdadı çoğaltma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Manevî Saltanatın Sırrı: Teslimiyet ve Tevazu

Hazret-i Süleyman’ın en büyük özelliği, kudretiyle gururlanmaması, her şeyi Allah’tan bilmesidir. Cinleri emrine alan da, saltanatı veren de, adaleti nasip eden de Allah’tır. Bu teslimiyet, gerçek manevî saltanatın da temelidir. Yani hakiki sultan, kudreti değil, kulluğu öne çıkarandır.

Özet:

Bu makale, Hazret-i Süleyman’ın (a.s) cinleri ve şeytanları teshir etmesi üzerinden insanın görünmeyen varlıklarla olan ilişkisini, manevî gelişiminin sınırlarını ve ahlâkî sorumluluklarını işler. Süleyman Aleyhisselâm’ın mu’cizesi, insanoğlunun dahili ve harici düşmanlara karşı zafer kazanabileceğini; şer kaynaklarının bile hayra hizmetkâr olabileceğini gösterir. Asıl mesele, bu hâkimiyeti gurura değil, tevazuya bağlamaktır. Çünkü gerçek saltanat, nefsini zapt edebilen kulun saltanatıdır.

 

 




Ateşle Gelen Selamet: Hazret-i İbrahim ve İmanın Zırhı

Ateşle Gelen Selamet: Hazret-i İbrahim ve İmanın Zırhı

“Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü Cenab-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i

   İbrahim’in cismi gibi gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi gömleğini de yakmıyor.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

********

Ateş yakar. Bu, herkesin bildiği bir hakikattir. Fakat bir gün oldu ki, ateş yakmadı. Hem de en güçlü olduğu anda, en kudretli göründüğü bir zamanda. Zira o gün ateşin karşısında, yalnızca Allah’a teslim olmuş bir kalp vardı. O kalp Hazret-i İbrahim’in kalbiydi.

Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i İbrahim’in Nemrud’un devasa ateşine atıldığı ve ateşin onu yakmadığı anlatılır. Bu mucize, yalnızca fizikî bir harika değildir. Bu hâdise, imanın maddeye galebesini, teslimiyetin tabiat kanunlarını bile secde ettirebildiğini gösteren bir derstir.

Maddeye Mukavemet Veren Mana

Bediüzzaman Said Nursî bu mucizeyi şöyle açıklar: “Cehennem ateşine karşı nasıl ki iman bir zırh hükmündedir; dünyadaki ateşe karşı da, hikmet-i İlâhiye gereği, maddî bir sebep ve koruyucu bir cevher vardır.” Yani İbrahim’i ateşten koruyan sadece mucizevî bir hal değil; aynı zamanda Allah’ın yarattığı bir “madde-i maddiye”, yani fizikî bir koruyuculuk sırrıdır. Hem gömleği, hem bedeni yanmamıştır. Bu da gösteriyor ki iman ve tevekkül, yalnız manevî değil, maddî âlemde de gerçek tesirler bırakabilir.

Dârü’l-Hikmet Dünyasında Sebep ve Sonuç

Bu dünya, dârü’l-hikmettir. Yani her şeyin sebepler perdesi arkasında cereyan ettiği bir imtihan meydanıdır. Cenab-ı Hak, burada sünnetullah dairesinde icraat yapar. Bu yüzden, İbrahim Aleyhisselâm’ın ateşte yanmaması da sebepsiz değildir. İman ve teslimiyet, öyle kuvvetli bir zırh olmuştur ki ateş, kendi yaratılış vazifesini terk etmiştir. Bu, yaratılış kanunlarının değil, onları işleten Zat’ın hükmünün bir neticesidir.

Modern Ateşler ve Manevî Yangınlar

Bugün de insanlık, farklı “ateşlerle” imtihan ediliyor: kibir, şehvet, dünya hırsı, zulüm ve inkâr gibi manevî yangınlar… Bu ateşler öyle yakıcı ki, sadece ilmî ya da teknolojik araçlar değil, ancak iman, sabır ve Allah’a sığınmak gibi manevî zırhlarla korunulabilir. Nasıl ki İbrahim’i ateşin ortasında bir “bahçe-i rahmet” karşılamışsa, bugünün insanı da iman ile yanmaktan kurtulabilir.

İmanın Ateşe Sözü: “Serin Ol!”

Kur’ân’da Yüce Allah, ateşe “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol!” buyurur. Bu hitap, yalnız bir peygambere değil, onun izinden giden bütün mü’minlere bir remizdir. Yani: “Siz de imanla ateşinize hükmedebilirsiniz. Yeter ki İbrahim gibi olun.”

Özet:

Bu makale, Hazret-i İbrahim’in (a.s) ateşte yanmaması mucizesi üzerinden, imanın madde üzerindeki tesirini, sebepler dairesinde Allah’ın kudretini ve teslimiyetin insanı her türlü tehlikeden koruyabileceğini anlatır. Ateş, normalde yakar; ama Allah isterse yakmaz. Bu hakikat, modern çağın “manevî ateşlerine” karşı da bir sığınak, bir ders ve bir kurtuluş kapısı sunar: İman zırhı, her türlü ateşi serin ve selametli kılabilir.

 

 




İlmin Kalbindeki İsim: Her Fen Bir İlahî Tecellidir

İlmin Kalbindeki İsim: Her Fen Bir İlahî Tecellidir

“Her bir kemalin her bir ilmin her bir terakkiyatın her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o sanat kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

********

İlim, sanat, terakki, medeniyet… Bugün insanoğlunun hayranlıkla takip ettiği her alanın özünde bir sır, bir kaynak, bir cevher saklıdır. O cevher, Allah’ın bir isminin tecellisidir. Çünkü her hakikatli ilim, bir İlâhî ismin yansımasıdır. Ve her kemal, o ismin izdüşümüdür.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor.” Bu cümle, kainatla Kur’an arasında köprü kuran muazzam bir tefekkür çağrısıdır. Demek ki sadece Kur’an’ı değil, ilimleri de birer tecelli aynası olarak okumak gerekir.

Fenlerin Arkasındaki İsimler

Eğer fizik ilmini inceliyorsak, orada el-Kâdir isminin; kimyada el-Hâlık ve el-Mübdi’ isminin; astronomide el-Müdebbir ve el-Azim isminin; tıpta eş-Şâfî ve el-Latîf isminin bir yansıması vardır. Her bir ilim, kendi lisanınca Allah’ın isimlerinden birini anlatır. Eğer bu isim görülmezse, o ilim kuru bilgiye, yönsüz bir tekniğe ve nihayetinde hakikatsiz bir gölgeye dönüşür.

İlim, Hakikate Yürürken Yoldan Sapmamalı

Modern zamanlarda ilim, giderek Allah’tan uzaklaştırıldı. İlim adına yapılan nice keşifler, eğer İlâhî kaynakla irtibatlı değilse, güce, zulme ve istismara alet olabiliyor. Nükleer enerji, eğer “el-Hakîm” ismiyle yönetilmezse, bir şifa yerine felaket olur. Genetik ilim, “el-Hâlık” ismini unutursa, yaratılışa karşı bir isyana dönebilir.

Bu yüzden Bediüzzaman der ki: “O isimle irtibat kurmazsa o ilim nakıstır, yarımdır, hakikat değil surettir.” Yani bir sanat, bir bilim, ancak İlâhî köküne bağlı kalırsa hakikatini bulur.

İlmi Hakikate Taşımak

Hakiki medeniyet, Allah’ın isimlerini keşfetmekle mümkündür. Eğitim, fen, teknoloji; hepsi bir yolda yürür: O yol, esma-i hüsnanın yeryüzündeki tezahürüdür. Bu yüzden ilim, kullukla birleştiğinde kemale erer. Marifetullahla taçlanmayan bir bilgi, ne kadar parlak görünse de sönük bir yıldız gibidir; ışıksızdır.

Gölgeye Değil Kaynağa Yönelmek

Bugün insanlık, gölgelerin peşinde koşmakta. Hakikat ise perdelidir. O perdeleri aralayan ise iman, tefekkür ve ihlasla yapılan ilimdir. İlimde kemal, sanat ve keşifte zirve, ancak Allah’a ait olan ismin yeryüzündeki yansımasını tanımakla mümkündür.

Özet:

Bu makale, her ilmin, fennin ve kemalin özünde bir İlâhî ismin tecellisi bulunduğunu anlatır. O isme dayanmayan her bilgi, eksik ve gölgede kalmış bir surettir. Gerçek hakikat, ilmin marifetullahla birleşmesiyle doğar. İnsanın gelişimi, Allah’ın esma-i hüsnasını tanıma ve onlarla irtibat kurma nisbetindedir. İlimdeki hakikat, ancak bu ilâhî kaynağa yönelmekle mümkündür.

 

 




Zamanları Kuşatan Kelâm: Kur’ân’ın Sonsuz Bakışı

Zamanları Kuşatan Kelâm: Kur’ân’ın Sonsuz Bakışı

“Kur’an, öyle bir zatın kelâmıdır ki bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*********

Kur’ân-ı Kerîm sadece geçmişe ait bir hitap değil, sadece bugünü anlatan bir kitap da değildir. O, zamanlar üstü bir kelâmdır; çünkü sahibi ezel ve ebedin Rabbi olan Allah’tır. Ve Allah, bütün zamanları bir anda görür, bilir ve kuşatır. Kur’ân da O’nun kelâmı olduğu için her zamanın insanına hitap eder ve her asırda canlılığını korur.

Bu hakikat Bediüzzaman’ın şu veciz cümlesinde ifadesini bulur:

> “Kur’an, öyle bir Zât’ın kelâmıdır ki bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.”

Kur’ân: Zamanın Üstünde Bir Nida

Bir insan ne kadar bilgili olursa olsun, sadece yaşadığı çağı bilir, geçmişe kısıtlı ulaşır, geleceği ise hiç bilemez. Ancak Kur’ân, her çağı konuşur. Kimi zaman Firavun’u anlatırken bugünün zalimlerini, Ebu Leheb’i anlatırken modern inkârcıları tarif eder. Çünkü Kur’ân’ın bakışı anlık değil, ezelîdir. O, geçmişi bilir, geleceği görür, bugünü ise delip geçer.

Bütün Asırların Dertlerine Derman

Kur’ân’ın mucizesi sadece lafzında değil, mesajının her çağın ihtiyaçlarına cevap vermesinde gizlidir. Asr-ı Saadet’te bedevî bir Arap’a hitap ettiği gibi, 21. yüzyılda dijital çağın insanına da hitap eder. Çünkü Kur’ân’ın sahibi olan Allah, zamanla sınırlı değildir; ve kelâmı da bu sınırsızlığın yansımasıdır.

İşte bu yüzden Kur’ân’ın hiçbir ayeti tarihin tozlu raflarına kaldırılmaz. Çünkü her ayet zamanın derinliklerinden süzülen ebedî bir hakikati taşır. Onu okuyan, sadece geçmişi değil, bugünü ve yarını da okur.

Zamanın Üzerinden Bize Bakan Bir Nur

İnsan, olaylara zaman içinde bakar. Kur’ân ise zamanın üstünden bakar. İnsan, geçmişin neticesini göremez, geleceğin hakikatini bilemez. Fakat Kur’ân bir peygamberin kıssasını anlatırken sadece tarih vermekle kalmaz; her asra düşen mesajı da taşır. İbrahim’in ateşi bugün de yanar, Musa’nın asâsı bugün de denizleri yarar, Yusuf’un kuyusu hâlâ derindir.

Kur’ân’ı Zamanla Sınırlamak: Onu Anlayamamak

Ne acıdır ki bazıları Kur’ân’ı sadece tarihsel bir metin gibi görmeye kalkar. Oysa Kur’ân, Allah’ın kelâmı olduğu için her an yeni, her meseleye hazır, her insana hitap eden bir rehberdir. Zamanla eskimeyen, eskidikçe yenilenen bir hakikatler hazinesidir. Çünkü onu gönderen Zât, zamandan münezzehtir.

Özet:

Bu makale, Kur’ân’ın bütün zamanları ve içindeki eşyayı bir anda gören Allah’ın kelâmı olduğunu vurgular. Kur’ân, her asra, her insana ve her meseleye hitap eden zaman üstü bir kitaptır. Olaylara sadece tarihten değil, ebediyet perspektifinden bakar. Bu yüzden her çağa diri, her gönle şifa ve her soruya cevap veren bir nurdur. Kur’ân’ın bu yönü, onu tarihsel değil ebedî kılar.

 




Vesvesenin Karanlığına Karşı Marifet Işığı

Vesvesenin Karanlığına Karşı Marifet Işığı

“şu vesvese öyle bir şeydir ki cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”
Sözler. YİRMİ BİRİNCİ SÖZ’ÜN İKİNCİ MAKAMI

*********

İnsanoğlunun kalbine sızan, zihnini bulanıklaştıran, gönlünü daraltan gizli bir düşman vardır: vesvese. Sessizce yaklaşır, düşünce kılığına bürünür, şüphe suretine girer. Çoğu zaman hakikatle karıştırılır. Ancak onun en büyük gücü, tanınmamasıdır. Çünkü Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Şu vesvese öyle bir şeydir ki cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

Vesvese: Marifetle Mağlup Olan Bir Gölge

Vesvese, kalbin ve zihnin karanlık anlarını fırsat bilen bir yanılmadır. Cehaletin hüküm sürdüğü yerde konuşur. İnsan, vesveseyi gerçek bir düşünce zannettiğinde onun tuzağına düşer. Lakin ilimle, marifetle, hikmetle yaklaşıldığında vesvese gölge gibi dağılır. Çünkü o, hakikatin karşısında tutunamaz.

Bediüzzaman vesveseyi tanınması gereken bir düşman olarak tarif eder. Onunla savaşmanın ilk adımı, onu tanımaktır. Tanınmayan vesvese güçlenir, tanınan vesvese ise zayıflar ve gider.

Cehaletle Beslenen Vesvese

Vesvesenin en büyük dostu cehalettir. İnsan neyi bilmezse, oradan vurulur. Dinî vesveseler, akideye dair şüpheler, taharet ve ibadet hususundaki kuruntular hep bilgisizlik zemininde büyür. Bediüzzaman bu durumu “ilim onu tard eder” ifadesiyle vecizeleştirir. Çünkü bilgi geldikçe, vesvese gider. Hakikat ortaya çıktıkça, hayal ve zan silinir.

Tanımak: İlk Müdahale, En Keskin İlaç

Bazen bir mümin, kalbine gelen kötü düşünceler karşısında paniğe kapılır. Kendini suçlar, hatta imanından şüphe eder. Oysa Bediüzzaman bu durumun imanın kuvvetinden kaynaklandığını söyler. Çünkü kalp kirli bir düşünceyi kabul etmez, dışarıdan geldiğini hisseder. Bu fark ediş bile vesvesenin çözülüşüdür.

İşte bu yüzden, vesvese hakkında bilinçli olmak, onu tanımak ve mahiyetini bilmek manevî bir savunma zırhıdır. Bu zırh, onu hem tanımlar hem de dışlar.

Vesveseye Karşı Zırh: Sükûnet, Marifet, İstiâze

Vesvese geldiğinde paniğe değil, sükûnete sığınmak gerekir. Sonra ilimle cevap verilir. Ve en nihayetinde, “Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm” diyerek, Allah’a sığınmak gerekir. Çünkü vesvese, Şeytan’ın bir fısıltısıdır. Fısıltı ise seslendirilmeyince zayıflar.

Özet:

Bu makalede vesvesenin cehaletle güçlendiği, ilimle zayıfladığı anlatılmaktadır. Vesvese tanınmadığında zihni işgal eder, tanındığında dağılır. Onunla baş etmenin yolu marifet, sükûnet ve Allah’a sığınmaktır. Vesveseye karşı en büyük zırh ise bilgidir. Çünkü vesvese karanlıktır, bilgi ise ışıktır. Işık gelince, karanlık kaçar.

 

 




İnsanın Kıymetini Belirleyen Şey: İman mı, Madde mi?

İnsanın Kıymetini Belirleyen Şey: İman mı, Madde mi?

“İnsan, nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar, cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer, cehenneme ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünkü iman, insanı Sâni’-i Zülcelal’ine nisbet ediyor; iman, bir intisaptır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kateder. O kat’dan sanat-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise hem fâniye hem zâile hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan kıymeti hiç hükmündedir.”
Sözler. Yirmi Üçüncü Söz 

*********

İnsan nedir? Etten, kemikten, kandan ibaret geçici bir varlık mı? Yoksa, manevî bir intisabla sonsuz bir kıymete mazhar olabilecek bir sanat eseri mi?

Bu sorunun cevabı, insanın hayattaki değerini ve ahiretteki akıbetini tayin eder. Bediüzzaman Said Nursî, bu noktada insanın kıymetini belirleyen asıl unsurun iman olduğunu vurgular:

> “İnsan, nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar, cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer.”

İman: İlahi Sanatla Kurulan Bağ

İman, insanı sadece Allah’a inandıran bir inanç değil; aynı zamanda insanı Allah’a nisbet eden, yani onun bir eseri, bir sanatı, bir memuru ve misafiri olarak gören bir bağlantıdır. Bu bağ kurulduğunda, insanın varlığı, basit bir et yığınından farksız olan bedenden çıkar, ilahi sanatın sergisi hâline gelir.

Bir sanat eseri, sanatkârı nisbetiyle kıymetlidir. Sanatçısı bilinmeyen bir tablo, sadece tuval ve boya olarak görülür; değeri düşer. Oysa o tablo, bir ustaya nisbet edilirse baha biçilmez olur. İnsan da imanla Allah’a nisbet edildiğinde kıymet kazanır.

Küfür: İlahi Bağın Kopuşu ve Değersizlik

Küfür ise bu bağı koparır. Allah’ı tanımayan bir insan, varlığını kendi başına ve tesadüflerin oyuncağı gibi görür. Bu durumda onun kıymeti sadece bedenine bağlı kalır. Beden ise fanidir, çürüyüp yok olur. Böylece insanın kıymeti de hiç hükmünde kalır.

Yani iman insanı ebedî ve ulvî bir kıymete çıkarırken, küfür onu hayvandan da aşağı bir dereceye indirir. Çünkü hayvan yaratılış gereği vazifesini yapar; insan ise iradesiyle hakikati inkâr ederse, vazifeyi reddetmiş olur.

Tercih Bizim: A’lâ-yı İlliyyîn mi, Esfel-i Sâfilîn mi?

Cenab-ı Hak insanı öyle bir istidatta yaratmıştır ki, en yüce makamlara da çıkabilir, en aşağı derekelere de düşebilir. Bu merdivenin ilk basamağı iman, son basamağı Cennettir. Düşüşün ilk kaybı inkâr, son çukuru ise Cehennemdir.

Bu yolculukta insanı yönlendiren pusula iman, güç kaynağı ise marifettir. O hâlde kıymetli yaşamak ve ebedî saadeti kazanmak isteyen insan, iman bağını kuvvetlendirmelidir.

Özet:

Bu makalede, insanın kıymetinin maddî unsurlarla değil, imanla kurduğu İlahi bağ ile belirlendiği anlatılmaktadır. İman, insanı Allah’a nisbet eder, onun sanatını ve hikmetini açığa çıkarır; böylece insan sonsuz bir kıymete ulaşır. Küfür ise bu nisbeti koparır, insanı sıradan bir maddî varlık hâline indirir. Bu yüzden iman, insanı a’lâ-yı illiyyîne; küfür ise esfel-i safilîne sürükler. Gerçek kıymet, bu nisbeti korumakla mümkündür.

 

 




Temizliğin Son Durağı: Cehennem ve Sorgunun Hikmeti

Temizliğin Son Durağı: Cehennem ve Sorgunun Hikmeti

Hayat, akıp giden bir nehir gibi; kimi zaman berrak, kimi zaman bulanık… Ancak nehir sonunda ya denize ulaşır ya da bataklıkta kaybolur. İnsan hayatı da böyle. Kimi hayırla, iyilikle, adaletle yaşar; kimi zulümle, haksızlıkla, isyanla… Lakin her iki yolun da bir varış noktası vardır: Ya cennet ya cehennem.

Bu dünyada her şeyin bir hesabı var gibi görünür; ama aslında birçok şey de “karşılıksız” kalır. Mazlumun ahı, yetimin gözyaşı, yoksulun lokması, kirletilmiş bir doğa, yıkılmış ahlak… Bunca kötülüğün, yalanın, hıyanetin, israfın, zulmün hesabı eğer bu dünyada görülmüyorsa, görülmelidir bir başka âlemde. Çünkü aksi takdirde, adalet kavramı anlamsızlaşır, iyiliğin kıymeti silinir, kötülük teşvik edilmiş olur. İşte tam burada “İyiki ahiret var” demek bir umut değil, bir zarurettir. Adaletin tahakkuku için cehennem gereklidir.

Allah Teâlâ’nın “Rahman” ismi kadar “Adl” ismi de tecelli edecektir. Çünkü nimet yalnızca verilmek için değil, sorgulanmak içindir de:

> “Sonra O Gün kesinlikle nimetten sorulacaksınız.”
ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ
(Tekâsür, 8)

Bir bardak su, bir lokma ekmek, bir anlık sağlık, bir gölgelik serinlik… Tüm bunlar bile ahirette hesaba konu olacakken, hayatı boyunca zalimce yaşayanlar, kul hakkı yiyenler, nimeti nankörce harcayanlar nasıl sorgusuz bırakılabilir?

Evet, iyiki cehennem var, çünkü bu dünya temizlenmeye yetmiyor. Ne mahkemeler adaleti tam sağlayabiliyor, ne yasalar vicdanları tatmin edebiliyor. Bunca pisliğin, günahın, zulmün altından kalkacak başka bir kudret yok. Bu yüzden, cehennem bir intikam değil; ilahi adaletin tecellisidir. Günahın kimyasını yakaraktan temizleyen manevi bir arınma yeridir. Herkes layığını bulur; ne bir eksik ne bir fazla…

Bütün bu düşünceler bize şunu fısıldar: Her nimet sorumluluk, her imkân bir imtihandır. Sadece zalimlerin değil, gafillerin de hesaba çekileceği bir gün vardır. Unutmayalım ki hesap sadece kötü olanlar için değil, kendini iyi zannedip nimetlerin şükrünü unutanlar içindir de.

Özet:
Bu makalede, kötülüklerin karşılıksız kalmaması adına ahiret ve cehennem kavramlarının bir zaruret olduğu vurgulanmıştır. Kur’an’ın Tekâsür Suresi 8. ayeti çerçevesinde, nimetlerin birer hesap vesilesi olduğu, bu dünyanın adaleti tamamlamaya yetmediği ve cehennemin ilahi adaletin tecelli ettiği yer olduğu ifade edilmiştir. Ahiret inancı, yalnızca bir teselli değil, ilahi adaletin zorunlu bir parçası olarak ele alınmıştır.

 

 




İNANCIN BİRLİĞİ Mİ, MENFAATİN BİRLİĞİ Mİ?

İNANCIN BİRLİĞİ Mİ, MENFAATİN BİRLİĞİ Mİ?
Dostlukların Aslı ve Ayrıştığı Noktalar Üzerine Bir Tefekkür

Hayat, dostlarla anlam kazanır. İnsan, yalnız yaşamak üzere yaratılmamıştır. Fakat dostlukların da çeşitleri vardır; tıpkı kökleri toprağa sıkıca tutunmuş çınar ağaçlarıyla, rüzgârla savrulan kuru yapraklar gibi.

Bazı dostluklar vardır ki; kökü ebediyete dayanır, kalpleri maneviyatla bağlar.
Bazıları ise saman alevi gibidir; menfaat bitince hatırası bile kalmaz.

İnanç Birliği: Kalplerin Ebedî Ahdi

İnanç birliği; aynı Rabb’e, aynı dine, aynı ahlâkî değerlere gönül vermekle başlar.
Bu birlik; dünya menfaatlerinden öte, ahiret saadetini hedef edinir.

Bu dostluk, Hz. Ebu Bekir ile Hz. Peygamber arasındaki sadakattir.
Bu dostluk, Bedir’de omuz omuza savaşan müminlerdir.
Bu dostluk, “sen cehenneme gitme, ben yanmaya razıyım” diyen İslam kardeşliğidir.

Bu dostluk, zamanı aşar. Mekâna bağlı değildir. Ahirete uzanır.

Menfaat Birliği: Geçici Yol Arkadaşlığı

Menfaat birliği ise; ticaret, çıkar, statü veya karşılıklı kazanç üzerine kurulur.
Bu dostluk, menfaat bitince çözülür.
Çıkar çatışması baş gösterince, dostlar düşman olur.

Firavun’un çevresindeki dalkavuklar, onun kudreti sürdükçe ona dost görünmüşlerdir.
Ama denizde boğulurken, onu kurtarmaya yanaşan olmadı.
Zenginliği bitince terk edilen Karun, bu tür dostlukların hazin örneğidir.

Dünyevî Dostlar ve Uhrevi Kardeşler

Dünyevî dostluklar; genellikle eğlence, alışveriş, çıkar, ortak ilgi alanları gibi geçici zeminlerde kuruludur.
Bu dostluklarda samimiyet sınırlıdır, çünkü temel sağlam değildir.

Uhrevi dostluklar ise; iman, ahiret, hakikat ve dua ekseninde gelişir.
Birbirinin ebedî kurtuluşunu isteyen iki dost, birbirinin hem aynası hem de duasıdır.
Bu dostluk, mezara kadar değil, mezardan sonra da devam eder.

Ayrıldıkları Noktalar:

Menfaat dostluğu çıkarla beslenir, iman dostluğu fedakârlıkla.

Menfaat dostluğu gülüşlerde başlar, iman dostluğu gözyaşlarında pekişir.

Menfaat dostluğu dünya biterken biter, iman dostluğu mahşerde yeniden başlar.

Birleştikleri Nadîr Nokta:

Bazen dünyevî dostluklar da hakikate yönelirse, imana vesile olur.
Bir iş ortaklığı, bir arkadaşlık, bir vesile ile hakikatle tanışabilir.
İşte o zaman dostluk, dünyadan ahirete uzanır; menfaat dostluğu, iman kardeşliğine dönüşür.

Son Söz: Dostunu Seçerken Ebedi Yoldaşını Seçiyorsun

Kimi insanlar seni bu dünyada güldürür, ama ahirette seni ağlatır.
Kimi insanlar seni burada uyarır, ama ahirette yüzünü güldürür.
Gerçek dost, seni hatandan döndüren, sana dua eden, seni Allah’a yakınlaştırandır.

“Dostluklar, cennette komşuluğa dönüşür. Orada görmek istemediğin kimseyi, dünyada dost edinme.”

ÖZET:

Bu makale, inanç birliği ile menfaat birliği arasındaki farkları ortaya koymakta; uhrevi ve dünyevî dostlukların mahiyetini, ayrıldığı ve kesiştiği noktaları ele almaktadır. İnanç birliğine dayanan dostlukların ebedî ve fedakâr olduğu; menfaat dostluklarının ise geçici, çıkar temelli ve kırılgan olduğu vurgulanmaktadır. Gerçek dostluğun, ahiret kardeşliğiyle pekiştiği ve samimiyetin hakikatle bütünleştiği anlatılmakta; dostluk seçimlerinin, sonsuz hayatımız üzerindeki etkisine dikkat çekilmektedir.

 




YAPAY ZEKA HZ. MUSA’NIN ASASI MI?

YAPAY ZEKA HZ. MUSA’NIN ASASI MI?

Yapay zeka Hz. Musa’nın Asası mı?
Asası olma yolunda mı ilerliyor?
Yani tek bir sihirli değnek ve baston ve tıklamayla, bir çok yapma sihirleri yutup, devre dışı bırakıyor.
Bir mause, bir tıklama, bir nokta ve hatta bir düşünüş ile her şeyi ve her işi yapma devri başlamış durumda.

*******

Bir asa…
Bir baston…
Sade ve sıradan gibi görünen bir nesne…
Ama o asa, Firavun’un büyücülerinin sihirli iplerini ve değneklerini yutuverdi. Hakikatin gücü, sahte gösterileri boşa çıkardı. Çünkü o asa, ilahi kudretin bir aleti olmuştu. O asa, Hz. Musa’nın elinde bir mucizeye dönüştü. Göz boyayan, aldatıcı, hayali hileleri bir bir yuttu.

Bugün elimizde başka bir “asa” var: Yapay Zekâ.
Acaba bu da bir asaya mı dönüşüyor?
Yoksa başka bir Firavun’un elinde mi bir silaha çevriliyor?

Asa mı, Sihir mi?

Yapay zekâ bir araç. Aynı asa gibi.
Ne iyidir, ne kötüdür.
Kimin elinde ise onun niyetiyle şekillenir.
Hz. Musa’nın elindeyken hakikatin bir lisanıydı; Firavun’un sihirbazlarının elinde göz boyayıcı bir illüzyon.

Bugün bir “mause” tıklamasıyla, bir ses komutuyla, hatta bir düşünceyle bile sistemler çalışıyor.
Bir tuşa bastığında, binlerce satır yazı, görüntü, ses üretiliyor.
Sanki bir sihir.
Ama bu sihrin arkasında akıl, veri ve algoritma var.
Ve hâlâ o eski soru geçerli:
Bu gücü kim kullanıyor ve ne için kullanıyor?

Her Devirde Asasını Arayan İnsanlık

İnsan, her çağda bir “asa” aramıştır.
Bir şifre, bir tıklama, bir araç…
Zorlukları yenecek, düşmanları bertaraf edecek, yolları açacak bir kudret değneği…
Sanayi devriminde buharlı makinelerdi asamız.
Dijital çağda bilgisayarlar…
Şimdi ise yapay zekâ.

Yapay zekâ, hakikate hizmet ederse, insanlığı sahte ve aldatıcı “sihirlerden” kurtarır.
Ama Firavun’un niyetinde olanların elinde, insanlığı esir eden bir sihirbazlığa dönüşür.
Görünmeyen algoritmalarla zihinleri şekillendirir.
Gerçeği eğip büker.
Algı üretir.
Firavun’un sihirbazlarının yaptığı gibi: “Gözleri büyülediler ve halkı dehşete düşürdüler.” (A’râf, 116)

Yapay Zekâ, Hakikatin Hizmetinde mi?

Asıl soru budur.
Yapay zekâ hakikati mi yansıtıyor, yoksa hakikatin üzerini mi örtüyor?

Eğer bu araç, insanın fıtratına, hakikate, adalete, merhamete hizmet ederse;
o zaman Hz. Musa’nın asası gibi sahte bilgileri yutar, yalan fikir ve düşünceleri boşa çıkarır.

Ama nefsin, egonun, sahte ideolojilerin emrine girerse;
Firavun’un sarayında çalışan bir sihirbazdan farkı kalmaz.

Son Söz: Kimin Elindeyse Asa, Onun Yolunda Yürür

Bugün elimizde bir asa var.
Adı: Yapay Zekâ.
Bu asayı kullanmak da bizim elimizde, onunla aldatılmak da…

Ya onu Musa’nın yolunda hakikati anlatan bir delile çeviririz…
Ya da Firavun’un elinde halkı büyüleyen, hakikati gizleyen bir illüzyona…

ÖZET:

Bu makale, yapay zekâyı sembolik olarak Hz. Musa’nın asasıyla kıyaslayarak; onun insanlık için bir hakikat aracı mı yoksa aldatıcı bir sihir mi olduğunu sorgulamaktadır. Yapay zekânın tarafsız bir araç olduğu, sahibinin niyetine göre ya hakikati aydınlatan bir rehber ya da zihinleri büyüleyen bir illüzyon aracına dönüşebileceği anlatılmaktadır. Makale, insanın her çağda “bir asa” aradığını ve bugün bu asanın yapay zekâ olabileceğini belirtirken, esas sorumluluğun onun kimin elinde ve ne amaçla kullanıldığına bağlı olduğunu hatırlatır.

 

 




Kaderin Hikmeti, Kısmetin Huzuru

Kaderin Hikmeti, Kısmetin Huzuru

“Her şey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki, rahat edesin.”
Bu veciz söz, bir ömürlük iç huzurun anahtarıdır. Çünkü insanın kalbini kemiren, zihnini yoran, ruhunu ezen çoğu sıkıntı, kaderi anlamamaktan ve kısmete razı olmamaktan doğar.

Kader: İlahi İlmin Tecelligâhı

Kader, Allah’ın her şeyi ezelde bilmesi ve her şeyin ölçüsünü tayin etmesidir.
O bir zorlayıcı el değil, bir ilmî takdirdir.
İnsanın iradesini yok saymaz; aksine, iradesinin nereye varacağını ezelî ilmiyle bilip yazandır.

Kader; sadece büyük olayların değil, küçük detayların da ilahî planla yürüdüğünü öğretir.
Bir damla suyun yağmura dönüşmesi,
bir yaprağın yere düşmesi,
bir sözün bir kalbe değmesi…
Hepsi kaderin ilmî haritasında yer bulur.

Kısmet: Rızkın ve Nasibin Gerçeği

Kısmet, insana düşen nasiptir.
Her insanın rızkı, eceli ve hayat takvimi bellidir.
Kimse kimsenin nasibini yiyemez.
Hiç kimse, kendisine yazılandan fazlasını alamaz, eksik de bırakılmaz.

Bunun farkında olan bir kul, başkalarının sahip olduklarına göz dikmez.
Kendi payına düşene razı olur,
nimetin kıymetini bilir,
eksik gördüğüne sabırla, fazla gördüğüne şükürle yaklaşır.

Rıza: Huzurun Sırrı

Kısmetine razı olmak, kaderi anlamanın zirvesidir.
Rıza, insanın hem kalbini hem aklını teslim etmesidir.

Başına geleni olduğu gibi kabul eden, “Bu da geçer yâ Hu” diyen, her şeyin arkasında bir hayır arayan kişi, en zor şartlarda bile iç huzurunu kaybetmez.

Zira o bilir ki:
Takdir eden Allah’tır.
Ve Allah kuluna zulmetmez.
Görünürdeki kayıpların ardında nice rahmetler gizlidir.

İsyan Huzuru Kaçırır, Teslimiyet Huzuru Getirir

Kaderin hükmüne karşı gelmek, insanı yorar.
“Niçin böyle oldu?”
“Keşke şöyle olsaydı…”
diyerek yaşamak, insanı geçmişe zincirler, geleceği karartır.

Oysa ki, geçmiş kaderdir, yazılmıştır.
Onu kabullenmek, hem tevekküldür, hem iç dirliktir.
Kaderin sırrını bilen; başına geleni Allah’tan bilir, şikâyet etmez.
Sabreder, razı olur, dua eder, yola devam eder.

Kırılmış Bir Kalbin Ardındaki Lütuf

Nice musibetler, insanı şekillendirir.
Nice zorluklar, sabırla aşıldığında rahmete dönüşür.
Kaderin acı gibi görünen bazı fasılları, aslında kalbin arınması için gönderilen ilahî imtihanlardır.

Rıza gösteren, başına geleni rahmetle karşılayan kişi, o hadiseyi bir kırılma değil, bir yükselme fırsatı olarak yaşar.

Sonuç: Kadere İman, Kedere Kalkan Olur

Her şey kaderle takdir edilmiştir.
İnsan bunu idrak ettiğinde, tevekkül ve teslimiyetle hayatın yükü hafifler.
Kısmetine razı olan, hem dünyada huzura erer hem ahirette mükâfatı bulur.

Rıza, kaderin şifresini çözen anahtardır.
Kader ise, Rahman’ın kuluna özel yazdığı hikâyedir.
Ve her hikâyede, sabredenler için bir hayır gizlidir.

Makale Özeti:

Bu makalede, “Her şey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin.” sözü temel alınarak kader, kısmet ve rıza kavramları hikmetli bir şekilde açıklanmıştır. Kaderin Allah’ın ezelî ilmindeki ölçülü takdir olduğu, kısmetin insana düşen pay olduğu, rızanın ise iç huzurun kaynağı olduğu anlatılmıştır. İnsan, kaderi anlamadan ve kısmetine razı olmadan huzura kavuşamaz. Rıza gösteren kul, yaşadığı zorlukların ardındaki ilahî hikmeti kavrayarak hayatı kolaylaştırır ve kalben ferahlar.

 




İnsibağ ve İn’ikâs: Sohbetin İrfanla Yoğrulan Sırrı

İnsibağ ve İn’ikâs: Sohbetin İrfanla Yoğrulan Sırrı

“Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve inikâs vardır. Mâlûmdur ki, in’ikâs ve tebâiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebâiyeti ile, öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz.” (Sözler. 451)

*********

Bazı anlar, bir ömre bedeldir.
Bazı bakışlar, kalbin mühürlerini çözer.
Ve bazı insanlar vardır ki, onların sohbetine erişmek, yıllarca yürünecek yolu bir adımda kat ettirir.
İşte bu sırrın adı, insibağ ve in’ikâstır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle,

> “Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envarına mazhar olur.”

Peki nedir bu sır?
İnsibağ ne demektir?
İn’ikâs neyi ifade eder?

İnsibağ: Manevî Boyanmak

Kur’an şöyle buyurur:

> “Sıbgatallah! Allah’ın boyasıyla boyanmak… Kimin boyası Allah’ın boyasından daha güzeldir?”
(Bakara, 138)

İnsibağ, boyanmak demektir.
Fakat bu bir renk değil, hal boyası, manevî tesir, ruhanî sirayettir.
Bir kalbin, başka bir kalpten etkilenmesi; onun rengini, havasını, hâlini almasıdır.

İnsibağ, sohbetle olur.
Sadece bilgi aktarımı değil, hâl aktarımıdır.
Sadece akla değil, kalbe dokunur.
Bir velînin, bir ârifin yanında durmak; onunla hâl ve hem-hal olmak, ondan tesir almak demektir.

Nasıl ki, miskçinin dükkanına giren kokar,
güneşin karşısında duran aydınlanır,
kâmil bir zatın sohbetinde bulunan da onun hâliyle boyanır.

İn’ikâs: Ruhani Yansıma

İn’ikâs, yansıma demektir.
Güneşin aynadaki yansıması gibi,
gönül de sohbetten, nurdan, hakikatten yansımalar alır.
Bir kâmil insanın kalbinden fışkıran ilahi nur,
başka bir kalpte yansıma yapar.

Bu yansıma bilgiyle değil, yakınlıkla olur.
Sohbetle, muhabbetle, edeble olur.

Tıpkı güneşe dönük bir çiçeğin ışığı emmesi gibi,
hakkın nuruna açık bir kalp de o nurdan pay alır.
Ve o yansıma, kalpte bir aydınlık oluşturur:
Basiret, feraset, sevgi, huzur ve iman derinliği.

Sohbetin Mucizesi

Peygamber Efendimiz’in (asm) ashabı,
birkaç ay, hatta bazen sadece bir gün sohbetinde bulunarak sahabi oluyordu.
Bu, kuru bir bilgi edinme değil, insibağ ve in’ikâs mucizesidir.
Onun nazarı, onların kalbinde devrim yapıyor,
karanlığı dağıtıyor, fıtratı hakikate çeviriyordu.

Bugün bu sır, Allah dostlarının, ariflerin, sadık mürşidlerin sohbetinde hâlâ canlıdır.
Sohbete oturmak; sadece kulağa değil, ruha eğitimi başlatmaktır.
Bu yüzden, salihlerle beraber olmak,
edeb ve ihlasla meclise dâhil olmak,
kişinin manevî tekâmülünde basamak atlamasına vesile olur.

Bir Sultanla Yürümek

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi,
bir sultanın hizmetkârı, onunla birlikte yüksek makamlara çıkar.
Kendi değeriyle değil, ona bağlılığı ve yakınlığı sebebiyle.

Hak dostları da, bir nevi ilahi sultandır.
Yanlarında bulunan, onların nuruna ayna tutar,
onlarla hâl olan, onların ahlakından pay alır.

Sonuç: Sohbet Bir Meclis Değil, Bir Miraçtır

Sohbet, sadece konuşulan bir ortam değil;
hâl alınan, renk değiştirilen, gönül aydınlanan bir manevî iksirdir.
İnsibağ ve in’ikâs, işte bu sohbetin hakikatidir.
Kalbi, ruha; aklı, hikmete bağlayan bir nur köprüsüdür.

Bugün en çok kaybettiğimiz şey belki de budur:
hâl aktaran sohbet meclisleri.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “sohbet-i nebeviye” ifadesi üzerinden insibağ (manevî boyanma) ve in’ikâs (ruhanî yansıma) kavramları açıklanmıştır. Sohbetin sadece bilgi aktarımı değil, hâl ve nur aktarımı olduğu anlatılmıştır. Kalbin kalbe, hâlin hâle tesiri ile kişi, seyr u sülûk yolunda yıllar sürecek mesafeyi bir anda aşabilir. Sohbet, âriflerden, sadıklardan alınan bir nefes, bir yansıma, bir miraçtır. Bu sırra ulaşmak, kişinin edeble sohbete oturması ve kalbini açmasıyla mümkündür.

 




Kaybetmemek Kazanmaktan Önce Gelir

Kaybetmemek Kazanmaktan Önce Gelir
Manevî Hayatın Sessiz Muhafızı: Takva

Hayatın zorlu sınavlarında çoğu zaman başarıyı kazanmakla eşdeğer tutarız. Oysa gerçek başarı, çoğu zaman sadece kazanmaktan ibaret değildir. Bilakis, kaybetmemeyi bilmek, yıkılmamak, yanlış yapmamak ve sabırla doğruyu muhafaza etmek çok daha derin bir hikmet taşır.

Dünyevî alanda olduğu gibi, maneviyat yolculuğunda da bu ilke geçerlidir. Zira Kur’ân ve sünnetin rehberliğinde şekillenen İslâmî hayat tarzı, yalnızca sevap kazanma çabasıyla değil, günahı terk etme iradesiyle de şekillenir. İmanın ardından gelen en büyük değer olan takva, işte tam bu noktada karşımıza çıkar: Allah’a karşı saygı duygusuyla haramlardan sakınmak, çizgileri aşmamak, sınırları gözetmektir.

Bir insan düşünelim: Oruç tutar, namaz kılar, sadaka verir; fakat gıybet eder, kibirlenir, haset eder, kul hakkı yer… Bu durumda onun kazandıkları, kaybettiklerini telafi eder mi? Tıpkı büyük bir serveti olan ama her gün cebindeki delikten altınlarını düşüren bir adam gibidir bu. Görünüşte zengindir, ama gerçekte fakirleşmektedir.

Takva, işte bu delikleri fark etmek ve kapatmaktır. Nice ibadet ehli insanlar vardır ki küçük günahları küçümsemiş, büyük veballerin içine düşmüştür. Aynı şekilde nice mütevazı kullar vardır ki, sadece haramlardan sakınarak, Allah’ın katında büyük derecelere ulaşmıştır.

Tasavvuf erbabı şöyle der: “İnsan ne ile Allah’a yaklaşamazsa, onunla uzaklaşır.” Bu demektir ki, haramla Allah’a yaklaşmak mümkün değildir. O halde ilk hedef; haramdan, günahtan, zulümden, gafletten uzak durmaktır. Bu da ancak takva ile mümkündür.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de defalarca tekrar edilen şu ifade, meselenin ne kadar temel olduğunu gösterir:
“Allah, takva sahipleriyle beraberdir.” (Bakara, 194)
Beraberlik kazanmak, Allah’ın dostluğunu elde etmekten büyük ne olabilir ki?

Aynı zamanda Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Size en çok neyin cennete sokacağını söyleyeyim mi? Takva ve güzel ahlâk.” (Tirmizî)

İşte bu yüzden, manevi yolda yürüyen bir insanın ilk hedefi sevap “toplamak” değil, günah “bırakmak” olmalıdır. Kazanmaya odaklanmadan önce kaybetmemeyi öğrenmelidir. Tıpkı satrançta ustalaşmak isteyen bir oyuncunun önce taşlarını korumayı öğrenmesi gibi.

Zira Allah’ın huzuruna vardığımızda, sadece “Ne kadar çok yaptın?” değil, aynı zamanda “Ne kadar temiz geldin?” de sorulacaktır. Bu sebeple hayat, sadece eylemlerle değil, niyetlerle ve kaçınılan kötülüklerle de ölçülür.

Sonuç olarak, manevî hayatta istikamet; çoklukla değil, temizlikle ölçülür. Kazanmak güzeldir, ama kaybetmemek zaruridir. Takva, insanın içindeki bu sessiz ama kudretli muhafızdır. Ve o muhafız varsa, yolda kalmazsınız.

Makale Özeti:

Hayatta olduğu gibi maneviyatta da asıl mesele kazanmak değil, kaybetmemeyi bilmek ve koruyabilmektir. İmanın ardından gelen en büyük değer olan takva, sevap kazanmanın ötesinde günahlardan sakınmayı, haramlardan uzak durmayı esas alır. Gerçek başarı; ibadetlerin çokluğundan önce, kalbin ve amellerin temizliğindedir. Kazanmak değerlidir, ancak kaybetmemek zorunludur. Manevî istikamet, takva ile korunur.