Fâniden Bâkîye: Nefsin Feryadı, Kalbin İtirafı

Fâniden Bâkîye: Nefsin Feryadı, Kalbin İtirafı

“Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

   “Fâniyim, fâni olanı istemem. 

   Âcizim, âciz olanı istemem. 

   Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. 

   İsterim fakat bir yâr-ı bâki isterim. 

   Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim. 

   Hiç-ender hiçim fakat bu mevcudatı umumen isterim.”
Sözler. 17. Soz

***********

İnsan, zıtlıklarla yoğrulmuş bir varlıktır. Hem hiçtir, hem her şeyi ister. Hem zayıftır, hem sonsuzluk arzular. Hem ölümlüdür, hem ebedî bir sevgiye muhtaçtır. Bu derin çelişkiler arasında yalpalarken, bir ses gelir kalbin en kuytusundan: “Fâniyim, fâni olanı istemem…”

Bu feryat, hakikatin sesidir. Çünkü fâni olan, kalbe huzur veremez. Fâninin peşinde koşan bir nefis, sonunda yorgun, kırık ve boş kalır. Oysa nefsin asıl gayesi, kendinden büyük ve bâkî olanı bulmaktır. Çünkü o, Rabbini aramak için yaratılmıştır.

“Âcizim, âciz olanı istemem.”
Ne kadar da isabetli bir ikrar… Çünkü insanın yardıma ihtiyacı vardır. Fakat aynı kendisi gibi aciz olanlardan medet umar. Onlar da dertlidir, onlar da yolunu aramaktadır. Gerçek güç, sonsuz kudret sahibine yönelmekte saklıdır. Aciz, ancak Kadîr’e sığınırsa rahat eder.

“Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.”
Teslimiyet, hakikî huzurun kapısıdır. Bu dünyada hiçbir şey insana tam bir güven vermez. Kalpler, ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur. Rahman’a teslim olmak, belirsizliklerden emin olmaktır. Nefsin en büyük tesellisi, bu teslimiyetin derinliğinde gizlidir.

“İsterim fakat bir yâr-ı bâki isterim.”
Sevgi, insanın özüdür. Ancak bu sevgi, fâni sevgililerle tatmin olmaz. Zira onlar bir gün elden gider. Kalıcı bir dost, ayrılığı olmayan bir sevgili lazımdır: O da ancak Cenâb-ı Hak’tır. Bâkî olmayan yâr, kalbe yük olur.

“Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim.”
Kendini bir zerre gibi hisseden insan, o zerrenin içinde güneşe yönelme arzusunu taşır. Çünkü o zerrede sonsuzluk tohumu vardır. Bu sonsuzluk arzusunu tatmin edecek tek güneş, Şems-i Sermed, yani ebedî olan Allah’tır.

“Hiç-ender hiçim fakat bu mevcudatı umumen isterim.”
İnsan, yaratılışı itibarıyla hiçtir. Ama öyle bir kabiliyeti vardır ki, koca kâinatı kucaklamak ister. Bu istek, insanın içindeki sonsuzluk cevherinin bir göstergesidir. Bu da gösterir ki, insanın hakikî istikameti Allah’a yönelmedir.

Bu feryat, aslında insanın iç dünyasındaki derin bir dönüşümün ilanıdır. Nefsin gafletten uyanışı, kalbin teslimiyeti ve ruhun istikametiyle birleşir. Artık insan, kendini değil, Rabbini ister. Fânileri değil, Bâkî olanı talep eder.

Özet:

Bu makale, insanın zayıflığı ve fâniliği karşısında sadece Allah’a yönelerek huzur bulabileceğini işler. Nefsin kalb ile yaptığı bu iç konuşma, aslında yaratılış hikmetini anlamış bir insanın yakarışıdır. Fâniye yönelen nefis, sonunda acizliğini kabul eder ve bâkî olan Rabbine yönelir. Bu yöneliş, hakikî kulluğun ve gerçek saadetin kapısını aralar.

 




Perde Arkasındaki El: Darbelerde Mason Eli ve Milletin Kırılan İradesi

Perde Arkasındaki El: Darbelerde Mason Eli ve Milletin Kırılan İradesi

27 Mayıs 1960…
Milletin hür iradesine ilk baltanın vurulduğu, gölgelerin iktidara yürüdüğü o kara gün. Sandıkla gelen bir hükümet, tankla indirildi. Demokrasinin mezar taşı dikildi; merhum Adnan Menderes ve arkadaşları darağaçlarında milletin gözünün içine bakarak şehit edildi. Ama bu sadece bir darbe değildi. Bu, uzun vadeli bir planın, derin ve karanlık bir projenin sahneye çıkışıydı.

Darbe yapan ellerin arkasında görünmeyen bir akıl vardı: Masonik yapılar.
Bu yapılar, sadece bir ideoloji değil; bin yıllık medeniyet düşmanlığının örgütlü şeklidir. Dinle, milletle, mukaddesatla kavgalı olan bu yapılar; her darbede perde arkasındaydı. Loca üyeleri, batı hayranları, halktan kopuk elitler…

27 Mayıs, masonların devlete nüfuz ettiği en kritik virajlardan biridir. Darbenin mimarları arasında mason localarına kayıtlı generaller, akademisyenler ve bürokratlar vardı. Amaç, halkın inanç temelli yükselişini durdurmak; batıcı, seküler bir düzeni tahkim etmekti. Ve bu sadece bir başlangıçtı.

12 Mart 1971…
12 Eylül 1980…
28 Şubat 1997…
Ve hatta 15 Temmuz 2016…

Hepsinde aynı iz vardı:
Halktan değil, locadan emir alan bir zihin yapısı.

Masonluk, sadece bir dernek değil; bir zihniyettir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine karşı, “hâkimiyet kayıtsız şartsız bizdedir” sapkınlığının örgütlü hâlidir. Batıdan ithal bir din, aklı ilahlaştıran, vahyi dışlayan bir sapma…

Her darbeyle milletin ruh kökleri kesilmeye çalışıldı. İmam Hatipler hedef alındı, Kur’an kursları kapatıldı, başörtüsü yasaklandı, inanç küçümsendi, ahlak alaya alındı. Amaç, toplumun İslam’la bağını koparmak, milletin çocuklarını mankurtlaştırmaktı.

Ancak unuttukları bir şey vardı:
Bu milletin mayasında tevhit vardı.
Secdeyle yoğrulmuş alınlar, hiçbir locaya eğilmezdi.

Bugün hâlâ o karanlık odaklar, farklı kisvelerle varlıklarını sürdürüyor. Ama millet artık uyanık. Tarihini okuyor, dostu düşmanı tanıyor, darbe virüsünü kodlarından ayıklamaya kararlı.

Çünkü artık biliyoruz:
Her darbenin ardında sadece tanklar değil; loja mühürlü karanlık planlar vardır.
Ve her ihanete karşı, imanla dirilen bir millet vardır.

Makale Özeti:

Bu makale, 27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayıp sonraki darbelerde de devam eden masonik yapıların etkisini ele almaktadır. Masonların halktan kopuk, batıcı ve vesayetçi zihniyetle darbeleri desteklediği ve yönlendirdiği anlatılmaktadır. İnanç, ahlak ve millet değerlerine savaş açan bu yapılar; milletin imanî direnciyle karşılaşmış ve tarihin çöplüğüne gömülmeye başlamıştır. Makale, uyanış çağrısı ve tarihî farkındalıkla sona ermektedir.

 

 




Çığlıklar Arşa Yükselirken: Sessizliğin Suça Ortaklığı

Çığlıklar Arşa Yükselirken: Sessizliğin Suça Ortaklığı

“İşgal ordusu bir evden 19 kişiyi öldürdü.
Katiller, Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Cibaliye el-Beled bölgesinde bir evde 19 Filistinliyi katletti, çok sayıda kişiyi yaraladı.
Soykırımcı 7 günde 10 hastaneyi vurdu.
İsrail, geçen hafta boyunca Gazze Şeridi’nde en az 10 hastane ve kliniğe saldırı düzenledi. Bölgede halihazırda yaklaşık 400 bin kişi tıbbi hizmete ulaşamıyor.
Bu alçak katiller yok edilmeden insanlığa huzur yok: Çocukları diri diri yaktı.
İsrail, Gazze’de kıyı şeridinin kuzeyinde, yerinden edilmiş Filistinlilerin sığındığı Fehmi el-Cercavi Okulu’nda 18’i çocuk en az 36 kişiyi yaktı. Kömürleşmiş bedenlerin arasında insanların çığlıkları arşa yükseldi. Son 48 saatte Gazze’ye 200 kez saldırdığını adeta övünerek açıklayan terör devleti 7 Ekim 2023’ten bu yana 53 bin 977 Filistinliyi şehit etti.
Susanlar katliama ortaktır: İslam İşbirliği Teşkilatı’nın harekete geçmesi için Gazze’de daha kaç çocuk ölmeli?”(İktibas)

************

Gazze’de bir çocuk daha yandığında dünya biraz daha karardı. Bir anne daha evladının parçalanmış bedenini toplarken insanlık biraz daha öldü. Bir hastane daha vurulduğunda merhamet, yeryüzünden gökyüzüne hicret etti.

Artık sayı vermeye gerek yok. 1, 10, 100, 1000, 50 bin… Rakamlardan ibaret değil bu acı. Her biri bir ömür, bir dua, bir tebessüm, bir umut… Her biri bir çocuk, bir anne, bir aile…

İsrail, insanlığı yaktı. Fehmi el-Cercavi Okulu’nda 18’i çocuk olmak üzere onlarca masumu yakarak küle çevirdi. Hastaneleri hedef aldı, yaralıların son umutlarını yok etti. Evleri başlarına yıktı, yeryüzünü çocuk mezarlığına çevirdi. Bu bir savaş değil; bu, soykırımın canlı yayınıdır.

Peki ya İslam âlemi? Peki ya İslam İşbirliği Teşkilatı? Adı “İslam”, fiili “suskunluk” olan bu yapılar daha kaç çocuk cesedi görmeli? Daha kaç cami, daha kaç yetimhane, daha kaç okul yıkılmalı? Hangi “kırmızı çizgi” aşıldıktan sonra harekete geçecekler?

Zulme sessiz kalan dilsiz şeytandır.
Zulme tepki vermeyen kurumlar, sadece acziyet içinde değil; ahlakî çöküşün de temsilcileridir. İsrail’in bombaları kadar tehlikelidir bu suskunluk. Çünkü zulmün devamı, sessizliğin gölgesinde mümkün olur.

Unutulmasın:
Firavun kadar suçlu, Musa’yı yalnız bırakanlardır.
Yezid kadar zalim, Hüseyin’in feryadına kulak tıkayanlardır.

Gazze’de çocuklar diri diri yakılırken, dünyanın başkentlerinde ekonomi zirveleri, futbol şampiyonaları, lüks sofralar sürüyor. Medeniyet dedikleri şeyin içi boş, kalbi taş, vicdanı yok. Ama bu ümmetin vicdanı hâlâ yaşıyor. Mazlumların duası hâlâ semaya yükseliyor.

Şimdi karar zamanı:
Ya bu zulme sessiz kalarak insanlık makamından düşeceğiz…
Ya da bu ateşe rağmen doğrulup, “Yeter!” diyeceğiz.

Çünkü bu alçaklığı dur demeden insanlığa huzur yok.

Makale Özeti:

Bu makale, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü sistematik soykırımı ve özellikle sivilleri, çocukları hedef alarak insanlık suçu işlediğini ifade etmektedir. Aynı zamanda İslam dünyasının ve uluslararası kurumların sessizliği eleştirilmekte; bu suskunluğun zulme ortaklık anlamına geldiği belirtilmektedir. Makale, hem vicdanî bir çağrı hem de ümmetin sorumluluğunu hatırlatan güçlü bir haykırışla sona ermektedir.

 




Kirli ve hainane bir ittifak.

Kirli ve hainane bir ittifak.

“Gazzeli araştırmacı İslam Nebil “DEAŞ, özünde farklı istihbarat örgütlerinin ortak projesidir ve 2013 yılından bu yana İsrail’le birlikte çalışıyorlar. Bir dönem Suriye’deki DEAŞ teröristleri İsrail hastanelerinde tedavi edilmişti. Yine Sina operasyonunda MOSSAD yüzlerce teröristi bölgeye taşımıştı. Şimdi Gazze’de yağma faaliyetlerinin sistematik hâle getirilmesi ve bölgenin boşaltılması konusunda ittifak hâlindeler” dedi.”

“ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan Adayı Donald Trump, Başkan Barack Obama’yı “IŞİD’in kurucusu”, Demokrat Parti’nin Adayı rakibi Hillary Clinton’ı da “IŞİD’in kurucu ortağı” diye tanımladı.”

ABD’nin Ankara’daki yeni büyükelçisi Tom Barrack, “Batı, bir asır önce haritalar, manda yönetimleri, çizilmiş sınırlar ve yabancı yönetimler dayattı. Sykes-Picot Suriye’yi ve daha geniş bir bölgeyi barış için değil emperyal kazanç için böldü. Bu hata nesillere mal oldu. Bunu bir daha yapmayacağız. Kaynak: ABD’nin Ankara Büyükelçisi: Ortadoğuyu barış için değil emperyal kazanç için böldük.” dedi.

**********

Kirli ve Hainane Bir İttifak: Maskelerin Düştüğü Yer Gazze

Tarih, sadece geçmişin muhasebesi değil, geleceğin pusulasıdır. Bugün Gazze’de yaşananlar, sadece bir savaş değil; insanlık vicdanının sınandığı, hak ile batılın cephe cephe çarpıştığı bir sahnedir. Ancak bu sahnede perde arkasında oynayan figürler, görünen aktörlerden daha belirleyicidir.

İslam Nebil’in ifşaatları bu perde arkasına ışık tutuyor: DEAŞ, istihbarat laboratuvarlarında üretilmiş, coğrafyamıza sürülmüş bir fitne virüsüdür. Özünde “İslâm”ı temsil ettiğini iddia eden ama İslâm’a en büyük zararı veren bir sahte oluşumdur. Bu yapının İsrail’le kol kola, ABD planlarıyla paralel yürüdüğü artık sır olmaktan çıkmıştır. Suriye’de tedavi edilen DEAŞ militanları, Sina’ya taşınan teröristler, Gazze’de sistematik yağmalar… Bunlar artık sadece komplo teorisi değil, belgelenmiş gerçeklerdir.

Donald Trump’ın, Obama ve Clinton’a yönelik “DEAŞ’in kurucuları” ithamı ise emperyal planların bizzat kendi dillerinden dökülen bir itirafıdır. Kendi oluşturdukları terörü kendi elleriyle yöneten bir üst akıl… Kanla, kaosla beslenen bir çıkar düzeni…

Ve ABD’nin yeni Ankara büyükelçisinin “Sykes-Picot bir hataydı” açıklaması… Bu sözler, bir özeleştiri gibi görünse de, aslında yeni bir harita planının ön bildirimi olabilir. Zira Sykes-Picot’tan bugüne coğrafyamızda barışa değil parçalanmaya, özgürlüğe değil kukla rejimlere yatırım yapıldı. Şimdi o planın raf ömrü bitti, yeni bir versiyonla aynı oyun sahneye konulmak isteniyor.

Ama bu sefer sahne Gazze. Bu sefer hedef sadece toprak değil, hafızadır. Bu sefer parçalanmak istenen sadece sınırlar değil, ümmetin ruhudur.

Ancak unuttukları bir şey var: Gazze düşmedi, teslim olmadı, satılmadı. Bir avuç inanan, bir dünya ordusuna karşı hâlâ direnişin onurunu taşıyor. Zira Gazze sadece coğrafya değil; bir direniş bilinci, bir İslâm şuurudur.

Bu çağın Sykes-Picot’ları, artık kalemle değil silahla, haritayla değil medya operasyonlarıyla çalışıyor. DEAŞ gibi yapılar, bir milletin değil, küresel sistemin lejyonerleridir. Ve bu oyun, ümmetin ferasetiyle bozulacaktır. Yeter ki tarih okunmayı, hakikat görülmeyi beklemesin.

Artık uyanmak, görmek ve ses vermek zamanıdır.

Makale Özeti:

Bu makale, DEAŞ’in istihbarat destekli bir proje olduğunu, İsrail ve ABD’nin bu yapıyla doğrudan ya da dolaylı şekilde ilişkili olduğunu göstermekte; Suriye, Gazze ve Sina’daki olayların bu açıdan değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Trump’ın “DEAŞ’in kurucuları” olarak Obama ve Clinton’ı suçlaması, ABD’nin bu örgüt üzerindeki rolünü açığa çıkarmaktadır. ABD büyükelçisinin “Sykes-Picot bir hataydı” sözü ise yeni emperyal planların habercisidir. Ancak Gazze direnişi, bu kirli planlara karşı hâlâ insanlık onurunu temsil etmektedir. Makale, ümmeti uyanışa, basiret ve ferasete davet etmektedir.

 




BAŞLIKSIZ HESAPLAR: KADER VE LEVH-İ MAHFUZ’UN DERİN SIRRI

BAŞLIKSIZ HESAPLAR: KADER VE LEVH-İ MAHFUZ’UN DERİN SIRRI

Allah’ın her şeyi sevkinde bir değil,bir çok bildiği şey var.
İşte kader bildiği o bir çok şey ve ondaki bütünlüktür.
Ezel ve ebed boyutlu.
Her şeyi kuşatan ilmi ilahi.
Hesaplar üstü hesap.
Kitaplar üstü Kitap.
Levh-i Mahfuz.

*******

İnsan, hayatın içinde her gün bir plan yapar. Sabah kalkınca gününü organize eder, önüne bakar, ihtimalleri düşünür, tedbir alır. Ama ne kadar hesaplasa da çoğu zaman işler umduğu gibi gitmez. Çünkü insan, sınırlı bilgisiyle sadece zahire göre hükmeder. Oysa görünmeyen, hesaplanamayan, “başlıksız” bir hesap daha vardır: Kaderin hesabı. Ve o hesap, Kitaplar üstü bir Kitap’ta yazılıdır: Levh-i Mahfuz’da.

Allah’ın ilmi, zamanın dışındadır. Biz geçmiş, şimdi ve gelecek deriz; Allah içinse her an “bir”dir. O, ezelden ebede kadar her şeyi bir anda kuşatır. Yani Allah, sadece bir şeyi değil, bir şeyin bütün ihtimallerini bilir. Bir yolun değil, yolun kenarındaki dikenleri, gölgesindeki kuşu, toprak altındaki karıncayı ve hepsinin neticesini bilir. Ve işte kader, Allah’ın bu kuşatıcı ilminin yansımasıdır. Kader, sadece olmuşun değil, olsaydı ne olurdu’nun da ilmidir.

İnsan bazen sorar: “Benim başıma bu neden geldi?” Oysa o olay, sadece senin değil, senden sonra doğacak torununun bile duasına bağlı bir zincirin halkasıdır. Kader, sadece bir kişinin değil, milyarlarca kişinin dualarını, niyetlerini, sınavlarını, ahiret sonuçlarını bir arada hesaplayan bir sistemdir. Bu nedenle bizim “küçük” gördüğümüz bir olay, Allah katında çok daha büyük bir hakikatin düğüm noktası olabilir.

İşte bu noktada Levh-i Mahfuz devreye girer. Levh-i Mahfuz, Allah’ın her şeyi kuşatan ilmidir. Sadece geçmişi ve geleceği değil, bütün ihtimalleri içinde taşıyan ilahi bir kayıt defteridir. Bu defterde silinme, unutulma, karışıklık yoktur. Her şey, olması gereken yerde, olması gereken şekilde kayıtlıdır. Ve her sevk, her yönlendirme bu büyük planın bir parçasıdır.

Kimi zaman “kötü” dediğimiz şeyler, bizim dar bakış açımızla kötü görünür. Oysa kaderin sayfası tam açıldığında, o olayın ardında nice hayırlar saklı olduğu görülür. Karanlık görünen bir gecenin sabahı gibi… İşte bu yüzden teslimiyet, sadece tevekkül değil, aynı zamanda Allah’ın sonsuz ilmine güvenmektir.

Ve ne gariptir ki, insan ne kadar çabalasa da hiçbir zaman bu büyük planın tamamını göremez. Ama iman eder. Çünkü bilir ki, hesaplar üstü hesap vardır. Ve o hesap şaşmaz. O hesap, ilmi ezelîde yer bulmuş, Levh-i Mahfuz’a işlenmiş, rahmetle kuşatılmıştır.

Sonunda insan şunu anlar: “Benim kaderim, sadece benim değil; bütün kâinatın dengesiyle bağlantılıdır.” Ve işte bu yüzden, başımıza gelen hiçbir şey “boşuna” değildir. Her şey, hikmetin en ince terazisinde tartılarak yazılmıştır.

ÖZET:

Bu makale, Allah’ın kaderi yazma ve sevk etme tarzındaki sonsuz ilminin hikmet yönünü ele alır. Allah, sadece olmuş olanı değil, olabilecek bütün ihtimalleri bilir. Kader, bu kapsamlı bilginin ve adaletin yansımasıdır. Levh-i Mahfuz, bu ilmin yazıldığı ilahi bir kitaptır. İnsan kaderi bazen anlayamaz ama iman eder ki her şeyin ardında büyük bir hikmet ve rahmet vardır. Kader, hesaplar üstü bir hesaptır; çünkü her şey Allah’ın ilmiyle kuşatılmıştır.

 

 




KÂİNATIN GAYESİ VE İNSANIN YÜCE YOLCULUĞU

KÂİNATIN GAYESİ VE İNSANIN YÜCE YOLCULUĞU

“Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ, tezahür-ü rububiyete karşı ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*********

İnsan, şu muazzam kâinatta adeta bir misafir gibidir. Her şey onu karşılar, ona hizmet eder; güneş ısıtır, toprak doyurur, hava nefes verir, su hayat taşır. Kâinat, sanki insana yönelmiş bir sofra gibidir. Peki bu ikramlar niçindir? Neden her şey insan etrafında dönüyor görünmektedir?

İşte bu sorunun cevabı, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “kâinattan maksad-ı a’lâ, tezahür-ü rububiyete karşı ubudiyet-i külliye-i insaniyedir.” Yani Allah’ın ilahlık ve terbiye edicilik sıfatlarının görünmesi, ancak insandaki bütüncül ve derin kullukla tam karşılık bulur. Çünkü insan, bütün isim ve sıfatlara ayna olacak donanımda yaratılmıştır. Âlemde ne varsa, küçültülmüş bir numunesi insanda mevcuttur. Gözle görülen bu kâinat kitabı, insan ruhunda da yazılmıştır.

Rabbimizin “rububiyet”i; yani yaratması, yaşatması, terbiye etmesi, yönlendirmesi; her an her şeyde görünür. Bu ilahi fiillerin en bilinçli farkına varan, onları okuyup anlayan ise insandır. Hayvanlar ya da diğer varlıklar, bu ilahi fiillere mazhar olur ama farkında değildirler. İnsan ise idrak eder, düşünür, hayret eder, ibret alır, secdeye varır. İşte bu kulluk bilinci, yaratılışın gerçek gayesidir.

İnsanın bu gayeye ulaşması da kuru bir bilgiyle değil, “ulûm ve kemalât” ile, yani hakiki ilim ve manevi olgunlukla olur. İlmin hakikati, Allah’ı tanımak içindir; kemalâtın zirvesi ise O’na kul olabilmektir. Yoksa sadece teknik bilgi, nefsin gururunu artırmaktan başka işe yaramaz. Gerçek ilim, kişiyi alçak gönüllü yapar; hakiki kemal, kişiyi Rabbiyle buluşturur.

Ne var ki modern insan, ilmi çoğu zaman hikmetsiz kullanmakta, kemalâtı sadece dünya süsü zannetmektedir. Oysa insan, ilimle yücelmeli; ama bu yücelik, secdeye varan bir tevazuya dönüşmelidir. Çünkü insan, ne kadar yükselirse yükselsin, gerçek kulluğa ermedikçe hâlâ asıl gayeden uzaktadır.

Her şey, ubudiyetle anlam kazanır. Servet de, şöhret de, bilgi de, makam da… Hepsi, kulluğa hizmet ettiği sürece kıymetlidir. Aksi halde hepsi geçici bir gölgedir. İnsan, bu dünyaya Rabbini tanımak, O’na iman etmek, O’na kul olmak için gönderilmiştir. Kâinatın muhteşem sahnesi, bu hikmetli yolculuğun delil ve şahididir.

ÖZET:

Bu makale, Bediüzzaman’ın “kâinattan maksad-ı a’lâ, tezahür-ü rububiyete karşı ubudiyet-i külliye-i insaniyedir” ifadesi etrafında şekillenmiştir. Kâinatın yaratılış gayesi, Allah’ın rububiyetinin bilinmesi ve insandaki kapsamlı kullukla cevap verilmesidir. İnsan, bu gayeye ancak ilim ve manevi olgunlukla ulaşabilir. Gerçek ilim ve kemal, Allah’ı tanımak ve O’na kul olmaktır. Bu bilinçle yapılan kulluk, hem kâinatı anlamlandırır hem de insanın yaratılış sırrını açığa çıkarır.

 

 




KUR’ÂN: RUBUBİYETİN TEBLİĞİ, UBUDİYETİN TALİMİ

KUR’ÂN: RUBUBİYETİN TEBLİĞİ, UBUDİYETİN TALİMİ

“Kur’an’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*******

İnsan, bu dünyada gözünü açtığında her şeyi hazır bulur: Gökyüzü başının üstünde bir tavan gibi, yeryüzü ayağının altında bir sofra gibi serilmiştir. Hayatının her ânında işleyen kusursuz bir düzenle karşı karşıyadır. Bu düzenin sahibi, her şeyi yoktan var eden ve hikmetle yöneten Allah’tır. İşte bu İlâhî yönetimin —rububiyetin— sırlarını öğreten ve insanı ona nasıl cevap vereceğini gösteren en büyük rehber Kur’ân’dır.

Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.” Yani Kur’ân’ın temel görevi iki yönlüdür:

  1. Allah’ın rububiyet dairesindeki kemâlâtını, isim ve fiillerinin tecellîlerini öğretmek.
  2. Kula düşen kulluk görevlerini, ahlâkî duruşları, ibadet şekillerini ve hâl edebini bildirmek.

Kur’ân, bir fizik kitabı değildir; fakat kâinatı anlamaya kapı açar. Bir tarih kitabı değildir; ama geçmiş milletlerin ibretli kıssalarını anlatır. Bir felsefe kitabı değildir; lakin varlık, hayat ve insan üzerine en derin hakikatleri bildirir. Çünkü Kur’ân, doğrudan doğruya rububiyetin diliyle konuşur. Allah’ın “Rab” ismini, yani yaratma, idare etme, terbiye etme ve hikmetle yönlendirme fiillerini izah eder. Güneşin doğuşunu, yağmurun inişini, gecenin örtüşünü sadece doğal olaylar olarak değil; Allah’ın fiilleri olarak takdim eder.

Kur’ân, sadece anlatmaz; muhatabını da şekillendirir. Kulun nasıl bir ahlakla yaşaması gerektiğini, hangi duygularla ibadet etmesi gerektiğini de öğretir. Neyi sevmesi, neden sakınması, neye yönelip neden yüz çevirmesi gerektiğini bildirir. Yani sadece bir “bilgi kitabı” değil, aynı zamanda bir “şahsiyet inşa kitabı”dır.

Bir mü’min, Kur’ân’a yöneldiğinde sadece bilgi edinmez; aynı zamanda bir duruş kazanır. Rububiyeti tanıdıkça aczini idrak eder, kudretin sahibine sığınır. Ubudiyet görevlerini öğrendikçe hayatını anlamlandırır, ibadetlerinde huzur bulur. Bu yönüyle Kur’ân, insanı hem dünyada hem ahirette saadete erdiren bir harita, bir projektör, bir nur kaynağıdır.

Kur’ân’ın bu iki yönlü vazifesi, insanı hem Rabbiyle hem kendisiyle tanıştırır. O, Allah’ın “Ben sizin Rabbinizim” hitabının bir tefsiri olduğu gibi, insanın da “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” teslimiyetinin bir delilidir.

ÖZET:

Bu makale, Kur’ân’ın asli vazifesini açıklayan “Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir” ifadesi etrafında inşa edilmiştir. Kur’ân, bir yandan Allah’ın yaratma ve yönetme sıfatlarını tanıtarak rububiyetin sırlarını gösterir; diğer yandan insana nasıl kul olunacağını, hangi ahlâk ve ibadetle yaşaması gerektiğini öğretir. Böylece Kur’ân, hem bilgi hem hâl, hem marifet hem kulluk rehberidir.

 

 




DÜNYA BİR MİSAFİRHANE, İNSAN BİR YOLCU

DÜNYA BİR MİSAFİRHANE, İNSAN BİR YOLCU

“Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*********

Dünya, görünüşte büyük bir yurt gibi dursa da, hakikatte geçici bir misafirhane hükmündedir. Her gelen, bir müddet konaklar; sonra yoluna devam eder. Bu yolun sonu ise ebediyet kapısına çıkar. İşte bu yüzden, insan bu dünyada kalıcı değil, geçici bir yolcudur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir.”

Misafir, bulunduğu yere sahip gibi davranmaz. Kalıcı olmadığını bilir. Vaktini israf etmez, vazifesini bitirmeye çalışır. Bu kısa ikamet süresi içinde, asıl gideceği yere hazırlık yapar. İşte insanın da dünyadaki varlık amacı budur: Ebedî hayata gereken azığı toplamak.

Her gün ömür sermayesinden bir sayfa eksilirken, insan çoğu zaman kendini sanki hiç ölmeyecekmiş gibi avutur. Oysa bu misafirhanenin kapısından her gün binlerce yolcu ebediyete uğurlanıyor. Genç yaşlı demeden, hasta sağlıklı ayırmadan bu kervan sürüp gidiyor. Akıllı olan ise, kısa dünya yolculuğunu ebedî saadetin vesilesi haline getirendir.

Bu dünyada insanın vazifesi çoktur; çünkü o sıradan bir misafir değildir. Akıl, kalp ve ruh gibi büyük sermayelerle donatılmıştır. Her nimet bir sorumluluk doğurur. Göz, kulağa; mal, vicdana; ömür, ahirete karşı mesuliyet yükler. O hâlde insan, asıl önemli işlerini ertelememeli; en ehemmiyetli, en elzem görevlerini öncelemelidir.

Ne yazıktır ki çoğu insan, geçici süsler peşinde hakikati unutur. Ebedî saadetin şartlarını ihmal eder. Bir ömrü, fanî heveslerin ardında tüketir. Oysa her akşam güneşin batışı, her sabah yeni bir günün doğuşu, bu misafirhanede kalanlara sessiz ama derin mesajlar verir: “Hazırlan, vakit daralıyor.”

İnsanın ebediyet yolculuğuna hazırlanması; iman, ibadet, ahlâk ve güzel amellerle olur. Bu dört direk üzerine kurulan bir hayat, sonsuz saadetin temelidir. Bu hazırlık yapılmadığında ise insan, büyük bir iflasa doğru yürür: Gözlerini sonsuzluk âleminin kapısında açtığında, elinde hiçbir sermaye bulunmayabilir.

ÖZET:

Bu makalede, “Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir…” ifadesi etrafında şu hakikatler işlenmiştir: Dünya geçici, insan ise yolcudur. Bu kısa hayat, ebedi hayat için hazırlık mahiyetindedir. İnsan, vazifeleri çok olan bir misafirdir; bu nedenle en önemli işleri önceleyerek yaşamalı, ömrünü ahiret azığı ile değerlendirmelidir. Aksi halde, en kıymetli sermaye olan ömür, boşa harcanmış olur.

 

 




İMAN: NURDUR, KUVVETTİR, HAYATTIR

İMAN: NURDUR, KUVVETTİR, HAYATTIR

“İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.”
Sözler. Yirmi Üçüncü Söz 

***********

İnsan hayatı; fırtınalarla savrulan, inişli çıkışlı, zaman zaman ağır yükler taşıyan bir yolculuktur. Bu yolculukta insanın en büyük dayanağı ne mal, ne makam, ne de insanlar olur. Asıl dayanak, kalpte yer etmiş bir imandır. Çünkü iman hem nurdur ki karanlıkları aydınlatır, hem kuvvettir ki sarsıntılara dayanma gücü verir.

Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:
“İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.”

İman, bir bilgiden ibaret değildir. O, ruhun gıdası, aklın nuru, kalbin sığınağıdır. Hakiki iman, sadece Allah’a inanmaktan öte; O’na güvenmek, O’nun her işi hikmetle yaptığını bilmek ve her halükârda teslimiyet göstermektir. Bu bakış açısına sahip bir insan, en ağır musibetlerde bile yıkılmaz; en zor şartlarda bile sükûnetini korur.

Tarih boyunca nice insanlar vardır ki, dünya onların sırtına binmiş gibi görünürken onlar imanlarının kuvvetiyle dağlar gibi ayakta kalmışlardır. Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşine karşı; Hz. Musa, Firavun’un ordusuna karşı; Ashab-ı Kehf, zalim hükümdarlara karşı imanın gücüyle durabilmişlerdir.

Zira iman; kalbi ebediyete bağlar. Fânilik karşısında metanet verir. İnsan, bir musibetle karşılaştığında, eğer imanı sağlam değilse hemen sarsılır, çözülür, karanlığa düşer. Fakat hakiki bir mü’min bilir ki, başına gelen her şey Allah’ın izniyle ve hikmetiyle olur. Bu bilinç, ona sükûnet verir. Gözyaşı dökerken bile kalbi huzurludur. Kederli bir halde bile Allah’a olan güveni sarsılmaz.

İmanın nuru ise sadece sabırda değil, yön tayininde de ortaya çıkar. O nur sayesinde insan, nereden geldiğini, nereye gittiğini, niçin yaşadığını bilir. Hayatı sadece dünya ekseninde değil, ahiret perspektifiyle değerlendirir. Bu da onun için en büyük saadet kaynağıdır.

Kâinata meydan okuyabilmek; maddî güce değil, manevî sağlamlığa bağlıdır. Her şeyin değiştiği bir dünyada, sarsılmaz bir dayanak ancak Allah’a olan yakînle mümkündür. İşte bu yakîn, gerçek imandır. Ve bu iman, insana hem aydınlık bir zihin hem dayanıklı bir yürek kazandırır.

ÖZET:

Bu makalede, “İman, hem nurdur hem kuvvettir” hakikati çerçevesinde şu noktalar işlenmiştir: Hakiki iman, sadece bir inanç değil; aynı zamanda karanlıkları aydınlatan bir nur ve musibetlere karşı direnci artıran bir kuvvettir. İman sahibi insan, kâinata meydan okuyacak bir metanet kazanır; çünkü imanı onu fanilikten, karanlıktan ve korkudan kurtarır. İmanlı bir kalp, hem bu dünyada huzur bulur hem de ahirete hazırlık yapar.

 

 




İMANIN HAKİKATİ: İNSANI SULTAN EDEN SIR

İMANIN HAKİKATİ: İNSANI SULTAN EDEN SIR

“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.”
Sözler. Yirmi Üçüncü Söz 

*********

İnsan, zahiren zayıf bir varlıktır. Ne kanatları vardır göğe çıkacak, ne de kökleri vardır yere tutunacak. Ne rüzgâra hükmedebilir ne de ölüme dur diyebilir. Ama bu kadar âcizlik içinde, ona öyle bir cevher verilmiştir ki, o cevherle meleklerden üstün, kâinattan değerli olabilir. İşte o cevher: İmandır.

Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:
“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.”

İman, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda insanın mahiyetini tanıma, Rabbine yönelme ve hayatın anlamını kavrama vasıtasıdır. İman sayesinde insan, hem kim olduğunu bilir hem de ne için yaşadığını. Varlığın sırlarını çözen anahtar, kalbin huzurunu sağlayan ilaç, aklın aydınlığını temin eden nurdur iman.

İman insanı sultan eder; çünkü insanı Rabbine bağlar. Allah’a dayanan bir insan, fânî güçlerin karşısında eğilmez. Kimsesiz değil, Rabbine dayanandır. Yalnız değil, Mevlâsı ile beraberdir. Aczini bilir ama onu dua ile rahmet kapısına çevirir. Fakrını tanır ama şükürle rahmete kavuşur. Bu yönüyle insan, kainatta eşsiz bir kıymet kazanır.

Oysa imansızlık; insanı, arzularının esiri, nefsinin kölesi, zamanın ve hâdisatın oyuncusu yapar. Küfür, insanı manevî bir canavara çevirir; çünkü hakikatle bağı kopmuş, varlıkla irtibatı kararmış olur. Ne kendini tanır, ne de yaratıcısını. O zaman da akıl, hevesin hizmetkârı; kalp, boşluğun oyuncağı olur.

İmanla bakan bir göz, her şeyi hikmetli görür. Olaylar karşısında sabırla bekler, tevekkülle güç bulur. Dua ise bu imanın dili olur. İnsan, Rabbine muhtaç olduğunu bildiği ölçüde dua eder. Dua, imanın hem neticesi hem de meyvesidir. Çünkü kim ki Allah’a inanır, ondan ister; kim ki ondan ister, onun varlığını tasdik eder.

İnsan bu dünyaya rastgele bırakılmamıştır. Onun asli vazifesi; imanla Rabbini tanımak, dua ile O’na yönelmektir. Sultanlık da, kulluk da bu iki büyük hakikatte gizlidir. Bu sebeple, gerçek özgürlük ve yücelik, iman ve dua ile mümkündür.

ÖZET:

Bu makalede, “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder…” hakikati etrafında iman ve küfrün insan üzerindeki etkileri işlenmiştir. İman, insana değer ve anlam kazandırır; onu Rabbine bağlayarak sultan eder. Dua ise bu imanın en samimi ifadesidir. Küfür ise insanı hem manen hem ahlâken düşürür, fıtratına zıt bir varlık hâline getirir. Gerçek kulluk, gerçek şeref ve izzet; iman ve dua ile kazanılır.

 

 




İLİM VE DUA: İNSANIN YÜKSELİŞ MERDİVENİ

İLİM VE DUA: İNSANIN YÜKSELİŞ MERDİVENİ

“insan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billahtır.”
Sözler. 23. Söz

**********

İnsan nedir ve bu âlemdeki varlık sebebi ne olabilir? Bu sorular, varoluşun en temel ve en eski sorularındandır. Kimi insan cevabı hazda, kimi kuvvette, kimi unvan ve şöhrette arar. Lâkin insanın hakiki cevheri, dış görünüşünde değil; yaratılış gayesinde ve iç dünyasında gizlidir.

Bediüzzaman Said Nursî bu gerçeği şöyle ifade eder:
“İnsan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billahtır.”

İnsan, mahiyeti itibarıyla boş bir levha değildir; aksine, içinde sınırsız istidatlar taşıyan bir varlıktır. Fakat bu istidatlar, gelişmeye ve tekâmüle muhtaçtır. İşte bu tekâmülün yolu ilim ve duadan geçer.

İlim, sadece maddî gerçekleri öğrenmek değil, hakikatin özüne varmak içindir. Gerçek ilim, eşyanın hakikatini öğrenerek Allah’ı tanımaya götürür. Zira her ilmin özü ve gayesi marifetullah, yani Allah’ı tanımaktır. Astronomi yıldızları, biyoloji canlıları, fizik kanunları öğretirken; hepsi sonunda bir Nâzım’ı, bir Hâlık’ı, bir Nizâm-ı İlâhî’yi gösterir.

Ama bu bilgi, kuru bir teoriden ibaret kalırsa gönüle nur olmaz. Bilginin ruhu, kalbin yönelmesiyle tamamlanır. Bu yönelişin adı ise duadır. Dua, bir yönüyle acziyetin itirafı, diğer yönüyle Yaratıcıya yöneliştir. Bilmek, kulun başını secdeye götürürse, işte o zaman ilim kemale erer.

İman, ilmin temeli ve duasız bir bilginin koruyucusudur. İman-ı billâh olmadan yapılan bilgi arayışı, çoğu zaman gurura, sapmaya ve inkâra dönüşebilir. Bu nedenle ilim; imanla nurlanmalı, dua ile beslenmeli, marifetullahla derinleşmelidir. Böyle bir bilgi insanı meleklerden üstün yapar. Aksi takdirde, Firavun gibi, bilgi kişiyi tuğyana da sürükleyebilir.

Dua ise, sadece dilekte bulunmak değildir. Dua, kulun kendini bilmesidir. Aczini, fakrını, faniliğini fark edip, Kudret ve Rahmet Sahibi’ne yönelmesidir. Dua, tekemmülün manevî kanadıdır; ilim ise zihinsel kanadıdır. Bu iki kanatla uçan insan, Rabbine doğru yücelir.

ÖZET:

Bu makalede, insanın yaratılış gayesinin “ilim ve dua ile tekemmül” olduğu konusu işlenmiştir. Hakiki ilim, Allah’ı tanıtmaya hizmet eder (marifetullah); bu tanımanın temeli ise iman-ı billâhtır. Dua ise insanın kulluk bilincinin ve aczinin ifadesidir. İnsan, bu iki temel üzerine yükselir; kalbiyle dua, aklıyla ilim yolculuğuna çıkarsa, varoluşunun hikmetini gerçekleştirmiş olur.

 




HAKİKİ TERAKKİ: KALPTEN HAYALE KADAR UBUDİYETE AÇILAN YOL

HAKİKİ TERAKKİ: KALPTEN HAYALE KADAR UBUDİYETE AÇILAN YOL

“Evet, hakiki terakki ise insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”
Sözler. 23. Söz

**********

Zaman ilerledikçe insanlık “terakki” yani ilerleme adına pek çok şey yaptı: şehirler kurdu, teknolojiler geliştirdi, uzaya adım attı. Lakin bu gelişmelerin ortasında insanın en temel sorusu hâlâ cevapsız kaldı: Asıl ilerleme nedir? Gerçek tekâmül neye denir?

Bediüzzaman bu soruya hakikatin merkezinden cevap verir:
“Evet, hakiki terakki ise insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”

İnsanda öyle latifeler, duygular, cihazlar vardır ki, her biri ayrı bir âlemdir. Kalp sevgiye, sır derin manalara, akıl düşünmeye, ruh sonsuzluk arzusuna, hayal ise sınırsız tefekküre açılır. Bunların her biri, boşuna verilmemiştir. Hepsinin gaye-i hayali, ebedî hayatın kapısını aralamak ve o hayata hazırlanmak içindir.

Ama modern insan, bu kıymetli cihazları yalnızca dünya için kullanmayı terakki sandı. Kalbi nefsî sevgilerde tüketti, aklı menfaat hesaplarında boğdu, hayali hayvani arzularla kirletti. Oysa bu latifeler, maddî değil manevî gıdalarla gelişir; yaratılış gayelerine yönelmedikçe, karanlıkta kalır, yabancılaşır ve isyana sürüklenir.

Hakiki terakki, her bir duygu ve cihazın ubudiyete yönelmesiyle başlar. Kalp Allah’ı severse huzur bulur. Akıl Allah’ın varlığını ve birliğini düşünürse nurlanır. Sır Allah’a teslim olursa incelik kazanır. Hayal cenneti hayal ederse nefsin çamurundan kurtulur. İşte o zaman insan, gerçek anlamda “insan-ı kâmil” yoluna girer.

Modern zamanlarda terakkiyi sadece maddede arayanlar, içten çökmeye mahkûm kalmıştır. Çünkü dıştaki yükseliş, içteki çöküşle birleşince insanlık huzur değil, bunalım bulur. Oysa içteki terakki, yani duyguların ve aklın ubudiyetle nurlanması, insanı hem bu dünyada huzura, hem de ahirette saadete ulaştırır.

Terakki demek, ebedî saadete giden yolda yürüyebilmektir. Ve bu yolculukta insanın her latifesi, bir rehber veya bir binektir. Onları yönlendiren ise iman ve ubudiyettir. Aksi takdirde, en büyük sermayeler en ağır veballere dönüşür.

ÖZET:

Bu makale, hakiki terakkinin, insandaki latifelerin (kalp, akıl, ruh, sır, hayal vb.) dünya değil, ahiret merkezli olarak ubudiyetle meşgul olmasına bağlı olduğunu ifade eder. Bediüzzaman’ın ifadesiyle gerçek gelişim, bu latifelerin her birinin yaratılış gayesi olan kullukta kullanılmalarıdır. Dünya merkezli bir gelişme, insanı huzura değil felakete götürürken; ubudiyet merkezli bir gelişme, insanı hem dünyada huzura hem de ebediyette saadete ulaştırır.

 

 




GÜZELLİĞİ BOZMA: KÂİNATIN ESTETİĞİNE YOLCU BİR İNSAN

GÜZELLİĞİ BOZMA: KÂİNATIN ESTETİĞİNE YOLCU BİR İNSAN

“Fâtır-ı Hakîm ve Kādir-i Alîm, kemal-i intizamla her şeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen şu güzel işlere, tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalaleti karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.”
Sözler. 24. Söz.

**********

Her şeyin güzel olduğu bir âlemde yaşıyoruz. Güneşin doğuşundaki ihtişam, bir çiçeğin açışındaki incelik, anne şefkatindeki derinlik, bir damla suyun içindeki nizam… Bütün bu güzellikler, rastgeleliğin değil, mükemmel bir sanatkârlığın izlerini taşır. Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:
“Fâtır-ı Hakîm ve Kādir-i Alîm, kemal-i intizamla her şeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor.”

Her şey güzeldir; çünkü Hakîm ve Alîm olan bir Yaratıcı’nın elinden çıkmıştır. Yaratan’ın hikmeti, kudreti ve ilmi her varlığın dokusunda tecelli eder. Kâinatta çirkinlik değil, çirkin bakış vardır. Gözünü gafletle örten, kulağını inkârla kapatan, kalbini isyanla karartan kimseler; güzellikleri göremez, anlayamaz.

Her varlık, kendine yüklenen vazifeyi yerine getirirken bir ibadet hâlindedir. Bir arı bal yaparken, bir yaprak fotosentezle görevini ifa ederken, bir yıldız yörüngesinde dönerken Rabbini tesbih eder. Sessiz ama hikmetli bir zikir vardır her varlıkta. Bu zikirleri işitebilmek için kulak değil, kalp gereklidir.

Peki ya insan?
İnsan bu güzellik ve vazife düzenine uymakla mükelleftir. Zira o, bu sistemin içinde en yüksek idrakle donatılmış, en kapsamlı sorumlulukla yaratılmış varlıktır. İnsan, yaratılmış her şeyin güzelliğini anlayacak, takdir edecek ve onlarla birlikte ibadet edecektir. Fakat ne zaman ki bu nizama tesadüf, bu sanata tabiat, bu düzene abesiyet, bu hakikate inkâr karışırsa, işte o zaman insan hem kâinatı hem kendini çirkinleştirir.

Zira inkâr; güzelliğin üstüne çekilen siyah bir perde gibidir. Abesiyet; anlamı silen bir boşluk gibidir. Tesadüf; sanatın sahibi olan Allah’ı yok saymak gibidir. İşte o zaman kâinat bir mânâsızlığa döner, âlem bir karmaşaya bürünür, insan da kendi ruhuna yabancılaşır.

Ey insan!
Eğer gerçekten “insan” isen, şu güzel sanata çirkinlik bulaştırma. İnancınla, niyetinle, bakışınla ve tavrınla bu güzelliklere katıl. Tabiatı putlaştırma, tesadüfe sığınma, gaflete sapma. Güzelliği gör, güzelleş, güzelleştir!

ÖZET:

Bu makale, kâinattaki her şeyin güzellikle yaratıldığını, belli bir hikmet, nizam ve maksatla donatıldığını vurgular. Her varlık kendi çapında bir ibadet ve tesbihat hâlindedir. İnsan da bu güzellik sistemine dâhil olmalı, onu bozacak olan inkâr, gaflet, tesadüf ve abesiyet düşüncelerinden uzak durmalıdır. Aksi hâlde hem kâinatı hem de kendini çirkinleştirir. Gerçek insanlık, bu güzellikleri fark etmek ve onlara kalple iştirak etmektir.

 

 




MUHABBETİN YÖNÜ: KALPTEN KÂİNATA, KÂİNATTAN HAKİKATE

MUHABBETİN YÖNÜ: KALPTEN KÂİNATA, KÂİNATTAN HAKİKATE

“Ey nefis-perest nefsim, ey dünya-perest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için kâinatı istila edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.”
Sözler. 24. Söz.

**********

İnsan, sevgisiz yaşayamaz. Kalbinin derinliklerinde daima sevecek bir şey arar. Bu öyle bir arayıştır ki; bazen bir insana yönelir, bazen bir eşyaya, bazen bir fikre… Lakin neye yönelirse yönelsin, ne kadar severse sevsin, kalbi tam doymaz. Çünkü kalbine yerleştirilen muhabbet, sınırlı olanla değil; sonsuz olanla tatmin olur.

Bediüzzaman ne güzel ifade eder:
“Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur hem hayatıdır.”

Sevgi, yaratılışın özüdür. Yani kâinat, bir nevi sevginin tecellisiyle var olmuştur. Cenab-ı Hakk’ın “Rahman” ve “Vedûd” isimlerinin yansımasıdır. Bu yüzden muhabbet; hem varlıkların arasında bir bağdır, hem de her şeyi anlamlı ve canlı kılan bir ışıktır.

İşte bu büyük sevgi, insanın kalbine bir çekirdek olarak yerleştirilmiştir. Fakat insan ne yapıyor? Bu muazzam sermayeyi, gelip geçici heveslere, fani insanlara, yıpranıp yok olacak dünya metaına yöneltiyor. Kalbindeki sınırsız sevgi gücünü, sınırlı ve geçici varlıklara sarf ederek hem kendi kalbini yıpratıyor, hem de o sevgiyi zayi ediyor.

Oysa bu sonsuz muhabbet, ancak sonsuz kemal sahibi olan Allah’a yöneldiğinde yerini bulur. Çünkü:

Allah’tan başka hiçbir şey muhabbetin daimi muhatabı olamaz.

Fani olanı sevmek, ayrılık acısını beraberinde getirir.

Noksan olanı sevmek, kalbi tatminsiz bırakır.

Hadsiz ihtiyaç içinde olanı sevmek, seni de o ihtiyaç kuyusuna çeker.

Kalbindeki muhabbeti, eşyaya ve dünyaya değil; eşyadan Sâni’ine, dünyadan Rabbine çevir ki hem kalbin huzur bulsun, hem sevgilerin ebedîleşsin. Çünkü ne eşya ebedîdir, ne insan daimidir; fakat Allah’a giden sevgiler, O’nun katında ebedî olarak muhafaza edilir.

Ey nefis-perest nefsim!
Muhabbetini doğru yönlendir. Kalbini geçici sevgilerle tüketme. Hakiki sevgi, seni yokluğa değil; beka diyarına götürsün.

ÖZET:

Bu makale, muhabbetin yaratılışın özü ve kâinatın anlam bağı olduğu fikrini işler. İnsanın kalbine yerleştirilen sınırsız muhabbetin, ancak sonsuz kemal sahibi olan Allah’a yöneldiğinde gerçek huzur bulacağı vurgulanır. Fani varlıklara sarf edilen muhabbetin acı ve boşluk getireceği, kalpteki sevginin yanlış adreslere değil, hakiki ve ebedî olan Rabb’e yönelmesi gerektiği anlatılır.

 




Aşk-ı Mukaddes ve Ferah-ı Münezzeh: Kudsi Lezzetlerin Gölgesinde Bir Yolculuk

Aşk-ı Mukaddes ve Ferah-ı Münezzeh: Kudsi Lezzetlerin Gölgesinde Bir Yolculuk

“Merhametine mazhar olanların, hususan cennet-i bakiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tenaumlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, ona layık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, ona layık şuunatla tabir edilen ulvi, kutsi, güzel, münezzeh manaları vardır. ‘Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye’ tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnatı vardır ki, her biri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mabeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvi, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz.” (Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.)

*******

İnsanoğlu varlık âlemine gözünü açtığında, en önce “güzelliğe”, “merhamete”, “aşka” ve “feraha” muhtaç olduğunu fark eder. Sevmeden duramaz, sevilmeden yaşayamaz. Lezzet peşindedir, neşe arar, muhabbetle mest olur. Fakat bu duygular, yalnızca dünyaya ve fâni hazlara hapsedilecek kadar basit değildir. Çünkü insanın yüreğine konulan bu hisler, sonsuzluğu arar, ebedîliği ister. İşte burada devreye Rabbanî bir hakikat girer: İnsanda bulunan bütün aşk, muhabbet, şefkat, neşe ve ferah duyguları, Zât-ı Akdes’in mukaddes sıfat ve şuunatının birer gölgesidir.

İlahî Şuûnatın Yansıması Olarak İnsanî Duygular

Her mahlûkta görülen muhabbet, şefkat ve neşe; Hâlık’ın Zâtına layık, münezzeh ve mukaddes halleri olan “aşk-ı mukaddes”, “ferah-ı münezzeh”, “mesrûriyet-i kudsiye” gibi ulvî şuunatın birer iz düşümüdür. Allah’ta bu fiillerin bizim anladığımız manalarda olmadığını bilmekle beraber, onların en yüce, en arı ve en saf halleri olduğunu imanla tasdik ederiz. Zira Cennet’te kullarına sonsuz rahmet ve şefkatiyle muamele eden bir Rab, kendi Zâtına layık tarzda kullarına karşı bir memnuniyet ve ulvî bir sevinç haline sahiptir. Ama bu sevinç, insanî ve cismânî değildir; mukaddestir, münezzehtir, kudsîdir.

Cennet’te Tebessüm Eden Kudret

Cennet yalnızca kullar için değil, aynı zamanda Rahmân’ın rahmetinin, Cemîl’in cemalinin ve Vedûd’un muhabbetinin bir tecellî sahnesidir. Orada kullar, Rablerinin sonsuz ihsan ve ikramlarıyla mutlu olurken; o ilâhî muamelelerde, Zât-ı Akdes’in razı oluşunun, memnuniyetinin ve muhabbetinin kutsî bir yansıması da hissedilecektir. Kul mutlu olurken, sanki kudret tebessüm eder; kul mesrur olurken, rahmet adeta coşar. Ama bunlar bizim anladığımız şekilde değil, münezzeh ve aşkın bir keyfiyetle tahakkuk eder.

İzini Sürmekle Yetinmek

Biz bu mukaddes hakikatleri ne idrak edebiliriz ne de tam tarif edebiliriz. Çünkü Zât-ı İlâhî’nin şuunatı, zaman ve mekân üstü olduğu gibi, beşer idrakinin fevkindedir. Ancak, Kur’an ve sünnetin gösterdiği sınırlar içinde, bu hakikatlerin gölgelerinde gezebilir; onların izini sürebiliriz. Allah’ın isimleri ve fiilleri üzerinden, O’nun sonsuz muhabbetini, razı oluşunu ve ulvî sevinçlerini imanla ve marifetle anlayabiliriz.

Sonuç Yerine: Aşkın Kaynağına Yolculuk

Dünyadaki bütün sevgiler, lezzetler ve sevinçler; mukaddes bir kaynağın gölgeleri gibidir. Onların asılları ise Allah’ın zâtî ve mukaddes şuunatıdır. İnsan bu gölgelerden asıllara yönelirse, dünya hayatı fâni bir oyun olmaktan çıkar, ehl-i aşk için bir vuslat yolculuğuna dönüşür. O zaman sevmek, sadece bir duygu değil, Rabbin aşkına açılan bir kapı olur.

Özet:

Bu makale, insanın içinde var olan aşk, muhabbet, ferah ve lezzet duygularının, Allah’ın mukaddes ve münezzeh şuunatının bir yansıması olduğunu açıklamaktadır. Cennet’te kullarına sonsuz merhamet ve şefkat gösteren Allah’ın, Zâtına layık tarzda “aşk-ı mukaddes” ve “ferah-ı münezzeh” gibi kutsî hallere sahip olduğu ifade edilmiştir. Bu kudsî şuunat, insanî anlamların çok üstünde olup, sadece Kur’anî çerçevede imanla anlaşılabilecek ulvî gerçekliklerdir. İnsan, bu gölgelerden asıllara yönelerek hayatını derinleştirebilir.

********

Aşkın ve Ferahın Aslı: Gölgeden Asıla Yolculuk

İnsan, kalbiyle sever, ruhuyla ferah bulur, gönlüyle haz duyar. Fakat çoğu zaman farkına varmaz ki; bu sevgi, bu neşe, bu lezzet duyguları kendi başına birer hakikat değil, daha yüce bir hakikatin gölgesidir. Tıpkı bir dağın gölgesinin serinletmesi gibi, bu duygular da insanı serinletir; ama gölgenin kendisi değildir asıl olan.

Kur’an ve hikmet penceresinden bakıldığında görülür ki, mahlûkattaki muhabbet, şefkat, aşk ve mesrûriyet; Zât-ı Akdes’in “aşk-ı mukaddes”, “lezzet-i kudsiye”, “ferah-ı münezzeh” gibi şuunatının yansımasıdır. Bunlar insana, yaratılış gayesiyle uyumlu bir şekilde, Allah’ı tanıması ve sevmesi için verilmiştir.

Bu duygular, yalnızca dünyevî hazlarla sınırlı kalırsa, kısa ömürlü olur; hatta zamanla acıya ve boşluğa dönüşür. Ama eğer insan, bu hislerini yaratana yöneltir; her muhabbetin Allah’a bir kapı, her sevinci O’nun razı oluşuna bir pencere bilirse, o zaman duygular kemâl bulur, aşk vuslata dönüşür, lezzet ibadete inkılâp eder.

Mukaddes Tebessüm: Cennet’in Sırrı

Cennet, sadece bir ödül değil, aynı zamanda Zât-ı Rahmân’ın kullarına olan memnuniyetinin ve rızasının bir tecellîsidir. Cennet ehli orada ferah ve saadet içinde olacak; ama asıl saadet, Allah’ın razı olduğunu bildirmesiyle yaşanacaktır: “Radıyallahu anhum ve radû anhu.” (Beyyine, 8) Ayette geçen bu razılık hali, kullar için zirve bir mutluluk olduğu gibi, bu razılığın arka planında Cenâb-ı Hakk’ın mukaddes ve ulvî bir razı oluşu, kudsî bir tebessümü vardır —elbette bizim anladığımız anlamda değil; fakat O’na layık, münezzeh ve aşkın bir tarzda.

Gölgeden Asıla Yönelmek

Dünyada sevdikçe, ferahladıkça, içimizde bir şey hep daha fazlasını ister. Çünkü bu dünyadaki her aşk, her şefkat ve her neşe; ebedî bir asılın peşindedir. Fâni olan, ebedî olana perde olmuş; geçici olan, bâki olanın işaretçisi kılınmıştır. Ne zaman ki insan, bu işaretleri doğru okur, o zaman yaratılış sırrına yaklaşır.

İşte insanın kalbine düşen o tarifsiz huzur anları, gözünden süzülen bir damla şükür yaşı, bir çocuğun tebessümünde görülen şefkat ışığı —hepsi aşk-ı mukaddesin ve ferah-ı münezzehin cilveleridir. Ve bu cilveler, insana “Sana yönel” der, “Aslına dön” der, “Sevdiğin her şeyde O’nun kokusu var” der.

Sonuç: Duygulardan Marifete

İnsan, kendisine verilmiş olan bu aşk ve lezzet duygularını sadece dünyaya sarf ederse, bir gölgeyi asıl zannederek ömrünü geçirir. Fakat bu duyguları, yaratılış maksadı olan marifetullah ve muhabbetullah için kullanırsa, o zaman her sevgisi ibadet olur, her neşesi bir tefekkür olur, her ferahı bir vuslat hazırlığına dönüşür. Böylece insan, duygularının derinliğinde Rabbini bulur.

Özet:

Bu makale, insanın içinde bulunan sevgi, şefkat, neşe ve ferah gibi duyguların, Allah’ın mukaddes şuunatının yeryüzündeki gölgeleri olduğunu ifade etmektedir. Cennet’teki saadet, sadece kulun mutluluğu değil, aynı zamanda Allah’ın razı oluşunun münezzeh bir tecellîsi olarak görülür. İnsanın bu duyguları doğru yönlendirerek Allah’a ulaşabileceği, dünya lezzetlerini birer vesile kılarak aşkın kaynağına yönelebileceği ifade edilmektedir.