Toprakta Gizlenen Sır: Tesadüf mü, Tecelli mi?

Toprakta Gizlenen Sır: Tesadüf mü, Tecelli mi?

“Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında eğer tabiata, esbaba havale edilse lâzım gelir ki ya o kapta küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince manevî makineler, fabrikalar bulunsun veyahut o parçacık topraktaki her bir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hâsiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin; âdeta bir ilah gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun.”
Sözler. 13. Söz.

***********

Bir avuç toprak… Sade, renksiz, sessiz. Ama bahar geldi mi o sade toprak birdenbire rengârenk çiçeklere beşik olur. Aynı kapta, aynı suyla, aynı güneş altında bin bir farklı çiçek, meyve ve ağaç filizlenir. Peki bu mucizevi değişim nasıl oluyor?

Bu manzara önümüzde her mevsim yaşanırken, çoğu insan bu olağanüstülüğü sıradanlıkla perdelemekte, “toprak yapıyor, tabiat getiriyor, kendiliğinden oluyor” diyerek meseleyi geçiştirmektedir. Fakat gerçekten öyle mi?

Bediüzzaman bu hakikati sarsıcı bir mantık zinciriyle açıklıyor: Eğer bir avuç toprakta yüzlerce farklı çiçek çıkıyorsa, ve eğer bu toprak kendi kendine bunu yapıyorsa, o zaman her bir çiçek türünü ayırt edip ayrı ayrı yapabilecek bilgiye, sanata, iradeye ve kudrete sahip olması gerekir. Yani her çiçek için bir “mini fabrika” veya bir “ilahî ilim merkezi” toprak içinde bulunmalı! Aksi takdirde, bu olağanüstü sanatın toprak gibi şuursuz bir sebebe verilmesi aklen ve ilmen mümkün değildir.

Halbuki görüyoruz ki, aynı toprak, aynı su, aynı hava… Ama her çiçek farklı. Biri mis gibi kokar, biri dikenlidir. Biri sarıdır, diğeri mor. Yaprak yapısı, tohum sistemi, kök düzeni bambaşka. İşte bu noktada “tesadüf” kelimesi iflas eder, “tabiat” susar, “sebepler” gölgelenir. Hakikat perdeleri yavaşça aralanır:

Bu işleri yapan, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, her şeye bir hikmetle şekil veren Zat’tır. O Zat, Allah’tır. Esma-i Hüsna’sıyla toprağa emir verir, her çiçeği ayrı bir mühürle yaratır. Çiçeği değil, çiçekte tecelli eden ismi görmeyen, manzarayı anlamaz.

Yani çiçek sadece bir süs değil, bir iman dersi, bir tefekkür mektebidir. Toprak ise en büyük mücize tabloların sergilendiği bir sahnedir. Burada ibret nazarıyla bakabilen, gözüyle değil gönlüyle gören, basireti açık her insan için topraktan Allah’a açılan apaçık bir yol vardır.

Makale Özeti:

Bu makale, aynı topraktan yüzlerce farklı çiçeğin çıkmasının tesadüf, tabiat veya sebeplerle açıklanamayacağını ortaya koymaktadır. Her çiçeğin kendine özgü özellikleri olduğundan, bunların bilinçsiz bir madde olan toprağa mal edilmesi imkânsızdır. Bu sanat, doğrudan Allah’ın ilim, kudret ve iradesinin eseri olarak açıklanmalıdır. Bu gerçek, insanı tefekküre ve imana davet eder.

 

 




Zindanlarda Bahtiyar, Saraylarda Bedbaht: Hakiki Özgürlük Nerede?

Zindanlarda Bahtiyar, Saraylarda Bedbaht: Hakiki Özgürlük Nerede?

“Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.”
Sözler. 13. Söz

**********

İnsan, zindana girmese bile hayatının daraldığını, ruhunun boğulduğunu hissedebilir. Bazen saray gibi evlerde yaşar ama iç dünyasında karanlık bir mahpus gibi bunalır. Kimisi ise dört duvar arasına hapsedilmişken, iç âleminde öyle bir ferahlık yaşar ki, gökyüzü onun kalbinde açılır. Bu çelişkinin sırrı nedir?

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şu cümleyle özetler:
“Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.”

Buradaki “O”, âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. O’nu tanımak, hayatı tanımaktır. O’na itaat etmek, ruhu özgürlüğe kavuşturmaktır. Zira asıl zindan, dört duvar değil; kalbin boşluğu, ruhun yönsüzlüğü ve aklın sahipsizliğidir.

Nice insanlar vardır ki, zenginlik içinde yüzer ama iç âlemlerinde büyük bir yoksulluk hisseder. Nice insanlar da vardır ki, fakirlik ve hapis içinde yaşar ama Allah’a olan imanlarıyla ruhları pırıl pırıl aydınlanmıştır. Zira iman, zihne yön, kalbe huzur, hayata anlam verir.

Allah’ı tanımak ve O’na yönelmek, bir ruh inkılabıdır. Bu yönelişle insan, sıkıntıya sabırla bakar, nimete şükürle yaklaşır, ölüme vuslat gözüyle bakar. Bu da zindanı gül bahçesine çevirir.

Tarihte nice örnekler vardır: Yusuf Aleyhisselam zindanda iken en huzurlu hâlini yaşamış, Ebu Hanife zindanda ilmî üretimlerine devam etmiş, Bediüzzaman da karanlık hapishanelerde Risale-i Nur gibi nurlu eserleri yazmıştır. Çünkü Allah ile olan bağ, duvarları aşar; asıl özgürlüğü ruha üfler.

Diğer yandan, Allah’ı unutan bir kimse, en ihtişamlı köşkte bile huzur bulamaz. Çünkü kalp sonsuzluğu ister, ebedi bir dosta muhtaçtır. Bu ihtiyaç karşılanmadığında, dış dünya ne kadar konforlu olursa olsun, iç dünyada bir çöküş başlar. Sarayın mermeri soğuk gelir, aynalar boşluğun aynası olur.

Makale Özeti:

Bu makalede, gerçek saadet ve özgürlüğün dış şartlarda değil, Allah’ı tanıyıp O’na yönelmekte olduğu anlatılmıştır. Zindandaki bir müminin kalbinde huzur bulabileceği, saraydaki bir gâfilin ise ruhen mahkûm olabileceği anlatılmıştır. Hakiki hürriyetin imanla, hakiki zindanın ise gafletle ortaya çıktığı ifade edilmiştir.

 

 




Zevkin Gerçeği: Elemden Arınmış Saadet Yalnız İmandadır

Zevkin Gerçeği: Elemden Arınmış Saadet Yalnız İmandadır

“Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.”
Sözler. 13. Söz

**********

İnsan, yaratılışı gereği zevk ve sevinç arar; mutlu olmayı, huzuru tatmayı ister. Ancak dünyadaki lezzetlerin çoğu, beraberinde bir gölge taşır: elem, keder, korku, ayrılık ve geçicilik. Ne kadar tatlı olursa olsun, dünya menşeli bir lezzetin ardından bir burukluk, bir tükenmişlik hissi gelir. İşte Bediüzzaman Hazretleri tam bu noktada, insanı hayal kırıklığından kurtaran ilahi bir hakikati haykırır:
“Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”

Evet, imanın sunduğu lezzet öyle bir lezzettir ki; geçici değil kalıcıdır, gölgeli değil aydınlıktır. Çünkü iman insanı yalnızca dünya ile sınırlamaz; ebediyet kapısını açar, ölümü yokluk değil, vuslat olarak gösterir, musibeti lütuf olarak tanıtır, ayrılığı bekaya çevirir.

Dünyevî bir lezzet ise çoğu zaman, “bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur” misali kısa ve geçici bir tatmin verip, ardından vicdan azabı, pişmanlık, kaygı ve ölüm korkusu bırakır. Mesela haram bir kazanç, görünüşte refah sunsa da, ruhu kemiren bir vicdan yüküne dönüşür. Haram bir ilişki, geçici bir haz gibi görünse de, insanın onurunu, istikbalini ve iç huzurunu söndürür.

İman ise kalbe şunu fısıldar:
“Sen başıboş değilsin, değerli bir varlıksın. Bu hayat, hedefsiz bir serüven değil; anlam yüklü bir yolculuktur. Her şeyin bir hikmeti, her musibetin bir meyvesi, her nimetin bir şükrü vardır.”

İşte bu iman şuuru, lezzeti elemden ayırır, sevinci kederden arındırır. Hayatı sıradanlıktan çıkarır, her anı bir ibadet ve kulluk vesilesi yapar. O zaman bir lokma ekmekte dahi kalıcı bir huzur bulunur. Çünkü o lokma, Rahmân’ın bir ikramıdır. O zaman bir tebessüm, bir bakış, bir nefes bile anlam kazanır. Çünkü her şey Allah’a bağlıdır ve O’ndan gelen her şey güzeldir.

Makale Özeti:

Bu makalede, gerçek lezzetin ve kalıcı saadetin yalnız imanla mümkün olduğu vurgulanmıştır. Dünya zevklerinin geçici ve çoğu zaman elemlerle gölgelenmiş olduğu ifade edilmiş, imanla yaşanan hayatın ise sevinci kalıcı, lezzeti elemsiz kıldığı anlatılmıştır. İmanın insana hayata bakışta derinlik kazandırdığı, ölüm, musibet ve ayrılık gibi hadiseleri bile birer hikmet ve rahmet penceresiyle anlamlandırdığı dile getirilmiştir.

 




Gerçek Zevk, Gerçek Hayat: İmanla Canlanan Bir Ömür

Gerçek Zevk, Gerçek Hayat: İmanla Canlanan Bir Ömür

“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”
Sözler. 13. Söz.

*********

İnsan hayatı dıştan bakıldığında nefes almak, yemek içmek, çalışmak ve dinlenmekten ibaret gibi görünse de gerçek hayat, bu görünenin ötesinde bir ruh, bir mana ve bir gayeye sahip olmaktır. Sadece yaşayan değil, niçin yaşadığını bilen insan, gerçek mânâda hayat sahibidir. Bediüzzaman Said Nursî bu noktaya ne kadar da veciz bir cümleyle işaret eder:
“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız, feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”

Zira iman, hayatın kalbidir. İmansız bir hayat; susuz bir toprak, ışık almayan bir çiçek, ruhsuz bir beden gibidir. Dünya lezzetlerinin hiçbiri bu boşluğu dolduramaz. Kalpteki huzur, akıldaki istikamet ve vicdandaki sükûn, ancak imanın hayat vermesiyle mümkün olur. Çünkü iman insana kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, hayatın ne için olduğunu bildirir. Bu bilinç, hayatı keyfî bir oyundan, anlamlı bir yolculuğa çevirir.

Fakat yalnızca imanla da kalmamak gerekir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, hayatı yalnız “canlandırmak” değil, aynı zamanda “ziynetlendirmek” de lazımdır. Bu ziynet, feraizle yani Allah’ın farz kıldığı ibadetlerle olur. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler, hayatı süsler, ruhu arındırır, insanı yüce bir maksada bağlar.

Bununla da kalmaz; hayatı günahlardan korumak, o ziyneti muhafaza etmek kadar önemlidir. Zira günah, kalbi karartan, ruhu sarsan ve huzuru kaçıran bir zehirdir. Günahlardan sakınmak, insanı hem dünyada hem ahirette azaptan koruyan bir kalkandır.

İman, ibadet ve takva… İşte hayatın üç temel direği. Bunlar olmadan hayat; süresi dolmuş, anlamını yitirmiş bir vakit gibi boş ve kederlidir. Ama bu üçüyle yaşayan bir hayat, hem dünyada huzur verir hem ebedî saadetin kapısını aralar.

Makale Özeti:

Bu makalede, gerçek hayatın ancak imanla canlandığı, ibadetlerle süslendiği ve günahlardan sakınmakla korunduğu anlatılmaktadır. Bediüzzaman’ın “Hayatın lezzetini isterseniz…” cümlesinden hareketle, huzurlu ve anlamlı bir yaşamın temelinin iman, farz ibadetler ve günah hassasiyeti olduğu ifade edilmiştir. Kalıcı zevkin ve gerçek mutluluğun ancak bu üçlü ile elde edilebileceği anlatılmıştır.

 

 




Kur’ân’da Cihadın Hikmeti ve Hedefi: Fitneye Karşı Adaletin Mücadelesi

Kur’ân’da Cihadın Hikmeti ve Hedefi: Fitneye Karşı Adaletin Mücadelesi

Kur’ân-ı Kerîm’de onlarca ayette cihat emredilmektedir.[1]
Bunda ise cihattan asıl amacın şöyle olduğu belirtilir;
Fitne ve zulmün ortadan kalkması hedeflenmektedir.
“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın. Fakat Allah’ın koyduğu kuralları çiğneyerek haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” Bakara / 190. Ayet
“Eğer onlar savaştan vazgeçerlerse şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ” Bakara / 192. Ayet
“Zulüm ve baskı tamâmen ortadan kalkıncaya ve hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer haksızlıklara son verirlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur. ” Bakara / 193. Ayet
“Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı. Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz. ” Bakara / 216. Ayet
“Allah yolunda savaşın ve iyi bilin ki Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve bilendir.”  Bakara / 244. Ayet
“O halde hiçbir fitne kalmayıncaya ve bütün hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar o kâfirlerle savaşın. Şayet küfür ve isyandan vazgeçerlerse, şüphesiz Allah, onların yaptıklarını görmektedir.” Enfâl / 39. Ayet
“Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa hazırlayıp teşvik et. Eğer sizden gerçekten sabırlı yirmi kişi olursa, onlardan iki yüz kişiye gâlip gelir. Eğer sizden aynı şekilde yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye gâlip gelir. Çünkü onlar, ne için savaştığını düşünmeyen beyinsiz bir gürûhtur.”  Enfâl / 65. Ayet
Zira şehitlik gazilikten üstün bir mertebedir. Oysa gazi öldürürken, şehit öldürülmektedir.
Esas olan insanları imanlı kılıp cennete göndermektir.
Yoksa öldürüp cehenneme göndermek değildir.
Peygamberimizin üç büyük savaşı da müdafaa amaçlı olup, saldıran taraf olmamıştır.
Bir de bu savaşlarda öldürülen ve şehit olanların sayısı 250 civarındadır.

********

İnsanlık tarihi boyunca zulüm ve adaletin mücadelesi hep sürmüştür. Güçlü olanın haklı sayıldığı, mazlumların sesi kısıldığı dönemlerde Yüce Allah, insanlara peygamberler göndermiş; hak ve batılı ayıracak ölçüler bahşetmiştir. Bu ölçülerden biri de cihattır. Ancak bu kavram zamanla maksadından uzaklaştırılmış, birilerince istismar edilmiş, birilerince de bilinçli olarak karalanmıştır. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetinde geçen cihad, sadece silahla değil; kalemle, sözle, sabırla, ilimle, ahlakla ve gerektiğinde gerektiği kadar savaşla zulme karşı direnmenin adıdır.

Cihad: Zulme Karşı İlahi Müdahale

Kur’ân’da yer alan şu ayet, cihadın niyetini berrak biçimde ortaya koyar:

> “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 190)

Bu ayet, savaşın ancak saldırıya uğrandığında meşru olduğunu vurgular. Yani İslâm’da cihad, saldırmak için değil; savunmak, zulmü önlemek ve barışı tesis etmek için emredilmiştir. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının tümü müdafaa savaşıdır. Müslümanlar saldırıya uğramış, yurtlarından sürülmüş, mallarına el konulmuş, canlarına kast edilmiştir.

Kur’ân’da geçen şu ayet bu mücadeleyi daha da netleştirir:

> “Zulüm ve baskı ortadan kalkıncaya kadar savaşın…” (Bakara, 193)
“Hiçbir fitne kalmayıncaya ve bütün hâkimiyet Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Enfâl, 39)

Burada “fitne”, sadece kargaşa değil, insanların hak din olan İslâm’a erişimini engelleyen, vicdanları esaret altına alan tüm baskı sistemleri anlamına gelir. Bu sistemlere karşı durmak, insanı hür kılmak, adaleti tesis etmek Kur’ân’ın ana hedefidir.

Şehitlik ve Gâzilik: Sonsuz Kurtuluşun Kapısı

Cihadın bir yönü de, canla verilen mücadeledir. Burada da niyet esastır. Allah için yapılan bir savaşta hayatını kaybeden şehit olurken, sağ kalanlar gazi sayılır. Ancak Kur’ân’ın mantığına göre asıl maksat, insanları cennete götürecek bir yol açmaktır. Şehit, öldürülerek cennete girerken; gazi, bu uğurda mücadele ederek ödüllendirilir.

Ne var ki maksat insanları öldürmek değil, imanla diriltmektir. Kur’ân’daki savaş ayetleri, İslâm’ın bir “ölüm dini” değil; “hayat dini” olduğunun göstergesidir. Yüzlerce yıl süren savaşlarda bile öldürülenlerin sayısı oldukça azdır. Örneğin, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bizzat bulunduğu savaşlarda toplam şehit ve ölen sayısı 250 civarındadır. Bu bile İslâm’ın savaş değil, barış ve merhamet dini olduğunun açık delilidir.

Cihadın Geniş Anlamı: Kalemle, Dille ve Ahlakla Mücadele

Kur’ân’da cihad sadece kılıçla değil, ilimle, sabırla, güzel sözle de yapılır:

> “O halde kâfirlere itaat etme, onlara karşı bununla (Kur’an’la) büyük bir cihad ver.” (Furkan, 52)

Bu ayet, en büyük cihadın Kur’ân ile yapılan tebliğ mücadelesi olduğunu beyan eder. Bugün de en büyük mücadele, zihinleri ve kalpleri hakikate açmak için yapılmalıdır. Basınla, ilimle, eğitimle, nezaketle yürütülen her çalışma, hakikatin yayılması için yapılan bir cihattır.

Sonuç: Cihad Bir Zulüm Değil, Zulme Karşı Direniştir

İslâm, zorla kabul ettirmez. Ama zulme de sessiz kalmaz. Cihad, merhamet ve adaletin direnişidir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in buyurduğu gibi: “En üstün cihad, zalim bir yöneticiye karşı hakkı söylemektir.” Cihadı anlamadan, İslâm da tam olarak anlaşılamaz.

Müslüman’ın amacı öldürmek değil, öldürülme pahasına yaşatmaktır. Asıl gaye, insanları imanla tanıştırmak, onları ebedî kurtuluşa ulaştırmaktır. Savaş, sadece bu yolda son çare olduğunda devreye girer.

Makale Özeti:

Kur’ân-ı Kerîm’de cihad, zulme ve fitneye karşı yapılan adalet mücadelesidir. Amaç, insanları imanla tanıştırmak ve özgürleştirmektir. İslâm’da savaş, savunma amaçlıdır ve asla keyfî değildir. Şehitlik ve gazilik, bu mücadelede verilen fedakârlıkların ahiret mükâfatıdır. Cihad sadece kılıçla değil, kalemle, dille, sabırla ve ahlakla da yapılır. Esas gaye insanı diriltmek, yaşatmak ve kurtuluşa ulaştırmaktır.

 

[1] https://www.kuranvemeali.com/savas-ile-ilgili-ayetler




Ölüm: Kapanış Değil, Açılış Kapısı

Ölüm: Kapanış Değil, Açılış Kapısı

“İnsan-ı mü’mine nur-u iman ile gösterir ki mevt, idam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.”
Sözler. 17. Söz.

***********

Ölüm… Herkesin düşünmekten kaçtığı, ama hiçbir canlının kaçamadığı mutlak bir hakikat. Dünya perdesinin kapanışı, fakat ebediyetin sahnesinin açılışıdır. Fakat ölümün mahiyeti, insanın nazarına göre şekillenir. Gaflet gözüyle bakıldığında karanlık, dehşetli, ürkütücü bir son gibi görünür. Oysa iman nuruyla bakıldığında, ölüm bir yokluk değil; bir vuslat, bir kavuşma, bir arınma ve gerçek yurda dönüş yolculuğudur.

Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Mevt, idam değil; tebdil-i mekândır.” Ne kadar büyük bir müjde! Yani ölüm, varlığın bitişi değil; mekân değişikliği. Bir yerden başka bir yere geçiştir; tıpkı misafirin, süresi dolan bir haneden daha güzel bir konağa taşınması gibi…

Kabir de bu açıdan artık korkunç bir kuyu değil; nuranî bir geçit olur. İmanın verdiği bu bakış açısıyla kabir, insanı karanlığa değil, ebedî aydınlığa götüren bir kapıya dönüşür. Zira orada insan yalnızca toprağa değil, Rahman’ın rahmetine emanet edilir.

Ve dünya… Ne kadar çekici, cazip, renkli görünürse görünsün; ahiret yurduyla kıyaslandığında adeta bir zindan gibidir. Çünkü burada her nimet geçici, her sevinç sınırlı, her huzur gölgelidir. Oysa iman, bu dünyanın sıkıntılarını, ahiretin ferahlığıyla dengeler. Mü’min bilir ki, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana geçmek, bir kayıp değil; büyük bir kazançtır.

Hayatın gürültüsü, cismanî varlığın yoruculuğu, dünyanın geçici telaşları… Tüm bunlar bir noktada sona erer. O son, aslında bir başlangıçtır: Huzur-u Rahman’a gitmek… Yani sonsuzluğun Sahibi’ne kavuşmak. İşte bu yüzden mü’min için ölüm, korkulacak değil; arzulanan bir seyahattir. Çünkü bu seyahat, yokluğa değil, varlığın en yücesine açılır.

Bu bakış açısı, sadece ölümü değil, hayatı da anlamlandırır. Ölümün saadetli yüzünü gören bir mü’min, hayatı daha bilinçli, daha erdemli, daha şükür dolu yaşar. Çünkü bilir ki, her gün bir adım daha yaklaşır vuslata; her nefes bir hatırlatmadır: Asıl yurt, burası değil.

Özet:

Bu makalede, ölümün iman nazarıyla nasıl bir yokluk değil, bir dönüşüm olduğu anlatılır. Kabir, karanlık bir kuyu değil; nuranî bir geçit; dünya ise ahirete nisbetle bir zindan gibidir. Ölüm, Rahman’a kavuşma vesilesi olduğu için mü’min için arzulanan bir saadettir. Böyle bir bakış açısı, hem ölümü hem de hayatı daha derin ve anlamlı kılar.

 

 




İnsanın Fıtratında Kâinatın Nümuneleri Vardır

İnsanın Fıtratında Kâinatın Nümuneleri Vardır

“Belki dünyada ne varsa numuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.”
Sözler. 16. Söz.

**********

İnsan, dış dünyada gördüğü her şeye karşı iç dünyasında bir yankı bulur. Güneşi görünce içi aydınlanır, bir çiçeğe bakınca ruhu sevinir, acı bir manzara karşısında yüreği sızlar. Neden? Çünkü kâinatta ne varsa, insanın fıtratında numuneleri, izdüşümleri, küçük örnekleri vardır. İşte insanı bu kadar alâkadar kılan da budur.

Bediüzzaman der ki: “Belki dünyada ne varsa numuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.” Bu cümle, insanın varlıkla olan derin bağını açıklar. İnsan, sadece çevresini gözlemleyen bir varlık değil; aynı zamanda çevresinde ne varsa onunla deruni bağ kuran bir kalptir, bir ruhtur, bir şuurdur.

İnsanın içinde bir sevme meyli vardır, çünkü kâinatta sevilecek şeyler vardır. Acıma duygusu vardır, çünkü merhamet edilecek varlıklar vardır. Merak vardır, çünkü keşfedilecek hakikatler vardır. İşte bu fıtrî donanım, insanın varlıkla olan irtibatını gösterir. O, boşuna yaratılmamıştır. Bu kadar duygunun, kabiliyetin, yeteneğin verilmesi; tesadüf değil, büyük bir maksadın işaretidir.

Bu açıdan insan, âlemin bir özeti gibidir. Adeta küçük bir kâinattır. Dış dünyadaki unsurların küçültülmüş misalleri onun ruhuna yerleştirilmiştir. Bütün bu potansiyeller, insanın niçin yaratıldığını, neye yönelmesi gerektiğini de fısıldar: Kâinattaki nizamı ve hikmeti çözmek, Hâlık’ını tanımak ve kulluk vazifesini idrak etmek.

Fakat bu potansiyel boşuna verilmemiştir. İnsan yalnızca alâkadar olmakla kalmaz; o ilgi, bir sorumluluğa dönüşür. Çünkü insan onlar için çalıştırılır, çalışır. Yani içindeki hisler, dışındaki dünya ile bir sorumluluk köprüsü kurar. Gördüğü her şeyde bir görev, bir anlam, bir ders vardır.

İnsanın fıtratı ile kâinatın dili aynıdır. O dili okuyabilen insan, hem kendini hem kâinatı tanır. Her yöneliş, Hakk’a bir yolculuktur; her alâka, bir ibadetin habercisidir.

Özet:

Bu makale, insanın fıtratındaki duygularla kâinattaki varlıklar arasındaki derin uyumu ele alır. Kâinatta ne varsa, onun numuneleri insanın iç dünyasında da bulunur. Bu dahili yankılar, insanı kâinatla derin bir alâkaya yöneltir ve ona büyük sorumluluklar yükler. İnsanın yaratılış gayesi, bu alâkanın farkında olup onu kulluk şuuruna dönüştürmektir.

 

 




Kelâmın Zirvesi: Kur’ân’a Erişilmez İ’caz

Kelâmın Zirvesi: Kur’ân’a Erişilmez İ’caz

“Eğer bütün cin ve insanın Kur’an’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa yine Kur’an’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez.”
Sözler. 12. Söz

**********

İnsanlık tarihi boyunca nice büyük sözler söylenmiş, nice kelam ustaları sahneye çıkmıştır. Şairler, edipler, filozoflar; insan aklının ve duygusunun en parlak ifadelerini ortaya koymuştur. Ancak bu deniz gibi sözler dahi, Kur’ân’ın kudsî kaynağından süzülen bir damlaya bile denk olamamıştır. Zira Kur’ân, kelam-ı beşer değil, Kelâmullahtır; ilâhîdir, ezelîdir, sonsuz hikmetin bizzat kendisidir.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:
“Eğer bütün cin ve insanın Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa yine Kur’ân’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez.”
Bu ifade, Kur’ân’ın i’cazını (mu’cizevîliğini) sadece lafızda değil, mana ve hakikatte de zirveye taşıdığını gösterir. Çünkü Kur’ân yalnızca bir kitap değil; bir hidayet rehberi, bir hayat nizamı, bir ebediyet pusulasıdır.

Kur’ân’ın üslubu öyle özeldir ki, hem en sade akla hitap eder, hem en derin akılları hayran bırakır. Bir çocuk onun sesinde huzur bulur, bir âlim onda sonsuz anlam derinliği keşfeder. Onun kelimelerinde rahmetle yoğrulmuş bir kudret, hikmetle kuşatılmış bir ilim, merhametle konuşan bir adalet vardır.

Kur’ân’ın i’cazı, sadece lafzî güzellikte değil;

Gaybî haberlerinde,

İlahi sıfatları tanıtmada,

İnsan ve kâinat arasındaki hikmetli bağları açıklamada,

Ve özellikle insanın iç dünyasını, vicdanını ve ebed arzularını doyurmada zirvededir.

Nice filozoflar, nice düşünürler insanı tarif etmeye çalışmış; ama hiçbir tanım, Kur’ân’ın “O nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratıp da sonra ona fücurunu ve takvasını ilham edene andolsun.” (Şems, 91/7-8) ayeti kadar derin olmamıştır.

Kur’ân, sadece “güzel bir sözler kitabı” değildir. O, en güzelin (Allah’ın) sözüdür. Bu yüzden onunla kıyaslanan her söz, yalnızca yansımadır; gökteki güneşe karşı eldeki fener gibidir. Güzellik adına ne varsa ya doğrudan Kur’ân’dandır ya da ondan tereşşuh etmiştir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Kur’ân-ı Kerîm’in eşsizliği, yani i’caz yönü ifade edilmiştir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bütün cin ve insin en güzel sözleri toplansa dahi, Kur’ân’ın kudsiyet mertebesine ulaşamayacağı anlatılmıştır. Kur’ân’ın yalnızca lafız değil, mana, hikmet ve rehberlik açısından da eşsiz bir kelam olduğu ve diğer tüm sözlerin ya ondan kaynaklandığı ya da onun gölgesinde kaldığı ifade edilmiştir.

 

 




Darbeci Zihniyetin Alnındaki Silinmeyen Leke ve Boynundaki Zillet Boyunduruğu

Darbeci Zihniyetin Alnındaki Silinmeyen Leke ve Boynundaki Zillet Boyunduruğu

Tarih, hak ile batılın, millet ile vesayetin, imanla inkârın bitmeyen mücadelesidir. Bu mücadelede kimi zaman ordular cephede savaşır, kimi zaman kalemler sahada yarışır, ama en sinsi olanı milletin öz evlâdı kılığına bürünüp, onun iradesine hançer vuran darbeci zihniyettir.

Darbecilik, sadece bir anayasa ihlali değildir; o, milletin iradesine karşı işlenmiş ağır bir cürümdür. Çünkü darbe, milletten değil, küresel vesayet odaklarından emir alır. Tankın paletleri halkın üzerine sürülürken aslında bağımsızlık çiğnenmekte, ümmetin geleceği zincire vurulmaktadır.

Her darbenin arkasında bir perde vardır. O perdede görünmeyen eller, içerideki işbirlikçileriyle birlikte sahne kurar. Gerekçeler değişir: Bazen “laiklik elden gidiyor”, bazen “irtica yükseliyor”, bazen “ülke bölünüyor”… Ama sonuç hiç değişmez: Millete pranga, İslam’a susturucu, adalete zincir.

Darbeci zihniyetin alnında “millet düşmanı” damgası vardır. Ne kadar süslenirse süslensin, hangi üniformayı giyerse giysin, hangi mahkemeyi kurarsa kursun, o damga silinmez. Zira bu leke, şehitlerin kanıyla kazınmış, mazlumların duasıyla mühürlenmiştir.

Ve boynunda bir boyunduruk taşır darbeci: Zilletin, korkaklığın ve güdümlülüğün boyunduruğu. O ne kendi başına karar alabilir, ne de özgürdür. Dış güçlerin talimatıyla milletin başına çöker, sonra kendi efendilerinden medet umar. Zulmünü “istikrar” diye pazarlarken, aslında sadece kuklalık eder.

Ama unuttukları bir hakikat var: Zilletle gelen iktidar, asla izzetle hükmedemez. Tankla gelenin sonu ya mahkemedir, ya mezar. Çünkü halk, sabreder ama unutmaz. Mazlum, ağlar ama lanet eder. Ve tarih, yazarken yanılmaz.

Bu milletin iradesi defalarca çiğnendi ama her seferinde yeniden ayağa kalktı. Çünkü bu topraklarda darbeciler geçici, ama milletin duası ve direnci ebedîdir.

Makale Özeti:

Bu makale, darbeci zihniyetin özünü ve karakterini deşifre etmektedir. Her darbenin aslında milletin iradesine ve İslamî değerlerine vurulmuş bir darbe olduğu ifade edilmekte; darbeci zihniyetin alnındaki silinmeyen “millet düşmanı” lekesi ve boynundaki “zillet boyunduruğu” anlatılmaktadır. Darbecilerin dış odaklara bağlı ve kendi halkına karşı zalim oldukları ifade edilmekte; tarih boyunca milletin sabırla direndiği, sonunda ise izzetin galip geldiği hatırlatılmaktadır. Makale, ibret alma, hafızayı diri tutma ve iradeye sahip çıkma çağrısıyla son bulmaktadır.

 




Fâniden Bâkiye: Sünnetle Sonsuzluğa Açılan Kapı

Fâniden Bâkiye: Sünnetle Sonsuzluğa Açılan Kapı

“Sünnet-i seniyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek ve bir hayat-ı ebediyeye medar olacak olan faydalar elde edilir.

فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ الْاُمِّىِّ الَّذٖى يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِهٖ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

fermanını dinle. Şeriat ve sünnet-i seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esma-i hüsnanın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmaya çalış.”
Sözler. 24. Söz.

**********

İnsan, fânidir; hayatı kısadır. Fakat bu kısa hayat, eğer doğru bir istikamete yönlendirilirse, sonsuz meyveler verebilir. İşte bu yönelişin en sağlam rehberi, sünnet-i seniyedir. Zira Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), sadece bir din getirici değil, aynı zamanda o dini yaşayan ve yaşatan bir rehberdir. O’nun sünneti, hayatın en doğru biçimde nasıl yaşanacağının ilahî reçetesidir.

Bediüzzaman Hazretleri, 24. Söz’de bu noktaya şöyle temas eder:
“Sünnet-i seniyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek ve ebedî hayata medar olacak faydalar temin edilir.”
Zira insanın ömrü sınırlıdır; fakat o ömür, Sünnet üzere yaşanırsa Allah’ın rızasına dönüşür. Her bir hareket, her bir ibadet, her bir edep, sıradanlıktan çıkar; ebedî sonuçlar doğuran amellere dönüşür.

Kur’ân da bu gerçeği açıkça bildirir:
“Allah’a ve O’nun ümmi Nebîsine iman edin, ona tabi olun ki hidayete eresiniz.” (A’râf, 158)
Burada, iman ile beraber ittiba, yani tâbi olma emrediliyor. Çünkü gerçek iman, sadece kalpte değil; amelde, ahlâkta ve yaşam tarzında da tezahür etmelidir. Bu tezahürün en belirgin şekli ise Sünnet-i Seniyeye ittibadır.

Sünnet, aynı zamanda Esma-i Hüsna’nın cilvelerine bir aynadır. Efendimiz’in hayatı, Allah’ın isimlerinin nasıl hayata yansıdığını gösteren bir canlı örnektir:

Rahman isminin merhametini,

Hakîm isminin hikmetini,

Adl isminin adaletini,

Kerîm isminin cömertliğini,
O’nun hayatında görmek mümkündür.

İşte bu yüzden, Sünnet-i Seniyeye ittiba eden kişi, Esma-i Hüsna’nın feyzine mazhar olur. Her bir ismin tecellisinden bir nasip alır. Böylece insan sadece bir ibadet eden değil, Allah’ın isimlerini yansıtan bir ayna olur.

Sünnet, kuru şekiller değil; canlı bir ruh, ilahî bir nur taşır. Onun her bir adımı, Allah’a yaklaştırır. Her bir adeti, ahiret için sermaye yapar. Böylece fani hayat, bâkiye dönüşür; ömür, ebediyete değer kazanır.

Makale Özeti:

Bu makale, sünnet-i seniyenin, fani ömrü ebedî meyveler veren bir hayata dönüştürdüğünü ifade etmektedir. Kur’an’daki emir doğrultusunda Hz. Peygamber’e tâbi olmanın hidayet vesilesi olduğu ifade edilirken, sünnetin aynı zamanda Esma-i Hüsna’nın tecellilerine ayna tuttuğu anlatılmıştır. Neticede sünnete uyan bir hayatın, Allah’ın rızasına erme yolunda en sağlam vesile olduğu belirtilmiştir.

 

 




Korkunun Lezzeti: Havfın Rahmete Açılan Kapısı

Korkunun Lezzeti: Havfın Rahmete Açılan Kapısı

“Evet, Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki bir valide, mesela, bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celbediyor. Halbuki bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır.

   Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.”
Sözler. 24. Söz.

********

Korku, genelde kaçınılan bir duygudur. İnsan, korkudan huzursuz olur, tedirgin yaşar. Fakat “havf”, yani Allah’tan korkmak, öyle sıradan bir korku değildir. O, sahibini yıkan değil; inşa eden, daraltan değil; genişleten, ümitsizliğe atan değil; rahmete ulaştıran bir korkudur. İşte Bediüzzaman Said Nursî, 24. Söz’de bu havfın hikmetini veciz bir dille anlatır:
“Havf bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar.”

Tıpkı bir annenin, çocuğunu korkutarak şefkat sinesine çekmesi gibi, Allah’tan duyulan havf da kulun Rahman’a iltica etmesini sağlar. Bu yönüyle havf, içinde azîm bir lezzet barındırır. Zira insan, sınırsız kudretin sahibi olan bir Rabb’e sığınmakla en büyük güveni ve huzuru bulur. Zillet değil izzet kazanır. Aczini bilip O’na dayanmakla, korkularını yitirir.

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği diğer bir nükte de şudur:
“Allah’tan havf eden, başkalarının kasavetli, belalı havfından kurtulur.”
Zira Allah’a yönelen kalpte, başkalarının tehdidi etkisiz kalır. Çünkü bilir ki, “Allah dilerse olur, dilemezse olmaz.” İnsanların tehditleri geçici, Allah’ın kudreti ise mutlak ve daimîdir. Bu hakikati idrak eden bir mü’min, zindanda bile hür; tehdit altında bile emniyettedir.

Ayrıca, Allah için sevilen her şey, firak ve hüsranla değil, rahmet ve merhametle değer kazanır. Sevgiye kutsiyet katar. Çünkü Allah hesabına olan muhabbet, faniliğin acısından korunur. Nitekim fânilere bağlanan kalpler, ayrılıkla kahrolur; ama Allah için sevilenler, ukbâda birleşeceği ümidiyle sabreder.

Sonuç olarak, havf ile rahmet, korku ile huzur, sığınmak ile izzet, sadece Allah’a yönelişte buluşur. Havfullah, bir bakıma kul olmanın en samimi ifadesidir. Ve bu hal, nihayetinde muhabbetullaha, yani en yüce sevgiye kapı aralar.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 24. Söz’de ifade ettiği “havfullah” yani Allah’tan korkmanın, aslında bir rahmet kapısı olduğu ifade edilmiştir. Allah’a duyulan korkunun, kulda derin bir huzur ve lezzet doğurduğu, bu korkunun insanı başka korkulardan kurtardığı ve Allah adına edilen sevginin fânilik acısından azade olduğu anlatılmıştır. Neticede havf ve muhabbetin, Allah’a kullukta birleştiği ve en büyük güvenin, O’na sığınmakla elde edildiği ifade edilmiştir.

 

 




Gölgenin Ardındaki Efendi: İçimizdeki İngiliz ve Zihniyetin Köksüzlüğü

Gölgenin Ardındaki Efendi: İçimizdeki İngiliz ve Zihniyetin Köksüzlüğü

İçimizdeki İngiliz muhibleri ve yüz yıllık İngiliz hâkimiyeti ve buna içimizde hala kucak açmaya devam eden köksüz bir zihniyet.
Maruz kaldığımız İngiliz ihaneti.
Ne garip değil mi?
İstanbul’u işgal eden İngiliz hiç bir mukavemet görmediği halde, İstanbul’dan askerini çekmiştir.
Neyin karşılığında?
Verilmiş bir söz mü var?
Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2016 yılında yaptığı bir konuşmada “Bizim tarihimizi İngiliz’ler yazdı.” demişti.
Bu bir şeyler değil aslında çok şeyler ifade etmiyor mu?

********

Tarih, sadece yaşanmışlıkların değil; aynı zamanda zihniyetlerin kaydıdır. Bir milletin başına gelen felâketler, çoğu zaman dış düşmanlardan ziyade içerdeki muhibler, yani işbirlikçiler eliyle hazırlanır. Osmanlı’nın son asırlarında da böyle olmuş, dışarıdan gelen İngiliz politikası, içeride kendine zemin bulmuş; hatta dost edinilmiştir. Ne gariptir ki, hâlâ o zihniyet, farklı suretlerde aramızda yaşamaya devam etmektedir.

İngilizler, sadece bir işgal gücü olarak İstanbul’a gelmediler. Aynı zamanda bir fikir, bir nüfuz, bir düzen olarak da geldiler. Kalplere “medeniyet” süsüyle girdiler; akıllara “ilerleme” kisvesiyle yerleştiler. İhanetleriyle topraklarımızı parçalayarak giderken, geride bir miras bıraktılar: Köksüzlük ve kimliksizlik.

1918’de hiçbir mukavemet görmeden İstanbul’u işgal eden İngiliz, 1923’e varmadan askerini çekti. Savaşsız işgal, savaşsız terk… Neden? Verilen söz neydi? Hangi mutabakatla çekildi? Görünmeyen masalarda kimler neyin sözünü verdi? Bu sorular hâlâ tarihin loş raflarında bekliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2016’daki o çarpıcı sözü, meselenin derinliğine işaret ediyor:
“Bizim tarihimizi İngilizler yazdı.”
Bu sadece bir itiraf değil, bir uyarı çağrısıdır. Çünkü tarihi başkası yazarsa, geleceği de o çizer. Tarihi başkası yazarsa, sen onun figüranı olursun, özne değil.

İngiliz aklı; doğrudan işgal etmez, içeriden çürütür. Kimi kalemle, kimi ilimle, kimi müzikle, kimi diplomasiyle; ama en çok da “aydın” etiketiyle. Zihinleri teslim alır, sonra bedenin direnişi zaten çözülür. Bu yüzden, İngiliz’in askerî varlığı gitmiş olabilir; ama bıraktığı zihni miras, hâlâ aramızdadır:

İnançsızlığı özgürlük sanan,

Batıyı üstün gören,

Kendi milletini horlayan,

Geçmişini aşağılayıp, geleceğini Batı’ya bağlayan…

Bu zihniyet köksüzdür. Çünkü bir millete aidiyet duymaz. Ruhu işgale uğramış bu zihniyet, hâlâ medya, akademi ve siyasette çeşitli kisvelerle yaşamaktadır. Asıl işgalin zihinlerde, yüreklerde olduğunu anlamadıkça da bu esaret sürer.

Bu topraklar, Bedir’den gelen bir ruhu taşıyor. Ama bu ruhu unutturmak isteyen bir akılla yüz yüzeyiz. O ruhu yeniden diriltmenin yolu; ihanetin tarihini bilmekten, dostla düşmanı ayırmaktan ve zihinsel işgale dur demekten geçiyor.

Makale Özeti:

Bu makale, İngiliz işgalinin sadece askerî değil, zihnî ve kültürel boyutlarıyla sürdüğünü; işgal sonrası geride bırakılan İngiliz muhipliği ve köksüz bir zihniyetin bugün hâlâ etkili olduğunu ifade etmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Tarihimizi İngilizler yazdı” sözünden hareketle, zihinsel bağımsızlığın gerekliliği ele alınmış, gerçek özgürlüğün içerden başlaması gerektiği ifade edilmiştir.

 




27 Mayıs 1960: Millete Vurulan Darbe, Vicdana Saplanan Hançer

27 Mayıs 1960: Millete Vurulan Darbe, Vicdana Saplanan Hançer

Tarih, kimi zaman bir milletin alnına yazılmış utanç vesikası, kimi zaman da sabır ve direnişin şeref madalyasıdır. 27 Mayıs 1960, bu topraklarda demokrasinin çığlığına sıkılan ilk kurşunlardan biridir. O gün tanklar sadece yolları değil, milletin iradesini ezdi. Kurulan darağaçları yalnızca bedenleri değil, bir milletin hukuk ve adalet inancını sallandırdı.

Darbe; sadece bir hükümeti devirmek değil, milletin kaderine el koymaktır. Seçilmiş bir Başbakan’ın, Adnan Menderes’in idamı, yalnız bir şahsın değil, bu milletin umudunun idamıdır. Çünkü Menderes, sadece siyasi bir figür değildi. O, ezanları aslına döndüren, halkla devlet arasındaki uçurumu kapatmaya çalışan, Anadolu insanının duasını almış bir liderdi.

Darbe yapanlar “ilericilik” kisvesiyle geldiler ama geride bıraktıkları sadece vesayet, korku ve yasaklardı. “Hukukun üstünlüğü” dediler ama kurdukları mahkemeler hukukun celladı oldu. “Demokrasi” dediler ama susturdukları sandıktan milletin değil, cuntanın sesi çıktı.

27 Mayıs’ta sadece bir hükümet değil, milletin değerleri yargılandı. Ezana dönüş, dinî eğitimin yeniden canlanması, halkın kimliğine sahip çıkan politikalar… İşte bütün bunlar hedef alındı. Çünkü mesele sadece bir iktidar değil, İslâmî kimliğin toplumdaki yeriydi.

Bu darbe, bir uyanışa da sebep oldu aslında. Millet gördü ki; iradesine sahip çıkmazsa, başına konan taç her an alınabilir. Bugün hâlâ o ruhun izlerini taşıyoruz. Hâlâ cuntacı zihniyetin gölgesi düşse de sandığın üzerine, milletin vicdanı onu reddetmeyi öğrenmiştir.

Unutmayalım: Adnan Menderes’in “Yeter! Söz milletindir” haykırışı, sadece bir seçim sloganı değil; bu milletin kaderiyle yüzleşmesinin sembolüdür. O haykırış, tanklara karşı taşla durmanın, vesayete karşı sabırla direnmenin adıdır.

27 Mayıs bir darbe değil, bir kırılmadır.
Bir iktidar değişimi değil, bir haysiyet sınavıdır.

Ve bu sınavda millet, acıyla yoğrulmuş olsa da, sonunda iradesine sahip çıkmayı öğrenmiştir.

Makale Özeti:

Bu makale, 27 Mayıs 1960 askeri darbesini sadece siyasi bir olay değil, milletin iradesine, değerlerine ve hafızasına karşı yapılmış bir müdahale olarak değerlendirmektedir. Adnan Menderes’in şahsında halkın inancı, kimliği ve ezan gibi manevi kazanımları hedef alınmıştır. Darbenin hukuki değil, vesayetçi bir anlayışla yapıldığı anlatılmakta; bunun milletin uyanışına ve irade bilincine nasıl katkıda bulunduğu belirtilmektedir. Makale, geçmişten ibret alarak milletin iradesine sahip çıkması gerektiği mesajıyla sona ermektedir.

 




Geciken Adalet: İlâhî Erteleyişin Ardındaki Sır

Geciken Adalet: İlâhî Erteleyişin Ardındaki Sır

“Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! O sadece, onların işini bir güne erteliyor ki, o gün gözler dehşetten dışarı fırlamış;
Başları yukarıya kalkık, bakışları bir noktaya sabitlenmiş, zihinleri bomboş kalmış olarak toplanma yerine koşarlar.” İbrâhîm Suresi
İbrâhîm Suresi – 42-43 .
İnkarcısı, zalimi, münafıkı, arsızı, hırsızı, aldatıp kandıranı, fâsıkı faciri, vs her türlü günahı ve zulmu işleyen kimse; Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma-sın-!

*********

Dünya hayatı, bir imtihan sahnesidir. Bu sahnede, kimi hak ile kimi batıl ile görünür. Kimi mazlum olur, kimi zalim. Kimi ihlasla yaşar, kimi hile ile geçinir. Ve bazen de akıllar şu sualle çalkalanır: “Neden kötüler kazanıyor gibi? Neden zalimler dilediğini yapabiliyor? Neden Allah müdahale etmiyor?”

İşte bu sorulara Rabbimiz, İbrâhîm Suresi’nin 42. ve 43. ayetleriyle cevap verir:
“Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma!”

Bu açık uyarı, bir teselli değil; bir ikazdır. İlâhî adalet, beşerî adalet gibi aceleci değildir. Çünkü Allah, her şeyi en doğru zamanda yapar. Zulme göz yumar gibi görünmesi, adaleti geciktirmesi değil; imtihanı tamamlaması içindir. Zira, her kulun defteri ancak son nefesle kapanır. Kimi zaman Allah, bir zalime mühlet verir, çünkü onun zulmü artsın ki, cezası da artsın. Zulmüyle insanlık içinde rezil olsun ki, ilâhî adaletin mutlaklığı daha net anlaşılsın.

Zalim, mazlumu ezdiğinde sessiz kalan gökyüzü, suskun değildir. Toprak, içine alınan mazlumun feryadını kaydeder. Melekler, her ahı not eder. Her gözyaşı, ilâhî terazide tartılır. Ve o büyük gün yaklaştığında, ayette tasvir edildiği gibi:
“O gün gözler dehşetten dışarı fırlamış…” olacak. Başlar yukarı kalkacak, sanki adaletin geleceği gökyüzüne kilitlenecek. Bakışlar donacak, diller tutulacak. Çünkü o gün, söz değil; hesap konuşacak.

Bu dünyada günahkârın sırtı kalın, cüzdanı dolu olabilir. Aldatan kazançlı, dürüst zararda görünebilir. Ama unutulmamalıdır ki, Allah adildir. Ve O’nun adaleti, bazen hemen değil, tam zamanında gelir.

İnsan, bir filme ortasından bakıp sonunu bilmeden yorum yaparsa yanılır. Dünya da bir filmdir. Allah, bu filmin hem yönetmeni hem hakemi hem de seyircisidir. Her şeyin en doğrusunu O bilir ve her hesabı tastamam görecektir. Çünkü Allah’ın adaleti, ertelenmiş ama asla unutulmamış bir hakikattir.

Makale Özeti:

İbrâhîm Suresi 42-43. ayetlerinden hareketle kaleme alınan bu makalede, ilâhî adaletin gecikiyor gibi görünmesinin bir aldanış olduğu, Allah’ın zalimleri mühletle imtihan ettiği ve adaletin kıyamet günü tastamam yerini bulacağı anlatılmıştır. Mazlumun duasının cevapsız kalmadığı, her şeyin kaydedildiği ve nihai hesap gününde tüm gözlerin dehşetle açılacağı bir sahnede, Allah’ın hükmünün mutlak ve adaletinin kusursuz olduğu anlatılmıştır.

 

 




O Nur Olmazsa Her Şey Hiçtir: Kâinatın Manasını Aydınlatan Işık

O Nur Olmazsa Her Şey Hiçtir: Kâinatın Manasını Aydınlatan Işık

“Demek, o nur olmazsa kâinat da insan da hattâ her şey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî’ bir kâinatta, böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.”
Sözler. 19. Söz.

*********

İnsan, gözünü kâinata çevirdiğinde harikulade bir düzen, ihtişamlı bir sanat ve ölçülü bir güzellik görür. Fakat bu muazzam manzara, yalnızca maddeyle açıklanmaya çalışıldığında, manasız, sönük ve ruhsuz kalır. Tıpkı güneşsiz bir âlem gibi… Çünkü “o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ her şey dahi hiçe iner.”

Bu nur; iman nurudur, marifet nurudur, Habibullah’ın (asm) getirdiği nurdur. O nur sayesinde eşyaya mana yüklenir, mevcudatın dili çözülür, varlıkların arkasındaki kudret eli görünür hâle gelir. Aksi hâlde, bu sanatlı kâinatın sessizliği ürkütücü, manasızlığı ise kahredici olur.

Zira bir ressamın imzası olmayan tablo, rastgele çizilmiş bir karalamaya döner. Bir kitabın yazarı bilinmezse, içindeki mânâ da okunmaz. İşte bu kâinat kitabının da bir yazarı vardır ve o yazar bilinmedikçe, sayfaları yalnızca şekilden ibaret kalır.

Bediüzzaman, bu satırla insanın ve varlığın gerçek değerinin, “O Nur”la ortaya çıktığını ifade eder. O nur yoksa, insanın aklı da, kalbi de, duyguları da hedefsizdir. Kâinat bir mezar, dünya bir zindan olur. Çünkü anlamın kaynağı, o nurdur. O nur, bütün varlığa ruh gibidir.
Tıpkı güneş ve ışık olmadığında, her şeyin karanlıkta kalması gibi.

Peygamber Efendimiz (asm) bu nurun temsilcisidir. O, kâinata gözlük takar gibi bir mana merceği takmıştır. O nurla eşyaya bakıldığında, dağlar tesbih eder, denizler şahit olur, ağaçlar secde eder, gökler mektup gibi okunur hâle gelir.

Eğer o nur inkâr edilirse, gökyüzünün yıldızları tesadüfün kör karanlığına mahkûm olur. İnsan, akılsız bir hayvan gibi doğar, yaşar ve yok olur. Hayat, manasını kaybeder. Ölüm, ebedî bir yokluk çukuru olur. Oysa o nurla bakıldığında, ölüm bir vuslata dönüşür, hayat bir imtihan sahası olur, her şeyin arkasında bir hikmet, bir rahmet parıldar.

Bu yüzden Bediüzzaman, şu hükmü verir:
“Böyle bedî’ bir kâinatta, böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.”
Yani bu kâinatın büyüklüğü, güzelliği ve sanatı, onu tarif eden, açıklayan, anlamlandıran bir rehberin varlığını zaruri kılar. O olmazsa, kâinat da olmaz gibi olur; çünkü anlamını kaybeder.

Özet:

Bu makale, kâinatın anlam ve değerinin ancak iman ve nübüvvet nuru ile anlaşılabileceğini anlatır. Peygamber Efendimiz’in (asm) getirdiği nur, varlığın manasını aydınlatan bir ışık gibidir. O nur olmazsa, insan da kâinat da manasızlığa düşer. O nurla ise her şey hikmetli, ruhlu ve ebediyet yolculuğuna dâhil olur.