Secde Ettiren Söz: Kur’ân’ın Belâgati ve Fasıldaki Mucize

Secde Ettiren Söz: Kur’ân’ın Belâgati ve Fasıldaki Mucize

“Hem bedevî bir edib

فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ

âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona dediler: “Sen Müslüman mı oldun?” Dedi: “Yok, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.” Sözler. 25. Söz.

*********

Bir söz düşünün ki, anlamını bilmeseniz bile yüreğinize işler. Bir cümle hayal edin ki, kalbinizi sarsar, ruhunuzu yerlere serer. Ve öyle bir kelâm ki, onu duyan bir bedevî, ne iman etmiş ne de teslim olmuşken, sadece ifade güzelliği karşısında secdeye kapanır…

İşte bu, Kur’ân’dır. Ve bu, Kur’ân’ın belâgatidir.

Fasıldan Fısıltıya Değil, Fısıltıdan Fasıla

“فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ” (Emrolunduğun şeyi açıkça ilan et) [Hicr, 15/94] âyeti, nazil olduğu anda, Risalet’in artık açıktan ilan edileceği bir döneme işaret ediyordu. Fakat Arapça bilen bir bedevî bu âyeti işittiğinde, anlamından önce ahengine, vurgusuna secde etti. Çünkü bu sözde:

Emrin sertliği vardı ama kalbi yaran bir zarafetle,

Bir çağrının yüceliği vardı ama kelimeler kibirli değil hikmetliydi,

Bir harp ilanı gibiydi ama kan dökmek değil, ruhu diriltmek içindi.

Kur’ân’ın belâgati, sadece kelimelerin sıralanışı değil; onların mana örgüsünde, ruh derinliğinde, zamanlama ve hedefle örtüşmesindeki mucizedir. Bu yönüyle Kur’ân, ne şiirdir ne nesir. O, her şeyin üstünde, kelâmın zirvesinde, beşerin ulaşamayacağı bir vadidedir.

Belâgat Nedir, Neden Secde Ettirir?

Belâgat; sözün yerini bulması, maksada uygun düşmesi, en uygun kelimenin, en uygun yerde, en uygun şekilde söylenmesidir. Kur’ân’ın belâgati ise, sadece lafzî değil; aynı zamanda:

Mana belâgatidir: Her kelime, doğru anlamı en etkili şekilde taşır.

Hedef belâgatidir: Her ayet, nereye konuşuyorsa orayı tam 12’den vurur.

Zaman belâgatidir: Her nüzul, tam olması gereken anda vuku bulur.

Aheng belâgatidir: Sözün musikîsi kalbi yakalar, ruhu sarar.

İşte bu yüzden o bedevî secde etmiştir. Çünkü ruhu, Kur’ân’ın kelimelerinden evvel onun ilahi ruhunu tanımıştır. Bu tanıma, teslimiyeti değilse de secdeyi doğurmuştur. Zira secde, bazen imanla, bazen hayranlıkla, bazen acz ile olur. O an, hayranlıkla edilen bir secdedir bu.

Biz Neredeyiz?

Bugün biz, her gün defalarca duyduğumuz Kur’ân’a bu nazarla bakabiliyor muyuz? Fasıldaki belâgati duymak yerine, ezberin soğuk kıyısında mı duruyoruz? Oysa bir bedevî, tek bir ayete hayranlıkla secde ederken, biz her gün yüzlerce âyeti okuduğumuz hâlde neden kalbimiz secde etmiyor?

Belki de alışkanlığımız, hayranlığımızı örtüyor. Belki de anlamını bilmediğimiz o kelimelerin ardındaki mucizeyi göremiyoruz. Hâlbuki Kur’ân, sadece mü’minleri değil, bazen muhaliflerini bile secdeye düşüren bir kelâmdır.

Sonuç: Sözde Olan Mucize

Kur’ân’ın belâgati, sadece bir edebiyat numunesi değildir. O, ilahî bir fermanın, insan ruhuna en layık tarzda hitabıdır. Fıtratı bilen bir Yaratıcı’nın, fıtrata hitabıdır. Bu yüzden bazen bir âyet, imandan önce bile secde ettirir.

Makale Özeti:

“فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ” âyeti, bir bedevîyi sadece belâgatiyle secdeye sevk etmiştir. Kur’ân’ın belâgati, lafzın ötesinde, mana, ahenk, zaman ve hedefle bütünleşmiş mucizevî bir kelâm gücüdür. Kur’ân, inanmayanları bile hayran bırakan bir belâgatle nazil olmuş, sadece kalpleri değil, akılları da secdeye çağırmıştır. Biz de bu belâgati yeniden hissederek Kur’ân’a hayranlıkla yönelmeliyiz.

 

 




İki Cepheli Savaş: Kalbin ve Nefsin Mücadelesi

İki Cepheli Savaş: Kalbin ve Nefsin Mücadelesi

Bu dünya, görünürde insanlar arasında geçen bir hayat sahnesidir. Fakat hakikatte bu hayat, çok daha derin bir savaşın, görünmeyen bir cephenin alanıdır. Bu savaş, tanklarla, silahlarla, ordularla değil; kalplerle, niyetlerle, tercihlerle yapılır. Bu savaş, ruhunu Allah’a teslim edenlerle, şeytana kölelik edenlerin savaşıdır.

İki büyük cephe vardır bu mücadelede:

Bir yanda kalbi Allah ve ebediyet için atanlar,

Diğer yanda hedefi sadece dünya, nefis ve midesi olanlar…

Ruhunu Allah’a Verenler

Bu cephede olanlar, dünyaya misafir gibi bakar. Onların gözünde dünya bir imtihan meydanıdır. Kalpleri sonsuzluğa yönelmiş, gayeleri Allah’ın rızası, hedefleri ebedi saadettir. Gözyaşları secdede akar, alınları rahmetle kararır. Onlar; “Ben nereden geldim, neden buradayım ve nereye gidiyorum?” sorusunun farkında olanlardır. Ruhlarını Allah’a adayanlar, nefsin değil, Hakk’ın çağrısına kulak verirler. Kazanmak için kaybetmeyi, yaşamak için ölmeyi göze alırlar.

Nefsine Tapanlar

Bu cephenin askerleri ise midesini ilah edinmiş, nefsini kıble yapmıştır. Onlar için hayat; tüketmek, haz almak, görünmek ve hükmetmektir. Kalplerine ebediyet sızmaz, gözleri sadece dünyayı görür. Nefsin alkışına o kadar alışmışlardır ki, ruhun feryadını duymaz olmuşlardır. Bir lokma ekmeği bile sonsuzluğa tercih ederler. Kendini dünyaya ait sanan bu ruhlar, ebedi bir hüsrana doğru koşarlar. Onlar, kalplerini satıp geçici bir saltanatın peşine düşenlerdir.

Bu Savaşın Ortasında Olmak

İnsan bu iki cepheden birindedir; ya Allah için yaşar ya da nefsi için. Tarafsız kalmak mümkün değildir. Çünkü hayat, her an bir tercih sahnesidir. Dilin söylediği değil, kalbin bağlı olduğu yer belirler insanın safını. Ya Allah’a kulluk ederek özgürleşir ya da şeytana kölelik ederek esirleşir.

Zira kalp ya secdede yücelir ya da heva bataklığında çürür. Ya hakikatin nuruyla parlar ya da dünyanın geçici cazibesinde sönüp gider. Gerçek özgürlük, Allah’a kul olmaktadır. En büyük esaret ise, nefsin kölesi olmaktır.

Son Söz: Kalbin Tarafını Seç

Bu hayat, bir yol ayrımıdır. Her adımda ya ebedi bir saadete ya da ebedi bir hüsrana doğru ilerleriz. Bugün tercih ettiğimiz yön, yarın sonsuz akıbetimizi belirleyecek. Ve unutma:

> Ruhunu Allah’a satanlar kazanır, şeytana köle olanlar kaybeder.
Çünkü dünya geçer, nefis biter, ama kalpte atılan Allah aşkı sonsuza yürür.

Makale Özeti:

Bu dünya, kalbini Allah’a yöneltenlerle, nefsine ve dünyaya tapanların mücadelesine sahne olmaktadır. Ruhunu Allah’a adayanlar ebedi hayatı kazanırken, nefsine köle olanlar geçici hazların peşinden hüsrana sürüklenir. Hayat her an bir tercihtir ve bu tercihler insanın sonsuz istikametini belirler. Gerçek özgürlük, Allah’a kul olmaktır; en büyük esaret ise nefse esir olmaktır.

 

 




Etrafında Dolaşmak: Bir Asrın Kör Noktası

Etrafında Dolaşmak: Bir Asrın Kör Noktası

Her toplumun bir kaderi, her milletin bir imtihanı vardır. Ancak bazı milletler, kendi kaderlerine yön verme cesaretini gösterebilirken, bazıları sürekli bir girdabın etrafında dönüp dururlar. Türkiye, yaklaşık bir asırdır, işte böyle bir dairenin içinde savrulmakta. Problemlerin merkezine inmeden, kenarında dolanarak, asıl yaraya dokunmadan sadece pansuman yaparak yol almaya çalışıyoruz. Fakat bu yol, bizi menzile değil, tekrar tekrar aynı çıkmazlara götürüyor.

Pansumanla Tedavi Olmaz

Bir yaranın kabuğunu soymadan, iltihabını boşaltmadan, derinlemesine tedavi etmeden yapılan her müdahale geçicidir. Bu topraklarda da benzer bir durum yaşanıyor. Her kurum, her sistem, her yapı bir şekilde problemlerle karşı karşıya. Ancak meseleye köklü çözümler getirmek yerine, yüzeysel müdahalelerle zaman kazanılıyor. Ne var ki zaman, sadece erteler ama tedavi etmez.

Örneğin eğitim sistemi… Her bakan değiştiğinde müfredat değişiyor, sınav sistemi değişiyor. Ama sorgulanan şey genellikle şekil, format, test ya da sınav ismi oluyor. Oysa çocuklara verilen “mana”, değer, ruh ve ideal sorgulanmıyor. Aynı şekilde adalet sistemi… Yasa değişiyor, yönetmelik yenileniyor ama adaletin ruhu yerli yerine konulamıyor.

Dokunulması Gerekenlere Dokunulmadan

Gerçek dönüşüm, bazen sancılıdır. Yıllardır bürokrasinin, statükonun, çıkar odaklarının, yozlaşmış yapıların üzerine gidilmesi gerektiği biliniyor. Ancak ya korku ya da çıkar ilişkileri, bu adımların atılmasını engelliyor. Böylece çark dönüyor, ama olduğu yerde sayıyor. Cesaret eksikliği, istikamet kaybına sebep oluyor. Ve bu millet, yıllardır hak ettiği kalkınmayı, adaleti, huzuru hep ertelenmiş olarak yaşıyor.

Bazı meseleler var ki üzerine gidilmediğinde, giderek daha da büyüyor. Aile yapımız çöküyor, gençlik kimlik bunalımında, ekonomi yapay dengeyle sürüyor, ahlak zemin kaybediyor. Ama sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranılıyor. Adeta “zaman çözer” denilerek, zamana havale ediliyor. Oysa zaman, çürüyen yapıları iyileştirmez; sadece sessizce çökmesini izler.

Ne Olunuyor, Ne Ölünüyor

Halk arasında sıkça kullanılan bu tabir, aslında milletimizin son yüzyıldaki hâlini özetliyor. Ne tam olarak ilerliyoruz, ne de tamamen çöküyoruz. Sürekli bir bocalama hâlindeyiz. İleri hamleler küçük kazanımlarla sevindiriyor ama büyük sıçramalar için gereken değişime yönelik adımlar atılamıyor. Çünkü o adımlar, “dokunulması gerekenlere dokunmayı” gerektiriyor.

Asıl Mesele: Hakikatin Üzerine Gitmek

Bu milletin asıl problemi, cesaretle hakikatin üzerine gitmemesidir. Sorunun merkezine inmeden, etrafında dolaşmak, sadece görüntü kurtarır. Ama gerçek tedavi, karanlığa ışık tutmakla olur. Hazreti Mevlânâ’nın dediği gibi:
“Dert, insana yol gösterir. Ama sen derdin üstünü örtersen, o seni dipsizliğe sürükler.”
Biz ise sürekli üstünü örtüyoruz. O yüzden yollar hep aynı yere çıkıyor: Belirsizlik, güvensizlik ve tükenmişlik.

Yeni Bir Ruh, Yeni Bir Yön

Artık etrafında dönmeyi bırakmalı, doğrudan merkeze inmeli, yüzleşmeli ve gerekli bedelleri ödemeye hazır olmalıyız. Bu, kurumlar için de geçerli, devlet için de, fert için de. Cesaret, medeniyetlerin doğuşudur. Bugün dünyada söz sahibi olan her millet, bir zamanlar karanlıkla yüzleşti, bedel ödedi ve yeniden doğdu. Biz de yüzleşmedikçe, hep yarım kalacağız.

Özet

Bu makale, Türkiye’nin son yüzyılda yaşadığı temel problemlerin, meselelerin köküne inilmemesi, yüzeysel çözümlerle idare edilmesi olduğunu ele alır. Problemlerin etrafında dolaşmak, kalıcı bir çözüm sunmadığı gibi, o problemlerin kronikleşmesine yol açar. Gerçek dönüşüm; cesaret, samimiyet ve kararlılıkla mümkündür. Kurumlar, toplum ve bireyler olarak artık yüzleşme ve kararlılık zamanı gelmiştir. Aksi hâlde “ne olunuyor, ne ölünüyor” hâli devam eder, millet olarak da istikametimizi bulamayız.

 

 




Bir Nar Ağacı, Bir de Dar Ağacı: 27 Mayıs’ın Sessiz Feryadı

Bir Nar Ağacı, Bir de Dar Ağacı: 27 Mayıs’ın Sessiz Feryadı

Tarih, sadece rakamların ve olayların sıralandığı bir takvim değildir. Vicdanların şahitlik ettiği, kalplerin hüküm verdiği bir hakikat mahkemesidir. 27 Mayıs 1960 darbesi, bu mahkemenin en kara dosyalarından biridir. Zira o gün milletin hür iradesi zincire vurulmuş, sandıkla gelen bir başbakan darağacına gönderilmiştir. Bir nar ağacından kopan adaletin meyvesi, dar ağacında boğulmuştur.

Bir Darbenin Anatomisi

Adnan Menderes… Halkın içinden çıkmış, sesi olmuş, duası olmuş bir adam. Ezân-ı Muhammedî’nin aslına döndürülmesinden, Anadolu insanının ayağa kalkmasına kadar birçok hayra vesile olmuş bir liderdi. Ancak ne zaman ki “Tanrı Uludur”dan “Allahu Ekber”e döndü, işte o zaman birilerinin gözüne batmaya başladı. Çünkü mesele sadece siyaset değil, zihniyet meselesiydi. Bir asırdır milletle çatışan vesayetçi aklın, iradeye son darbesiydi bu.

Sözde “hürriyet ve anayasa” adına yapılan bu müdahale, aslında milletin kalbine bir hançerdi. Menderes ve yol arkadaşları Hasan Polatkan ile Fatin Rüştü Zorlu’nun idamları, sadece üç insanın değil, millet iradesinin, inancının ve ümidinin de idamıydı.

Bir Nar Ağacı Var

Necip Fazıl’ın dediği gibi, “Bir nar ağacı var, bir de dar ağacı.” Nar ağacı, ümidi temsil eder. Dirilişi, rahmeti, bereketi… Dar ağacı ise zulmün ve korkunun simgesidir. 27 Mayıs’ta namerde nar düştü; çünkü bu topraklarda inanca, millete, ezana dost olan değil, düşman olan alkışlandı. Yiğide dar ağacı kuruldu; çünkü o, milleti temsil ediyordu. O millet ki yıllarca susturulmuş, hor görülmüş, dininden ve kimliğinden dolayı aşağılanmıştı. Menderes, bu halkın tercümanı olmuştu.

Ders Alınmazsa Tekerrür Eder

27 Mayıs, sadece bir darbe değildir. Aynı zamanda bir zihniyetin dışa vurumudur. Milleti “tepeden terbiye etme” anlayışının silaha sarılış hâlidir. Bu zihniyet, 28 Şubat’ta da vardı, 15 Temmuz’da da sahnedeydi. Ancak her defasında milletin iradesi, Allah’ın yardımıyla galip geldi.

Bir daha Menderesler asılmasın diye, bu ülkenin her ferdi hafızasını diri tutmak zorundadır. Unutmak, ihanettir. Hatırlamak ise vefadır. Ve bu vefa, sadece geçmişe değil, geleceğe olan borcumuzdur. Zira dar ağacında sallanan bedenler, bugünkü hürriyetimizin kefenidir.

Kalbimiz Kurumasın

Bugün “Allahu Ekber” nidâları semada yankılanıyorsa, bunda Adnan Menderes’in ödediği bedelin büyük payı vardır. O ezan, o sancıyla yeniden dirildi. O sancının kıymetini bilmeyen, bir gün yine sancılanır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle; “27 Mayıs, Türk demokrasisinin üzerine sürülmüş kara bir lekedir.” Bu lekeyi temizlemek, sadece yasalarla değil, yürekle mümkündür. Çünkü her darbe, önce vicdanlarda başlar, sonra tanklarla yürür. Vicdanlarımızı diri tutmazsak, kalbimiz kurur. Kalbimiz kurursa, bir millet susar.

Özet

Bu makalede 27 Mayıs 1960 askeri darbesi, millet iradesine, inanç hürriyetine ve demokrasinin özüne vurulmuş karanlık bir darbe olarak ele alınmıştır. Adnan Menderes’in şahsında ezanın asli şekline dönüşü, halkın değerlerine dönüşün simgesi olmuş; bu da onu vesayetçi yapıların hedefi haline getirmiştir. Darbe sadece siyasi değil, aynı zamanda manevi bir kırılmadır. Unutulması, milletin köklerinden kopması demektir. Bu nedenle 27 Mayıs, sadece bir tarih değil, bir ibret aynasıdır: Unutursak, kalbimiz kurur.

 

 




Yüz Yıllık Hesap: Osmanlı’nın Enkazında Kurulan Tuzaklar

Yüz Yıllık Hesap: Osmanlı’nın Enkazında Kurulan Tuzaklar

Osmanlı Devleti’nin yıkılışı, sadece bir imparatorluğun çöküşü değil; bir medeniyetin, bir ümmetin ve bir hakikat mirasının da dağılmasıydı. Bu çöküş, kendi tabii seyrinde olmadı; içeriden çürütüldü, dışarıdan parçalandı. Bu büyük yıkımın arkasında ise üç ismin derin izi vardı: İngiltere, ABD ve Yahudi yani İsrail.

İngiltere, Osmanlı’nın hasta adam ilan edilmesinden çok önce, onun damarlarına sızmıştı. Zihniyet olarak Tanzimat’la, siyasi olarak kapitülasyonlarla, iç karışıklıklarla Osmanlı’nın nabzını zayıflattı. Dıştan dost, içten sinsi bir düşmandı. Haritalar masa başında çizilirken Kudüs’ü, Bağdat’ı, Şam’ı tek tek ellerinden aldı. Ve sonunda Sykes-Picot denen kanlı planla İslam coğrafyasını cetvelle böldü, ümmeti parçaladı.

ABD, Osmanlı sonrası sahneye geç çıktı ama büyük oyun için hazırdı. Türkiye üzerinde Truman Doktrini, Marshall Planı gibi “yardım” süsü verilmiş vesayet zincirleri kurdu. Eğitimden orduya, ekonomiden kültüre kadar tüm damarları batı güdümüne soktu. Her darbede, her kriz döneminde perde arkasından yön verdi.

İsrail ise en derin hesabı kurdu. Osmanlı’nın Kudüs’te engellediği büyük Yahudi göçü, Osmanlı’nın yıkımıyla hız kazandı. 1948’de İsrail kurulduğunda en büyük engel ortadan kalkmıştı: Hilâfet artık yoktu. Türkiye ise içte kendiyle boğuşan, Batı’nın uydusu hâline gelen bir ülkeye dönüştürülmüştü. İsrail, Türkiye’yi sadece bölgesel bir tehdit olarak değil, ümmetin diriliş potansiyeli olarak gördü ve buna göre politikalarını şekillendirdi.

Yüz yıl boyunca bu üç güç, Türkiye’nin askerî, siyasî, fikrî damarlarına el attı. Darbeleri desteklediler, ekonomik krizleri tetiklediler, medya ve STK’larla etkilerde bulundular. Her adımda hedef aynıydı: Bu milletin özüne, inancına ve diriliş iradesine engel olmak.

Ama unuttukları bir gerçek vardı: Bu toprakların mayası ezanla yoğrulmuştu. Bu milletin kalbi Mekke’ye, Kudüs’e bağlıydı. Ne kadar plan kurarlarsa kursunlar, halkın içinden her daim bir uyanış doğdu.

Bugün hâlâ aynı oyun devam ediyor. Ama sahne artık eskisi gibi değil. Milletin hafızası tazelendi. Tarih yeniden okunuyor. Gençlik uyanıyor. Ve bir hakikat yükseliyor:
“Bu millet diz çökmez, çünkü onun secdeye eğilmiş bir başı vardır!”

Makale Özeti:

Bu makale, Osmanlı’nın yıkılış süreciyle başlayan ve günümüze kadar süren dış müdahalelerin (İngiltere, ABD ve İsrail merkezli) yüz yıllık planlarını ortaya koymaktadır. Bu güçlerin Türkiye üzerinde oynadığı darbeler, bölgesel krizler ve kültürel kuşatmalarla hedeflenenin sadece siyasi bir alan değil, ümmetin ruhu olduğu anlatılmaktadır. Ancak milletin imanî direnci ve tarihsel hafızası sayesinde bu zincirlerin kırılabileceği vurgulanmakta; uyanış ve diriliş mesajı verilerek makale tamamlanmakta

 




Yüz Yıllık Tuzak: Böl, Parçala, Yönet

Yüz Yıllık Tuzak: Böl, Parçala, Yönet

Tarih, yalnızca yaşanan olayların kaydı değil; aynı zamanda ibretlerin, tuzakların ve hakikatlerin haritasıdır. Bu haritada en dikkat çeken tuzaklardan biri, Orta Doğu coğrafyasına kurulan “böl-yönet” oyunudur. İsrail’in Arz-ı Mevud (Büyük İsrail) hayali, ABD’nin çıkar eksenli siyasetleri ve taşeron örgütlerin (PKK gibi) bu plandaki rolleri, aslında yüzyıllık bir mühendisliğin sahneye koyduğu senaryolardır.

Bir Harita, Bin Parçalık Plan: Arz-ı Mevud’un Gölgesinde

Yahudi kutsal metinlerinde yer alan ve Nil’den Fırat’a kadar uzanan toprakları kapsayan “Arz-ı Mevud” (Vadedilmiş Topraklar), bir dinî kehanetten çok, modern siyonist siyasetin manifestosudur. Bu hedefin gerçekleşmesi için önce harita çizilmiş, ardından bu haritanın önündeki engeller belirlenmiştir. En büyük engel ise: İslam birliği ve bölge halklarının kardeşliği.

Bu yüzden hedef, doğrudan sınırlar değil, insanlar olmuştur. Kardeşi kardeşe düşman etmek, aynı coğrafyanın evlatlarını birbirine karşı silahlandırmak ve “özgürlük” ya da “hak” sözleriyle derin ayrışmalar üretmek… Tüm bunlar, Arz-ı Mevud’a çıkan yolun taşlarıdır.

PKK: Taşeronun Taşeronu

PKK, bir Kürt halk hareketi değil; Kürt halkını kullanan, onları İsrail ve Batı çıkarları için sahaya süren bir vekâlet savaşı organizasyonudur. Kürt kardeşlerimiz bu yapının mağdurudur, ortağı değil. Çünkü bu yapı, İsrail’le askeri işbirliği yapmaktan çekinmemiş, ABD’nin her dönem kullandığı bir kart olmuştur. Kimi zaman özgürlük adıyla, kimi zaman zulme karşı direniş bahanesiyle, ama hep Müslüman kanı akıtarak…

İşte bu yüzden Yahudi hahamın ağzından aktarılan sözler (Arz-ı Mevud (Büyük İsrail) hedefimize ulaşmak için “Kürdistan” vaadiyle Kürtleri inandırıp, onları Türklerle çatıştırmak zorundayız!”
DOV LİOR -YAHUDİ HAHAM), bir zihniyetin ifşasıdır: “Kürtleri kandır, Türklere düşman et. Böylece Arz-ı Mevud’a yaklaş.”

ABD’nin Rolü: Kuklacıların Kuklası mı? Kuklacısı mı?

ABD, bu planın yalnızca destekçisi değil; aynı zamanda yönlendiricisidir. Irak’ın işgali, Suriye’nin parçalanması, Türkiye’nin terör kıskacına alınması, hepsi domino taşlarıdır. 20. yüzyılın başında Osmanlı’yı parçalayan eller, 21. yüzyılda da parçalanmış zihinler ve halklar inşa etmektedir.

Her “terör örgütüyle mücadele” söylemi, aynı zamanda o örgütlerin doğrudan veya dolaylı destekçisi olan yapılarla iç içe geçmiş bir ikiyüzlülük sergiler. Çünkü mesele terör değil; dirençli halkların pasifleştirilmesidir.

Kürt ve Türk Kardeşliği: Planları Bozan Hakikat

Bu planı alt üst edecek tek şey vardır: İslam kardeşliği ve ümmet şuuru. Türk ve Kürt, bin yıldır aynı safta, aynı kıbleye yönelmiş, aynı kıyama durmuştur. PKK’nın değil, bu kardeşliğin sesi yükselirse, Arz-ı Mevud haritaları yalnızca birer kağıt parçası olur.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

> “Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 54)

Bu tuzaklar, ancak hikmetle, basiretle ve birlikle bozulur.

Sonuç: Haritayı Değil, Hakikati Takip Et

Bize çizilen haritalara değil, Rabbimizin bize çizdiği hakikat yoluna bakalım. Fitneye değil kardeşliğe, ayrılığa değil vahdete sarılalım. Çünkü bu coğrafyada Yahudi hahamların değil, peygamberlerin izleri vardır. Ve bu izler bizi kardeşliğe, adalete ve dirilişe çağırır.

“Unutma: Birlik ümmetin gücüdür. Fitne ise zalimin silahıdır.”

 

 




Gazze’nin Anneleri: Kanla Yoğrulmuş Bir Dua

Gazze’nin Anneleri: Kanla Yoğrulmuş Bir Dua

Gazze’nin üstünde kan kokusu, altında feryatlar var. Her molozun altında bir çocuk cesedi, her sokak köşesinde yarım kalmış bir hayal… Ve tüm bu sessiz çığlıkların ortasında ellerini semaya açan bir figür yükseliyor: Gazze’nin annesi.

Beyaz çarşafı, artık beyaz değil; kırmızıya boyanmış. Gözlerinden dökülen yaş değil yalnızca, yüreğinden akan kan olmuş. Evlatlarının ardından haykırırken, gökyüzüne değil, yeryüzüne çağrıda bulunuyor: “Daha kaç çocuğumu gömeceğim? Daha kaç defa analığın yüreksiz sessizliğe ezilecek?”

Sabrın ve Fedakârlığın Abideleri

Gazze’nin anneleri, yalnızca çocuk doğurmaz. Onlar şehit yetiştirir. Onlar bir sabır coğrafyasının neferleridir. Her biri birer Hacer’dir; çölde su arar gibi adalet arar. Her biri birer Zeyneb’tir; kardeşlerinin kanını zulmün saraylarına haykırır.

Onlar, çocuklarının cansız bedenlerini toprağa verirken bile, “Allah’a isyan etmem” diyen bir metanetin mührünü taşırlar. Yıkılan evlerin harabesi altında değil, dualarının yüksekliğiyle direnirler.

Kanın Sessizliği, Vicdanın Çığlığıdır

Bu resimde gördüğümüz anne, yalnız bir figür değil; ümmetin kanayan vicdanıdır. Onun elleri sadece dua için değil, aynı zamanda hesap sormak için de kalkmıştır. O, bir medeniyetin unuttuğu merhameti hatırlatır.

Bir annenin gözyaşı, dünyanın bütün sessizliğini bastıracak kadar yüksek bir feryattır. Ama ne acıdır ki, bugün bu gözyaşları ekranların arkasında sadece bir “haber geçişi” kadar kısa bir iz bırakıyor. Vicdanlar uyuşmuş, kalpler susmuş, liderler kör olmuş…

Gazzeli Anneler: Kıyametin Sessiz Habercileri

Kur’an-ı Kerîm’in şu ayeti, adeta bu annelerin dilinden konuşur:

> “Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size ateş dokunur.” (Hûd, 113)

Bu ateş, sadece Gazze’nin üstüne değil, seyreden, susan, unutan herkesin kalbine düşmeye aday bir ateştir. Gazzeli anneler, bu kıyametin habercisidir. Onlar haykırdıkça dünya susuyorsa, bilin ki hak ile batılın savaşı artık evimizin eşiğine kadar dayanmıştır.

Anneliğin Direnişi

Gazze’nin anneleri, yalnızca doğuran değil, aynı zamanda direnen kadınlardır. Onlar, “analık” kavramını sadece sevgiyle değil, sabır ve imanla tanımlarlar. Onların duası, füzelerden daha güçlü, onların gözyaşı, denizlerden daha derindir. Çünkü onlar kanla yoğrulmuş bir duanın taşıyıcılarıdır.

Sonuç: Sessiz Kalma, Annelik Vicdanını Uyandır

Bu makaleyi okuyorsan, vicdanına sesleniyorum: Bu annenin çığlığına sağır kalma. Bu görüntü, sadece bir sanat eseri değil, bir çağrıdır. Bugün bir şey yapamıyorsak, en azından duayla saf tutalım, en azından mazlumun yanında olduğumuzu ilan edelim.

Çünkü bir gün hepimiz, bu annelerin gözleri önünde, sessizliğimizin hesabını vereceğiz.

“Gazze’nin anneleri susmuyor. Sen de susma…”

 

 




Kıştan Sonra Bahar Gelir: Çalınan Yıllardan Diriliş Günlerine

Kıştan Sonra Bahar Gelir: Çalınan Yıllardan Diriliş Günlerine

 

Çalınan yıllarımız, üstümüze giydirilen deli gömleği, değiştirilen genetik yapımız, başkaları tarafından sürülen topraklarımız, diğer yandan; Batı işgal edip yediklerini kusmakta, iflasın eşiğindedir.
Asırlardır sancı çeken ve çektiren Batı, inşaallah İslami doğum ile o savcıdan kurtulacak ve dünyada bu rahatlığı yaşayacaktır.
Allah’ın izniyle,  inşaallah.
Bahar gelince kışın hükmü kalmaz.
Bahar yakındır inşallah.
Güller solmasın…

************

Asırlar süren bir kışın tam ortasında, nice bahar hayalleriyle tutunduk hayata. Tarihimizin puslu sayfalarında yitip giden asırların ardından, bir milletin hafızası parçalandı, kimliği silindi, genetiği değiştirildi. Bize ait olan değerler başka ellerin kontrolüne geçti. Kimi zaman “medeniyet”, kimi zaman “çağdaşlık” ambalajıyla gelen sinsi zehirler ruhumuzu çürüttü. Toprağımız başkalarınca sürüldü, irademiz ipotek altına alındı.

İşte bu yüzden, bu çağ kaybedilen değil, çalınan bir çağdır. Zira bizden alınan sadece toprak değildi; dilimiz, inancımız, hayâl gücümüz ve hatta ümmet olma şuurumuz da talan edildi.

Deli Gömleği: Zihnimize Giydirilen Hapishane

Bir milletin en büyük esareti, zihninin zincire vurulmasıdır. Bize kendi kimliğimiz yabancılaştırıldı. Üzerimize “geri kalmışlık”, “uyumsuzluk”, “çağa ayak uyduramama” gibi ithamlarla dikilmiş deli gömlekleri giydirildi. Ve biz bu gömlekleri önce giydik, sonra benimsedik, nihayetinde kendi özümüzü inkâr edecek hâle geldik.

Fakat tarih sabırlıdır. Toprak, üstüne basan adımları unutmaz. Hakk’ın sesi susturulamaz. Çünkü Allah vaadinden dönmez.

Batı’nın İflası: Kusulan Sömürge Sofrası

Batı dünyası, asırlar boyu işgal, sömürü ve kan ile kurduğu saltanatı artık taşıyamaz hâle geldi. Bugün Batı, yediği haram lokmaları kusmaktadır. İçinde bulunduğu değer erozyonu, ahlaki çöküş, ekonomik iflas ve sosyal çözülme; bu medeniyetin kış günlerini yaşadığını gösteriyor.

Bu iflas sadece ekonomik değildir. Aynı zamanda ruhî bir iflastır. Zira kendisine ruh taşıyan her değeri inkâr eden, Allahsız bir gelecek tasarlayan, insanı ilahlaştıran bir sistemin iflası, Allah’ın koyduğu düzene başkaldırının sonucudur.

Bahar Umudu: İslam’ın Doğuşuyla Gelen Diriliş

Her karanlığın ardında bir seher vardır. Her kışın ardından bir bahar… Ve biz inanıyoruz ki, bu sancılı çağ, İslami bir doğumun habercisidir. Batı’nın bu çöküşü, Doğu’nun yeniden dirilişine işaret etmektedir. Asırlardır maddi ve manevi olarak çile çeken İslâm ümmeti, Allah’ın izniyle, bu kışın ardından yeniden uyanacaktır.

Çünkü biz biliyoruz ki:

> “Bahar gelince kışın hükmü kalmaz.”

İnananlar olarak bize düşen, umudu diri tutmaktır. Tohumu toprağa gömmek değil, toprağa emanet etmektir. Güllerin solmaması için sulamaya, ümmetin ruhunu diri tutmaya mecburuz.

Bu bahar, sadece Müslümanlar için değil, zulüm altındaki tüm insanlık için bir kurtuluş olacaktır. Çünkü İslam, sadece bir inanç değil; bir rahmet nizamıdır.

Makale Özeti:

Bu çağda Müslümanlara kimliksizleştirme ve esaret gömleği giydirildi; geçmişimiz çalındı. Batı medeniyeti ise yüzyıllık zulüm ve sömürülerin bedelini bugün iflasla ödemektedir. Ancak bu karanlık, İslâm’ın yeniden dirilişine gebedir. Bahar yakındır; çünkü her kışın sonu vardır. Müslümanlara düşen, umudu diri tutmak ve yeniden dirilişin öncüsü olmaktır. Güller solmasın diye sulamak, karanlıkta ışık olmaktır.

 




Yüz Yıllık İktidar Basamağı: Darbeler

Yüz Yıllık İktidar Basamağı: Darbeler
Bir zihniyetin yükselişten, güç ve iktidardan geçen yolu: Darbeler.

Tarih dediğimiz şey, sadece kralların, padişahların, liderlerin hikâyesi değil; aynı zamanda sessiz çoğunlukların, susturulmuş kalabalıkların, ezilmiş iradelerin kaydıdır. Ve ne yazık ki bizim yakın tarihimiz, bu iradeyi boğmak için devreye sokulan sistematik bir aracın karanlık gölgesiyle doludur: Darbeler.

Her darbe bir mermi değil, bir zihniyettir. O zihniyetin hedefinde sadece hükümetler değil, halk vardır. Sandıktan çıkamayan, fikirle ikna edemeyen, gönüllerde yer bulamayan bir azınlık; gücü, silahla, korkuyla, yasakla elde etmeye çalışır. Onlar için demokrasi, eğer kendi ikballerine hizmet ediyorsa anlamlıdır; aksi hâlde “tehlikeli bir oyun”dur.

Darbeler, bir zihniyetin iktidar basamağıdır. O zihniyet, her on yılda bir aynı oyunu sahneye koyar. Askeri vesayetin arkasına saklanır, medya çığırtkanlığı ile zemini hazırlar, hukuk kisvesiyle milleti kandırır. Ve her seferinde milletin inancı, iradesi, iffetli yöneticileri hedef alınır.

Bu ülkede darbeler hiçbir zaman “yolsuzlukla mücadele” için yapılmadı. Her darbenin ardından ezan susturuldu, Kur’an sansürlendi, camiler soğudu, âlimler susturuldu. Çünkü asıl hedef, halkın değerleriydi. Asıl korku, halkın kendi kaderini tayin etmesiydi.

İktidara giden yolda döşenen taşlar, asker postallarıyla bastırılmış, yargı kararlarıyla mühürlenmiş, medya manşetleriyle parlatılmıştı. Ama milletin yüreğinde her darbe bir utanç, bir yara ve bir uyanış oldu.

Muktedir olanlar, yani asıl güç sahipleri, hükümet olanlara her zaman pranga vurmaya çalıştı. Sadece fiziki değil, ekonomik, kültürel ve zihinsel prangalarla. Çünkü onların kabusu, halkın kendi değerleriyle yönetilmesi, kendi evlatlarının söz sahibi olmasıydı.

Ama unuttukları bir şey var: Zulüm ile iktidar olur ama istikrar olmaz. Korku ile yönetilir ama gönül kazanılmaz. Ve tanklarla açılan yol, eninde sonunda milletin vicdanına çarpar.

Bugün hâlâ o karanlık zihniyet pusuda bekliyor olabilir. Ama millet artık uyanık. Hafızasını kaybetmediği sürece, iradesine sahip çıktığı müddetçe, darbeler sadece tarihin kara lekesi olarak kalacaktır.

Makale Özeti:

Bu makale, darbelerin sadece askeri müdahaleler değil, aynı zamanda belirli bir zihniyetin iktidar aracı olduğunu vurgulamaktadır. Darbeler, sandık dışı yollarla halkın iradesine karşı kurulmuş tuzaklardır. Her darbe dönemi, inançlara, değerlere ve özgürlüklere karşı yürütülen sistematik bir operasyonu temsil eder. Makalede, muktedir güçlerin hükümet olanlara sürekli pranga vurma çabası anlatılmakta; milletin uyanışı ve iradesine sahip çıkmasıyla bu zincirin kırılabileceği ifade edilmektedir.

 

 




Sadece O’nu İste: Fânilerden Bâkîye Giden Yol

Sadece O’nu İste: Fânilerden Bâkîye Giden Yol

“1 – Yani yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.

2 – Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.

3 – Biri talep et, başkalar lâyık değiller.

4 – Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.

5 – Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır.

6 – Biri söyle, ona ait olmayan sözler malayani sayılabilir.”
Sözler. 17. Söz.

*********

İnsanoğlu, fıtratı gereği istemek, çağırmak, bilmek ve konuşmak üzere yaratılmıştır. Ancak bu kabiliyetlerin kıymeti, yöneldiği hedefle ölçülür. Eğer insan bu yüksek melekelerini yanlış adreslerde tüketirse, hepsi boşa gider. Çünkü fâni olan, ebedî olana ihtiyaç noktasında ne yerini tutar ne de güven verir. Bediüzzaman’ın bu altı cümlelik hakikat dersi, işte bu meseleyi en veciz şekilde izah eder:

“Yalnız biri iste…” Çünkü yalnız O (Cenâb-ı Hak), istenmeye gerçekten layıktır. Diğer bütün varlıklar, ya muhtaçtır ya da yok olmaya mahkûmdur. Her şeyin sahibi olan Allah’tan istemek, doğrudan kaynağa yönelmektir. Diğerleri ise O’nun memurları gibidir.

“Biri çağır…” Çünkü yalnız O imdada gelebilir. İnsanlar, sevdiklerimiz, dostlarımız, hekimler, yöneticiler… Hepsi sınırlı kudrete sahip. Gerçek yardım, sonsuz kudret sahibinden gelir. Kalpler O’na dönmedikçe huzur bulunmaz.

“Biri talep et…” Çünkü hakiki ihtiyaçları karşılayabilecek tek merci O’dur. Dünya sevgisi, makam, servet, şöhret… Hepsi gelip geçicidir. Bunların hiçbirinde kalıcı tatmin yoktur. Gönül, ancak O’nu talep ettiğinde huzur bulur.

“Biri gör…” Çünkü görünen her şey, zamanla kaybolur. Bugün dost, yarın ayrılık; bugün sağlık, yarın hastalık; bugün varlık, yarın yokluk… Fakat Allah, ezelî ve ebedîdir. Görülmeye en lâyık olan da yalnız O’dur.

“Biri bil…” Çünkü O’nu bilmek, gerçek bilgidir. Allah bilgisiyle bağlanmayan her bilgi, nefsin yükünü artırır. Sadece dünyayı bilen, ama Hâlık’ını tanımayan bir akıl, karanlıkta el yordamıyla yürüyen bir yolcu gibidir.

“Biri söyle…” Çünkü en kıymetli söz, O’nu anlatandır. O’na ait olmayan her söz, boş konuşma olur; kalbe huzur vermez, akla ışık tutmaz. Kalem ve lisan, Hakk’ı anlatmakla şeref bulur.

Bu altı madde, bize hayatın özünü gösterir: Bütün ihtiyaçlar, korkular, gayretler ve sözler; eğer Allah’a yöneliyorsa anlam kazanır. Aksi takdirde, her şey dağılır, solar, tükenir. Dünya, fânilerin yurdu; kalp ise bâkî olanı arayan bir pusuladır.

Özet:

Bu makale, insanın en temel yönelişlerinin (istemek, yardım istemek, bilmek, görmek, konuşmak) ancak Allah’a yönelirse anlamlı ve kalıcı olacağını işler. Diğer tüm hedefler fânidir, aldatıcıdır ve geçicidir. Kalıcı huzur ve gerçek kurtuluş, sadece Allah’a yönelmekle mümkündür. Bu altı ilke, bir hayat rehberi ve kulluk pusulası gibidir.

 

 




Kalbini Allah’a Çevirenin Önüne Geçilemez: Bir Sarhoşun Tövbesi Üzerine

Kalbini Allah’a Çevirenin Önüne Geçilemez: Bir Sarhoşun Tövbesi Üzerine

Erzurum’un soğuk cami avlusunda, bir sarhoş, titrek dudaklarıyla yalvarıyordu:
“Ya Rabbi, bana cennetini nasip eyle!”
Görünüşte perişan, içten sarhoş… Ama ne var ki Rabbiyle arasına perde koymadan yakarışta. Camiden çıkan imam hayretle sorar:
“Bu halde mi cenneti istiyorsun?”
Sarhoşun cevabı ise bir kıyamet yıkıntısı gibidir:
“Sene ne oğlim, senden mi istirem?”

Bu kısa kıssa, uzun bir hakikatin kapısını aralar. Çünkü burada şekle değil, öz’e bakan bir yöneliş, insanlar değil Allah’la muhatap olma haleti vardır.

  1. Tövbenin Adresi Kulluk Değil, Rabliktir

Sarhoşun hali içkiyle perişan olabilir ama yönü Rahmanadır. Onu küçümseyen, belki beş vakit namazında olan imam ise burada tövbeye şahit değil, tövbenin önüne geçen bir perde gibi durmuştur. Oysa Allah, kuluna şah damarından daha yakındır ve tövbe, halktan değil Hakk’tan beklenir.

> “De ki: Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları affeder. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
(Zümer Suresi, 53)

Bu ayet, sarhoşun duasına cevap gibidir. İmamın bakışını değil, Allah’ın rahmetini esas alır.

  1. Tövbe: Halin değil, yönelişin ibretidir

İnsan, her zaman en güzel halde olmayabilir. Fakat Rabbine yöneldiği an, hangi halde olduğu değil, nereye yöneldiği önemlidir. Kalbinde bir kıvılcım yanmışsa, o kıvılcım koca bir dağ gibi günahları eritir.

> “Allah, bir kalpte kendine yönelişi gördü mü, ona yollar açar, engelleri kaldırır.”
(Hadis meali)

Burada sarhoş, şekliyle değil, kalbiyle tövbe etmiştir. Rabbiyle arasına kimseyi koymadan…

  1. Cenneti İnsan Vermez, Allah Lütfeder

İmam, cennet talebine karşılık, adamın dış görünüşüne bakarak hüküm vermiştir. Oysa cennet, insanların keyfine göre değil, Allah’ın rahmetine göre verilir. Bu yüzden sarhoşun sözünde bir hakikatin tokadı vardır:
“Senden mi istiyorum?”

Bu söz, Allah ile kul arasına girmeye çalışan her aracıya karşı bir uyarıdır. Çünkü kimin cennete layık olduğunu yalnız Allah bilir.

  1. Kibirli Takva mı, Mahcup Günah mı?

İmam belki ilim sahibidir, belki namazında niyazındadır. Ama burada kendini ölçü tayin etmiştir. Bu, gizli bir kibirdir. Oysa Allah katında kalbi kırık bir tövbekâr, kibirli bir abidden daha değerlidir.

> “Nice ibadet eden vardır ki, ibadetiyle gururlanır da Allah katında bir hiçtir. Nice günahkâr vardır ki, bir damla gözyaşıyla arş-ı rahmete ulaşır.”
(Tasavvufi hikmet)

Sarhoşun o günah yüklü dudaklarından dökülen dua, belki bin secdeye bedeldir.

Sonuç ve Hikmet:

Bu hikâyede ibret vardır: İnsanlar günaha düşebilir, kayabilir, hatta en kötü halde bulunabilir. Fakat gönlünde Allah’a bir yöneliş varsa, o kulun önüne geçilmez. Dış görüntü ile değil, niyet ve kalp ile hüküm verilmelidir. Çünkü Allah, kalpleri bilir ve rahmetiyle her şeyi kuşatır. Sarhoşun duası belki nice âlimin duasından daha içtendir; çünkü onda bir yürek yangını, bir pişmanlık ve bir sığınma vardır.

Makale Özeti:

Erzurum’daki sarhoşun duası ve imamla diyaloğu, tövbenin özünü ve Allah ile kul arasındaki mahremiyeti hatırlatır. Allah’ın rahmeti şekle değil, kalbe bakar. Tövbe, insanlara değil Allah’a yöneliktir. Cennet kimsenin mülkü değil, Rabbimizin rahmetinin eseridir. Bu hikâyede dış görünüşle hüküm vermenin yanlışlığı ve hakiki tövbenin Allah’a içten bir yöneliş olduğu vurgulanır.

 

 




Bayram Yeri Olarak Dünya: Temaşagâhta Bir Defalık Ziyaret

Bayram Yeri Olarak Dünya: Temaşagâhta Bir Defalık Ziyaret

“Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerîm ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrâyin suretinde yapıp bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçük büyük, ulvi süflî her bir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin ve in’amattan istifade etmeye muvafık ve havas ile mücehhez bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir.”
Sözler. 17. Söz.

*********

İnsan, varlığını sorguladığında iki büyük sualle karşılaşır: “Nereden geldim?” ve “Niçin buradayım?” İşte bu soruların cevabı, varoluşun sırrına ve hayatın hakikatine açılan kapılardır. Bediüzzaman Said Nursî, bu kapıların ardını hikmetle aralayarak bize gösterir ki; dünya, başıboş bir meydan değil, büyük bir bayram yeri, hikmetle bezenmiş bir temaşagâhtır.

“Hâlık-ı Rahîm, Rezzak-ı Kerîm, Sâni’-i Hakîm”… Yani Rahmetle yaratan, Keremle rızık veren ve hikmetle sanatını işleyen bir Kudret, bu âlemi başıboş değil; bilinçli, maksatlı ve güzelliklerle donanmış bir şenlik yeri olarak inşa etmiştir. Her şey, O’nun esmasının yani isim ve sıfatlarının tecellisidir. Renkler, tatlar, şekiller, sesler; hepsi bir isimden haber verir: Cemîl, Rezzâk, Hakîm, Latîf…

Bu kâinat, her ruh için bir bayram yeri gibidir. Bu temaşa yeri, bütün varlıkların bir defaya mahsus olarak getirildiği bir sergi salonudur. Her ruha, kendine uygun bir elbise, bir ceset, bir vücut giydirilir. O ruha göz, kulak, akıl, kalp gibi “duyular” ve “idrakî” cihazlar takılır. Bu cihazlar sayesinde o ruh, bu bayramın güzelliklerinden istifade eder; nimetleri tanır, hikmetleri kavrar ve Hâlık’ını tanıma yolculuğuna başlar.

Fakat bu bayram sonsuz değildir; her ruh, yalnızca bir defa davet edilir bu şehrâyine. Bu ziyaretin sonunda ruh, gördüklerini ve yaşadıklarını kalbine yazıp döner; ya ebedî bir saadet diyarına ya da gafletle geçirilmiş bir ömrün pişmanlık yurduna.

Bu bakış açısı, hayatı boş bir tesadüf değil; büyük bir maksat ve iradenin yansıması olarak görmeyi öğretir. Dünya, bir eğlence yeri değil; hikmetli bir seyir ve ibret alanıdır. İnsan, buraya yalnızca yemek, içmek ve yaşamak için değil; anlamak, idrak etmek ve tanımak için gönderilmiştir.

Eğer dünya bir bayramsa, insan da bu bayramın şeref misafiridir. Bu misafirlikte her şey ücretsiz, ama her şey sorumluluk yüklüdür. Çünkü temaşanın ardında bir hesap, ziyafetin sonunda bir teşekkür ve dönüşte bir değerlendirme vardır.

O hâlde insan, bu bayram yerinde gözünü kapatmakla, kulağını tıkamakla, kalbini karartmakla değil; onları açıp ibretle bakmakla, şükürle tatmakla, marifetle tanımakla mükelleftir.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın 17. Söz’deki derin ifadesinden hareketle, dünyanın bir bayram yeri ve temaşagâh olarak yaratıldığını anlatır. Her ruh, bu dünyaya bir defa mahsus gelerek ilâhî isimlerin tecellilerini seyretmek ve nimetlerden istifade etmek üzere donatılmıştır. Hayat, hikmetle düzenlenmiş geçici bir şenliktir. Bu geçici bayramdan ebedî saadete veya hüsrana bir yolculuk vardır. İnsan, bu şerefli davete layık bir bilinç ve şükür ile yaklaşmalıdır.

 

 




Zelzelenin Lisanı: Sarsıntıların Ardındaki İlâhî Hitap

Zelzelenin Lisanı: Sarsıntıların Ardındaki İlâhî Hitap

“Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade (Zelzelenin) sarsmasının iki vechi var:

   Biri: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek için tacil edildi.

   İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlup olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı ihtimali var.”
Sözler. 14. Söz.

*********

Zelzele… Sarsan, uyandıran, düşündüren bir kudret tecellisi. Sadece yer kabuğunu değil, insanın gaflet kabuğunu da çatlatan bir ikaz. Kimi zaman zulmün cezası, kimi zaman gafletin tokadı, kimi zaman da bir nevi arındırma ameliyesi… Ancak zahirde aynı görünen bu sarsıntıların batınında farklı hikmetler gizlidir. Bediüzzaman Hazretleri, Erzincan gibi şehirlerde vuku bulan depremlerin arkasında iki yönlü bir mesajın bulunduğunu ifade eder: Temizlik ve tedbir.

İlk yön, mazlum ama hataya açık bir toplumun hatalarının hemen temizlenmesidir. Bu, bir bakıma ilâhî rahmetin tecellisidir. Cezadan çok bir arınma; tokattan çok bir ikazdır. Çünkü az hatası olanlar, dünyada çektikleriyle ahirette temize çıkarlar. Bu da Allah’ın adaletinde bir incelik, bir merhamettir. Bu sarsıntı, ahirete yüz akıyla gitmek isteyenlere bir fırsattır; dünya musibetiyle uhrevî azabın önlenmesidir.

İkinci yön ise daha çetin bir ihtara işaret eder: O bölgedeki iman muhafızlarının zayıflığı, İslâmiyet’in sosyal ve fikrî cephesinde zafiyetin başlaması. Ehl-i zındıkanın yani din düşmanlarının manevî cepheler kurmaya hazırlandıkları yerlerde, ilâhî kader önce orayı sarsar. Zira iman muhafızlarının azaldığı, dinin toplum hayatından çekildiği yerler, hakikatin üstünün örtülmeye başlandığı zeminlerdir. Bu durumda zelzele, sadece taşları değil, gaflet perdelerini de yerinden oynatır. İlâhî tokat, sadece maddî değil; manevî bir uyarıdır: “Uyanın, gaflete dalmayın! Buralarda zındıka kök salmadan, siz kök salın!”

Erzincan gibi yerlerin sarsılmasının bu iki yönü, bize depremi sadece bir doğal afet olarak değil; aynı zamanda bir ilâhî konuşma, bir kader hitabı olarak okuma zorunluluğunu hatırlatır. Zira Kur’ân’da “Yeryüzünde olan hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu bir kitapta yazmış olmayalım” (Hadid, 22) buyurulmuştur. Hiçbir sarsıntı hikmetsiz değildir. Her titreyen toprak parçası, titremesi gereken bir kalbe seslenir.

Deprem, sadece bir coğrafyanın değil, bir imanın da sınavıdır. O hâlde bize düşen, zelzelenin lisanını anlamak, musibetlerin hikmetini kavramak ve gaflet uykusundan uyanmaktır.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın Erzincan depremine dair yaptığı tahlilden yola çıkarak, depremlerin zahirî değil batınî yönlerine dikkat çeker. Zelzelenin, az hatası olanları arındıran bir rahmet tokadı ve dinî zafiyetin olduğu yerlere gelen ilâhî bir ikaz olabileceği anlatılır. Depremler, sadece fiziki sarsıntılar değil, aynı zamanda birer ilâhî hitap ve uyarıdır. Bu nedenle her musibet, bir tefekkür kapısı olarak görülmeli; gaflet değil, hikmet nazarıyla okunmalıdır.

 

 




Meydan-ı İmtihan: Hakikatin Perdesinde Gizlenen Hikmet

Meydan-ı İmtihan: Hakikatin Perdesinde Gizlenen Hikmet

“Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki hakikatler perdeli kalıp tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.”
Sözler. 14. Söz.

**********

Hayat bir oyalanma değil, bir imtihan sahnesidir. İnsan bu sahnede yalnızca gözleriyle değil, aklı ve kalbiyle görmeye çağrılır. Zira bu dünya bir “meydan-ı tecrübe”, bir “dâr-ı teklif ve mücahede”dir. Her şeyin açık seçik olduğu, hak ve batılın ayan beyan göründüğü bir ortamda imtihanın, teklifin ve terakkinin manası kalmazdı. İşte bu yüzden hakikatler perdelenmiştir. Perde, adaletin ve hikmetin emrindedir. Çünkü perde, iradeyi çalıştırır; perde, mücahedeyi doğurur; perde, imanı cevhere dönüştürür.

Ebubekir olmak kolay değildir. O perde arkasında, gölgeyle yetinmeyip güneşi arayan bir yürektir. Perdenin ardında parlayan hakikati sezmiş, onun için servetini, canını, makamını feda etmiştir. Diğer tarafta Ebucehil vardır: Aynı bilgiyi duyar, aynı mucizeyi görür; ama perdedeki hikmeti değil, nefsinin desiselerini dinler. İşte bu ayrım, teklifin sırrıdır. Allah adalet eder; ama hidayeti dileyene verir. Çünkü irade ve cehd, imtihanın esasıdır.

Eğer musibetler sadece zalimlere gelse, masumlar onlardan tamamen uzak kalsa, o zaman herkes kolayca inanır, imtihan sırrı ortadan kalkardı. Ebucehil bile teslim olurdu; ama bu teslimiyet cebrî olurdu, iradeye dayalı bir iman değil. Halbuki Allah, kulunun gönülden gelen cehdini ister. Onun içindir ki Ebubekir, aynı musibet zemininde rıza ile yücelirken; Ebucehil inkâr ile derinliklere düşer.

Musibet, perdeyi kaldırmaz; ama perdenin ardındaki manayı gösterme fırsatıdır. Mücahede, perdeyi aralama cesaretidir. Bu yüzden hakikat her daim perdelenir; ta ki onu görebilenle göremeyen ayrışsın.

Hayatın karışıklığı, adaletin eksikliği değil; teklifin zaruretidir. Bu dünya bir denge yeridir: Görünen ile görünmeyen, verilen ile istenen, malum ile meçhul arasında bir sınav çizgisi. Kimisi bu çizgide yürüyerek miraç eder, kimisi ise aynı çizgide kayıp düşer.

Bu yüzden hayatın her perdesine, her imtihanına bir hikmet nazarıyla bakmalı. Çünkü hakikat saklı değil; sadece kıymeti için örtülmüş.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “14. Söz”deki bir pasajından yola çıkarak, dünyanın imtihan sahnesi oluşunu, hakikatlerin perde arkasında saklı olmasının hikmetini ve müminin bu perdeler arasındaki mücadelesinin değerini açıklıyor. İman, irade ve mücahedeyle ortaya çıkan bir terakki yoludur. Eğer her şey açık olsaydı, teklif sırrı bozulur, imtihan anlamını yitirirdi. Ebubekir gibi yüce ruhlarla, Ebucehil gibi nefis mahkûmlarını ayıran perde, hikmetin ta kendisidir.

 




Değişen Zamanlar, Değişmeyen Hakikatler

Değişen Zamanlar, Değişmeyen Hakikatler

“Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor.

   Hem deme: “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır.

   Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?”
Sözler. 14. Söz.

***********

“Zaman değişti.” Bu cümle modern insanın mazeretidir. Vicdanın fısıltılarını susturmak, ahireti unutmak, nefsin arzularına kul olmak için kullanılan sihirli bir formüldür. Fakat ne gariptir ki zaman değişmiş olsa bile ölüm değişmemiştir. Ne mezarlar küçülmüş, ne de kabir yolculuğu iptal edilmiştir.

İnsanlık değişmemiştir. Belki şekil değiştirmiştir ama fıtrat aynı kalmıştır. Acz aynıdır, fakr aynıdır. Teknoloji arttıkça ihtiyaçlar da artmış, kalabalıklar çoğaldıkça yalnızlıklar derinleşmiştir. Beşer, yıldızlara uzansa da kalbinde taşıdığı boşluk artmıştır. Çünkü nefsin aradığı tatmin, maddeyle değil mana iledir.

Bediüzzaman der ki: “Deme ‘Ben de herkes gibiyim.’” Çünkü herkes aynı sona yürür, ama herkes aynı akıbeti yaşamaz. Kabrin kapısına kadar “herkes” vardır, ama içeriye yalnız girilir. Teselliler, gaflet arkadaşlıkları ve kalabalıklar oraya kadardır. Sonrası şahsî bir hesaplaşmadır.

Ve belki en önemli uyarı: “Kendini başıboş zannetme.” Zira kâinatta hiçbir şey amaçsız değildir. Bir sineğin kanadından yıldızların yörüngesine kadar her şey nizam içindedir. İnsan gibi bir mahlûk nasıl gayesiz olabilir? Akıl verilmiş, kalp verilmiş, vicdan verilmişse bir hesap ve sorumluluk vardır.

Zaman değişse de hakikat değişmez. Dünya cazibesini arttırsa da kabir yakınlaşır. İnsan gaflete dalabilir ama hakikat, sessizce beklemeye devam eder. Ve her insan bir gün o hakikatle yüzleşir.

Makale Özeti:

Bu makalede, zamanın değişmesine rağmen ölüm, insanın aczi, fakrı ve ebedî yolculuğunun değişmediği ifade edilir. Modern mazeretlerle gaflete düşmek yerine, insanın sorumluluğunu hatırlayıp, başıboş olmadığını anlaması gerektiği ifade edilir. Herkesin aynı sona yürüse de akıbetlerinin farklı olacağı, dolayısıyla “ben de herkes gibiyim” düşüncesinin yanıltıcı olduğu anlatılır. Kâinattaki hikmetli düzenin insanda da gayesiz olamayacağını gösterdiği belirtilir.