Ceset Değişir, Ruh Kalır: Varlığın Özüne Dair Bir Tefekkür

Ceset Değişir, Ruh Kalır: Varlığın Özüne Dair Bir Tefekkür

İnsan, kendine bakınca çoğu zaman sadece etten ve kemikten ibaret bir varlık olduğunu sanır. Aynaya her bakışında gördüğü beden, zamanla değiştikçe yaşlandığını, eksildiğini, tükendiğini hisseder. Oysa beden değişir; asıl olan, baki olan ruhtur.

Bediüzzaman Said Nursî bu gerçeği şöyle ifade eder:

> “Evet her bir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe aynen bâki kalmıştır. Öyle ise madem ceset gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız müddet-i hayatta tedricî ceset libasını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur.”

Değişen Beden, Değişmeyen Ruh

İnsanoğlu her 7 yılda bir, bedenindeki bütün hücreleri yeniler. Yani 70 yaşına gelen bir insan, biyolojik olarak 10 kez beden değiştirmiştir. Fakat yine de “ben” dediği şahsiyet değişmemiştir.
Bunu anlamak için bir soruyu kendimize sormalıyız:
Ben kimim?
Eğer bu sorunun cevabı yalnızca beden olsaydı, beden değiştikçe “ben” de değişmeliydi.
Ama değişmiyor. Çünkü insanın özü ruhtur, ceset ise sadece geçici bir libas, yani elbisedir.

Ruhun Varlığı ve Bekası

Ruh; yaratılmış, fakat ölüm ve yok oluşa tâbi olmayan bir varlıktır.
Çünkü maddeye değil, emre dayanır.
Kur’an ifadesiyle:

> “Ve yes’elûneke ani’r-rûh. Kul:De; Rûh, Rabbimin emrindendir.” (İsrâ, 85)

Bu yüzden ölüm, ruhu yok etmez; sadece bedenden ayrılma, bir tür elbiseyi çıkarma hâlidir.
Dünyadaki hayat boyunca ruh, beden elbisesini yavaş yavaş değiştirir.
Ölüm geldiğinde ise bu değişim birden olur — ruh, cesetten tamamen soyunur.

Ölüm: Yokluk Değil, Elbise Değişimi

İnsanlar çoğu zaman ölümü bir son, bir yok oluş zannederler. Hâlbuki ölüm, bir dönüşümdür.
Tıpkı gündüzden geceye geçmek gibi; ama karanlık değildir bu gece — ruh için yeni bir sabahın başlangıcıdır.

Dünya sahnesinden çekilen bir aktör gibi, sadece sahne kıyafeti çıkarılır.
Oyun biter, ama oyuncu kalır.
O hâlde ölümden korkmak değil; ölüme hazır olmak gerekir.

Cesedin Aldatıcı Zaferi

Modern çağda beden yüceltilmiş, ruh ise unutulmuştur.
Estetik, spor, kozmetik, yapay zeka gibi alanlar bedeni kutsarken, ruh adeta susuz kalmıştır.
Oysa insanın ebedîliği, ne kaslarında ne kemiklerinde; ruhundadır.

Bedenin ihtiyacı günlük gıdalarla karşılanır;
ama ruhun ihtiyacı hakikatle, imanla, ibadetle, tefekkürle beslenir.

Varlığın Gerçek Sahibi

Ruh, Allah’tan gelen bir emirdir. Ceset ise toprağın hamurundan yoğrulmuş bir emanettir.
Ruh bakidir çünkü onun varlığı ilahi irade ile kaimdir.
Ceset fanidir çünkü onun varlığı zamana ve mekâna bağlıdır.

O hâlde insan, faniliğini değil; beka yolculuğunu esas almalı.
Cesedine değil; ruhuna yatırım yapmalı.

Makale Özeti

Bu yazıda, bedenin sürekli değişmesine rağmen ruhun değişmeden kalması ve bu durumun ruhun bekasına bir delil olması ele alındı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, ruhun hayat boyunca beden libasını tedricen değiştirdiği; ölümde ise bu libastan bir anda soyunduğu vurgulandı. Ölümün yokluk değil, bir elbise değişimi ve ruh için yeni bir hayatın başlangıcı olduğu anlatıldı. Sonuç olarak, insanın esas kimliğinin beden değil ruh olduğu ve ebedî saadetin ruhî yönelişle mümkün olacağı ifade edildi.

 

 




Asıl Söz Sahibi: Kâinatın Hâlık’ı ve Mülkün Sahibi

Asıl Söz Sahibi: Kâinatın Hâlık’ı ve Mülkün Sahibi

Dünyadaki her şeyin bir sahibi vardır. Bu sahiplik, sadece bir mülk sahibi olma durumu değil, aynı zamanda hâkimiyet, egemenlik ve otonomi anlamına gelir. Kâinatın sahibi, yeryüzünün ve içindeki her varlığın Hâlık’ı olan Allah’tır.
Allah, her varlığın yaratılmasında, varlığının devamında ve varlıklarının sonlanmasında tek otorite ve yegâne irade sahibidir. Bu hakikat, insanın başka hiçbir kudretin ve yönlendirmenin etkisinde kalmadan, yalnızca O’nun iradesiyle var olduğunu anlamasına yol açar.

Fuzulî Karışmalara Karşı Sükûnet ve Tevazu

Bir insan düşünün ki, bir işin sahibi olmasına rağmen, sürekli olarak başkalarının fikirlerine, müdahalelerine ve yersiz eleştirilerine maruz kalıyor. Kâinatın sahibi Allah iken, her şeyin ona ait olduğu bir düzende, insanın başka bir otoritenin düşüncelerine ve kararlarına gereğinden fazla önem vermesi, bir fuzuli karışma olur.
İşte bu noktada, Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, asıl olanın Allah’ın söz hakkı olduğu, insanların ise O’nun iradesine boyun eğmesi gerektiği ifade edilir.

Bütün bu düşünce, insanın hayatındaki yönlendirici söz sahibinin, yaratıcı ve mülk sahibi olması gerektiğini anlatır. İnsan ne kadar etrafındaki sesleri, sözleri ve beyanları dinlemeye çalışsa da, gerçek hakikat yalnızca Allah’ın iradesine, sözlerine ve kendisinin koyduğu düzene dayanır.

Kâinatın Sahibi ve İnsanın Yeri

İnsanın yaşamını, eylemlerini ve kararlarını belirlerken, en doğru yolu bulmasının tek yolu, yaratıcıya başvurmaktır. Bu başvuru, yalnızca bir dua veya ibadetle sınırlı değildir. Aslında, her an Allah’ın belirlediği kurallar çerçevesinde yaşamayı seçmek, O’nun mülküne uygun bir şekilde hareket etmek gereklidir.

Yaratıcının ortaya koyduğu Kur’an ve Sünnet gibi rehberler, insanlara birer doğru yol haritası sunar. Bu haritaya uyan bir insan, Allah’ın iradesine uygun yaşamış olur ve hayatı boyunca doğru olanı seçme noktasında, en güvenli limana yönelmiş olur.

Dünyanın Zenginliği ve Yanıltıcı Aydınlıklar

Bu noktada, dünyanın geçici ve yanıltıcı zenginlikleri, her şeyin sahibi olan Allah’ın iradesine ters düşmemelidir. İnsanlar dünya hayatında aldıkları başarıları, kazandıkları güçleri ya da elde ettikleri menfaatleri gerçek mülk sanabilirler. Fakat gerçek mülk, insanın sahibine ait olan her şeydir; Allah’ın mülküdür.

Dünya geçici bir yerde, Allah ise ebedî olandır. Eğer insanın odağı sadece dünyaya dönükse ve yaratıcıyı göz ardı ederse, o zaman sadece bir yanılgıya düşer. Ebedî olan gerçeği görmeyen, geçici olanın ardında sürüklenen bir kişi, en büyük kaybı yaşayacaktır. Zira dünya hiçbir zaman mutlak saadet getiremez; gerçek saadet yalnızca Allah’a teslimiyetle, yaratıcıya güvenmekle mümkündür.

İnsanların Bütün Kararlarının İlahi İrade ile Sınırlandırılması

İnsanın bu dünya üzerindeki her hareketi, doğru veya yanlış, bir gün karşısına çıkacaktır. O yüzden insanın gerçek mutlak söz sahibi olması, Allah’tan başkası olamaz. İnsan, yaradılış amacına uygun olarak yaşamalı, her zaman Allah’ın sözünü esas alarak kararlar vermelidir. Zira insan, her şeyin emanetçisidir.

Makale Özeti

Bu makalede, kâinatın sahibi ve mülkün sahibi olan Allah’ın sözlerinin, insan hayatındaki önemine değinildi. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadeleriyle, insanın doğru yolda olabilmesi için, Allah’ın iradesine ve sözlerine uyması gerektiği anlatıldı. İnsanların başka düşüncelere veya müdahalelere fazla değer vermemesi, sadece Allah’ın belirlediği düzeni ve yaratıcıya ait sözleri dinlemeleri gerektiği vurgulandı. Zira gerçek hakikat, yalnızca Allah’ın iradesine dayanmaktadır.

 

 




Faizin Gölgesinde: Bireyden Topluma Bir Çöküşün Hikâyesi

Faizin Gölgesinde: Bireyden Topluma Bir Çöküşün Hikâyesi

Tarih boyunca toplumları çürüten, servet adaletini bozan ve insanı insanın kurdu hâline getiren en derin sistemsel hastalıklardan biri faiz olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de kesin ifadelerle yasaklanan bu düzen, yalnızca ekonomik bir problem değildir. Aynı zamanda ahlâkî, psikolojik ve içtimaî bir tahribatın da merkezindedir. İslam, faizi yasaklarken yalnızca bir mali uygulamayı hedef almaz; insanın onurunu, toplumun dengesini ve servetin adil dolaşımını koruma altına alır.

  1. Ferdî Açıdan Faizin Hikmeti:

Faiz, insanı tembelliğe, hırsa ve kolay kazanca yöneltir. Üretmeden kazanmak, çalışmadan büyümek isteyen nefsin en büyük arzusudur. Oysa İslâm, “kişinin ancak çalıştığının karşılığı vardır” (Necm, 53/39) diyerek emeği kutsar. Faizci zihniyet ise riski başkasına yükler, kazancı kendine alır. Bu durum:

Bireyin ahlâkî çöküşüne,

Kanaat ve tevekkül duygusunun zayıflamasına,

Cimrilik ve bencilliğin kökleşmesine neden olur.

Faiz, zenginleştirmez. Sadece kalbi katılaştırır, gözleri kör eder ve insanı “ne pahasına olursa olsun kazanma” hastalığına müptela eder.

  1. Psikolojik Yönüyle Faizin Etkisi:

Faiz alan kişi, zamanla üretimden uzaklaşır, hayatını paranın artışına endeksler. Bu da:

Gerginlik, tatminsizlik ve stres üretir.

Empati ve paylaşım duygusunu yok eder.

“Ben kazanayım da başkası ne olursa olsun” anlayışını besler.

Faiz veren kişi ise, sürekli borç yükü altında ezilir. Borcunun katlanarak büyümesi, umutsuzluğu artırır. Bu da intihar, aile içi huzursuzluk ve psikolojik yıkımları beraberinde getirir. Özellikle düşük gelirli bireyler için faiz, görünmeyen ama acımasız bir zincirdir.

  1. İçtimai Yönüyle Faiz:

Faiz, toplumda sınıf farklarını derinleştirir. Zengin daha zenginleşirken, fakir daha da fakirleşir. Faizin egemen olduğu bir toplumda:

Servet birkaç elde toplanır,

Orta sınıf erir,

İsyan, haksızlık ve toplumsal güvensizlik yaygınlaşır.

Kur’an’da “Allah faizi mahveder, sadakaları bereketlendirir” (Bakara, 2/276) buyrularak, toplumun adil dengesi ancak faizsiz ve paylaşım odaklı bir sistemle korunabileceği ifade edilmiştir. Faiz, yardımlaşmayı öldürür, dayanışmayı bozar.

  1. Faizsiz Bir Ekonominin Mümkünlüğü ve Umudu:

Birçok ülke, günümüzde alternatif finans sistemleri aramaktadır. Katılım bankacılığı, kâr-zarar ortaklığı, mikrofinans modelleri gibi faizsiz çözümler, ekonomide hem istikrarı hem de insaniyeti ön plana çıkarır.

Faizsiz bir sistem:

Paranın gerçek üretimle değer kazanmasını sağlar.

Girişimciliği ve çalışmayı teşvik eder.

Milli servetin tabana yayılmasını sağlar.

Zengin bir zümrenin, emek vermeden büyümesi değil; çalışan her ferdin, emeğinin karşılığını alarak refah içinde yaşaması esas olmalıdır.

  1. Hikmetli Bir Ders:

Bir zamanlar bir ülke vardı, halkı borçla yaşardı. Çocuklar okul harçlıkları için borçlanır, çiftçiler tohum almak için faizle kredi çekerdi. Zenginler ise bu borçlardan servet yapardı. Gün geldi, halk yoksullaştı, orta direk yok oldu. İsyanlar çıktı. O zaman anladılar ki, paranın değeri değil, insanın değeri önceliklidir. Ve faizsiz bir düzen için seferber oldular. O günden sonra toprak bereketlendi, yüzler güldü, toplum huzur buldu.

Sonuç ve Değerlendirme:

İslam, faizi yasaklamakla insanı köleleştiren, toplumu ayrıştıran, kalbi karartan bir sistemi reddetmiştir. Faizden kurtulmak; sadece ekonomik bir düzeltme değil, aynı zamanda ahlâkî ve psikolojik bir diriliştir. Toplumun huzuru, servetin adil paylaşımı ve bireyin onuru, ancak bu ilahî emir doğrultusunda inşa edilebilir.

Özet:

İslam’ın faizi yasaklaması, sadece ekonomik değil; bireysel, toplumsal ve psikolojik boyutları olan hikmetli bir yaklaşımdır. Faiz, bireyi tembelliğe ve hırsa; toplumu ise ayrışma ve huzursuzluğa sürükler. Faizsiz bir sistem, hem üretimi hem de adaleti teşvik eder. Milli servetin tabana yayılması, ancak emek temelli ve paylaşımcı bir anlayışla mümkündür. Bu sebeple, faizi terk etmek bir çöküş değil; hakiki bir diriliştir.

 

 




Berzahın Sırrı: Yakın Olan Uzaklık

Berzahın Sırrı: Yakın Olan Uzaklık

“Evet, şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki bürhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfe’l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avamın da onlarla muhabereleri ve umumun da rüya-yı sadıkada onlarla münasebet peyda etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde âdeta beşerin ulûm-u mütearifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş.”
Sözler. 29. Söz

İnsanoğlu, gözünün görmediğine inanmakta zorlanır. Hele ki çağımızda maddeye tapar hâle gelmiş bir zihin yapısı, maneviyatı, ruhu ve ötesini ya inkâr eder ya da bir hurafe olarak görür. Oysa insanın bu görünen âlemden ibaret olmadığını, gözle görülmeyen başka âlemlerin varlığıyla çevrili olduğunu idrak etmesi, hakikate bir adım yaklaşması demektir.

Âlem-i Berzah: Görünmeyenle Komşuluk

Berzah âlemi, ölümle başlayan ama kıyametle son bulacak olan ara duraktır. İnsan ruhunun beden kafesinden kurtulup, bir bekleme salonuna geçtiği bir âlem… Bu âlem ne ulaşılmaz bir uzaklıktadır ne de anlaşılması imkânsız bir sırdadır. Tam tersine, berzah âlemiyle aramızdaki perde, yalnızca his kalınlığımızdır. Said Nursî bu mesafeyi “o kadar ince ve kısa” olarak tanımlar ki, isbat için delil sunmaya dahi gerek olmadığını belirtir. Çünkü bu, bizzat yaşanan, hissedilen, sezilen ve tecrübe edilen bir yakınlıktır.

Rüya, İlham, Keşif ve Şuhud: Şehadetten Melekûta Bir Pencere

Her birimizin yaşadığı veya duyduğu sadık rüyalar, ölmüş yakınlarımızla görüşmeler, manevi haller, kalbe doğan ilhamlar… Bunların hepsi, berzah âleminin varlığına dair işaretlerdir. Yüzbinlerce evliya, ehl-i keşif ve ehl-i şuhud, berzah ehliyle temas ettiklerini beyan etmişlerdir. Bu durum sadece birkaç istisnai hâl değil, muzaaf tevatürle sabit olmuş, neredeyse beşerin ortak bilgisi (ulûm-u mütearife) hâline gelmiştir.

Tıpkı bir radyo dalgasının gözle görünmemesi ama cihazlarla yakalanabilmesi gibi, kalbî ve ruhî hassasiyetlerle de bu âlemlerle temas mümkün hâle gelir. Fakat çağımızın en büyük hastalığı olan maddecilik (maddiyyun fikri), insanın bu yüksek frekanslara kulak vermesini engellemiştir. Modern akıl, maddeyle sınırlı olanı bilgi saymakta, görünmeyeni ise inkâr etmektedir. Bu yüzden, en açık hakikatler bile tereddütle karşılanmakta, insan basiretsizlikle körleşmektedir.

Maddiyatperestliğin Körlüğü: Sadece Görüneni Görmek

Çağımız insanı, kamera çekmediği sürece hiçbir şeye tam manasıyla inanmak istemiyor. Ölüm ötesi, ruhlar âlemi, berzah gibi kavramlar ona hayal geliyor. Oysa gerçek hayal, sadece maddeye mahkûm bir düşünce sistemidir. Asıl inkâr edilmesi gereken, bu dar kalıplar içinde sıkışmış sığ akıldır. Çünkü varlık, sadece görünenle sınırlı değildir. İnsan sadece etten kemikten ibaret olmadığı gibi, hayat da sadece dünya ile sınırlı değildir.

Berzah: Korkulacak Değil, Fark Edilecek Bir Yakınlık

Berzah âleminin bu kadar yakın, bu kadar temasa açık ve bu kadar canlı olması, aslında insan için bir teselli ve ümit kapısıdır. Ölmüş annesini, babasını ya da evladını kaybetmiş bir insan, onların hâlâ var olduğunu, bir başka âlemde yaşadıklarını ve bir gün yeniden kavuşacağını bilir. Bu, yokluk korkusunun panzehridir. Ayrıca insanın ölümle sadece elbise değiştirdiğini bilmesi, hayatına bir ciddiyet, bir vakar ve bir yön kazandırır.

Zihinsel Temizlik ve Kalbî Safiyetle Görülebilir

Berzah âlemi, gözle değil, kalp ve ruh gözüyle görülür. Kirli zihin, nefsani bakış ve dünyevî saplantılarla bakıldığında, bu âlem görünmez olur. Ama saf bir kalp, arınmış bir ruh ve sükût etmiş bir nefisle bakıldığında, berzahla aramızdaki perde incelir. Sadık rüyalar, hissî irtibatlar, manevî sezgiler insanın berzahla olan yakınlığını teyit eder.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin 29. Söz’de işaret ettiği gibi, berzah âleminin bizimle ne kadar yakın ve temas hâlinde olduğunu anlatmaktadır. Âlem-i ervah ile aramızdaki mesafenin maddi değil, sadece manevî bir perde olduğu, rüyalar, keşifler ve sezgilerle bu âlemle temasın mümkün olduğu belirtilmiştir. Ancak maddeci zihniyetin, insanları bu açık hakikatlerden uzaklaştırdığı anlatılmıştır. Berzah, korkulacak bir uzaklık değil, idrak edilmesi gereken bir yakınlıktır. Onu fark eden insan, ölümü yokluk değil, vuslata giden bir geçit olarak görür.

 

 




Sırr-ı İmtihan: Elmasla Kömürü Ayıran İlâhî Mizan

Sırr-ı İmtihan: Elmasla Kömürü Ayıran İlâhî Mizan

“Şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki ervah-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervah-ı safilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.”
Sözler. 29. Söz

Hayat, sadece yaşamak değildir. Asıl olan, doğru yaşamak, hikmetle yaşamak ve varoluşun gayesine uygun bir çizgide yürümektir. Bu yürüyüşte insan, imtihanlarla sınanır; kimi zaman bir nimetle, kimi zaman bir musibetle. Bazen bir makamla, bazen bir zilletle… Ve bu sürecin sonunda ortaya çıkar: Kim elmas, kim kömür?

Sırr-ı İmtihan: Görünmeyen Tartı

İnsan niçin imtihan edilir? Çünkü iyilerle kötüler, hakikî temizlerle sahte temsiller, ancak bir ayrıştırıcı süzgeçten geçirilerek belirlenebilir. Bu süzgecin adı “sırr-ı imtihan”dır. Bu, ilâhî adaletin tartısıdır ve dünya, bu tartının kurulmuş olduğu geçici bir pazardır. Herkesin alım-satım yaptığı, tercihlerle kaderini şekillendirdiği, iradesiyle kendi istikbalini yazdığı bir mekândır dünya.

Cenâb-ı Hak, kullarına hakikati göstermekle birlikte, o hakikate karşı serbest bir alan bırakır. Zorla iman ettirmez. Zira zorlama imanda hayır yoktur. O hâlde hem hakikat parlatılmalı, hem de ona karşı özgür irade korunmalıdır. İşte teklif sırrı, yani insanın hak ile batıl arasında özgürce tercih yapma hakkı da bu yüzden vardır. Zorunlu iman değil, seçilmiş iman istenir.

Elmas Ruhu ve Kömür Ruh

Her insan aynı ham maddeden yaratılmıştır. Ancak ruhların cevheri farklıdır. Bazılarının ruhu, elmas gibi saf, parlak ve kırılmaz bir hakikat taşır. Bazılarının ise kömür gibi isli, kara ve baskı altında dağılır hâlde bir zafiyet barındırır. Elmas, ne kadar basınca maruz kalsa da şekil değiştirmez; aksine kalitesini artırır. Kömür ise baskı altında toz olup savrulur. İşte dünya hayatı, bu farkı ortaya çıkaran bir imtihan laboratuvarıdır.

Bir insan sıkıntıya sabrederse, nimete şükrederse, fitneden kaçar, hakikate koşarsa; içindeki elmas cevheri parlar. Öte yandan, musibette isyan ederse, dünyaya meyleder, zulme rıza gösterirse; kömürlük ruhu duman salar. Ve sonunda ortaya çıkan farklılık, ebedî âlemin kaderini tayin eder.

İmtihanın Hikmeti: Adaletin Tecellisi

Sırr-ı imtihan, ilâhî adaletin en büyük tecellisidir. Kimseye torpil geçilmez, kimseye baskı yapılmaz. Herkes, kendi iradesiyle kendi hükmünü yazar. Elmas olan, kendi cevherini gösterir. Kömür olan da karanlığını. Ahiret âlemi, bu dünyada yapılan tercihlerle şekillenir. Bu yüzden “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Hakikati, ebedî akıbetin burada tayin edildiğini bildirir.

Zamanımızın İmtihanı: Nimetle Gelen Bela

Eskiden imtihanlar kılıçla, yoklukla, zulümle gelirdi. Bugünse imtihanlar konforla, bollukla, seküler telkinlerle geliyor. Artık şeytan açıktan gelmiyor; ekranlardan, algoritmalardan, reklamlardan gülerek sızıyor. Bu yüzden zamanımızın imtihanı, daha sinsî ve daha çetin. Bu çağda elmas olmak, tarihte olduğundan daha zordur belki ama daha kıymetlidir de.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif” kavramı üzerinden, insan ruhlarının dünyadaki sınanma yoluyla elmas ve kömür gibi ayrışması işlenmiştir. Allah, kullarına zorla değil, hür iradeyle iman etmeleri için teklif sunar. Böylece ruhların gerçek mahiyetleri açığa çıkar. Elmas ruhlar sabır, sadakat ve şükürle parıldarken; kömür ruhlar isyan, gaflet ve dünyevîlik içinde kararır. İmtihan, bu ayrımı sağlayan ilâhî adaletin terazisidir. Bu çağın imtihanı daha farklı ve daha gizli geldiğinden, dikkat ve şuura daha fazla ihtiyaç vardır.

 

 




Perdenin Kapanışı: İmtihan Sahneden Çekilirken

Perdenin Kapanışı: İmtihan Sahneden Çekilirken

“Vaktâ ki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esma-i hüsna hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u sanatını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini îfa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Her şey, manasını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni’-i Kadîr’in bütün mu’cizat-ı kudretini, umum havârık-ı sanatını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı.”
Sözler. 29. Söz

Hayat, bir sahnedir; bir imtihan, bir gösteri, bir tecelli alanıdır. Her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi, bir sonu da vardır. Fakat bu son, bir yok oluş değil, bir tamamlanıştır. Tıpkı bir kitabın son sayfasının, hikâyeyi bitirmesi değil, mânâsını açığa çıkarması gibi.

İmtihan Biter, Hakikat Başlar

Dünya bir meclis-i imtihan idi. Her varlık, kendine ait sınavı verdi. İnsanın iradesiyle, meleklerin kudsî hizmetleriyle, hayvanların sevki ilahi neticesinde itaatiyle… Her biri ilâhî bir takdirin parçasıydı. Ve gün geldi, sınav bitti. Artık değerlendirme zamanı. Kalem-i kader, yazısını tamamladı. Artık yazı bozulmaz, geri alınmaz.

Zamanın ipine asılan her levha, geçmişin izlerini taşır. Sınav salonu kapanmıştır. Ne cevap eklenir, ne de soru silinir. Herkes, yazdığıyla baş başa kalır. Şimdi mahiyetler açığa çıkacak, iç yüzler dışa dönecektir.

Esma Tecellî Etti, Sanat Tamamlandı

Cenâb-ı Hakk’ın Esma-i Hüsnâsı bu dünya denilen sahnede tecellî etti. Rahmân ismiyle rızık verdi, Vedûd ismiyle merhamet etti, Adl ismiyle denge kurdu, Halîm ismiyle mühlet tanıdı. Her isim, bu âlemde bir cilve gösterdi. Kudret kalemiyle yazılan her varlık, bir ilâhî mektup gibiydi.

Sanatkârın eserlerini tamamlaması gibi, kudret de sanatını tekmil etti. Atomdan galaksilere kadar her şey görevini yaptı. Çiçek açtı, meyve verdi, kurudu. İnsanlar doğdu, yaşadı, imtihan edildi, göçtü. Güneş ısıttı, ay geceyi süsledi. Rüzgâr esti, nehirler aktı, yıldızlar seyre daldı. Her biri kendi lisanıyla bir hakikati söyledi ve sahneden çekildi.

Zemin ve Zaman: İlâhî Serginin Teşhir Salonu

Zemin, bir sergi salonu gibiydi. Her varlık, Sâni’-i Kadîr’in kudretinden gelen sanat mucizelerini sergiledi. Dağlar sabrı, denizler celâli, kuşlar tevekkülü anlattı. Her biri birer levha idi. Bu levhalar, zaman şeridine asıldı ve kayıt altına alındı. Artık onlar, ebedî bir seyirliğe dönüştü. Gösteri bitti ama hakikat bakî kaldı.

Fidanlar Meyveye Durdu, Hasat Vakti Geldi

Dünya, âhiretin fidanlığından başka bir şey değildi. Her davranış, bir tohum gibi toprağa atıldı. Kimisi merhamet, kimisi adalet, kimisi sabır ekti. Şimdi o tohumlar filizlendi ve kıyamet, hasat mevsimidir. Kim ne ektiyse, onu biçecek. Artık mazlumlar tebessüm edecek, zalimler susacak. Sahne kapanırken, perde ardındaki ebedî manzara açılacak.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “meclis-i imtihan kapandı” ifadesinden hareketle, dünya hayatının geçici bir imtihan salonu olduğu ve bu salonun bir gün kapanacağı anlatılmıştır. İmtihan bittiğinde artık ne bir düzeltme yapılabilir ne de bir müdahale mümkündür. Her varlık görevini ifa etmiş, Esma-i Hüsnâ’nın cilveleri zuhur etmiş, kudretin sanatları sergilenmiş, zamanın ipine asılan her an kayıt altına alınmıştır. Dünya, âhiretin fidanlığını yetiştirmiş, ebedî âleme bir hazırlık yapmıştır. Artık sonuçların açıklanma, hakikatin perdeden çıkma vaktidir. Herkes, kendi mukadderatıyla yüzleşecektir.

 

 




Ruhun Sonsuz Yolculuğu: Fânî Bedene Sığmayan Bir Hakikat

Ruhun Sonsuz Yolculuğu: Fânî Bedene Sığmayan Bir Hakikat

“Madem Fâtır-ı Zülcelal, insanı câmi’ bir âyine ve küllî bir ubudiyetle ve ulvi bir mahiyetle yaratmıştır. Her fertteki hakikat-i ruhiye, yüz binler suret değiştirse izn-i Rabbanî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise o şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi Allah’ın emriyle, izniyle ve ibkasıyla daima bâkidir.”
Sözler. 29. Söz

İnsan, basit bir et ve kemik yığını değildir. O, toprağın bağrından yaratılmış gibi görünse de göğün sırlarına ayna olacak mahiyettedir. Bu yüzden ruh, insanın hakikati; bedense sadece bir kıyafet, bir mesken, bir araçtır.

Câmi’ Bir Âyine: İnsan Kimdir?

Bediüzzaman’ın ifadesiyle insan, “câmi’ bir âyine”dir. Yani, varlık âleminin bütün manalarını yansıtabilen bir merkezdir. Dağdaki haşmeti, çiçekteki letafeti, arının düzenini, yıldızların nizâmını kendinde toplayan bir sır taşıyıcısıdır. Bu yüzden sıradan değildir. Bu yüzden geçici de değildir. Onun varlığı, tesadüfle izah edilemeyecek kadar derin; yok oluşla açıklanamayacak kadar ulvîdir.

Suret Değişir, Hakikat Kalır

İnsan, bu dünyada doğar, büyür, yaşlanır. Her an bedeni değişir. Derisi incelir, bakışı farklılaşır, sesi değişir, kuvveti zayıflar. Ama bir şey değişmez: Ruh.

Ruh, çocukluktan ihtiyarlığa kadar beden libasını defalarca değiştirir. Her değişimle birlikte beden çöker, ruh ise kalır. Nitekim ölüm de bu değişimlerin bir devamıdır. İnsan ölümle sadece cesedini çıkarır; ruhu ise, ilk yaratıldığı andaki gibi diri ve şuurlu olarak ebediyet yolculuğuna devam eder.

İzin ve İbka: Ruhun Sahibi Allah’tır

Ruh, Allah’ın “emr” âleminden gelmiştir. Ne maddeye benzer, ne enerjiye. Ne laboratuvara sığar, ne mikroskoba. O, ancak imanla anlaşılır, kalple tanınır. Ve bu ruh, Allah’ın izniyle ve ibkasıyla yani muhafaza etmesiyle bâkîdir. Ölüm ona dokunamaz. Toprak onu bozamaz. Zaman onu eskitemez. Çünkü onu yaratan Zât, ebedîdir.

Yüz Binlerce Suret, Tek Hakikat

Bir insan ömrü boyunca binlerce kez değişir. Beden hücreleri yenilenir, alışkanlıklar değişir, düşünceler evrilir. Fakat ruh, hep aynıdır. Ruh, fıtratında neyse odur. Allah’a yönelmişse, değişim içinde istikrarla sabittir. Nefsine yönelmişse, değişim içinde kaybolur.

Bu yüzden ruh, insanın hakiki kimliğidir. Bütün akıl, kalp, sır, latife gibi mânevî duyguların merkezidir. Öyleyse ölüm, sadece bir kabuk değişimidir. Ruh ise, geldiği gibi diri ve bilinçli bir şekilde geri döner. Sonsuz bir yolculuğun kapısından geçer sadece.

Makale Özeti:

Bu makalede, insan ruhunun fânî beden kıyafetine sığmayan, Allah’ın emriyle yaratılmış ve yine O’nun izniyle bâki kalan bir hakikat olduğu anlatılmıştır. İnsan bedeninde sayısız değişim yaşasa da ruhu hep aynı kalır. Ölüm ise bu değişimin son perdesi, bir soyunmadır. Ceset toprağa karışır, ama ruh yolculuğuna devam eder. Çünkü ruh, Allah’tan gelmiştir ve ancak O’nun izniyle varlığını sürdürür. Dolayısıyla insan, ne yoklukla korkmalı ne de ölümle tükenmiş sayılmalıdır; çünkü ruh, ebediyetin misafiridir.

 

 




Kâinatın Sekeratı: Büyük İnsanın Veda Vakti

Kâinatın Sekeratı: Büyük İnsanın Veda Vakti

“Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.

   Hem nasıl ki kâinatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere-i zîhayat, tahrip ve inhilalden başını kurtaramaz. Öyle de şecere-i hilkatten teşaub etmiş olan silsile-i kâinat tamir ve tecdid için tahripten, dağılmaktan kendini kurtaramaz.

   Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel irade-i ezeliyenin izni ile haricî bir maraz veya muharrib bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni’-i Hakîm’i dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde hattâ fennî bir hesap ile bir gün gelecek ki:

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ۝ وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ ۝ وَاِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْ ۝ اِذَا السَّمَٓاءُ انْفَطَرَتْ ۝ وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ ۝ وَاِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ

   manaları ve sırları, Kadîr-i Ezelî’nin izni ile tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerata başlayıp acib bir hırıltı ile ve müthiş bir savt ile fezayı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek; sonra emr-i İlahî ile dirilecektir.”
Sözler. 29. Söz

**********

İnsan bir âlemdir; âlem ise büyük bir insandır. Biri mikroskobik, diğeri makroskobik bir aynadır. Biri nefes alır, biri yıldız döndürür. Ama her ikisi de fânîdir. Her ikisi de doğar, yaşar, ihtiyarlar ve ölür. Tıpkı insanın can çekişmesi gibi, kâinat da bir gün sekerata girecek, son nefesini verecektir.

Kâinatın Fıtrî Eceli

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, her şey gibi kâinatın da bir ecel-i fıtrîsi vardır. Bu demektir ki, dünya başıboş değildir. Ne ezelîdir, ne de sonsuz. Her şey gibi onun da belirli bir ömrü, belirli bir vazifesi vardır. Güneşin bir gün sönmesi, yıldızların dağılması, denizlerin taşması, dağların yürütülmesi… Bunlar ne mitolojik anlatımlar ne de hayal mahsulüdür; Kur’ân’ın haber verdiği ve ilmî verilerle de desteklenen büyük gerçeklerdir.

Dünya; bir saat gibi kurulmuş, bir görevli gibi gönderilmiştir. Vazifesi bitince geri alınacak, yani ölüm onu da bulacaktır.

Şecere-i Kâinat ve Şecere-i İnsan

Nasıl ki bir ağaç yaşlanır, kurur ve devrilir; öyle de bu koca kâinat ağacı da bir gün ihtiyarlayıp dökülecektir. Fakat bu dökülüş bir yok oluş değil, bir yeniden doğuş içindir. Nasıl ki insan ölünce diriltilir; dünya da öldükten sonra subh-u haşirle, yani dirilişin sabahında yeniden canlanacaktır.

Kâinatın dağılması, ilahî bir ihmalin değil; bir tahliye ve tebdil sürecinin neticesidir. Zira bu dünya dar ve geçicidir. Sonsuz saadet diyarına elverişli değildir. Cennet gibi bâki bir menzilin kurulması için bu geçici hanın kaldırılması gerekir.

Kıyametin Fısıltısı: Sekerat

Kıyamet; bir felaket değil, bir doğumdur. Ama sancılıdır. Gökyüzü yarılırken, yıldızlar saçılırken, dağlar yürütülürken, dünya adeta bir insan gibi sekerata girecek ve son nefesini verecektir. Bu, Kur’ân’ın “اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ” (Güneş dürüldüğü zaman…) gibi âyetleriyle haber verdiği büyük sarsıntıdır. Ve bu sarsıntının her sesi, her titremesi, insanı sarsması gereken bir uyanıştır.

Bugün yıldızların düzenine hayran kalan akıl, onların dağılacağını; güneşin nizamına hayran kalan göz, onun söneceğini; dağların sabitliğine güvenen beden, onların yürütüleceğini unutmamalıdır. Bu unutuluş gaflettir. Ve gaflet, kıyameti kopmadan önce koparan bir beladır.

Makale Özeti:

Bu makale, insanın küçük bir kâinat, kâinatın ise büyük bir insan olduğunu ifade eden hikmetli hakikat üzerine inşa edilmiştir. Nasıl ki insan doğar, yaşar ve ölürse; kâinat da bir gün Allah’ın takdiriyle sekerata girip ölecek ve sonra tekrar diriltilecektir. Bu olay, Kur’ân’ın haber verdiği kıyametle tahakkuk edecektir. Ancak bu ölüm bir yok oluş değil, daha büyük ve bâkî bir âlemin doğuşu içindir. Dünya, görevini tamamlayıp yerini ebedî yurda bırakacaktır. Bu yüzden insanın dünyaya bağlanmak yerine, bu büyük doğumu hatırlayıp ahiret için hazırlık yapması gerekir.

 

 




Varlığın Derin Sırrı: Ruhlar ve Kanunlar

Varlığın Derin Sırrı: Ruhlar ve Kanunlar

“Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibarıyla ruha bir derece muvafık fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavanine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkidir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılabat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Mesela, bir incir ağacı ölse, dağılsa onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülatı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâki kalır.”
Sözler. 29. Söz

Kâinat bir saraydır; her taşı yerli yerinde, her sistemi hikmetle kurulmuştur. Fakat bu sarayın düzeni sadece görünen taşlarla açıklanamaz. Maddî yapılar, gözle görülebilen cisimler, yalnızca zâhiridir. Gerçek düzeni sağlayan, arkasındaki kanunlardır. İşte bu noktada, Bediüzzaman’ın eşsiz bir bakışla dile getirdiği “kanun-u emrî” hakikati, varlığın metafizik boyutuna kapı aralar.

Kanunlar ve Ruh: Aynı Kaynaktan Gelen İki Misafir

Bediüzzaman der ki: “Ruha bir derece müşabih olan kanunlar da âlem-i emirden gelir.” Yani hem ruh hem de kevnî kanunlar, emir âlemine aittir; yaratılışın fizik ötesi boyutundandırlar. Ruh bedene can verdiği gibi, kanun da varlığa düzen verir. Ruh bedene giydirilmişse canlı olur, kanun bir varlığa “vücut” bulsa, o varlığın ruhu olurdu.

Bir incir ağacı ölse de, onu var eden kanun, onun çekirdeğinde yaşamaya devam eder. O incirin şekillenmesine dair kanun-u teşekkülatı (oluşum kanunu), ağacın maddesi dağılmış olsa bile, baki kalır. Tıpkı insanın ruhunun bedenin çürümesiyle yok olmaması gibi.

Bu hakikat gösteriyor ki, dıştan görünen her şey geçicidir; fakat onları ayakta tutan kanunlar, yani İlâhî emirler, bâkidir. Ve bu bâkiyet, bize ebediyet hakikatini fısıldar.

Madde Değil, Mana Esastır

Zaman değişir, şekiller değişir, nesiller geçer; ama onları yöneten İlâhî kanunlar değişmez. Bir tür biter, diğeri doğar; ama onları şekillendiren hikmetli emir baki kalır. Çünkü o emirler, irade-i İlâhiyenin yansımalarıdır. Fizik âlemine görünmeyen bir el uzanır, düzen verir ve geri çekilir. Görünmez ama hükmeder.

Bediüzzaman, bu benzerliği ruh ile kanun arasında kurarak, bize aslında manevî gerçekliğin maddeye galip olduğunu gösteriyor. Bu da şu dersi veriyor: “Her şeyin görüneni değil, görünmeyeni değerlidir.” Tıpkı kalbin görünmeyip hayatı taşıması gibi; tıpkı ruhun bilinmeyip insanı ayakta tutması gibi…

Kanunların Ölmemesi: Ebedî Olanın Ayetleri

Her bir canlı türünde, o türün teşekkülünü sağlayan bir İlâhî kod, bir emr-i Rabbanî vardır. Bu emir, ne zaman isterse bir çekirdekten bir çınarı çıkarır. Ağaç yansa da, kurusa da, çekirdekteki kanun ölmez. Bu da bize gösteriyor ki, Allah’ın “ol” emriyle var olan her şey, O’nun izniyle ölümden sonra tekrar vücut bulabilir.

Haşir ve neşir, yani dirilme ve yeniden yaratılma, bu İlâhî kanunların gizli bekçiliğiyle mümkündür. Allah’ın kudreti, çekirdekteki bilgiyi ve ruhu, yeniden açığa çıkarabilir.

Makale Özeti:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “kanun-u emrî” anlayışı üzerinden ruh ve kanunlar arasındaki benzersiz benzerliği ele alır. Hem ruh hem de varlıkların teşekkülünü sağlayan kanunlar, Allah’ın emir âleminden gelmektedir. Görünen varlıklar fanidir; ama onları ayakta tutan bu İlâhî emirler bakidir. Bu da bize, ebediyetin ve haşrin imkânını gösterir. Ağaç ölür, ama çekirdeğindeki kanun yaşar; insan ölür, ama ruhu bâkidir. Çünkü her ikisi de masdar itibarıyla aynı kaynaktan, yani irade-i İlâhiye’den gelir.

 

 




Kâinatın Diliyle Konuşan Emirler: İlâhî Dengenin Altı Anahtarı

Kâinatın Diliyle Konuşan Emirler: İlâhî Dengenin Altı Anahtarı

Kâinat, sessiz görünen fakat her an konuşan büyük bir kitaptır. Onun her harfi bir hikmettir, her satırı bir hakikati fısıldar. Bediüzzaman Said Nursî, bu ilâhî kitabın altı anahtar kelimesini şöyle sıralar: şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam, tecerrüd ve itaat. Bunlar yalnızca felsefî terimler değil, kâinatın ruhuna işlenmiş emirlerdir. Ve bu emirler, büyüğü küçüğe, çoğu aza müsavi kılar; yani maddî gücü değil, emre itaati kıymetli kılar.

Şeffafiyet: Maddeden Mânaya Açılan Kapı

Cam, su ve hava gibi maddeler neden hayatta böylesine önemli? Çünkü şeffaftırlar. İçlerinden ışık geçer, yansımazlar; hakikati gösterirler, perdelemezler. Şeffafiyet, varlığın kendini perdelemeden, hakikate bir ayna gibi açılmasıdır. Kâinatın her zerresi Allah’ın isimlerine şeffaf bir ayna olmuştur. Bu da gösterir ki, ne kadar az perde varsa, o kadar çok hakikat tecelli eder.

İnsan da şeffaflaştıkça hakikati gösterir. Enaniyetle bulanan bir kalp, karanlık bir taş gibi olur. Ama ihlasla saflaşan bir gönül, yıldızlar gibi parlar. Şeffaflık, ruhun aynalığıdır.

Mukabele: Kainatın Cevabı

Mukabele, yani karşılık verme; Allah’ın isimleri nasıl tecelli ediyorsa, mahlukat da ona uygun karşılık verir. Güneş ışık verir, toprak bitkiyle mukabele eder. Kalp sevgi duyar, göz yaşla mukabele eder. Mahlukatın her biri, Rabbinin verdiği nimete cevap verir. Bu, bir emir değil midir?

İnsan da nimete mukabele ile sorumludur. Göz verildi; bakışın sorumluluğu doğdu. Kalp verildi; sevginin istikameti soruldu. Mukabele, kulluğun özüdür.

Muvazene: İlâhî Ölçü

Atomdan galaksilere kadar, her şey ölçülüdür. Zerrelerin dansı da, yıldızların dönüşü de bir dengeye tâbidir. Su ile ateş, gece ile gündüz, sevgi ile korku; her şeyde bir muvazene vardır.

Bu denge, sadece fizikî âlemde değil, ruhî hayatta da geçerlidir. Kalp ile akıl, cesaret ile merhamet, tevekkül ile tedbir arasında kurulan muvazene, insanı “denge insanı” yapar. Ve bu muvazene, İlâhî bir emrin hükmüdür.

İntizam: Kâinatın İlâhî Nakışı

Her şey yerli yerinde, ölçülü ve uyumlu… Gecenin gelişi, baharın gelişi, meyvenin oluşu… Hepsi bir intizam içinde cereyan eder. Kâinattaki bu düzen, rastgele değil; hikmetli bir emirle olur. Tıpkı bir ordunun disiplinli yürüyüşü gibi, kâinat da düzenli bir marş yürütür.

İnsanın hayatı da intizamla anlam kazanır. Namazla geçen bir gün, düzensizliğe boğulan bir hayattan daha parlaktır. İntizam, hem kâinatın hem kulun şiarıdır.

Tecerrüd: Saflık ve Bağsızlık

Tecerrüd, bağlardan sıyrılmak, sırf Allah için hareket etmektir. Şuursuz mahlukat bile yaratılışında bu emirle hareket eder. Arı, balı menfaat için yapmaz; kedi şefkati karşılıksız gösterir. Hepsi İlâhî emre boyun eğmiştir. Yani tecerrüd içinde bir kulluk vardır.

İnsan da tecerrüd sırrını kavradıkça, sadece Allah için yaşar, yalnız O’na bağlanır. Bu da onu dünyada izzetli, ahirette aziz kılar.

İtaat: Varlığın Secdesi

Son olarak itaat… Kâinattaki her zerre Allah’a itaat içindedir. Güneş doğ der, doğar. Ay dol der, dolar. Ağaç büyü der, büyür. Zerreden galaksiye, herkes emre itaat hâlindedir. Bu itaat, kainatı ayakta tutan ana kanundur.

İnsan da bu itaat zincirine girdi mi, kainatla uyum içinde olur. İsyanla bozulur, itaatle kurtulur.

Makale Özeti:

Bu makale, Bediüzzaman’ın kâinatta hükmeden altı temel İlâhî emir olan şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam, tecerrüd ve itaat kavramlarını ele alır. Bu emirler, varlıklar arasında bir eşitlik ve uyum sağlar; küçüğü büyükle, azı çokla müsavi kılar. İnsan, bu yüce kanunlara ne kadar tabi olursa, o kadar hakikate yaklaşır ve kainatla ahenk içinde yaşar. Hakikatin dili bu emirlerledir; kim onları anlarsa, varlı

 




Ölen Dünya ve Dirilen Ebediyet: Fâniden Bâkiye Açılan Kapı

Ölen Dünya ve Dirilen Ebediyet: Fâniden Bâkiye Açılan Kapı

İnsan gibi, dünya da doğar, yaşar ve ölür. Bu hakikat, yalnız ilahî kitapların değil, kâinat kitabının da satır aralarında yazılıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle:
“Evet dünya, öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harap edildikten sonra, o dünyayı yapan Zât, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır.”

Bu cümle, yalnızca bir teselli değil; varlığın sonunu ve yeniden dirilişin hikmetini en özlü şekilde ortaya koyar. O hâlde bu mânayı biraz derinleştirelim.

  1. Dünya: Fani Bir Atölye, Sonsuzluğa Hazırlık

Dünya bir imtihan salonu, bir hizmet mekânı, bir tohum ekme tarlasıdır. Burada büyüyen her ağaç, işleyen her zihin, çarpan her kalp; ahirette bir mahsulün habercisidir. Dünya bu yönüyle sadece geçici değil, sonsuzluğun zeminidir. Onun fâniliği, kıymetsizliğinden değil, ebediyete köprü oluşundandır.

Bu yüzden, dünyadaki geçici düzenin bozulması; bir yıkım değil, bir terfidir. Çünkü fani kalıbın içinden bâki bir hakikat çıkarılacaktır.

  1. Harap Olan Dünya: Ölüm Gibi Bir Dönüşüm

Bir gün gelecek, güneş kararacak, yıldızlar dökülecek, dağlar yürütülecek, denizler kaynayacak. Bu sahneler, Kur’an’ın ayetleriyle haber verilmiş, Bediüzzaman tarafından derin bir şuurla resmedilmiştir.

Fakat bu çöküş, kaosun değil, bir inkılabın habercisidir. Tıpkı bir evi yıkıp saray inşa etmek gibi, dünya da harap olacak; ama yerine çok daha yüksek, çok daha latif bir yapı kurulacaktır: Ahiret âlemi.

  1. Tamir Eden Kim? Aynı Kudret, Daha Güzeli Yaratacak

Dünyayı ilk defa yoktan var eden Zât, ikinci kez yaratmaya da elbette kadirdir. Bir binayı bir kez yapan usta, onu daha güzel bir şekilde tekrar inşa edemez mi? O hâlde kudretin sahibi, dünyayı da daha güzel bir şekil ve surette ebedî bir menzil hâline getirecektir. İşte bu menzil, cennet ve cehennem ile iki ayrı sonuca ayrılan âhiret yurdudur.

Burada mesele; sadece Allah’ın kudretine iman değil, aynı zamanda O’nun hikmetine güvenmektir. Çünkü bu dünya, sadece bir oyun alanı değil, büyük bir hazırlık yeridir.

  1. Fâninin İçindeki Bâki: Hakikate Bakan Gözler İçin

Bazı kimseler dünyanın geçiciliğini bir boşluk gibi görür. Oysa fânilik, aslında bâkiliğe açılan bir perdedir. Tıpkı gün batımıyla gece gelse de, sabahın mutlaka geleceği gibi; dünyanın ölümü de âhiretin doğuşudur.

Bu bakış açısı insana hem sükûnet, hem de sorumluluk verir. Çünkü bildiği bir gerçektir ki; bu geçici yurt yakında yıkılacak ve her şeyin hesabı sorulacak. Her niyet, her kelime, her davranış karşılıksız kalmayacak.

Sonuç: Fâniden Bâkiye, Dünyadan Âhirete

Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle dünya, harap olduktan sonra tekrar diriltilecek; hem de daha güzel bir surette. Bu, yalnızca Allah’ın kudretini değil, O’nun rahmetini ve hikmetini de gösterir. Dünya ölse de, hakikat diridir. Kalıp kırılsa da, ruh bâkidir. Mülk sona erse de, melekût ebedîdir.

Ve insan, bu büyük hakikate kör kalamaz. Çünkü bu hakikat, kendi ecelinden önce dünyanın ecelini düşünen bir kalbin meselesidir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Dünya harap olduktan sonra âhiret olarak diriltilecektir” sözünden hareketle, dünyanın geçiciliği, âhirete hazırlanışı ve İlâhî kudretin yeniden inşâsı temaları işlendi. Dünya, imtihanın sahnesidir ve bir gün yıkılacak; ama bu yıkım, daha güzel bir yapının (âhiretin) habercisidir. İnsan için bu bilgi, bir yandan sükûnet, diğer yandan sorumluluk kaynağıdır. Çünkü her şey geçer; fakat hakikat bâkidir.

 

 




Görünenin Ötesi: Tenteneli Perdenin Ardında Gizlenen Hakikat

Görünenin Ötesi: Tenteneli Perdenin Ardında Gizlenen Hakikat

İnsan gözle görür, kulakla duyar, elle tutar ve kalple inanır. Ancak tüm bu his ve duygular, maddi dünyanın kalın perdeleri ardında kısıtlıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.”

Bu söz, bizi bir hakikatin eşiğine getirir: Gördüklerimizle sınırlı değiliz. Dahası, gördüklerimiz, görünmeyen bir hakikatin ancak cilasıdır.

  1. Perde: Güzelliği Örten mi, Gösteren mi?

Tenteneli perde ifadesi; hem zarif, hem şeffaf, hem de örtücü bir kavramı barındırır. Tıpkı ince tül gibi: Işığı geçirir ama mahremiyeti saklar. Dünya hayatı da böyledir; birçok güzellik, mânâ, ruh ve hakikat bu maddi suretlerin arkasında gizlenmiştir.

Gözümüzle dağları, yıldızları, çiçekleri görürüz; ama onların arkasındaki emir, kudret, hikmet ve ruhu göremeyiz. İşte o görünmeyenler, âlem-i melekût ve âlem-i ervahtır. O âlemler, bu fiziki dünyanın temelidir, hakikatidir.

  1. Maddi Âlem: Bir Sahne, Bir Yansıtıcı

İnsan, perdeye bakan bir seyirci gibidir. Eğer sadece perdeye bakarsa, sadece gölgelere ulaşır. Ama perdenin arkasını merak eder, ışığın nereden geldiğini sorarsa, hakikate yaklaşır.

Bediüzzaman’ın bu ifadesi bize, dünyadaki her nesnenin arkasında bir mana taşıyıcısı, bir ilahi mesaj olduğunu gösterir. Dağ, bir kudret damgası; su, bir rahmet lisanı; insan, bir tecellî aynasıdır.

  1. Melekût Âlemi: Görülmeyen Gerçeklik

Âlem-i melekût; eşyanın iç yüzüdür, manevî derinliğidir. Tıpkı bir bilgisayar ekranında gördüğümüz renkli görüntülerin, gerçekte arkada çalışan görünmeyen kodlar sayesinde olması gibi… Bu dünya da ilahî kanunların, ruhların ve emirlerin sahneye yansımasıdır.

Ve o melekûtî âlem, sabittir. Bozulmaz, değişmez. Madde dağılır, suret değişir; ama mana bâkidir. Bir çiçek solar, ama onun ardındaki kudret tecellisi başka bir çiçekte yeniden doğar.

  1. Tenteneli Perdeyi Kaldırmak: Tefekkür ve İmanla

Bu perdeyi kaldırmak, gözle değil kalple, bilimle değil hikmetle, akılla değil imanla olur. Tefekkür eden insan, eşyanın ötesindeki melekûtu sezmeye başlar. Her damlada rahmet, her nefeste hikmet, her ömürde ebediyet kokusu alır.

Said Nursî’nin “tenteneli perde” ifadesi, bir davettir: Sadece görünenle yetinme. Arka plandaki İlahi nizamı gör. Eşyaya değil, eşyanın taşıdığı manaya bak.

Sonuç: Görünenin Gölgesi, Görünmeyenin Işığıdır

Madde, mânânın libasıdır. Görünen dünya, görünmeyen bir hakikatin tecellisidir. Dünya, o tenteneli perdeyle ruhlar ve melekût âlemine bağlanır. İşte bu sebeple hayat yalnızca gözle değil, iman ve tefekkürle okunmalıdır.

Dünya gölgeyse, hakikat ışıktır. Ve o ışık, her şeyin arkasında parlamaktadır.

Makale Özeti:

Bu makalede, “âlem-i maddiyat ve şehadet”in, “âlem-i melekût ve ervah” üzerine serpilmiş bir “tenteneli perde” olduğu fikri işlendi. Dünya görünen bir surettir; hakikat ise görünmeyen manevî âlemlerdedir. Eşyaya yalnızca zahiri gözle değil, tefekkür ve imanla bakıldığında; her şeyin arkasında bir hikmet, bir ruh ve bir İlahi maksat bulunduğu görülür. Dünya, sadece varlık değil, mana ile dolu bir yansımadır.

 

 




Maddenin Gölgesi, Mananın Nuru: Asıl Olan Nedir?

Maddenin Gölgesi, Mananın Nuru: Asıl Olan Nedir?

“Bi’t-tecrübe, madde asıl değil ki vücud ona münhasır kalsın ve tabi olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur.”
Sözler. 29. Söz

*********

İnsanlık tarihi boyunca göz, elle tutulanı, kulak duyulanı, akıl ise hesaplananı merkeze aldı. Maddi dünya, zahirde bütün varlığın kaynağı ve hedefi gibi gösterildi. Fakat bu yaklaşım, ne kalbi tatmin etti, ne ruhu besledi. Çünkü hakikat, sadece taşta, toprakta, hücrede ve molekülde değil; mana, hayat ve ruh ile var olur.

Bediüzzaman’ın bu veciz cümlesi, bu anlayışı sarsan bir tefekkür fırtınasıdır:

> “Bi’t-tecrübe, madde asıl değil ki vücud ona münhasır kalsın ve tabi olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur.”

  1. Maddeden Manaya: Tersine Bir Yolculuk

Modern bilim, maddenin içinde enerji, enerji içinde düzen, düzen içinde bilinç aradı. Ama asıl görmesi gereken, maddenin mana ile kaim olduğu gerçeğiydi. Zira bir taş sadece taş değildir; bir çiçek sadece bir şekil ve renkten ibaret değildir. Her biri bir emirle, bir maksatla, bir iradeyle var olur. İşte o maksat, maddenin arkasındaki manadır. O mana, varlığın ruhudur.

  1. Maddeyi Ayakta Tutan: Ruh ve Hayat

Bir beden, ruh gittiğinde yığılır kalır. Bir ağaç, canlılığı söndüğünde kuru bir oduna dönüşür. Bir göz, ruhla bakmadığında sadece bir camdır. O halde sorulmalı: Maddeyi var kılan nedir? Cevap açıktır: Hayattır, ruhtur.

Hayat ve ruh, maddeye şekil verir, onu faal kılar. Ruh çekilince anlam kalmaz. Demek ki madde, asıl değil; asla tabi olan bir gölge gibidir. Asıl olan ise hayatı verendir; ruhu yaratandır.

  1. Hayat: İlahi Kudretin Parlak Bir Tecellisi

Hayat, sadece bir biyolojik faaliyet değildir. Hayat, İlahi bir emirle gelen, maddeyi hikmetli bir şekle sokan, cansızı konuşturan, toprağı yeşerten, kemikleri konuşturan bir ilahi kudret tecellisidir. Ve bu hayatın en latif ve derin tezahürü ruhtur. Ruh, doğrudan âlem-i emirden gelen ve Allah’ın “Kün” emrine muhatap olan müstesna bir varlıktır.

  1. Maddeye Tapınan Zihniyetin Çıkmazı

Modern dünya, maddeyi mutlaklaştırdı. Ruh inkâr edildi, hayat basitleştirildi. Neticede insan, sadece protein ve karbon zannıyla değerlendirildi. Oysa bir kelebeğin kanadındaki renk, bir çocuğun gözlerindeki derinlik, bir yaprağın damarlarındaki denge bile, mana ile var olur. Maddenin ilahlaştırılması, mananın öldürülmesidir.

  1. Varlığın Hakiki Dayanağı: Mana ve Ruh

Evreni ayakta tutan şey, görünen değil; görünmeyen düzendir. Fizik kanunları, İlahi emirlerin bir gölgesi; hayat ise, o emirlerin canlı şahitliğidir. Ruh, varlıkla hayatı birleştirir. Bu sebepledir ki, ruh ve mana çekildiğinde, koca kainat bile bir ceset olur. İşte bu yüzden Bediüzzaman der:

> “Madde, bir mana ile kaimdir.”

Sonuç: Gözün Gördüğü Değil, Kalbin Duyduğu Esastır

Madde, ancak mana ile anlamlıdır. Ruhun üflediği her şey canlanır, hikmet kazanır. Bu nedenle hakikat arayışında sadece göze değil, kalbe ve ruha da kulak vermek gerekir. Çünkü madde geçicidir, mana bakidir. Asıl olan, hayatın kaynağı olan ruhtur; maddenin ardındaki emir ve iradedir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “madde bir mana ile kaimdir” ifadesi merkeze alınarak, maddenin asıl değil, gölge ve suret olduğu; gerçek varlığın mana, hayat ve ruhla kaim bulunduğu vurgulandı. Hayat ve ruhun İlahi emirle varlığa anlam kattığı, maddeye mutlak değer vermenin hakikati göz ardı etmek olduğu ifade edildi. Sonuç olarak, asıl olanın madde değil, onu ayakta tutan mana ve ruh olduğu hikmetli bir şekilde ortaya kondu.

 

 




Görünmeyen Âlemin Şahitleri: Melâike, Cânn ve Ruhaniyat

Görünmeyen Âlemin Şahitleri: Melâike, Cânn ve Ruhaniyat

“Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat, burçlarıyla, yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalat-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, şeriat-ı garra-yı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan “Melâike ve cânn ve ruhaniyattır.” der, tesmiye eder.”
Sözler. 29. Söz

**********

İnsanoğlu gözle gördüğüne inanır, elle tuttuğunu gerçek sayar. Oysa varlık, beş duyunun çerçevesine sığmaz. Gözümüzün göremediği, kulağımızın duyamadığı nice varlıklar vardır ki, gerçekliğin sessiz muhafızları ve kâinatın derinlikli şahitleri onlardır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu perdeyi aralayıp bize şöyle seslenir:

> “Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat, burçlarıyla, yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur… Şeriat-ı garra-yı Muhammediye… ‘Melâike ve cânn ve ruhaniyattır.’ der, tesmiye eder.”

  1. Varlığın Görünmeyen Orduları

Kâinatı sadece taş, toprak ve yıldızlardan ibaret görmek, bir sarayı sadece duvarlarından ibaret saymak gibidir. Oysa o sarayın içinde çalışan ordular, işleyen sistemler, haberleşme ağları vardır. İşte kâinat da böyledir: Her zerresinde, her katmanında melâike gibi müekkel varlıklar çalışır; cânn gibi gizli hayatlar sürer; ruhânîler gibi nuranî varlıklar tefekkür eder, ibadet eder.

Kur’ân bu varlıkları adlarıyla anarak bize görünmeyen gerçekliğin varlığını bildirir. Çünkü asıl şahitler görünmeyenlerdir.

  1. Maddeden Nura, Gözden Kalbe

Elektrik, hava, ses, koku, ışık, eter… Bunlar gözle görülmez ama inkâr edilmez. O hâlde, melekler, cinler ve ruhani varlıklar da gözle görünmezler diye yok sayılamazlar. Çünkü onlar da aynı kaynaktan, emir ve irade âleminden gelirler.

Bu varlıklar; sesin, nurun, hatta kokunun latif tabakalarından yaratılmışlardır. Ve bu bize gösterir ki Allah, sadece gözün değil, kalbin de görmesi gereken bir âlem yaratmıştır. Fiziksel olmayan ama manevî olarak hissedilen bu varlıklar, kâinatın ruhani dengesi ve ilahi emirlerin uygulayıcılarıdır.

  1. Melâikeler: Kudretin Sessiz Hizmetkârları

Her bir yıldızın başında bir melek, her bir kanat çırpışta bir zikir vardır. Güneşten rüzgâra, ağaçtan insana kadar her mahlûkun başında bir melek bulunur. Onlar sadece ibadet etmekle kalmaz, varlığı hikmetli bir düzenle idare ederler.

Bir çiçeğin açması, bir damlanın toprağa düşmesi bile melekî bir disiplinle gerçekleşir. Çünkü melekler, ilahi kudretin yeryüzündeki sessiz temsilcileridir.

  1. Cânn: Gizli Hayatın Sakinleri

Cinler, tıpkı insanlar gibi akıl ve irade sahibi varlıklardır. Ancak onlar görünmez bir boyutta yaşarlar. Tıpkı radyo dalgalarının gözle görülmemesi gibi, onların da varlığı hissedilmez ama izleri vardır. Cinler, insanlık tarihi boyunca bazı hadiselerin perde arkasında rol almış, bazen hayra bazen şerre vesile olmuşlardır. Onların varlığı, Kur’ân-ı Hakîm’in açık beyanı ile sabittir.

  1. Ruhaniyat: Nuranî Varlıkların Âlemi

Ruhaniyat, ne maddîdir ne de sıradan bir hayattır. Onlar, nurdan yaratılmış, sürekli Allah’ı tesbih eden ve yüksek manevî vazifeler üstlenen varlıklardır. Kimi zaman ilham, kimi zaman koruma, kimi zaman tefekkürün rehberleri olarak insanla temas ederler. Onlar, emir âleminden gelen misafirlerdir.

Sonuç: Görünmeyen Varlıklar, Görünen Hakikatin Temsilcileridir

Bu âlem, sadece maddeden ibaret değildir. Her görünüşün arkasında bir mana, her sistemin arkasında bir idareci vardır. Melekler, cinler ve ruhani varlıklar; bu idarenin görünmeyen ama etkin memurlarıdır. Onları tanımak, iman hakikatlerini derinleştirir; varlığı daha doğru ve geniş bir perspektiften kavramayı sağlar.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “feza-yı âlem ve semavat zîşuur ve zîhayatlarla doludur” ifadesi çerçevesinde, kâinattaki görünmeyen varlıklar olan melekler, cinler ve ruhani varlıklar ele alındı. Bu varlıkların Kur’ânî beyanlarla sabit olduğu, yaratılışta görevli, ibadette daim ve manevî yapılar oldukları vurgulandı. Sonuç olarak, görünmeyen âlemin bu sakinleri, İlahi düzenin derinlikli şahitleri ve taşıyıcılarıdır.

 

 




Cehennem Gibi Cennet, Cennet Gibi Cehennem: Kalbin Hali Âlemi Nasıl Yansıtır?

Cehennem Gibi Cennet, Cennet Gibi Cehennem: Kalbin Hali Âlemi Nasıl Yansıtır?

“Hatta Cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için asiye kâfirin Cehennem-i manevîsine nisbeten Cennet gibidir.”
(Mesnevî-i Nuriye, s. 228)

Dünya ve âhiret, zıt kutuplarla örülmüş bir imtihan sahnesidir. Ateşle suyun, zulmetle nurun, Cennetle Cehennem’in hakikati yalnızca maddî boyutla sınırlı değildir. Bazen görünürdeki bir ateş, içinde nur saklarken; dıştan nimet gibi görünen bir hayat, derin bir mânevî azabın örtüsünü taşıyabilir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu sözü, sadece mahşer gününe değil, daha bu dünyada başlayan bir iç hakikate dikkat çeker: Gerçek azap ve gerçek huzur, çoğu zaman kalpte başlar. Kalbi ilim ve marifetle nurlanmış bir mü’min için, hatta bedenî bir azap olan cismanî Cehennem bile; inkâr ve gafletle kararan bir ruhun içinde bulunduğu mânevî Cehennemden daha hafif ve hatta Cennet gibi gelebilir. Çünkü o mü’min bilir ki, her ateş onun için değil; her zorlukta bir rahmet gizlidir.

Tarih boyunca nice mü’minler vardır ki, bedenleri ateşlere atılmış, ama ruhları serinlikte kalmıştır. Hazret-i İbrahim (as) ateşe atıldığında, “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol” emriyle o ateş bir Cennet bahçesine dönüşmüştü. Zira oradaki serinlik, yalnızca dış şartların değil, kalbin Allah’a olan yakininden doğmuştu. İşte ârif mü’minin sırrı buradadır: O, dış dünyada neyle karşılaşırsa karşılaşsın, iç dünyası Cennet kadar huzurludur.

Bunun zıddı da mümkündür. Zenginlik, rahatlık, şöhret gibi dışarıdan nimet gibi görünen hayatlar, kalbi inkârla kararmış bir insan için mânevî bir Cehennem olur. Günahın zevki tükenince, geriye sadece vicdan azabı, yalnızlık ve korku kalır. Bu ruh hâli, bedenî bir azap yaşamasa da içten içe kavrulan bir azaptır. Kalbi imanla dolu olmayan bir insan için, dünya nimetleri bile dar bir zindan halini alır. Çünkü kalp, Rabbini tanımadığı müddetçe hiçbir lezzet ona huzur veremez.

Nitekim, zindanda Kur’an’ı düşünen bir mü’minin iç dünyası nurla dolar; saraylarda Allah’tan gafil yaşayan bir kimsenin iç dünyası ise karanlıklarla kaplanır. Bu yüzden, gerçek Cennet de Cehennem de önce kalpte başlar.

Manevî Cehennem, gafletin, inkârın, boşluğun, amaçsızlığın ve nefsin esaretinde geçen bir ömrün cezasıdır. Bu azap, kimse fark etmese de sahibini için için yakar. Çünkü kalp, kendisine takılan yaratılış gayesine aykırı hareket ettikçe, ruh sıkılır, varlık daralır, hayat çekilmez hâle gelir. İşte bu hâl, asiye kâfirin mânevî Cehennemidir.

Ârif mü’min ise, musibetlerde Allah’ın kudretini, hastalıklarda rahmetini, belalarda hikmetini gören kimsedir. O bilir ki, Allah dostlarının yolu çiçeklerle değil, dikenlerle doludur. Fakat o dikenler, Allah için sabredildiğinde Cennet’e dönüşür. Cismanî Cehennem bile, Allah için çekilen bir imtihan olursa, içindeki ruh Cennet’te yaşar.

Bu hakikat, bize hayatın dış yüzüne aldanmamayı öğretir. Zorlukları sabırla ve tevekkülle karşılayan, iç dünyasını Kur’an ve imanla nurlandıran bir mü’min, dünyanın en zor şartlarında bile huzur bulabilir. Buna karşılık, ne kadar dıştan rahat ve lüks bir hayat yaşasa da kalbi Allah’tan uzak olan kişi, kendi içinde derin bir boşluk ve azap hisseder.

Çünkü ruhun gıdası iman, huzurun kaynağı marifettir. Kim Allah’ı tanırsa, her şey ona dost olur; kim Allah’tan gafil olursa, nimetler bile onun için azaba dönüşür.

Özet:

Bu makalede, Mesnevî-i Nuriye’de geçen “Cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için… Cennet gibidir” ifadesi temel alınarak, iç huzurun imanla, iç azabın ise inkârla doğrudan ilişkili olduğu ifade edilmiştir. Kalbin Allah ile buluştuğu bir durumda bedenî sıkıntılar bile ruhu yormazken, kalbi gafletle kararmış bir kimse için en rahat hayat bile mânevî bir azaba dönüşebilir. Gerçek Cennet de Cehennem de insanın içinde başlar. Öyleyse huzuru dışta değil, kalpte ve imanda aramak gerekir.