Kâinat Kadar Genişleyen Akıl ve Kalp: İnsan Fıtratının Sonsuz Ufku

Kâinat Kadar Genişleyen Akıl ve Kalp: İnsan Fıtratının Sonsuz Ufku

“Mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nuranî kalblerin…”

Bu ifade, insanın hakikat yolculuğundaki kapasitesini ve mahiyetini tarif eden en parlak hakikatlerden biridir. Zira insan, zâhirde bir avuç et ve kemik parçasıdır; fakat bâtında, ebedi âlemleri tartabilecek derinlikte bir ruh ve hakikati kuşatacak bir kalp taşır. İşte bu cümle, bu sırrı açar: İnsanın istikametli aklı ve temiz kalbi, kâinat kadar genişleyebilir.

I. İnsanın Çekirdeklere Sığmayan Mahiyeti

İnsan, kâinatın meyvesidir. Yani tüm varlık âleminin özetidir. Nasıl ki bir çekirdek küçüktür ama koca bir ağacı taşır; insan da küçücük bedeniyle koca bir âlemi içinde barındırır.

Maddi yapısıyla âlem-i şehadetin,

Ruhu ve aklıyla âlem-i gaybın bir numunesidir.

Duygularıyla Cennet’i hisseder, kalbiyle Cehennem’den korkar.

İşte bu sırdandır ki, insanın aklı ve kalbi, zahirde sınırlı ama bâtında sınırsız bir genişliğe sahiptir. Müstakim ve münevver bir akıl, bütün kâinatı bir kitap gibi okur. Selim ve nuranî bir kalp, tüm mahlûkatla Rabbine iltica eder.

II. Müstakim ve Münevver Aklın Hakikati

Müstakim akıl, eğrilmeyen, hakikate uygun düşünen akıldır.
Münevver akıl ise Kur’an ve iman nuruyla aydınlanmış akıldır.

Bu akıl:

Kâinata bakar, içindeki hikmeti sezer.

Nizamı görür, nizama bakarak nâzımı bulur.

Sebeplerde boğulmaz, sebeplerin ötesini görür.

Böyle bir akıl, yalnızca teknik bilgiyle dolu değil; aynı zamanda tevhidi okuyabilen bir marifet aynasıdır. Kâinatın her zerresinde tevhidin, hikmetin, kudretin imzalarını görür. İşte bu yüzden “kâinat kadar inbisat eder.” Çünkü her şeyi Allah hesabına okumayı öğrenmiştir.

III. Selim ve Nuranî Kalbin Derinliği

Selim kalp, şirkten, nefisten, ufunetten arınmış kalptir.
Nuranî kalp, Allah sevgisiyle dolmuş ve ilahi nurla parlayan kalptir.

Bu kalp:

Varlığın merkezinde Allah’ı hisseder.

Musibetlerde sabırla, nimetlerde şükürle Rabbine yönelir.

Zikirle genişler, fikirle derinleşir, şuurla saflaşır.

Selim kalp, sadece his değil; iman ve marifetle dolu bir manevî merkezdir. Bu kalp, kâinatta Allah’ın isimlerini görür ve o isimlerin şehadetiyle Rabbine ulaşır.

IV. Akıl ve Kalp Birlikte Açıldığında…

Bu mübarek cümlede dikkat çekilen bir başka sır ise şudur: Akıl ve kalp birlikte açılmadıkça insan tam manasıyla kemâle ulaşamaz. Akıl tek başına kuru mantık, kalp tek başına kuru duygudur. Ama birlikte çalıştıklarında:

Akıl hikmetle görür, kalp muhabbetle hisseder.

Akıl bilir, kalp sever.

Akıl Allah’ın varlığını ispat eder, kalp Allah’a teslim olur.

İşte bu sır içindir ki, “mânen kâinat kadar inbisat edebilen” derken hem akıl hem kalp zikredilmiş; çünkü her ikisi beraber olduğunda insan bir zerre iken güneş gibi parlar.

V. Bugün İçin Mesaj: Gönül ve Fikir Birliği

Bugün insanlık, ya sadece aklı putlaştırıyor ya da kalbi duygusallığa kurban ediyor. Hakikat yolu ise aklın rehberliği ve kalbin aydınlığıyla yürünür. Düşünceyi imanla, duyguyu Kur’an’la buluşturmazsak, insan kendini de, âlemi de anlayamaz.

Ey insan! Senin fıtratına yerleştirilen akıl ve kalp, semalara açılan iki pencerendir. O pencereleri Hakk’a çevirirsen kâinat kadar genişlersin; nefsine çevirirsen kabuk gibi daralırsın.

Özet:

Bu makalede Risale-i Nur’dan alınan “mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akıllar, selim ve nuranî kalbler” ifadesi tefsir edilmiştir. İnsan fıtratının taşıdığı akıl ve kalp, zahirde küçük ama hakikatte sınırsız genişlikte birer kabiliyet olarak tanımlanmıştır. Münevver akıl kâinatı okur, nuranî kalp Yaratan’a yönelir. Her ikisi birlikte çalıştığında, insan, Allah’ın isimlerini okuyarak marifet ve muhabbet ufkuna ulaşır.




Rabbimizi Elçilerine Sorduğumuzda Aldığımız Cevaplar

Rabbimizi Elçilerine Sorduğumuzda Aldığımız Cevaplar

İnsan, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren bir arayış içindedir. En derin, en yakıcı ve en asli sorusu şudur: “Ben kimim, beni kim yarattı?” Bu soru, sadece bir felsefi arayış değil, aynı zamanda bir kulluk başlangıcıdır. Ve insan bu soruyu sorduğunda, Cenab-ı Hak onu cevapsız bırakmamış; elçileriyle, peygamberleriyle bu soruya bizzat kendisi cevap vermiştir.

I. İlk Elçiden Son Peygambere Aynı Hakikat

Hazret-i Âdem’den (a.s.) Hazret-i Muhammed’e (s.a.v.) kadar gelen bütün peygamberler aynı cevabı getirmiştir:

> “Rabbimiz, gökleri ve yeri yaratan, her şeyi ilmiyle kuşatan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyi var eden ve yöneten, tek ve ortaksız Allah’tır.”

Hz. Nuh (a.s.) tufanla muhatap olmuş ama gemisinin dümenini Allah’a bırakmıştır.

Hz. İbrahim (a.s.) putlar arasında büyümüş ama kalbinin sesiyle “Ben batanları sevmem” diyerek Rabbini aramış ve bulmuştur.

Hz. Musa (a.s.), Tur’da “Benim Rabbim her şeye varlığını lâyıkıyla veren ve yolunu gösterendir” diye cevap vermiştir.

Hz. İsa (a.s.), “Ben Allah’ın kuluyum” diyerek tevhidin en sade ifadesini beşikte vermiştir.

Hz. Muhammed (s.a.v.) ise bütün bu cevapları kemale erdirmiş, “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir (hiçbir şeye muhtaç değildir, herkes O’na muhtaçtır)” diyerek insanlığın Rabbine giden en kısa ve en selametli yolu göstermiştir.

II. Rabbimizi Elçilerine Sormak: Zihinle Başlayan Kalple Bitirilen Bir Yolculuk

Peygamberler, sadece bilgi veren öğretmenler değil; aynı zamanda tefekkür yolunu gösteren kılavuzlardır. Onlara sorulan “Rabbimiz kimdir?” sorusunun cevabı kitap sayfalarında değil, kâinatta, vicdanda, hikmette, ve ahlakta aranmalıdır. Çünkü onların cevabı teorik değil, yaşanmış, hissedilmiş, temsil edilmiş bir cevaptır.

Onlar, Allah’a teslim olmanın huzurunu yaşayarak gösterdiler.

Onlar, ahlakın kaynağının Allah olduğunu yaşayarak öğrettiler.

Onlar, kâinattaki düzenin sahibini gözümüzle değil kalbimizle görmemizi sağladılar.

III. Bugün Rabbimizi Onlara Sorsak Ne Derlerdi?

Eğer bugün onların kapısını çalsaydık, muhtemelen şöyle derlerdi:

> “Rabbinizi bulmak istiyorsanız, kâinata bakın ama sadece maddeyle değil, mânâ ile. Nefsinizi dinleyin ama sadece hevesle değil, vicdanla. Kalbinizi çevirin ama sadece kendinize değil, semaya. Ve en önemlisi, Kur’ân’a sarılın; çünkü artık söz ondadır.”

Rabbimiz, sadece göklerin Rabbi değil; aynı zamanda içimizdeki boşluğun, arayışın ve huzursuzluğun da sahibidir. Ve o boşluk, ancak onu tanımakla dolar.

IV. Cevapların Birleştirdiği Ortak Hakikat: Tevhid

Elçilerin her biri, ayrı zamanlarda, ayrı kavimlerde, ayrı dillerle konuşmuştur. Ama hepsi tevhidde birleşmiştir. Çünkü bu, bir inanç değil; varlığın hakikatidir. Her şeyin bir sahibi, her oluşun bir fail’i, her düzenin bir düzenleyicisi vardır.

Ve her peygamber, bu hakikati şu şekilde özetlemiştir:

> “Ben size, yalnızca Allah’a kulluk etmenizi emrediyorum. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.”

V. Biz Bu Cevaplarla Ne Yapıyoruz?

Asıl soru budur. Rabbimizi elçilerinden öğreniyoruz ama acaba bu bilgiyi ne kadar hazmediyoruz? Sadece duymak mı, yoksa yaşamak mı? Cevabı öğrenmek başka, o cevaba göre yaşamak başkadır.

Eğer kalbimizde hâlâ huzursuzluk, aklımızda hâlâ şaşkınlık varsa, demek ki cevabı duyduk ama hâlâ tatmadık.

Özet:

Bu makalede, “Rabbimiz kimdir?” sorusuna peygamberlerin verdiği cevaplar ele alınmıştır. Bütün elçilerin getirdiği ortak mesajın tevhid olduğu, bu cevabın hem akla hem kalbe hitap ettiği vurgulanmıştır. Rabbini tanımak isteyenin, sadece söze değil; yaşantıya, Kur’an’a ve peygamberlerin örnekliğine yönelmesi gerektiği ifade edilmiştir.

 

 




Rabbimizi Gönderdiği Kitaplara Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

Rabbimizi Gönderdiği Kitaplara Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

İnsanlık tarihi boyunca kul ile Rabbi arasında kurulan en büyük köprü, ilahi kitaplar olmuştur. Allah (c.c.), kulunun nefsin dar kalıplarına sıkışmaması, aklın şaşkınlığında kaybolmaması, kalbin susuzluktan çatlamaması için kelâmını indirmiştir. Bu kitaplar, gökten inen rahmet mektupları, karanlıkları delen nur fenerleri ve hayata mana kazandıran ilahi hitaplardır.

Bir insan, kalbini açarak bu kitaplara şöyle bir soru sorsa:

> “Rabbim kimdir, O nasıldır?”

Bu kitaplar, kendi dillerince ama aynı hakikati dile getirerek cevap verirler.

I. Tevrat: Korkuyla Tanınan Yücelik

Tevrat, özellikle İsrailoğullarına indirilen, Hz. Musa (a.s.) vasıtasıyla gelen mukaddes bir kitaptır. Onun sayfalarına yöneldiğimizde bir kudret Rabbi ile karşılaşırız. Dağları titreten, denizi yaran, ateşi söndüren bir Rab. Adaleti celaliyle birlikte tecelli eden; azameti karşısında secdeye kapanılan bir Allah.

Tevrat der ki:

> “Rab tektir, Ondan başkası yoktur. O her şeye kadirdir.”

Ancak zamanla bu kitap tahrif edilince, bu cevabın berraklığı da bulandı. İlahi kudretin yerine beşerî vasıflar sızdı. Bu yüzden bugün Tevrat’a sorulan sorular, eksik ve yanlış cevaplar üretmektedir.

II. Zebur: Rahmetle Akan Ses

Zebur, Hz. Davud (a.s.)’a indirilen, veciz ve şiirsel ifadelerle dolu bir kitaptır. Rabbini soran bir kalbe onun cevabı, rahmetle dokunan, kalbi teskin eden bir nitelik taşır.

> “Rabbim benim çobanımdır, eksikliğim olmaz.”

Zebur’da Allah, kuluna yakın, merhametiyle saran, dualara cevap veren bir zat olarak tasvir edilir. Kalbin lisanıyla konuşan bir kitaptır. Ancak o da zamanla tahrife uğramış ve asli cevabının berraklığı kaybolmuştur.

III. İncil: Sevgide Buluşan Kudret

İncil, Hz. İsa (a.s.)’a gönderilen ve insanlığa rahmetin, sevginin ve bağışlamanın önemini hatırlatan bir kitaptır. Rabbini sorana şu cevabı verir:

> “Göklerde olan Yaratıcınız, merhametlidir.”

İncil’in aslı, Allah’ı seven, bağışlayan ve affeden bir Rab olarak gösterir. Ama bu sevgi, eğer kudret ve azametle dengelenmezse, Rabbini sadece pasif bir iyilik kaynağına dönüştürür. Bugünkü İncil’lerde ise teslis (üçleme) anlayışı, bu cevabı ilahi olmaktan çıkarıp beşerileştirmiştir.

IV. Kur’ân-ı Kerîm: Her Cevabın Mükemmel Tamamı

Ve sıra geldi Kur’ân-ı Azîmüşşân’a… Ona bu soruyu sorduğumuzda, cevabı açık, berrak, kuşatıcı ve sarsıcıdır:

> “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir. Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir.” (İhlâs Suresi)

Kur’ân, Allah’ın birliğini, hiç bir şeye muhtaç olmadığını, mekândan ve zamandan münezzeh olduğunu, rahmet, hikmet, azamet ve adaletiyle her an iş başında olduğunu bildirir. Diğer kitapların eksik bıraktığı her yönü tamamlar.

Kur’ân sadece bilgi vermez; aklı ikna eder, kalbi doyurur, nefsi terbiye eder, ruhu yükseltir.

V. Bugün Bu Kitaplar Bize Ne Der?

Tevrat, eğer tahriften arınsaydı, “Rabbini kudretiyle tanı” derdi.

Zebur, “Rabbini kalbinle hisset” derdi.

İncil, “Rabbini sev ve merhamet et” derdi.

Kur’ân ise hepsini derleyip toparlar ve der ki:

> “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd O’nadır, O her şeye kadirdir.” (Tegabun 1)

Özet:

İlahi kitaplara “Rabbimiz kimdir?” diye sorduğumuzda, her biri kendi zamanının lisanıyla ama aynı hakikati anlatır: Allah birdir, eşi benzeri yoktur, kudreti sonsuzdur, merhameti sınırsızdır. Ancak bu cevapların en berrak ve değişmemiş hali Kur’ân’dadır. Kur’ân, hem önceki kitapların mirasını taşır hem de onları tashih eder. Rabbini arayan bir kul, bu kitaplara kalbiyle yönelirse, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına muhatap olur ve “Belâ” cevabını yeniden verir.

 

 




Rabbimizi Mahlukat ve Mevcudata Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

Rabbimizi Mahlukat ve Mevcudata Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

İnsan, sonsuz bir sorunun sahibidir. En büyük sorusu da şudur:
“Benim Rabbim kimdir?”
Bu soruyu yalnızca kitaplara değil; göğe, yere, denizlere, dağlara, rüzgâra, kuşa, çiçeğe ve hücreye sormak da mümkündür. Zira Rabbimiz, sadece kitaplarla değil, mahlukat diliyle de konuşur. Çünkü O, her şeyi konuşturandır.

Her bir varlık, sanki ilahi bir kelime, bir cümle, bir ayet hükmündedir. Ve biz sorduğumuzda, her biri kendi hal diliyle cevap verir:

I. Güneşe Sorduk: “Rabbin Kimdir?”

Güneş der ki:
“Ben doğmamı da batmamı da bilmem. Vaktinde doğar, vaktinde batarım. Beni her sabah kaldıran ve her akşam indiren bir Rab vardır.”

Güneşin yanmadan ısıtması, yakmadan aydınlatması, sürekli ve kusursuz hareketi; bir ilmin, bir iradenin ve kudretin varlığına işaret eder.

II. Arıya Sorduk: “Kim seni bal yapmaya yöneltti?”

Arı dedi ki:
“Ben sadece emrolunduğumu yaparım. Çiçekten aldığımı bala dönüştüren ben değilim. Midemde bal fabrikası kuran, bana yolları ilham eden Rabbimdir.”

Balın tadındaki ölçü, şifasındaki hikmet, damlasındaki mucize; bir rahmet ve hikmet sahibi Rabbi gösterir.

III. Hücreye Sorduk: “Kimin emrindesin?”

Hücre fısıldadı:
“Ben görünmem, ama işleyen bir fabrikayım. DNA’mı kimin yazdığını bilmem, ama harflerim kusursuzdur. Benim planımı ancak bilen bir Rab yazmış olabilir.”

Mikroskobik bir yapının içinde makroskobik bir düzen varsa, o düzenin sahibi Sonsuz bir İlahi Kudrettir.

IV. Gecenin Sessizliğine, Gündüzün Cıvıltısına Sorduk

Gece der ki:
“Ben dinlendirme vaktiyim. Uyumam, ama uyutanım vardır.”

Gündüz der ki:
“Ben iş vaktiyim. Koştururum ama kimin için olduğunu bilmem. Beni size hizmet ettiren Rabbinizi düşünün.”

Zamanın akışı, gece ve gündüzün peş peşe gelişi, insanın ihtiyaçlarına tam uygunluğuyla Rahîm bir Rabden haber verir.

V. Dağa Sorduk: “Bu heybetin kime ait?”

Dağ gürledi:
“Ben sabit duran bir kulum. Yerin dengesiyim. Ama ben kendime bile yetemem. Sarsıntılardan korunmam için Rabbim bana tesbit verdi.”

Yeryüzünün sarsılmadan durması, dağların sabitleyici rolü, bir tedbir ve ölçü sahibi Zat’ı gösterir.

VI. Kalbe Sorduk: “Senin ritmini kim ayarlıyor?”

Kalp dedi ki:
“Ben hiç durmam. Ama durmamak benim değil, emredenindir. Yorgunluk tanımam, ama kudretle beslenirim. Rabbim emretmese, atamam.”

İnsan kalbinin hiç durmadan işlemesi, yaşamın ince bir ayarda sürmesi; Allah’ın sürekli “fiil ve tasarruf” halinde olduğuna delildir.

VII. Bütün Mahlukat Dedi ki:

> “Bizi yoktan var eden, şekil veren, yaşatan, rızıklandıran, yöneten ve sonra geri alan bir Rabbimiz var. O bir, eşsiz ve sonsuz kudret sahibidir. Her şey O’nunla olur. O olmayınca hiçbir şey olmaz.”

Özet:

Rabbimizi sorduğumuzda mahlukat susmaz; her biri kendi diliyle, yaratılışıyla, düzeniyle, hikmetiyle konuşur. Güneşten hücreye, arıdan dağa, kalpten geceye kadar her varlık; Allah’ın birliğini, kudretini, rahmetini ve hikmetini ilan eder. Mahlukatın tamamı, “Lâ ilâhe illâ Hû” der. Bu da gösterir ki, Allah sadece kitaplarda değil, mevcudatın tamamında da okunur.

 

 




Rabbimizi Rabbimize Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

Rabbimizi Rabbimize Sorduğumuzda Aldığımız ve Alacağımız Cevaplar

İnsan, her şeyin kaynağını sormaya meyilli bir varlıktır. Sorar:
“Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Ve beni kim yarattı?”

Bu soruların en büyüğü ise şudur:
“Rabbim kimdir?”

Bu soruyu önce mahlukata sorduk, sonra peygamberlere, kitaplara… Her biri ayrı ayrı Rabbimizi gösterdi.
Peki ya en doğrudan kaynak olan Rabbimize bizzat sorsaydık, bize ne derdi?
O, Zâtını nasıl tanıttı?
Cevap, Kur’an’dadır. Çünkü Kur’an, Allah’ın kendisini insana tanıttığı kelamıdır.

1. “Ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur.”

(Musa’ya hitaben: Tâhâ, 14)

Allah, öncelikle birliğiyle tanıtır kendini.
“De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.” 2. “Allah samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir.)” 3. “Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (Kimsenin çocuğu değildir).” 4. “Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” ( İhlas.1-4)

Bu, bir tanıtım değil; bir tebliğ ve davettir:
“Sadece bana yönelin, başkasına eğilmeyin.”

2. “(Resûlüm!) Kullarıma, benim, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver.”

(Hicr, 49)

Kendini sadece azametle değil, rahmetle tanıtır.
“Rahman ve Rahîm” sıfatlarını en başa yazar.
Merhametini o kadar büyük tutar ki;
“Benim rahmetim gazabımı geçmiştir.” (Buhârî, Tevhid 55)

Demek ki Rabbimizi sorduğumuzda, O ilk olarak şefkat ve bağışlama yönünü gösterir.

3. “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim.”

(Hadis-i kudsî)

Bu ifade, insanın yaratılışındaki ilâhî sevgi ve maksat boyutunu gösterir.
Allah, kendini tanıtmak istemiş, bilinmek dilemiş.
Ve insanı bunun için yaratmış.
Yani biz, sadece ibadet için değil, tanımak, bilmek, sevmek için varız.

4. “Biz ona şah damarından daha yakınız.”
(Kâf, 16)

Rabbimiz bize uzak değil.
Gökte değil sadece, her yerdedir.
Kalbimize, niyetimize, gözyaşımıza, iç sesimize şahittir.
Sorduğumuzda cevap veren, yakardığımızda duyan, tövbe ettiğimizde bağışlayan O’dur.

5. “O halde siz beni anın, ben de sizi anayım.”
(Bakara, 152)

Bir başka muhteşem cevap.
Allah bizden uzak duran değil, bizle beraber olmayı arzu edendir.
O, Kendi zatıyla yüce olsa da, kullarına karşı öyle yakındır ki; kendisini anan kulunu anar, yönelen kuluna yönelir.

6. “Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım.”
(Buhârî, Tevhid 15)

Bu cevap, ilâhî muhabbetin büyüklüğünü gösterir.
Rabbimize dönmek yeterlidir.
O bizim bir adımımıza on adım atar.
Çünkü O, sevilmeye en layık ve en çok seven Zât’tır.

7. “ Bana Dua edin, size cevap vereyim.”
(Mü’min, 60)

Sadece dinleyen değil, cevap verendir.
Rabbimizi Rabbimize sorduğumuzda, O bize der ki:
“Ben size yakınım. Yeter ki bana yönelin.”

Özet:

Rabbimizi sorduğumuzda, O kendisini Kur’an ve hadisle tanıtır.
Kudret sahibi, eşsiz, rahmetli, bağışlayan, seven, duyan, anlayan ve yakın olandır.
Biz sorarız: “Sen kimsin ey Rabbimiz?”
O cevap verir: “Ben Allah’ım; Rahmanım, Rahîmim, sizin yaratıcınız, sahibiniz, yardımcınız ve en yakınınızım. Bana yönelin, çünkü Ben hep sizi almaktayım.”

 

 




Dünyayı Ahiret İçin İstemeli

Dünyayı Ahiret İçin İstemeli

İnsan, iki âlem arasında yolculuk eden bir misafirdir. Bu dünyada geçici bir süreliğine konaklamakta, asıl yurdu olan ahirete doğru adım adım ilerlemektedir. Ne var ki, zaman zaman bu geçici durak, ebedi yurdu unutturur. Dünya, bir imtihan yeri olduğu kadar, ahiretin tarlasıdır da. Bu sebeple dünya hayatına bakışımızı doğru belirlemek, hem dünyada huzuru hem de ahirette saadeti elde etmenin anahtarıdır.

Dünya, Allah’ın sanatını sergilediği büyük bir sergi salonudur. Gözümüzü kamaştıran nimetler, aklımızı hayrete düşüren hikmetler, kalbimizi titreten güzellikler… Hepsi, Yaratan’ın kudretini ve rahmetini gösteren delillerdir. Ancak bu güzelliklere bakarken, onları veren Zât’ı unutmak, resme bakıp ressamı görmemek gibidir. Mal, makam, servet, ilim, sağlık, gençlik gibi nimetler birer emanettir; bunlar uğruna değil, bunlarla Allah’a ulaşmak içindir.

Nice insanlar vardır ki dünyayı sadece dünya için ister. Makamları artsın, paraları çoğalsın, daha çok zevk alsınlar diye yaşarlar. Fakat bu istek, onları hırsla kör eder, kalplerini katılaştırır, merhamet ve adalet duygularını zayıflatır. Oysa ki dünya, kendisi için istendiğinde insanı köleleştirir; ama ahiret için istendiğinde insanı yükseltir. Çünkü o zaman dünya, bir vasıta olur; maksat değil, araç olur.

Bir çobanın koyunlarını güttüğü bir ovada, taşların üzerine oturmuş yaşlı bir zat vardı. Her gün aynı yere gelip saatlerce sessizce otururdu. Bir gün yanına gelen genç bir adam sordu:
“Dede, burada ne yapıyorsun?”
İhtiyar cevap verdi: “Bu taşların dili olsa da söylese, kimlerin gelip geçtiğini. Zenginlerin saltanat sürdüğü, fakirlerin gözyaşı döktüğü, nice güçlülerin yere yığıldığı bu ovada, ben sadece geçici olduğumu hatırlamaya geliyorum. Çünkü dünya, gelip geçen bir gölge gibi. Gölgeye sarılan, sonunda karanlıkta kalır. Ben de ışığa yönelmek istiyorum; ahirete…”

Bediüzzaman Said Nursî, “Dünyanın ve eşyanın üç tane yüzü var:”

“Birinci yüzü: Esma-i İlahiyeye bakar, onların ayineleridir. Bu yüze zeval ve firak ve adem giremez; belki tazelenmek ve teceddüd var.”

“İkinci yüzü: Ahirete bakar, âlem-i bekaya nazar eder, onun tarlası hükmündedir. Bu yüzde, baki semereler ve meyveler yetiştirmek var; bekaya hizmet eder, fâni şeyleri baki hükmüne getirir. Bu yüzde dahi mevt ve zeval değil, belki hayat ve beka cilveleri var.”

“Üçüncü yüzü: Fânilere, yani bizlere bakar ki, fânilerin ve ehl-i hevesatın maşukası ve ehl-i şuurun ticaretgâhı ve vazifedarların meydan-ı imtihanlarıdır. İşte bu üçüncü yüzündeki fenâ ve zeval, mevt ve ademin acılarına ve yaralarına merhem için, o üçüncü yüzün içyüzündeki bekà ve hayat cilveleri var.”

Ahiret için isteyen bir mü’min, çalışır ama servetine güvenmez. Kazanır ama malına tapmaz. Yaşar ama gaflette kaybolmaz. Her nimeti bir fırsat bilir; her musibeti bir uyarı olarak görür. Çünkü bilir ki, hayat bir nefestir ve her nefes, ebedi hayata giden bir adımdır.

Özet:
Bu makalede, dünyanın fani olduğu, asıl amacının ahirete bir hazırlık ve imtihan sahası olduğu ifade edilmiştir. Dünya nimetlerine bağlanmak yerine, onları ahireti kazanmak için birer vasıta olarak görmek gerektiği anlatılmıştır. Dünya sevgisiyle köleleşen insanın aksine, dünyayı Allah için isteyen insanın özgürleşeceği ve yüceleceği ifade edilmiştir. Sonuç olarak, dünya fani ama doğru kullanılırsa ebedi saadetin anahtarıdır.




Kudret Elinde Canı Olan: Bir Yemin, Bir Teslimiyet

Kudret Elinde Canı Olan: Bir Yemin, Bir Teslimiyet

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hayatı boyunca pek çok hakikati bize bildirirken bazen yeminle sözlerine kuvvet verirdi. Ancak O’nun en sık kullandığı yemin şekli sıradan bir yemin değil, derin bir teslimiyetin ve kulluk şuurunun ifadesidir:
“Vellezî nefsu Muhammedin biyedihî” – Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki…

Bu yemin, sadece bir sözün vurgusu değil; aynı zamanda bir hakikat ilanıdır. Resûlullah (s.a.v.), bu kasemiyle şunu haykırır:
“Ben dahi kendime malik değilim. Benim ruhum da, bedenim de, gücüm de, hayatım da Allah’ın elindedir.”

Bu ifade, bir kulun Rabbine olan nihai teslimiyetinin, kendini bütünüyle Allah’a ait bilmesinin zirvesidir. Peygamberimiz (s.a.v.), “Ben kendi nefsime dahi sahip değilim” diyerek, insanlık onurunun ve özgürlüğünün aslında Allah’a kullukta yattığını göstermektedir. Çünkü gerçek özgürlük, hakikatin rehberliğinde yapılan kulluktur.

Bu yeminin arka planında insanın acziyetini kabullenmesi, ilahî kudrete teslimiyeti ve tevhid bilincinin en yüksek mertebesi vardır. Bu bakımdan, bu söz sadece bir yemin değil; aynı zamanda bir iman manifestosudur. Çünkü bir insan, canının Allah’ın kudret elinde olduğunu idrak ettiğinde artık kendini mutlak güç sahibi sanmaz, kibirlenmez, dünyaya aşırı bağlanmaz.

Bu kasemin içinde insanın fıtratına derin bir davet vardır:
“Ey insan! Sen de kendini mutlak malik sanma! Senin de nefsin, ömrün, kalbin ve kaderin O’nun elindedir.”
Bunu anlayan kişi için ölüm korkulacak değil, bir el değişimidir; rızık endişe verici değil, Kudret Eli’nin ikramıdır; yalnızlık acı değil, her an gözetilmenin huzurudur.

Yani şunu ifade ederiz;
“Ben kendime malik değilim ki, kendi başıma bir şeye hükmedeyim. Mülk O’nundur; ben Onun memuruyum.”
İşte “nefsim O’nun elindedir” demek, tüm benliğiyle bu hakikate iman etmek demektir.

Sonuç olarak:

Peygamber Efendimizin “Vellezî nefsu Muhammedin biyedihî” şeklindeki yemini, bir sözün vurgusundan öte bir kulluk duruşudur. Bu yemin, bizlere hem Allah’ın kudretine teslim olmayı, hem de hayatı O’nun iradesine bağlamayı öğretir. Çünkü hayatın sahibi Allah’tır; biz ise sadece O’nun emanetiyiz.

Özet:

Bu makale, Peygamber Efendimizin “Vellezî nefsu Muhammedin biyedihî” yeminini bir teslimiyet ve kulluk beyanı olarak ele almaktadır. Yemin, sadece bir vurgu değil; insanın kendini Allah’ın mülkü olarak görmesinin, hayatın ve nefsin sahibinin yalnız Allah olduğunu ilan etmesidir. Böyle bir bakış, insanı tevhide, tevekküle ve teslimiyete götürür.




Fe’sda’ Bimâ Tu’mer”: Hakkı Açıkça Söyleme Emri ve Davetçinin Cesareti

Fe’sda’ Bimâ Tu’mer”: Hakkı Açıkça Söyleme Emri ve Davetçinin Cesareti

Ayet:
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ
“Öyleyse, sana emredilen şeyi kafa çatlatırcasına açıkça anlat! Müşriklere aldırma!” (Hicr Suresi, 94)

Kur’ân-ı Kerim’in bu kısa ama sarsıcı ayeti, Risaletin dönüm noktalarından birine işaret eder. Söz, tebliğ ve davet sahasında bir kırılma anıdır bu emir. Gizli davetin yerini artık açık çağrı alacaktır. Artık geri dönüş yoktur. Bu ayet, sadece bir emir değil; bir mücadele çağrısı, bir istikamet bildirisi ve bir dava adamının pusulasıdır.

I. Tefsir Yönüyle Ayet

“Fe’sda’ bimâ tu’mer”, Mekke döneminde nazil olmuş ve Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) gizli yürüttüğü tebliğ faaliyetinden sonra, artık açıkça İslam’ı ilan etmesini emretmiştir.

“Fe’sda’”, Arapçada “yarılmak”, “ayırmak”, “açığa çıkmak” anlamlarına gelir.

Buradaki kullanımda mecazi anlam taşır:
Korkma, çekinme, engelleme tanıma; Hakk’ı açıkça ilan et.

Tefsir âlimleri bu ayeti, Peygamber’e gelen “açık tebliğ” izni ve emri olarak görürler. Çünkü bu ayetten önce davet daha çok birebir, gizli veya küçük halkalarla oluyordu. Bu ayetle birlikte artık açık meydanlara, daru’n-nedve’ye, panayırlara yöneliş başlıyor.

II. Belağat Yönüyle Ayetin Derinliği

Kur’an’da vecizliğin (özlü ifade) en güzel örneklerinden biridir bu ayet. Yalnızca iki kelimeden oluşan bu emir, içinde;

Cesaret,

Kararlılık,

Sarsılmaz bir tevhid daveti,

Toplumsal bir mücadele ilanı,

Tek başına kalsan bile hakkı haykırma gerekliliğini barındırır.

Belağat açısından bu ayet, lafzın kısa, mananın derin olduğu ayetlerdendir.
Bir başka belağat özelliği de emir kipinin (فَاصْدَعْ) sertliğinde ve doğrudanlığındadır. Sanki bir kılıç darbesi gibi gelir; susmaya, gizlenmeye, beklemeye izin vermez.

III. Lafzî Açıdan Ayetin Gücü

“Fe” harfi: Önceki ayetlerle bağ kurar ve hemen harekete geçmeyi emreder.

“Asda’”: Sadece “söyle” değil, “ayrıl, böl, yar” demektir. Yani hak ile bâtılı ayıracak bir konuşma yap.

“Bimâ tu’mer”: Ne kendi arzuna göre konuş, ne siyasete göre; emrolunduğun neyse onu söyle.

Bu yönüyle ayet, davetçinin kendi fikrini değil, vahyi dillendirmesi gerektiğini vurgular.

IV. Ayetin Bugüne Mesajı: Korkmadan Hakk’ı Söylemek

Bu ayet sadece Peygamber Efendimiz’e değil, kıyamete kadar gelen her davetçiye bir mesajdır:

Eğer hakikat elinde ise; korkma, yalnız kalırım deme.

Eğer doğruyu biliyorsan; susma, bekleme, saklama.

Çünkü hakkı saklamak da bir nevi zulümdür.

Günümüzde sessizlik zulmü, hakkı eğip bükme korkusu, toplumun hoşuna gitmeyen gerçekleri dile getirmekten çekinme gibi hastalıklar, bu ayetin feryadına ihtiyaç duyuyor.

Fe’sda’ bimâ tu’mer!
Ey hakikat eri, senin görevin hakikati eğmeden, bükmeden, çekinmeden söylemektir.

Sonuç: Davetçinin Şiarı Olmalı

“Fe’sda’ bimâ tu’mer” ayeti, her hakikat yolcusunun pusulası olmalıdır. Zira İslam sadece kalpte gizli bir inanç değil, hayatı şekillendiren bir hakikat ilanıdır. Bu ayet, davetçiye cesaret verir, omuzuna sorumluluk yükler, diline sadakat öğretir. Unutulmamalıdır ki: Hakkı açıkça ilan edenler, Allah’ın nusretini açıkça görenlerdir.

Özet:

Bu makalede “Fe’sda’ bimâ tu’mer” ayetinin tefsirî, belağatî ve lafzî yönleri işlenmiştir. Ayet, Resulullah’a verilen açık tebliğ emridir ve aynı zamanda her hak davetçisine cesaret ve kararlılık aşılar. Belağat açısından kısa ama derin anlamlar ihtiva eden bu ayet, Hakk’ı korkmadan, açıkça söylemenin önemini ifade eder. Günümüz Müslümanlarına da sessizliğin zulüm olduğu, davetin gizlenemeyeceği hatırlatılmıştır.




Sığınaklar Kime Kar Eder? – Kalelere Saklanan İnsan ve Kaçınılmaz Hakikat

Sığınaklar Kime Kar Eder? – Kalelere Saklanan İnsan ve Kaçınılmaz Hakikat

“Eski ABD Başkanı George H. W. Bush dönemi İskan ve Kentsel Kalkınma Bakan Yardımcısı Catherine Fitts, ABD hükümetinin insan neslinin “neredeyse yok olma” durumunda zenginler için gizli yeraltı şehirleri inşa ettiği iddiasında bulundu.
…1998-2015 yılları arasında Savunma ile İskan ve Kentsel Kalkınma Bakanlıklarında 21 trilyon dolarlık yetkisiz harcama” olduğu yönündeki raporuna atıfta bulundu.”

Oysa;

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa «Bu Allah’tan» derler; başlarına bir kötülük gelince de «Bu senden» derler. «Hepsi Allah’tandır» de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” Nisa.78.

Dünya tarihinde güçlü olanların, imtiyazlı sınıfların, gelecekteki felaketlerden korunmak için kendilerine “güvenli alanlar” inşa ettikleri bir gerçek. Bu bazen bir saray, bazen bir kale, bazen de bugünkü anlamda yerin altına kurulmuş gizli şehirler olur. Son yıllarda ABD’de bazı kaynaklara göre, olası kıyamet senaryoları, biyolojik savaşlar veya ekolojik çöküş gibi durumlara karşı bazı zengin kesimlerin yeraltı şehirleri kurduğu iddiaları gündeme gelmektedir. Bu iddiaların en dikkat çekici olanlarından biri, eski bir Amerikan bürokratı olan Catherine Fitts’e ait: İnsan neslinin yok olma tehlikesine karşı zenginler için yeraltı şehirleri hazırlanıyor!

Ancak insanın bu tedbirleri, kadere karşı bir siper olabilir mi?

Kur’an’ın apaçık uyarısıdır:
“Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!” (Nisâ, 78)

Bu ayet, insanın her ne kadar güvenlik, konfor ve korunma peşinde koşsa da, Allah’ın takdirine karşı hiçbir duvarın fayda etmeyeceğini bildirir. Ölüm bir kaderdir, bir emirle gelir, bir mühürle alınır. Ne derin yeraltı şehirleri ne de gökyüzünde dönen uydular ona engel olabilir.

İnsanoğlu, başına gelen her iyiliği Allah’tan bilir, ama bir musibetle karşılaştığında suçlayacak birilerini arar. Bazen kaderi, bazen başka insanları… Oysa Kur’an bu yanlış anlayışı da tashih eder:
“Hepsi Allah’tandır.” Yani hayır da şer de Allah’ın izniyledir. Fakat her biri bir hikmete bağlıdır. İnsan bunu anlayacak ilme, sabra ve teslimiyete sahip olmalıdır.

Bu tür yeraltı şehirleri ya da sığınaklar inşa edenler, aslında hem fanilikten kaçmakta hem de ilahî adaleti atlatmaya çalışmaktadır. Fakat tarihin tozlu rafları, Nemrud’un kulelerini, Firavun’un saraylarını ve Karun’un hazinelerini çoktan yutmuştur. Kimse kendi kalesini ebedîliğe çevirememiştir.

Mesele, yerin altında ya da üstünde korunmak değil; Rabbin huzuruna yüz akıyla çıkmaktır.
Çünkü asıl “sığınak”, insanın kalbindeki takva ve teslimiyettir.
O sığınak sarsılmaz, çökmez, terk edilmez.

Kurtuluş, çelik duvarlarla değil; Allah’a sığınmakla mümkündür.
Emniyet, bunker odalarında değil; secde yerlerinde aranmalıdır.
Gelecek, yatırım fonlarında değil; sadakatle sarıldığımız imanla şekillenir.

Dünya fânidir; sığınak değil, hesap yeridir.
Akıllı olan, kabir öncesi evi değil, kabir ötesi hayatı düşünendir.

Özet:

Bu makale, zenginler için yeraltı şehirlerinin inşa edildiği iddialarını Kur’an’ın Nisa Suresi 78. ayetiyle karşılaştırarak değerlendiriyor. Dünyadaki hiçbir sığınak, insanı Allah’ın takdir ettiği ölümden ve ahiret sorumluluğundan kurtaramaz. Gerçek emniyet, dünyevî tedbirlerde değil, Allah’a teslimiyet ve takvada aranmalıdır.

 

 




Bâtınî Tefsirlere Bazı Örnekler

Bâtınî Tefsirlere Bazı Örnekler

Bâtınî tefsir, Kur’ân âyetlerinin zahirî (görünür) anlamlarının ötesinde, derin ve gizli mânevî anlamlar taşıdığını kabul eden bir yorum tarzıdır. Bu yorumlar genellikle tasavvufî ve bazen felsefî boyutlar içerir.

1. Bakara Suresi 2/2: “Zâlikel kitâbu lâ raybe fîh…”

Zahiri mana: Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır.

Bâtınî mana: “Kitap” insanın kalbidir; eğer kalp Allah’ın nuruyla doluysa, orada şüphe barınmaz. Bu nurla yürüyen kişi, hakikatin yolcusudur.

2. Nur Suresi 35: “Allah göklerin ve yerin nurudur…”

Zahiri mana: Allah, kâinatın nurudur.

Bâtınî mana: Allah, kulun gönlünde zuhur eden marifet nurudur. Kişinin kalbindeki ilahi nur arttıkça, eşyanın hakikatine nüfuz eder.

3. İsra Suresi 1: “Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götüren…”

Zahiri mana: Hz. Muhammed’in gece yolculuğu (İsra) anlatılır.

Bâtınî mana: Bu, insanın nefsî karanlıklardan kalbî aydınlığa yaptığı manevi yolculuktur. Mescid-i Haram “şehvetin kontrol altına alındığı kalp”, Mescid-i Aksa ise “marifet ve yakînle dolmuş kalp”tir.

4. Hûd Suresi 7: “Hanginizin daha güzel amel yapacağını denemek için…”

Zahiri mana: İmtihan için yaratıldığımız bildirilir.

Bâtınî mana: İnsanın her hâli ve kalbî durumu, ilahi aynada sürekli ölçülür. Güzel amel sadece fiil değil, niyet ve derûnî hal ile oluşur.

MAKALE: “Zahirin Ötesine Yolculuk: Bâtınî Tefsirin Hikmeti ve Tehlikesi”

GİRİŞ

Kur’ân, lafzı ilâhî, mânâsı sonsuz bir kelâmdır. Her harfinde bir sır, her âyetinde bir derinlik vardır. Zahirî anlam, herkese hitap ederken; bâtınî anlam, kalbi arınmış, gözü hikmete açılmış olanlara seslenir. Lakin bu seslenişin rehberi Kur’ân ve sünnet olmalıdır; yoksa bâtın, bâtıl olur. Bu yazı, bâtınî tefsirin hikmetini, güzelliğini ve tehlikesini örneklerle birlikte ele almaktadır.

I. Bâtınî Tefsirin Kaynağı: Hikmetle Bakarak Görmek

Bâtınî tefsir, Peygamber Efendimizin “Kur’ân’ın her âyetinin bir zahiri, bir de bâtını vardır” hadisine dayanır. Bâtınî yorum yapan sufiler, âyetleri sadece dil bilgisiyle değil, kalp bilgisiyle de anlamaya çalışır. Bu, Kur’ân’ı tefekkürle okumanın neticesidir.

İmam Cafer-i Sadık şöyle der:

> “Kur’ân, zamanla eskimez; çünkü her âyette binlerce hikmet gizlidir.”

II. Hikmetli Bir Örnek: Firavun ve Musa Kıssası

Zahir: Musa bir peygamber, Firavun zalim bir hükümdardır.

Bâtın: Musa, ruhun çağrısıdır. Firavun ise nefistir. Kalbinde Firavun’a yer veren her insan, kendi Musa’sını dinlemek zorundadır. Aksi takdirde boğulmak kaçınılmazdır.

Bu yorum, insanın iç dünyasındaki mücadeleyi gösterir. Bu tür tefsir, insanı kendine döndürür, iç muhasebeye sevk eder.

III. İbretli Bir Tehlike: Keyfi Yorumlar

Ancak bâtınî tefsir, denetimsiz yapıldığında sapkınlığa götürebilir. Özellikle Bâtınîlik fırkaları (İsmailîlik gibi), zahiri tamamen reddederek, bâtını tek anlam saymış ve Kur’ân’ın emirlerini soyut sembollere indirmiştir.

Örneğin:

> “Namaz, Allah’ı hatırlamaktır, fiili şekle gerek yok” diyerek ibadeti terk etmişlerdir. Bu tür anlayışlar, İslam’ın özünü değil, gölgesini taşır.

IV. Zahiri Bâtınla Birleştiren Hikmetli Yol: Ehl-i Sünnet Tefsiri

Mesela:

> “Karanlık gece, yabanî hayvanlar, rüzgâr…” gibi âyetleri, hem hakiki manalarıyla hem de kalp, ruh, nefis boyutuyla açıklanır. Bu, bâtını inkâr etmeden, bâtıla düşmeden yürümektir.

SONUÇ: Gönlün Gözlüğüyle Kur’ân’a Bakmak

Bâtınî tefsir, bir marifet yoludur; ama haritasız gidilirse uçuruma dönüşebilir. Zahir, beden gibidir; bâtın, ruh. Birlikte var olunca insan tamam olur.

Unutulmamalıdır ki:

> “Kur’ân denizdir, yüzeyinde balık avlayan da olur, derininde inci çıkaran da. Ama inci ararken boğulmamak, rehberle mümkündür.”




KALPLERİ TİTRETEN AYETLER

KALPLERİ TİTRETEN AYETLER: Âlimlerin Gönlünde Yankılanan İlâhî Kelam

Kur’an bir okyanustur. Her dalgası, her kıyısı başka bir hikmetle parlar. Fakat bazı ayetler vardır ki, sanki kalbin merkezine iner, ruhun derinliklerinde bir sarsıntı yapar. Asırlar boyunca nice müfessir, arif ve alim, bu ayetlerle sarsılmış; kimisi ağlamış, kimisi secdeye kapanmış, kimisi dünyaya olan bakışını tümüyle değiştirmiştir.

1. “Sizden her biriniz mutlaka oraya uğrayacaktır…” (Meryem, 71)
İmam Fahreddin Râzî, bu ayeti tefsir ederken titreyen bir kalple şöyle der: “Cehennemin üzerinden geçmeyen hiçbir kul yoktur. Mümin kurtulmak için geçer, kafir cezasını bulmak için iner. Ama geçmek, herkese farzdır!”
Bu ayet, takva sahiplerine dahi bir uyarı gibidir. Kurtulmak garanti değil, geçmek kaçınılmazdır. Bu ayet, dünya gafletini dağıtır, kalbi hesaba çeker.

2. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Âl-i İmrân, 102)
Hz. Ömer (ra) bu ayeti her duyduğunda ağlardı. “Bu nasıl olur?” derdi, “Biz bilmiyoruz ki ölüm ne zaman gelecek, nasıl Allah’a yaraşır şekilde korkabiliriz?”
Bu, bir istikamet çağrısıdır. Hayat boyu titreyerek yaşamak ve son nefesi “Müslüman” olarak verebilmek… İşte bütün mesele bu.

3. “O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.” (Abese, 34-36)
İmam Gazâlî, bu ayetle uzun uzun düşünürdü: “Dünya sevgileri samimidir ama fanidir. Ahiret günü ise herkes kendi hesabıyla baş başa kalacak.”
İnsan, sevdiklerinden bile kaçacak hale gelirse, neyin kalıcı dostluğu vardır bu fani dünyada? Bu ayet, kalbin bağlarını ebediyete yöneltmeyi öğretir.

4. “Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını da biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16)
Bu ayeti duyan birçok arif secdeye kapanırdı. Çünkü bu ayet, Allah’ın her an her yerde hazır ve nazır olduğunu fısıldar. Ne bir düşünce saklanabilir, ne bir niyet gizlenebilir…
İnsan her şeyden uzak kalsa da, Rabbine yakın kalır.

5. “İşte o vakit, kitabı kendisine sağından verilen kimse der ki: “Gelin, kitabımı okuyun!”.” (Hâkka, 19)
Bütün salihlerin duasıdır bu. Çünkü herkes bilir ki, o gün sol eline verilenin yandığı gündür. Ahiret inancı, hayatı terbiye eder. Bu ayet, bir haykırış, bir dua, bir ümit ve aynı zamanda bir titremedir.

SONUÇ YERİNE:

Kur’an, sadece okunmak için değil, yaşanmak için indirilmiştir. Müfessirleri ağlatan, alimleri secdelere götüren bu ayetler, bize bir şeyi hatırlatır:
Kur’an bir hitap değil, bir hitabedir. Kalbe iner, aklı titretir, hayatı değiştirir. Yeter ki biz de onunla konuşalım, onunla düşünebilelim.

Ve belki de en büyük nasip; o ayetlerden biriyle uyanmak, biriyle temizlenmek, biriyle ölçülmek ve sonunda biriyle kurtulmaktır.

 

 




GİDENLER NEDEN DÖNMÜYORLAR GERİ?

GİDENLER NEDEN DÖNMÜYORLAR GERİ?

Sessizce ayrılırlar aramızdan… Bir sabah vakti, bir gece yarısı yahut bir hastane odasının soğuk yalnızlığında… “O gitti” denir; ardından bir yığın cümle söylenir, gözyaşları dökülür, ama içimizde derin bir soru kalır: Gidenler neden dönmüyorlar geri?

İnsanoğlu, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren bir yolculuğun içindedir. Bu yolculuk, ne kadar uzun görünse de aslında bir menzile doğrudur: Ölüm ve sonrası. Bize göre “giden”, gerçekte yer değiştirmiştir. Biz hâlâ gölgelerle oyalanırken, o gerçeğin güneşine uyanmıştır.

Ama yine de sorarız: “Niçin dönmezler?”
Çünkü geri dönecek bir sebep yoktur. Dünya, onların imtihanı bitmiş, defteri kapanmıştır. Artık orada kalmalarının anlamı kalmamıştır. Dönerlerse, gördüklerini anlatmak isterlerdi belki; ama İlâhî hikmet buna izin vermez. Çünkü imtihanın sırrı bozulur. Herkes, gayba imanla sınanmalıdır.

Bir Kur’an ayeti şöyle seslenir:
“Onlardan birine ölüm geldiğinde, ‘Rabbim! Beni geri gönder. Tâ ki, terk ettiğim dünyada salih amel işleyeyim’ der. Hayır! Bu, onun sadece söylediği bir sözdür. Onların önünde diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 99-100)

Berzah… Yani iki âlem arasındaki perde. Gidenler bu perdenin ardındadır. Geri dönemezler, ama biz anlayalım diye bazen rüyalarımıza misafir olurlar. Bir tebessüm, bir nasihat ya da bir hâl ile… Dilsiz bir konuşmadır bu.

İbret alınsın diye dönmezler belki ama, ölümün sessiz dili en çok konuşanlardan biridir. Mezarlıklar sessizliğin en gür haykırışıdır. Orada yatanlar, “biz de sizin gibiydik” der gibidir. Şimdi ne servet, ne şöhret, ne de şatafat kalmıştır. Geriye sadece ameller ve pişmanlıklar…

Asıl soru şudur: Biz hâlâ buradayken, ne yapıyoruz?
Dönmeyenlerin sessizliği, bize dönmemiz gereken hakikati fısıldıyor. Belki de bize düşen, onların dönmesine gerek bırakmayacak kadar uyanmak ve ibret almak…

Çünkü bir gün biz de gideceğiz. Ve bizden sonra da sorulacak aynı soru:
“Neden dönmedi?”




Hayatla Ölüm Arasında Bir Medeniyet: Osmanlı’da Doğumdan Mezara Hikmetli Bir Yolculuk

Hayatla Ölüm Arasında Bir Medeniyet: Osmanlı’da Doğumdan Mezara Hikmetli Bir Yolculuk”

GİRİŞ

Osmanlı medeniyeti, hayatı bir emanet, ölümü ise bir başlangıç kabul eden bir anlayış üzerine inşa edilmiştir. Doğum bir sevinç olduğu kadar sorumluluk, ölüm ise bir son değil, vuslat telakki edilmiştir. Bu bakış açısı, Osmanlı toplumunda doğumdan kabristana kadar her safhanın hem hukuki, hem içtimai, hem de manevi boyutta bir düzen içinde yaşanmasına sebep olmuştur.

I. DOĞUM: Bir Emânetin Gelişi

Osmanlı’da doğum, yalnızca bir biyolojik hadise değil, Rabbin bir lütfu olarak görülürdü. Yeni doğan bir çocuk, hem ailenin hem de toplumun emaneti sayılırdı.

Doğumda Uygulama: Yeni doğan bebeğin kulağına ezan ve kamet okunur, isim yedinci gün verilirdi. Erkek çocuklarda sünnet merasimleri ise şehirlerin sosyal olayına dönüşürdü.

Kadınlar arasında doğumda destekleşme (lohusa yardımları) kadı defterlerine de geçmiştir. 1671 tarihli Bursa sicilinde şu not yer alır:

> “Kadınlar cemiyetle doğan çocuğa hediyeler sunmuş, annenin lohusalık ihtiyacını karşılamak üzere vakıf mütevellisine başvurmuştur.”

II. ÖLÜM: “Dünya misafirhanesinden ayrılış”

Ölüm, Osmanlı düşüncesinde korkulacak değil, hazırlanılacak bir hakikatti. Vasiyet kültürü gelişmişti. İnsanlar öldüklerinde borçsuz gitmek ister, miraslarını adil biçimde taksim ederdi.

Vasiyetnameler: Kadı defterlerinde yüzlerce vasiyetname kayıtlıdır. Örneğin 1704 tarihli Edirne sicilinde bir tüccarın şu vasiyeti vardır:

> “Borcum ödenmeden kefenim alınmasın. Kalan malımın üçte biriyle kabristanda bir kuyu açılıp halka su dağıtılsın.”

Borçla ölüme razı olunmazdı. Bir kimse borçlu ölürse mirasçılar borcu ödemezse, cemiyet seferber olurdu.

III. CENAZE: Sessiz Bir Vedanın Şerefi

Cenaze işleri devlet ve halk iş birliğiyle yürütülürdü. Fakirin kefeni, mezarı ve yıkama işlemi vakıflarca karşılanırdı.

Cenaze hizmetleri vakıflar eliyle yürütülürdü. İstanbul Kadı Sicili (1733) şöyle der:

> “Camii kebirin avlusundaki cenaze yıkayıcısına verilen ücret, yoksul ölüler için vakıftan tedarik edilecektir.”

Cenazeye katılmak, sosyal bir vecibeydi. Mahalle halkı, tanısın tanımasın cenazeye katılır, helallik isterdi.

IV. TAZİYE: Sabrın ve Sadakatin Gölgesinde

Taziye kültürü derin ve vakarlıydı. Gözyaşı gösterilmezdi, sabır öğütlenirdi. Ziyaretlerde Kur’an okunur, dua edilir, yemek götürülürdü ama ölü evinde yemek yapılmazdı.

Kadı defterlerinde şu tarz hükümler geçer: (Üsküdar Sicili, 1682)

> “Cenaze sahibine üç gün boyunca yemek götürülmesi kararlaştırılmış, 15 akçe fakir yemeği vakıf malından karşılanacaktır.”

Taziye, dünyevî değil uhrevî bir bağ kurma vesilesiydi.

V. KABRİSTAN: Sessiz Öğretmenler Diyarı

Osmanlı kabristanları şehirlerin dışına değil, kalbine kurulurdu. Her kabir bir kitabe, her kitabe bir hatırlatma idi. “Ey ziyaretçi, sen de bir gün geleceksin” mesajı okunurdu mezar taşlarında.

Mezar taşları ölenin kimliğini değil, ölümün gerçeğini anlatırdı:

> “Gafil, ne gezersin bakıp taşlara
Gel de ibret al şu fani başlara.”

Kadı kayıtlarında mezarlık yerleri titizlikle korunmuştur. 1741 İstanbul sicilinde:

> “Zeyrek Mahallesi’ndeki kabristan sahasına dükkan yapılmak isteyen şahsın talebi reddolunmuş, ‘ölülerin hakkı dirilerden evladır’ denilmiştir.”

SONUÇ: Doğumdan Kabre, Bir Emanet Bilinci

Osmanlı’da insanın hayat serüveni doğumla değil, doğumla başlayan bir yolculukla şekillenirdi. Ölüm son değil, asıl yurdun kapısıydı. Kabristanlar birer öğüt levhası, taziyeler sabrın makamı, cenazeler ise bir nevi tefekkür meclisiydi.

Bugün doğumu sadece kutlama, ölümü sadece matem sayıyorsak; Osmanlı’dan alacağımız çok ders var:

> “Doğarken ezanla başlayan ömür, öldüğünde ezansız bir namazla biter. Arada kalan ömür, bu iki sessizliğin hesabıdır.”

 

 




Osmanlı’da Alın Teriyle Yazılan Medeniyet: Çalışmanın Hukuku ve Hikmeti

Osmanlı’da Alın Teriyle Yazılan Medeniyet: Çalışmanın Hukuku ve Hikmeti”

GİRİŞ

Osmanlı, üç kıtaya yayılan bir cihan devletiydi. Ancak bu kudretli yapının temeli ne yalnızca ordusuna, ne sarayına, ne de bürokrasisine dayanırdı. Asıl güç, sabah ezanıyla dükkânını açan esnafta, tarlasında saban süren köylüde, hanlarda çalışan ustada ve her biri işini ibadet sayan halkın alın terindeydi.

“Rızkın onda dokuzu ticarette” hadisinin de tesiriyle, çalışma sadece geçim değil, aynı zamanda şeref meselesi sayılmış; tembellikse zillet kabul edilmiştir.

I. Osmanlı’da Çalışma Hayatının Temel Unsurları

1. İş Ahlakı:

İslamî değerlere dayalı bir çalışma anlayışı hâkimdi. Helal kazanç, kul hakkı, dürüstlük, ölçü ve tartıda adalet gibi ilkeler esastı.

2. Esnaf ve Ahilik Teşkilatı:

Ahilik, yalnızca bir meslek örgütü değil, aynı zamanda ahlaki bir disiplin sistemiydi. Her çırak önce edep öğrenir, sonra el becerisi kazanırdı.

> “Haram karışan kazançtan bereket kalkar” inancı, sadece bir söz değil, ticari hayatın kuralıydı.

3. Zanaatkâr ve Usta-Kalfa Sistemi:

Bir kişinin usta olabilmesi için ahlaki kemal ve mesleki yeterlilik birlikte aranırdı. Her mesleğin pîri, ahlaki ölçüsü vardı.

4. Kadınlar ve Çalışma Hayatı:

Kadınlar evde üretici olarak dokuma, sabun, gıda gibi alanlarda üretim yapar, bazı şehirlerde ise hanlar, pazarlar ve çarşı esnafı arasında yer alırlardı.

II. Kadı Sicillerinde Çalışma Hayatına Dair Hükümler

1. “Eksik Tartı Davası” – İstanbul, 1674

Bir müşteri, bir esnafın gramajda hile yaptığını iddia eder. Şahitler doğrular. Kadı şu hükmü verir:

> “Tartıda hile, kazancı değil günahı artırır. O el, halkı değil, mahşeri kandırır.”

2. “Kalfa Hakkı Davası” – Konya, 1722

Bir kalfa, ustasının maaşını eksik verdiğini bildirir. Kadı der ki:

> “Alın teri kurumadan ödenmeyen hak, sahibini ahirette mahkeme eder.”

3. “Kadın Terzinin Şikâyeti” – Bursa, 1761

Bir kadın terzi, işçisinin kumaşı zayi ettiğini ve tazmin istemediğini beyan eder. Kadı şu hükmü yazar:

> “Şefkat affetse de, meslek ihmali mazur saymaz. Hakkı iade edilsin, affı ayrı yazılsın.”

III. Hikmetli Bir Hadise: “Ahi Evran’ın Terazisi”

Bir gün Ahi Evran, çarşıda bir esnafın ölçüsüz tartı yaptığını görür. Ona nasihat eder:

> “Evladım, terazinde dengesizlik varsa, kalbinde de eğrilik vardır. Şunu bil: Eksik tarttığın her mal, senin ömründen eksilir.”

O esnaf tövbe eder, doğru tartmaya başlar. Ertesi yıl kazancı iki kat artar ama şu sözü hep tekrar eder:

> “Doğru tartı, sadece malı değil, kaderi de dengeler.”

IV. İbretli Gerçeklik: “Tembellikten Fakirliğe”

Kadı sicillerinde geçen başka bir olayda, bir adam çalışmayıp sürekli sadaka talep eder. Komşuları durumu bildirince kadı şöyle yazar:

> “Sadaka, tembelin hakkı değil; acizin ilacıdır. İş bulamayana yardım edilir; iş bulup çalışmayana değil.”

V. Sonuç: Çalışmak, İbadetin Zeminidir

Osmanlı’da çalışmak, yalnızca dünya için değil, ahiret için de bir azıktı. Kazanç, bereketin ve kulluğun bir parçası; meslek, kişiliğin aynasıydı. Her sabah dükkânını “Bismillah” diyerek açan bir esnaf, aslında medeniyetin kapısını aralıyordu.

Bugün “iş” denilince sadece para kazanmak anlaşılır olduysa, Osmanlı’dan öğreneceğimiz çok şey var:

> “Alın teriyle yoğrulmayan lokma, boğazdan geçse de gönülden geçemez.”




Osmanlı Sofrası: Nimetin Hikmeti, Kanaatin Şerefi

Osmanlı Sofrası: Nimetin Hikmeti, Kanaatin Şerefi”

Giriş

Osmanlı sofrası yalnızca karın doyurmak için kurulmazdı. Her yemek bir terbiyeyi, her lokma bir ahlakı, her sofra bir medeniyeti temsil ederdi. “Yemek yiyen değil, nimeti tanıyan doyar” anlayışıyla şekillenen Osmanlı mutfağı, hem sarayların görkeminde hem de fakirlerin tenceresinde aynı rûhî ölçülere sadık kalırdı.

I. Osmanlı’da Yemek Kültürünün Temel Prensipleri

Osmanlı’da yemek kültürü, İslamî şuur, sosyal adalet, kanaatkârlık ve misafirperverlik esaslarına dayanırdı. Yemek, şükürle başlar; israf, haram sayılır; yalnız yemek ise edepten sayılmazdı.

1. Sofra Adabı:

Yemeğe “Bismillah” ile başlanır, “Elhamdülillah” ile bitirilirdi.

Sağ elle yemek yenir, üç parmak sünnetti.

Yalnız yemek kötü karşılanırdı; “Sofrada bir fakir olmazsa, o yemek eksik kalır” denirdi.

Lokmayı küçük almak, çiğnemek, yavaş yemek teşvik edilirdi.

2. Saraydan Sokağa: Zengin-Fakir Sofrası

Topkapı Sarayı’nda günde binlerce kişiye yemek çıkarılırken, taşrada derviş tekkelerinde kuru ekmek-zeytinle kanaat edilirdi. Ancak her ikisinde de ortak olan şuydu: Nimete hürmet.

II. Osmanlı’da Mutfak ve Yemek Çeşitliliği

1. Ana Unsurlar:

Tahıl: Ekmek (özellikle somun), pilav, bulgur

Sebze: Patlıcan, bamya, ıspanak

Et: Daha çok özel günlerde, misafir için

Tatlı: Helva, aşure, zerde

Ekmek “nimet” olarak görülür, yere düşen parça bile öpülüp yüksek yere konurdu.

2. Aşevleri ve İmaretler

Fatih, Süleymaniye, Edirne gibi külliyelerde günlük binlerce kişiye sıcak yemek çıkaran imarethaneler kuruldu. Kimin zengin, kimin fakir olduğu sorulmaz; sıraya giren doyardı.

III. Kadı Sicillerinde Yemekle İlgili Hükümler

1. “Kuru Ekmek ve Hakkaniyet” – Bursa, 1650

Bir kadı kaydında, bir fırıncı ekmeği eksik gramajla satar. Kadı hükmü:

> “Nimetle oyun eden, halkın hakkını çiğner. Her lokma, Allah’a şikayetçidir.”

2. “İmarethaneye Hırsız Girmesi” – Edirne, 1713

Bir kişi, imarethaneye gizlice girip yemek yer. Şahitler onun fakir olduğunu söyler. Kadı şu hükmü verir:

> “Açlıkla gelen el, çalmak için değil, dua içindir. Bu el kovulmaz, doyurulur.”

3. “İsraf Davası” – İstanbul, 1790

Bir zengin, sofrasında fazla yemek artığı döker. Komşular şikayet eder. Kadı, şu nasihatle ceza verir:

> “Her dökülen yemek, mahşerde şahittir. Nimete zulmeden, hesabını verir.”

IV. Hikmetli ve İbretli Olay: “Helva Tabağındaki Dua”

Bir derviş, bir gece aşevine uğrar. O gün tatlı dağıtılmıştır ama ona kalmaz. O, helva tabağının dibini parmağıyla sıyırır, o an gözlerinden yaş döker:

> “Ya Rabbi, senin verdiğini şeker bilene, bu kırıntıdan fazla tat gerekmez.”

Ertesi gün aynı dervişe, ismini bile bilmediği bir paşanın konağından davet gelir. Paşa rüyasında bir nurla uyarılmıştır:

> “Helvanın hakkını bilen, kanaatin şahıdır. Ona ikram et ki sen de rızık bulasın.”

V. Sonuç: Lokma, Lütufsa Şükür Şarttır

Osmanlı’da yemek, bir kültür değil, bir kulluk tezahürüydü. Sofra, dünyalıkla imtihanın sahnesi; kanaat ise bu imtihanın kazananıydı. Bugün israf sofralarında doyup da ruhu aç kalan insanlığa, Osmanlı’nın sessiz sofraları şöyle fısıldar:

> “Lokma helalse doyurur, helal değilse yutar ama yetmez.”