Şah Damarından Yakın: Kalpteki Sırrı Bilen Rabbimiz

Şah Damarından Yakın: Kalpteki Sırrı Bilen Rabbimiz

Giriş

Kâf Suresi 16. ayet, Kur’ân’ın en sarsıcı ayetlerinden biridir:
“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona fısıldadıklarını da Biz biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız.”
(وَلَقَدْ خَلَقْنَا ٱلْإِنسَٰنَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِۦ نَفْسُهُۥ ۖ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ ٱلْوَرِيدِ)

Bu ayet, insanla Allah arasındaki ilişkiyi, yalnızca bir Yaratan ve yaratılan bağı olmaktan öteye taşır. Allah, insanın en gizli hâllerini bilen, kalbinin içinden geçen düşünceleri duyan, ona kendi özünden daha yakın bir Rab’dir.

“Yakınlık” Ne Demektir?

Ayetin merkezinde yer alan “şah damarından daha yakın” ifadesi, mecazî değil, derin anlamlar taşıyan bir teşbihtir. Ehl-i Sünnet kelamında bu yakınlık, mekânsal değil, ilim ve kudretle kuşatma anlamındadır. Yani Allah, insanın en gizli yönlerini bilir, kalbinden geçeni işitir ve iradesini dilediği an yönlendirir. Bu da O’nun sonsuz ilmiyle kullarını kuşattığını gösterir.

Kalbin İçinden Geçeni Bilen Bir Rab

İnsan çoğu zaman yalnız hissettiğinde, kimsenin kalbindekini bilmediğini düşündüğünde unutulmaması gereken şey şudur: Allah, kalbimizdeki en ince hissi dahi bilendir. Dışa vurulmamış bir korku, gizli bir umut, bastırılmış bir hüzün… Hepsinden haberdardır.

Bu hakikat, hem bir teselli hem de ikazdır.
Tesellidir; çünkü kimseye anlatamadığın derdini bilen biri vardır.
İkazdır; çünkü kimse duymasa da kötü niyetini, vesveseni ve içte gizlenen fitneyi bilen biri vardır.

Modern Yalnızlık ve İlahi Yakınlık

Zamanın insanı kalabalıklar içinde yalnız, teknoloji içinde kaybolmuş, dikkatini dağıtan binlerce uyaranla çevrilmiş halde yaşıyor. Kalplerde bir boşluk, zihinde bir savrulma… Böyle bir çağda bu ayetin mesajı çok daha derinleşiyor: “Sen sahipsiz değilsin. Allah seni unutmamış. Senin iç dünyanı senden daha iyi bilen bir Rabbin var.”

Yapay zeka, veri toplama, gözetim teknolojileri… İnsanlar her şeyin izlendiğini zannederken, asıl gözetleyenin, şah damarından yakın olan Rab olduğunu unutuyor.

Hayata Yansıyan Bir İman: Her An Rabbinle Olmak

Bu ayetin bir mü’minin hayatına yansıması, ihsan şuurudur. Peygamber Efendimiz (sav) ihsanı şöyle tarif eder:
“Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmen; her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görüyor.”

Bu ayeti hayatına taşıyan biri:

Kimsenin olmadığı yerde de haramdan kaçar,

Kimsenin duymadığı duayı içinden eder,

Kimseye açıklayamadığı acıyı Rabbine döker,

Kalbini O’na açar,
çünkü bilir ki O, şah damarından daha yakındır.

Sorumluluk: Yakınlık Hesap Gününü de Hatırlatır

Bu yakınlık, sadece bir teselli değil, aynı zamanda bir hesap hatırlatmasıdır. Ayetin devamında meleklerin her sözü yazdığı bildirilir. Hiçbir söz ve niyet zayi olmaz. Allah’ın bu mutlak bilgisi ve yakınlığı, kul üzerinde bir mesuliyet duygusu doğurmalıdır. Zira Allah’ın huzuruna gizli bir şey götürmek mümkün değildir.

Sonuç ve Mesaj

Kâf Suresi 16. ayet, Allah ile kul arasındaki ilişkiyi en mahrem ve derin boyutuyla tasvir eder. İnsan, yalnız değildir. Allah, ona kendi varlığından daha yakındır. Bu ayet, bir yandan kalbi teselli ederken, öte yandan kalbi tevbe, ihlas ve samimiyete davet eder. Çünkü gizli-açık her şey Allah’ın ilmindedir.

Makale Özeti:

Kâf Suresi 16. ayette bildirildiği üzere Allah, insana şah damarından daha yakındır. Bu yakınlık mekânsal değil, ilim, kudret ve kuşatıcılık bakımındandır. Bu ayet, hem teselli hem de sorumluluk taşır. Kul yalnız değildir; Allah, onun iç dünyasını en ince ayrıntısına kadar bilir. Bu şuur, ihsan mertebesini kazandırır ve kulluğu derinleştirir. Ayet, modern yalnızlık çağında kulun Rabbiyle bağını hatırlatır ve içten bir hayat yaşamaya davet eder.

 

 




Alâmetler Geldi: Göz Göre Göre Yaklaşan Kıyamet

Alâmetler Geldi: Göz Göre Göre Yaklaşan Kıyamet

Giriş

“Artık onun alâmetleri gelmiştir. Ona geldikten sonra nasıl olur da imanları onlara fayda verebilir?”
(Muhammed, 18)
Bu ayet, insanoğlunun gaflet içinde yaşarken, gözlerinin önünde gerçekleşen büyük uyarıları görmezden gelişine dair keskin bir ikazdır. Kıyamet bir anda değil, alâmetleriyle birlikte gelir. Ve o alâmetler, tıpkı gün doğumundan önce beliren kızıllık gibi ufkumuzu çoktan boyamıştır.

Alâmetlerin Gelmesi Ne Demektir?

Kur’ân-ı Kerim’de ve Hadis-i Şeriflerde kıyametin küçük ve büyük alâmetlerinden bahsedilir. Bu ayet, artık o alâmetlerin görünmeye başladığını ifade eder.
İbn Kesir ve Kurtubî gibi tefsir alimlerine göre burada geçen “eşrât” kelimesi, kıyametin işaretleri, uyarıları, habercileri demektir.

Resûlullah (s.a.v.)’in gönderilmesi, ilk büyük alâmet olarak kabul edilir. Zira O,
“Benimle kıyamet bu iki parmak gibi (yakındır)” (Müslim)
buyurmuştur. Yani kıyamet, ilk alâmetleriyle zaten gelmiş ve başlamıştır.

Görülüp De İbret Alınmayan Alâmetler

Güneşin batıdan doğması, Deccal’in çıkışı, Ye’cûc ve Me’cûc fitnesi, Dabbetü’l-Arz gibi büyük alâmetler tahlil ve tedkik neticesinde görülmekle beraber, küçük alâmetlerin çoğu çoktan tecelli etmiştir:

İlmin kaldırılması,

Zinanın yaygınlaşması,

Adam öldürmenin artması,

Emanetin kaybolması,

Ehliyetin ehliyetsizlere verilmesi,

Yapıların yükselmesi,

Kadınların çoğalıp erkeklerin azalması…

Bu sayılanlar hadislerde yer alan küçük alâmetlerdendir ve çağımızda gözle görülür şekilde yaşanmaktadır. Ancak çoğu insan bu belirtileri sıradanlaştırmış, kıyametin psikolojik eşiğini aşalı çok olmuştur.

Gaflet: En Büyük Alâmet

Ayette kıyamet alâmetlerinin gelişine rağmen insanların hâlâ onu uzak görmeleri dikkat çekicidir. Çünkü esas sorun bilgi eksikliği değil, gafletin kalbi körleştirmesidir. Kıyametin işaretleri ortada olsa da, göz görmezse, kulak duymazsa, kalp hissetmezse, o işaretler anlamını yitirir.

Bu ayet, aynı zamanda şunu söyler:
“Kıyamet günü geldiğinde değil, gelmeden önce iman etmelisin. Yoksa artık fayda vermez.”
Zira tevbe kapısı, güneş batıdan doğmadan önce açıktır. Sonrasında ise pişmanlık fayda etmez.

Modern Zamanın “Kıyamet Alâmetleri”

Bugünün insanı, ekolojik krizlerle, küresel savaşlarla, ahlâkî çöküşle, sosyal adaletsizlikle, insanlığın kıyametini fiilen yaşıyor. Dünya ısınıyor, kuraklık artıyor, denizler çekiliyor.
Toplumlar manen çökmüş, bireyler yalnızlığa sürüklenmiş.
İşte bunlar da birer alâmettir.
Kıyamet sadece gökten inecek bir azap değildir; içimizde başlar. Vicdan öldüğünde, merhamet tükendiğinde, adalet suskunlaştığında o kıyamet başlamıştır.

İman, Kıyametten Önce Gelmelidir

Bu ayet bize bir hesap gününün kaçınılmazlığını hatırlatır.
O gün geldiğinde artık imanın, tevbenin, pişmanlığın fayda vermeyeceği bildirilmektedir.
Bu yüzden “iman etmek için bir mucize, bir felaket, bir alâmet bekleme” mesajı verilir.
Çünkü alâmetler geldi. Göz göre göre gelmeye devam ediyor.

Sonuç ve Mesaj

Muhammed Suresi 18. ayet, insanlık için güçlü bir uyarıdır:
Kıyamet aniden gelmez, ama alâmetleriyle yavaş yavaş yaklaşır.
Bu ayet, mü’mini uyanmaya, gafletten sıyrılmaya ve hayatını bir “hesap günü bilinciyle” yaşamaya davet eder. Her alâmet, aslında bir rahmettir:
Uyanman için.
Hazırlanman için.
Dönmen için.

Makale Özeti:

Muhammed Suresi 18. ayette, kıyametin alâmetlerinin geldiği ve artık imanın fayda vermeyeceği noktaya yaklaşıldığı bildirilir. Bu, insanlara gözle görülen uyarıların değerini bilmeleri gerektiğini öğütleyen bir ikazdır. Ehl-i Sünnet’e göre, küçük alâmetlerin çoğu çıkmış, kıyametin zemini hazırlanmıştır. Ayet, insanı gafletten uyarır, kıyametin hem kalpte hem kainatta başladığını bildirir. İman ve tevbe, henüz fırsat varken yapılmalıdır; yoksa son pişmanlık faydasızdır.




İşgal Edilmiş Zihniyetin İşgalciliği: Tarih Şuuru ve İ’la-yı Kelimetullah Gerçeği

İşgal Edilmiş Zihniyetin İşgalciliği: Tarih Şuuru ve İ’la-yı Kelimetullah Gerçeği

Tarih sadece olmuşların bir araya gelmiş kronolojisi değildir. Aynı zamanda bir milletin hafızası, ruhu ve istikamet pusulasıdır. Bugün, bazı zihinler işgal altındadır; düşünen değil, düşündürülendir. Mazisine kör, geleceğine şaşı bakan bu zihniyet, kendi ecdadını Batı’nın emperyalist gözlükleriyle yargılamaya kalkışmakta, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı gibi İslam’ın bayraktarlığını yapan devletleri ganimet ve yayılmacılıkla suçlamaktadır. Oysa bu, hem bir cehalet hem de bir nankörlük ilanıdır.

Abbasi’den Osmanlı’ya kadar yaklaşık 1248 yıl süren bir İslam medeniyet yürüyüşü vardır. Bu yürüyüşün motor gücü, “İ’lâ-yı Kelimetullah” yani Allah’ın adını yüceltme davasıdır. Bu dava; insanı zulümden adalete, cehaletten hikmete, fısk u fücurdan hidayete çıkarma davasıdır. Bu devletlerin yayıldığı topraklar, yağmanın değil, adaletin ve nizamın hüküm sürdüğü coğrafyalara dönüşmüştür.

Emperyalizmle karıştırmak bir sapmadır. Zira emperyalizm, sömürge düzenidir; kaynakları tüketip halkları köleleştirir. Oysa İslam medeniyeti, gittiği yere mektep, medrese, kervansaray, imarethane götürmüştür. Adaleti Arap’a, Acem’e, Türk’e değil; Müslim ve gayrimüslim herkese şamil kılmıştır.

Bugün bu zihniyeti Moğollarla karıştırmak da başka bir gaflettir. Moğollar yıkarak geçti; kitap yaktı, âlim astı. Ecdadımız ise şehir inşa etti, ilim yaydı, diller öğretti, milletleri birleştirdi. Tarih şuurundan yoksun olanlar, bu farkı göremezler.

Bu işgal edilmiş zihinler, Batı’nın dayattığı tarih yazımının yeniden üreticileridir. Onlar için İstanbul’un fethi, bir işgal; Endülüs, bir istila; Kudüs’ün fethi, bir gasp olarak sunulur. Oysa hakikat, bu dar kalıpların çok ötesindedir.

Zira bu medeniyetin mayası tevhid, temel direği adalet, istikameti ise marufun emri, münkerin nehyidir. Gittiği yerde kiliseleri camiye çevirmemiş, kiliseleri koruyarak yanında cami inşa etmiştir. Zorbalık değil, tebliğle fethetmiştir gönülleri.

Bugün İslam coğrafyasının buhranda oluşu, düşmanının güçlü olmasından değil, tarihinden ve köklerinden habersiz kendi evlâtlarının gönüllerinin işgal edilmiş olmasındandır. Kendi medeniyetini, düşmanın nazarıyla izah eden bir neslin nefsine yenik düştüğü açıktır.

Tarihimiz, bir övünç değil; bir mesuliyet vesikasıdır. Ve bu vesika, bizden sadra şifa bir şuur, hakka sadakat ve ecdada vefa ister.

Özet:

Bu makale, İslam medeniyetinin Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı örneklerinde görülen yaklaşık 1248 yıllık hakimiyetinin temelinde ganimet ve yayılmacılığın değil, İ’lâ-yı Kelimetullah davasının yattığını vurgulamaktadır. İslam devletlerini Batı emperyalizmiyle eş tutmak, tarih şuursuzluğunun ve işgal edilmiş zihniyetin bir tezahürüdür. Gerçek tarih, adaletin, ilmin ve merhametin egemen olduğu bir medeniyetin izlerini taşır. Bu yazı, bu hakikate yeniden uyanış çağrısıdır.

@@@@@@

Eğer bu üç devlet sömürgeci olmuş olsaydı, önce dillerini, sonra dinlerini ve yer altı zenginliklerini sömürürdü. Tıpkı batının yaptığı gibi.

Kesinlikle doğru bir tesbittir. Eğer Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı gibi İslam devletleri Batı tarzı birer sömürgeci olsaydı, bugün çok farklı bir dünya ile karşı karşıya olurduk. Şimdi bu meseleyi tarihî ve sosyolojik temelleriyle birlikte açalım:

1. Dil Sömürüsü Olmadı:

Batılı sömürgeciler gittikleri her yerde önce kendi dillerini empoze ettiler. Bugün Afrika’nın ortasında Fransızca, İngilizce veya Portekizce konuşulmasının sebebi budur. Çünkü dil, zihnin işgalidir.

Oysa Osmanlı, Arapça’yı İslâm’ın dili olarak muhafaza etti, Kürtçeye karışmadı, Farsçayı yok saymadı. Balkanlarda dahi yerel diller yaşadı. Osmanlı’nın resmî dili Türkçe idi ama bu, diğer dillerin yok edilmesi anlamına gelmedi. Bugün Bosna’da hâlâ Boşnakça, Arnavutça gibi diller yaşıyorsa, bu Osmanlı’nın sömürgeci değil adaletli bir sistem kurmasındandır.

2. Din Sömürüsü Yerine Dini Hürriyet:

Batı sömürgeciliği gittiği her yerde Hristiyanlığı yaymayı birincil hedef haline getirdi. Afrika’da, Güney Amerika’da yerli halklar ya zorla Hristiyanlaştırıldı ya da inançları aşağılandı, yok edildi.

Osmanlı ise gayrimüslimlere millet sistemi ile dinî özerklik tanıdı. Hristiyanlar kendi kiliselerinde, Yahudiler kendi sinagoglarında ibadet etmeye devam etti. Osmanlı topraklarında Yahudiler ve Ermeniler dini liderleriyle birlikte organize olmuş cemaatler olarak varlıklarını sürdürdüler.

3. Yer Altı Zenginliklerine El Konulmadı:

Batı emperyalizmi, özellikle Afrika ve Asya’da yer altı kaynaklarını yağmaladı. Altın, elmas, petrol ve değerli madenler metropollere taşındı. Halklar sefalet içinde bırakıldı.

Osmanlı ise fethettiği yerlerin kaynaklarını merkezileştirmedi, bölgesel kalkınmaya yatırım yaptı. Örneğin Mısır’da sulama kanalları, Balkanlar’da tarım reformları, Hicaz’da su yolları gibi yerel altyapı projelerine kaynak aktardı. Osmanlı hazinesi, Anadolu kadar diğer vilayetlerin de menfaatini gözetti.

Sonuç:

Eğer bu üç devlet (Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı) gerçekten Batı tipi bir sömürge anlayışı taşısaydı:

Araplar bugün Türkçe konuşur,

Kürtler, Farslar kendi kimliğini unutmuş olurdu,

Balkanlar’da bir tek cami kalmazdı,

Ortadoğu’da bir tek gayrimüslim kalmazdı,

Ve en önemlisi, bu topraklarda Osmanlı’ya dair en ufak bir sevgi kalmazdı.

Ama hâlâ Bosna’da bir yaşlı Türk askerini anıyorsa, Kudüs’te Osmanlı izine dua ediliyorsa, Irak’ta Abdülhamid’e rahmet okunuyorsa bu, onların sömürgeci değil emanetçi bir medeniyetin temsilcisi olduğunun delilidir.

 

 




Başkaları İçin Yaşarken Kendini Unutmak: Enfüsten Afaka Dönüş

Başkaları İçin Yaşarken Kendini Unutmak: Enfüsten Afaka Dönüş

Giriş

Hayatın uzun ve yorucu koridorlarında yürürken, kimi zaman başkalarının dertleriyle dertlenir, onların yükünü taşır, onlar için üretiriz. Sanki bir mum gibi, etrafı aydınlatırken kendimizi yakarız. Yıllar geçer, görev biter, teklifler azalır, kalabalık dağılır… Ve geriye dönüp baktığımızda bir hüzün çöker yüreğe:
“Peki ya ben? Kendim için ne yaptım?”

Bu sorgulama, gaflet değil; bir uyanıştır. Ve bu uyanış, “afaktan enfüse” dönme arzusudur. Yani dış dünyadan iç dünyaya, başkalarının hayatından kendi hakikatine yönelme çabasıdır.

Kendini Dağıtmak: İyilik mi, İhmal mi?

Bir ömrü başkalarına hizmetle geçirmek, ilk bakışta bir fazilet gibi görünür. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” buyurur. Ancak bu hizmet, eğer kendi varlığını, özünü, istikametini unutturacak kadar seni dağıttıysa; burada bir dengesizlik vardır.

Dünya seni dağıttıysa, artık toparlanma vaktidir.

Yıllarını başkalarına anlatmakla geçirdiysen, artık kendine konuşma vaktidir. Çünkü unutma, en büyük davet önce nefse yapılır. Kur’an’daki ifade ile:
“Ey iman edenler! Nefislerinizi ve ailenizi ateşten koruyun.” (Tahrîm, 6)

Afaktan Enfüse: İçe Dönüş Yolculuğu

Kur’an’da tefekkür iki yönlüdür:
Afak (dış âlem) ve enfüs (iç âlem).
Yani kainata bakmak kadar, kalbine bakmak da bir ibadettir.

“Sizi hem dış dünyadan hem de kendi nefislerinizden delillerle uyaracağız; ta ki hakikatin kendileri olduğu onlara açıkça belli olsun.”
(Fussilet, 53)

Belki artık kainat sayfasından insan sayfasına, kendine doğru bir yolculuk vaktidir.
Bu yolculuk, susmayı, düşünmeyi, içten dua etmeyi, az ama öz dostluklar kurmayı, “ben”i yeniden tanımayı gerektirir.

Nereden Başlamalı?

1. Sessizlikle tanış: Kalabalıkların gürültüsü arasında değil, sessizlikte kendini duyarsın.

2. Kendinle konuş: Günlük olarak iç muhasebe yap. “Bugün ben ne hissettim, neyi özledim?”

3. Yazmaya başla: Yazmak, içini kâğıda dökmek gibidir. Kendini toparlamanın ilk adımıdır.

4. Ruhuna yatırım yap: Kalbini ihmal edip sadece aklı ve bedeni beslemek dengeyi bozar. Kitap, dua, zikir, sanat, tabiat; ruhun gıdalarıdır.

5. Hayır ama mesafeli: Başkalarına yine yardım et, ama kendini unutmadan. Çünkü sen de bir kulsun; bir “başkası” değil.

Kapanış: Kendine Dönüş Bir Yolculuktur

İnsanın en uzun ve en çetin yolculuğu, kendi içine yaptığıdır.
Yıllarca dışarıya akan bir nehir gibi yaşamışsan, şimdi içeriye bir damla gibi süzül.
Başkaları için anlatırken kaybettiğin iç sesini yeniden bul.
Bu bir kırılma değil; bir diriliştir.

Unutma, seni en iyi tanıyan Rabbindir.
Ve seni yine sana döndürecek olan da O’dur:
İçinize kadar her şeyi bilirim,diyor.
“Söylemek istediğinizi ister içinizde gizleyin, ister açığa vurun hiç fark etmez. Çünkü O, göğüslerde saklanan en gizli düşünceleri bile tam olarak bilir. 14: Yaratan yarattığını bilmez olur mu hiç? İlmi her şeyin bütün inceliklerine kadar nüfûz eden ve her şeyden hakkıyla haberdar olan yalnız O’dur.” (Mülk, 13-14)

Makale Özeti:

Yıllar boyunca başkalarına hizmet ederken kendini ihmal eden bir ruhun, içe dönüş ve toparlanma ihtiyacını işleyen bu makalede; ayetten ve hadislerden hareketle “afaktan enfüse” geçiş anlatılıyor. Kendi iç âlemini yeniden keşfetmek, ruhu dinlendirmek, kendine dönmek ve ibadetle derinleşmek vurgulanıyor. Makale, bu sürecin bir yalnızlaşma değil; bilakis bir yeniden inşa olduğunu ifade ediyor.




Cismaniyetin Sırrı: Fani Bedende Saklı Ebedî Hikmet

Cismaniyetin Sırrı: Fani Bedende Saklı Ebedî Hikmet

“Esmâ-i İlâhiyenin en cemiyetli aynası cismâniyettedir. Ve hilkat-i kâinattaki makasıd-ı İlâhiyenin en zengini ve faal merkezi cismaniyettedir. Ve ihsanat-ı Rabbâniyenin en çok çeşitleri ve rengârenkleri cismaniyettedir. Ve beşerin ihtiyacat dilleriyle Hâlıkına karşı dualarının ve teşekküratının en kesretli tohumları yine cismaniyettedir. Mâneviyat ve ruhâniyat âlemlerinin en mütenevvi çekirdekleri yine cismaniyettedir.
Bunlara kıyasen, yüzer küllî hakikatler cismaniyette temerküz ettiğinden, Hâlık-ı Hakîm, zemin yüzünde cismaniyeti çoğaltmak ve mezkûr hakikatlere mazhar eylemek için, öyle sür’atli ve dehşetli bir faaliyetle kafile kafile arkasına mevcudata vücut giydirir, o meşhere gönderir. Sonra onları terhis eder, başkalarını gönderir. Mütemadiyen kâinat fabrikasını işlettirir. Cismanî mahsulâtı dokuyup, zemini âhirete ve Cennete bir fidanlık bahçesi hükmüne getirir. Hattâ insanın cismânî midesini memnun etmek için o midenin hâl diliyle bekasına dair duasını kemâl-i ehemmiyetle dinleyip kabul ederek fiilen cevap vermek için, hadsiz ve hesapsız ve yüz binler tarzlarda ve binler çeşit çeşit lezzetlerde gayet san’atlı taamları ve gayet kıymetli nimetleri cismaniyete ihzar etmek, bedahetle ve şeksiz gösterir ki, dâr-ı âhirette Cennetin en çok ve en mütenevvi lezzetleri cismanîdir. Ve saadet-i ebediyenin en ehemmiyetli ve herkesin istediği ve ünsiyet ettiği nimetleri cismanîdir.”

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sualar/sekizinci-meselenin-bir-hulasasi/205

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/yirmi-sekizinci-soz/459

@@@@@@@

Cismaniyetin Sırrı: Fani Bedende Saklı Ebedî Hikmet

Giriş

İnsan bedeni, çoğu zaman sadece maddî bir varlık gibi görülür. Ruhun zindanı, nefsin aracı ya da dünya yükünün taşıyıcısı… Oysa Kur’an ve Risale-i Nur perspektifinden bakıldığında, insanın cismaniyeti, sadece geçici bir elbise değil; İlâhî isimlerin bir aynası, ebedî nimetlerin anahtarı, cennetî saadetin haklı bir gerekçesidir. Çünkü Allah’ın isimleri, tecellilerini en cemiyetli şekilde cismaniyette gösterir. Ruhun derinlikleri kadar bedenin varlığı da bir manevî delildir.

1. Esmâ-i Hüsnâ’nın Aynası: Cismaniyet

Cenâb-ı Hak, kendini esmâsıyla tanıttırır. Rezzâk ismi açlığı gerektirir. Şâfî ismi hastalığı… Cemîl ismi güzelliği, Rahîm ismi şefkati… Bu isimlerin tecelli mekânı neresi? Elbette ki insan bedeni.

İnsan aç kalır, dua eder; şifa bulur, şükreder. Güzelliği hisseder, hayran olur. Göz, kulağın şükrü vardır. Tat, kokunun manevî karşılığı vardır. Cismaniyet, ilâhî isimlerin tecellisini anlamak için yaratılmış bir numune-i imtihandır.

2. Cennet Neden Cismanîdir?

Beden bu dünyada nimetlere muhatap olmuştur. Açlığın yerini doymak, susuzluğun yerini serinlik, yorgunluğun yerini istirahat almıştır. İşte bu hal diliyle, insan adeta der ki:

“Ey Rabbim, bedenimle tattığım bu güzelliklerin ebedîsini isterim.”

Ve Cenâb-ı Hak, bu isteği cevapsız bırakmaz. Bu dünyadaki her lezzet, Cennet’teki ebedî karşılıklarının numunesidir. Bu yüzden Cennet, sadece ruhanî değil, cismanî bir saadet diyarıdır. Çünkü insanın ihtiyaçları, duaları, şükrü hep bedeniyle harmanlanmıştır. Ruh tek başına bu tefekkür zenginliğine ulaşamazdı.

3. Cismanî Dualar ve İlâhî Cevaplar

Bir annenin çocuğuna süt vermesi, bir meyvenin dalda olgunlaşması, bir açın sofrasında rızkın belirivermesi… Bunlar bedenin ihtiyaçlarından doğan hâlî duaların cevabıdır. İşte bu hâller gösterir ki:

Allah, cismaniyetle yapılan dualara kıymet verir.
O zaman cismaniyetin ebedî karşılığı olmaması düşünülemez.

4. Cismaniyetin Geçici Görünüp Kalıcı Olması

Dünya hayatında cismaniyet fanîdir, yaşlanır, yorulur, ölür. Ama bu fâni hal, ebedî bir forma geçmek için geçici bir duraktır. Nasıl ki tohum çürür ama ondan büyük bir ağaç doğar, insan bedeni de toprağa emanet edilse de, âhirette daha parlak, aziz ve bâki bir bedenle diriltilecektir.

Kur’an bu hakikati haber verir:
Sizi ilk defa yarattığımız gibi yeniden dirilteceğiz,der.
“Başlangıçta ilk yaratmayı nasıl yaptıysak, -üzerimize aldığımız bir vaad olarak- onu yine yapacağız. Biz bunu muhakkak yapacağız.”
(Enbiyâ, 104)

Kapanış: Cismaniyetin Kadrini Bilmek

Zaman zaman bedenimize yük gibi bakarız. Oysa o, Allah’ın sanat galerisi gibidir. Göz bir kamera, dil bir tat laboratuvarı, deri bir hassasiyet sensörüdür. Bu nimetleri sadece dünyada kullanıp terk etmek, bir kitabı kapağından ibaret sanmak gibidir.

Cismaniyet, bir emanettir. Hem dünyada bir ibadet vasıtası, hem ahirette ebedî mükâfatın muhatabıdır.
Onun kıymetini bilen, hem Esmâ-i Hüsnâ’yı anlar, hem Cennet’teki saadetin mânâsını…

Makale Özeti:

Bu makale, Bediüzzaman’ın cismaniyete dair derin analizinden hareketle, bedenin sadece maddî bir varlık değil, İlâhî isimlerin aynası, ebedî saadetin haklı muhatabı olduğunu işler. Cismaniyetin nimet, dua ve şükür ile nasıl Rabbânî tecellilere vesile olduğu; bu dünyadaki lezzetlerin ahirette cismanî karşılık bulacağı ifade edilir. Sonuçta bedenin faniliği içinde bâki hakikatlerin tohumu saklıdır.




Tek Çözüm: İttihad-ı İslam

Tek Çözüm: İttihad-ı İslam

Giriş: Dağınıklığın Bedeli

Ümmetin hâli, asırlarca süren ihtilafların, bölünmelerin, menfaat kavgalarının yorgunluğunu taşıyor. Her köşede ayrı bir feryat; her coğrafyada ayrı bir zulüm. Zenginlik içinde yoksulluk, kalabalıklar içinde yalnızlık yaşıyoruz. Halbuki Kur’an asırlar önce bu çözümü ilan etmişti:

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanmayın.” (Âl-i İmran, 103)

Bu ayet, sadece ahlâkî bir çağrı değil, İslam’ın dünya sahnesindeki izzet ve huzurunun yegâne reçetesidir. Ve bugün, Müslümanların kurtuluşu için tek çözüm: İttihad-ı İslam’dır.

1. İttihad-ı İslam Ne Demektir?

İttihad-ı İslam, ümmetin inançta, hedefte, duygu ve fikirde birlik olması demektir. Aynı kıbleye yönelen, aynı Allah’a inanan, aynı Peygamber’e ümmet olan milyarlarca insanın, kalben, fikren ve siyaseten bir araya gelmesidir.

Bu birlik, bir devlet projesi değil; bir iman ve şuur projesidir. Kalpler birleşmeden, sınırlar birleşemez. Menfaatler değil, dava birliği gerekir.

2. Parçalanmışlığın Sonuçları

Bugün ümmetin coğrafyasında 50’den fazla ülke var. Her biri kendi bayrağını, çıkarını, siyasî ajandasını merkeze alıyor. Neticede ne oluyor?

Zenginler sömürülüyor, fakirler eziliyor.

İlmi olan dışlanıyor, sesi çıkan susturuluyor.

Mazlumlara sahip çıkılmıyor, zalimler karşısında susuluyor.

Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Arakan’da kan akarken sadece seyrediliyor.

Bütün bu dağınıklığın temelinde ne var? İttihadsızlık.

3. Tarihten İbret: İttihadın Gücü

Asr-ı Saadet’te, üç kıtaya hükmeden bir medeniyetin temeli Medine’de atıldı. Sebep neydi?

Ensar ve Muhacirin kardeş olması,

Arap’ın, Acem’in, Habeşî’nin aynı safta yer alması,

Peygamber’in (s.a.v) etrafında, bir yürek gibi atmaları…

Endülüs’te 800 yıl süren İslam medeniyeti, ittihad bozulunca yıkıldı. Osmanlı, üç kıtayı adaletle yönetti. Ama sonrasında milliyetçilik, ırkçılık ve dış müdahalelerle ittihad çözülünce parçalanma geldi.

4. Günümüzde İttihad Nasıl Olur?

Bugünün şartlarında İttihad-ı İslam, bir halifelik kurmaktan önce, şu temel adımlarla başlar:

İman ve şuur birliği: Ümmetin evlatları yeniden Kur’an’la, sünnetle, ilimle donatılmalı.

Uhuvvet ve muhabbet: Mezhep, meşrep, ırk farklılıklarını değil; ortak paydaları öne çıkarmak gerek.

Ortak mesele bilinci: Kudüs sadece Filistin’in değil; ümmetin meselesidir.

İlim ve medya dayanışması: Aynı ses, aynı hakikat, farklı dillerde ve platformlarda yankılanmalı.

Bugün teknoloji, bilgi ve haberleşme imkanları sayesinde, İttihad-ı İslam hayal değil. Yeter ki imanlar birleşsin, niyetler arınsın, liderler istikamet bulsun.

Sonuç: Ayrı Düşen Mağlup, Birleşen Galiptir

Ümmet-i Muhammed’in asıl gücü, tankta, topta, parada değil; ittifak eden kalplerdedir. İman birliği, dava ortaklığı ve istikametli liderlik, yeryüzündeki zulmü kaldıracak yegâne kuvvettir. Çünkü ne zaman Müslümanlar birleşti, dünyaya adalet geldi. Ne zaman ayrıldılar, hem kendileri yıkıldı hem de mazlumlar sahipsiz kaldı.

Bugün zulmün çaresi, fitnenin ilacı, insanlığın umudu için haykırmak gerekiyor:

“Tek çözüm: İttihad-ı İslam!”

Makale Özeti:

Bu makale, ümmetin parçalanmışlığının feci sonuçlarını ve İttihad-ı İslam’ın bir zorunluluk olduğunu vurgular. Tarihî örneklerle birlikteliğin getirdiği kudret anlatılırken, günümüzde bu birliğin iman, şuur, uhuvvet ve ortak dava bilinciyle sağlanabileceği belirtilir. Sonuçta ise, ümmetin kurtuluşu için tek çarenin kalplerin ve hedeflerin birliği olduğu vurgulanır: “İttihad-ı İslam.”

Bak:

https://tesbitler.com/index.php?s=ittihad

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/%c4%b0ttihad-%c4%b1%20

 

 




Gökte Asılı Mucize: Kur’ân’da Bulutların Ağırlığı ve İlahi Kudret

Gökte Asılı Mucize: Kur’ân’da Bulutların Ağırlığı ve İlahi Kudret

Günlük hayatımızda başımızı kaldırıp baktığımızda gökyüzünde süzülen bulutlar, çoğu zaman sadece görsel bir manzara gibi görünür. Oysa Kur’ân, bu sıradan görünen varlıkların ardında müthiş bir kudreti, derin bir hikmeti ve insanı sarsacak kadar büyük ibretleri işaret eder. Bu açıdan Kur’ân, bulutların sadece oluşumunu değil, onların ağırlıklarını da hatırlatır:

“O Allah ki, rüzgârları gönderir; böylece onlar bir bulutu kaldırır, biz de onu ölü bir beldeye sevk eder, onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra diriliş de böyledir.”
(Fâtır Sûresi, 9)

“Görmedin mi ki, Allah bulutları sürüklüyor, sonra onları birleştiriyor, sonra onları üst üste yığıyor. Derken onların arasından yağmurun çıktığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi (ağır) bulutlar indirir…”
(Nûr Sûresi, 43)

Bu âyetlerde dikkat çeken ifade “bulutları sürüklemek, üst üste yığmak ve içinden dolu yağdırmak” gibi hareket ve yoğunluk ihtiva eden kavramlardır. Peki, gerçekten de bulutlar bilimsel olarak ağır mıdır? Kur’ân’ın bu ifadesiyle bilim ne kadar örtüşmektedir?

1. Bilimsel Gerçeklik: Hafif Gibi Görünen Dev Kütleler

Bulutlar, su buharı ihtiva ettiği için çoğu kişi tarafından “hafif” veya “yoğun olmayan” yapılar gibi düşünülür. Oysa bu oldukça yanıltıcıdır. Bilimsel ölçümlere göre, orta büyüklükte bir kümülüs (pamuk gibi görünen) bulut yaklaşık 500.000 kg (yani 500 ton) su ihtiva eder. Daha büyük fırtına bulutları birkaç milyon tona kadar çıkabilir.

Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA), bu konuda şu örneği verir: Ortalama büyüklükteki bir kümülüs bulutu 1 kilometrekarelik bir alana yayılır ve yaklaşık 1 milyon litre su taşır. Bu da yaklaşık 100 filin ağırlığına eşittir.

Bu inanılmaz ağırlık, atmosferde asılı durur, sürüklenir, birikir, parçalanır ve yağmur, dolu veya kar şeklinde yeryüzüne iner. Peki bu dev kütle nasıl havada durabiliyor? Çünkü su buharı çok küçük damlacıklar hâlindedir ve bunların her biri mikron boyutundadır. Havanın yukarıya doğru taşıdığı sıcak akımlar sayesinde bulutlar yerçekimine karşı dengede tutulur.

Kur’ân’ın “bulutları yığar”, “taşır”, “yağmur indirir” ifadeleri, işte bu karmaşık fiziksel süreçleri özetleyen veciz anlatımlardır.

2. Hikmetli Yönü: Kudretin Sessiz Sermayesi

Kur’ân, bulutların ağırlığını özellikle vurgularken bize Allah’ın kudretini gösterir. Zira gökte, adeta boşlukta asılı duran milyonlarca ton ağırlığındaki bir varlık, ne iplerle bağlanmış, ne bir yere yaslanmıştır. Buna rağmen gökyüzünde salınır, taşınır, birleşir, yağmur indirir. Bu manzara, fiziksel bir mucize olduğu kadar, ilahi kudretin de bir tecellisidir.

Bu kadar ağır cisimlerin yere çakılmadan yücelerde taşınması, insanın “ben güçlüyüm, hâkimim” zannını sarsan bir örnektir. Hangi teknolojimizle 500 tonluk bir nesneyi havada saatlerce sabit tutabiliriz? Oysa Rabbimiz, bunu her gün milyarlarca defa yapmaktadır.

3. İbretli Yönü: Ölümden Sonra Dirilişin Delili

Kur’ân, bulutlar yoluyla sadece tabiat olaylarına değil, metafizik hakikatlere de işaret eder. Özellikle Fâtır Sûresi 9. âyette, bulutların kurak toprağa ulaştırılması ve oradan hayat fışkırması, ölümden sonra dirilişe bir delil olarak sunulur.

Bulutlar kuru, ölü gibi görünen topraklara can verir. Aynı şekilde, bedenlerimiz de çorak toprak gibi çürür, fakat ilahi rahmet ve kudretle yeniden diriltilir. Bulutların taşınması, tohumun çatlaması, suyun can vermesi; hepsi Allah’ın kudretinin, rahmetinin ve yeniden yaratmaya olan vaadinin işaretleridir.

4. Düşündürücü Gerçek: Gören Gözler İçin Her Şey Delildir

Kur’ân’a göre evrendeki her olay, bir delil, bir işarettir. Bulutlar sadece yağmur getiren meteorolojik olaylar değil, aynı zamanda tefekkür etmemiz gereken ayetlerdir. Gökyüzünde gezinen bu dev kütlelerin farkına varmak, Allah’ın ilim, irade ve kudretini anlamak için bir vesiledir.

Özet:

Kur’ân, bulutların taşınmasından, yığılmasından ve yağmur indirmesinden bahsederken onların ağırlığına dolaylı olarak dikkat çeker. Modern bilim, bu bulutların milyonlarca ton su taşıdığını ortaya koymuştur. Bu gerçek, Kur’ân’ın ifadeleriyle tam bir uyum içindedir. Aynı zamanda bu durum, Allah’ın kudretini, rahmetini ve ölümden sonra diriliş vaadini gösteren hikmetli ve ibretli bir işaret olarak değerlendirilir. Bulut, gökte asılı duran sessiz bir mucizedir.

 

 




İnsanın Yaratılış Mucizesi: Pıhtıdan Kudrete

İnsanın Yaratılış Mucizesi: Pıhtıdan Kudrete

“Sonra o insan tohumundan, pıhtılaşmış kanı¹ (embriyoyu) yarattık. Pıhtılaşmış kandan (şekli) belli belirsiz (bir çiğnemlik) et parçası yarattık. Daha sonra o (şekli) belli belirsiz (bir çiğnemlik) et parçasından, kemikler yarattık. Ardından da kemiklere et giydirdik² sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir.” Müminun. 14.

İnsanın Yaratılış Mucizesi: Pıhtıdan Kudrete

Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi üçüncü sûresi olan Mü’minûn’un 14. âyetinde insanın anne rahmindeki yaratılış süreci, çağları aşan bir sır ve mucize olarak anlatılır. Bu âyet, sadece edebî ve manevi bir derinlik sunmakla kalmaz; aynı zamanda modern embriyolojinin ulaştığı gerçeklerle birebir örtüşen şaşırtıcı detaylar barındırır. Bu hakikat, hem bilimsel bir hayreti, hem hikmetli bir derinliği hem de ibretli bir uyanışı beraberinde getirir.

1. Bilimsel Perspektif: Kur’ân ve Embriyoloji

Âyetin ifadesiyle “insan tohumundan (nutfeden)” başlayan yaratılış süreci, “alaka” (pıhtılaşmış kan, asılı duran şey) ile devam eder. Modern bilim, döllenmiş yumurtanın rahim duvarına yapıştığını ve orada asılı kaldığını açıkça gözlemlemiştir. “Alaka” kelimesinin hem asılı durma hem de kan pıhtısı anlamı, bu durumu muazzam şekilde tarif eder.

Sonrasında “mudğa” yani “bir çiğnemlik et” tabiri geçer. Bu da şekli tam belirgin olmayan, ama organ taslakları barındıran embriyonun belirli bir gelişim evresine işaret eder. Ardından kemiklerin oluşumu ve bu kemiklerin etle kaplanması anlatılır. Embriyolojik olarak önce kıkırdak yapı oluşur, sonra bu yapılar kemikleşir ve kas dokusu bu kemiklerin çevresini sarar. Bu sıra ve detaylar, asırlar önce inen Kur’ân’da hatasız bir şekilde zikredilmiştir.

2. Hikmetli Bir Derinlik: Kademeli Yaratılışın Mesajı

İnsanın basit bir sıvıdan başlayarak, et, kemik ve sonra bilinçli bir varlık hâline dönüşmesi, Allah’ın yaratma kudretinin en bariz tecellilerindendir. Bu aşamalı yaratılış, Rabbimizin tedrici ve ölçülü yaratma sanatını gösterir. Her bir safha bir hikmetin perdesini aralar: Kudret, takdir, ilim ve irade…

Her aşama, insanın hem fizikî hem de ruhî tekâmülünün bir metaforu gibidir. Ruhun bedene üflenmesiyle birlikte “bambaşka bir yaratık” oluşur. Bu, sadece biyolojik bir oluş değil, bilinç, ruh, akıl ve irade gibi insanı diğer varlıklardan ayıran sıfatların da yaratılmasıdır.

3. İbretli Bir Gerçek: Nereden Geldik, Nereye Gidiyoruz?

Bu âyet, insana asıl kimliğini ve yaratılış gayesini hatırlatır. Bir damla sudan başlayan yolculuk, ölümle sona eren değil, ebediyete açılan bir geçittir. İnsan kendini büyük, güçlü ve bağımsız zannederken, aslında bir zamanlar görülmez bir zerre olduğunu unutur.

Ey insan! Nereden geldiğini düşün. Bir nutfe idin, sonra pıhtı oldun, sonra et, sonra kemik… Bu kadar aciz bir varlıkken sana akıl verildi, dil verildi, ruh verildi. Kendini Yaratan’ı unutma ki, nereden geldiğini ve nereye gideceğini de unutmayasın.

4. Estetik ve Sanat: En Güzel Yaratan

Âyetin sonunda geçen “Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir.” cümlesi, yaratılıştaki estetik, denge ve güzelliğin bir övgüsüdür. Allah sadece yaratmakla kalmamış; aynı zamanda en güzel şekilde yaratmıştır. Simetri, estetik, fonksiyon ve ahenk; her biri bu yaratılışta mevcuttur. İnsanın yüzü, sesi, hücre yapısı ve hatta duyguları bile sanatkârane bir ölçüde yaratılmıştır.

Özet:

Mü’minûn Sûresi 14. âyeti, insanın yaratılışını hem biyolojik hem de manevi yönleriyle derinlemesine anlatır. Nutfeden başlayıp kemiklere ve ruhla tamamlanan bu süreç, modern bilimin keşifleriyle birebir örtüşür. Âyet, Allah’ın sonsuz kudretini, hikmetini ve sanatını gösterirken, insanı da kendi aslına ve sorumluluğuna dönmeye davet eder. “Yaratanların en güzeli olan Allah”ın yarattığı bu muazzam sistem, hem ibret hem de secde sebebidir.

 

 




Ateşin Gölgesinde Büyük Plan: Arz-ı Mev’ûd’un Sessiz İşgali ve Türkiye Üzerinden Kurulan Tuzaklar

Ateşin Gölgesinde Büyük Plan: Arz-ı Mev’ûd’un Sessiz İşgali ve Türkiye Üzerinden Kurulan Tuzaklar

1. Giriş: Ateşin Arasından Yükselen Bir Hedef

Dünya büyük bir yangının içinde. Yangını tutuşturan ise sadece tanklar, uçaklar ve füzeler değil; aynı zamanda idealler, inançlar ve kadim emeller. İsrail, Arz-ı Mev’ûd idealiyle sınırlarını kutsallaştırmak ve yayılmacı bir emel uğruna bölgede taş üstünde taş bırakmamakta kararlı görünüyor. ABD ise bu idealin hamisi, taşıyıcısı ve gerektiğinde bekçisi rolünü oynamaktadır. Bu denklemde Türkiye ise, tarihsel misyonu, coğrafi konumu ve manevi yükümlülüğü ile hedef tahtasının tam ortasında yer almaktadır.

2. Arz-ı Mev’ûd: Tarihten Günümüze Bir Emel

“Arz-ı Mev’ûd” ya da “Vadedilmiş Topraklar” inancı, Tevrat kaynaklı bir vaade dayanır ve Nil’den Fırat’a kadar olan geniş bölgeyi kapsar. Bu, dini bir beklenti gibi görünse de, siyonist ideolojinin merkezine yerleştirilmiş siyasi bir projedir. 1948’de İsrail’in kuruluşuyla başlayan bu hedef, Kudüs’ü merkez alarak bölgedeki tüm siyasi dengeleri altüst edecek şekilde şekillenmiştir.

İsrail için Suriye’nin parçalanması, Irak’ın işgali, Lübnan’ın zayıflatılması, İran’ın tehdit gösterilmesi ve en önemlisi Türkiye’nin etkisizleştirilmesi bu hedefin kilometre taşlarıdır.

3. Suriye Oyunu: Esed’in Devrilmesi ve PKK Koridoru

Suriye iç savaşı, Arz-ı Mev’ûd planının bir sahnesi olarak görülmelidir. Bu savaşta hedef yalnızca Esed rejimi değil, aynı zamanda Türkiye’nin güney sınırında bir “terör devleti” kurarak Türkiye’yi içe kapatmak, enerjisini tüketmek ve bölgedeki manevra alanını daraltmaktı. PKK/PYD üzerinden ABD eliyle kurulan bu kuşatma planı, Türkiye’nin Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtlarıyla bozuldu.

Ancak bu bozgun, İsrail’i daha da tedirgin etti. Çünkü Türkiye artık sadece bir sınır güvenliği meselesi değil, ümmetin yeniden diriliş umudu haline gelmişti.

4. Yeni Cepheler: Türkiye’yi Meşgul Etme Stratejisi

Tarihte her büyük millet, düşmanları tarafından ya içerden yıkılmış ya da meşgul edilerek sindirilmiştir. İsrail ve müttefikleri, Türkiye’yi terörle, ekonomik saldırılarla, diplomatik ablukalarla ve kamuoyunu yönlendiren medya araçlarıyla sürekli zayıf ve savunmada tutma arzusundadır.

Açıkça söylemek gerekir ki, Türkiye’nin “mazlumların hamisi” rolüne soyunması, sadece insani değil, aynı zamanda jeopolitik bir tehdittir İsrail için. Çünkü Kudüs’ü gündeminden düşürmeyen bir Türkiye, Arz-ı Mev’ûd’un önünde en büyük engeldir.

5. Hikmet ve Ders: Neden Türkiye?

Bu sorunun cevabı tarihte gizlidir. Çünkü Türkiye, Selçuklu’yla Kudüs’ü Haçlılardan almış, Osmanlı’yla dört yüz yıl boyunca mukaddes beldeleri korumuş ve ümmetin birliğini asırlarca sağlamış bir dev mirasın varisidir. İşte bu yüzden, İsrail ve onun zihniyet ortakları Türkiye’yi sadece bir ülke değil, bir hatıra ve bir ihtimal olarak görür.

Bugün Türkiye’ye karşı kurulan cephe, sadece bir coğrafya savaşı değil; tarihin intikam savaşıdır. Ama bu aynı zamanda, Türkiye’nin de tarihteki yerine yeniden dönmesi için bir fırsattır.

6. İbretli Bir Çağrı: İttihad-ı İslam Zorunluluktur

İsrail’in ateşi sadece Gazze’yi değil, ümmetin bütün vicdanını yakmaktadır. Bu ateşin söndürülmesi için artık diplomatik hamleler değil, fikrî birlikler, ahlâkî direnişler ve İslami bir şuur gerekmektedir. İttihad-ı İslam, bu ateşten bir kale inşa edebilecek tek çimentodur. Zira dağınık ümmet, kolay yutulur. Ama birleşmiş bir İslam alemi, Arz-ı Mev’ûd hayalini kâbusa çevirir.

Sonuç: Küller Arasında Diriliş Vakti

İsrail ve ABD’nin ortak yürüttüğü bu “kaos stratejisi”, sadece tahrip etmeyi değil, yerine kendi ideolojik düzenlerini kurmayı hedefliyor. Ancak hesap etmedikleri şey, dirilişin tam da yıkım anlarında başladığıdır. Türkiye, bu ateş çemberinden sadece kendini değil, ümmeti de çıkaracak kudrete sahiptir. Yeter ki içeriden parçalanmasın, oyunlara gelmesin ve tarihî misyonuna yeniden yönelsin.

Makale Özeti:

İsrail ve ABD ortaklığı, Arz-ı Mev’ûd hedefi doğrultusunda Ortadoğu’da savaş ve istikrarsızlık yayarken, Türkiye’yi de bu planların dışında bırakmamakta kararlıdır. Suriye krizi, PKK’nın desteklenmesi ve Türkiye’nin bölgesel liderliğinin engellenmesi bu planın parçalarıdır. Ancak tarihî ve manevî misyonu gereği Türkiye bu kuşatmayı aşabilecek birikime sahiptir. Bunun için ümmet birliği, stratejik akıl ve tarih şuuruyla hareket edilmelidir.

 

 




Din Savaşının Eşiğinde: İttihad-ı İslam’ın Zorunluluğu

Din Savaşının Eşiğinde: İttihad-ı İslam’ın Zorunluluğu

Giriş: Yeni Bir Kırılma Noktası

2025 yılının Mayıs ayında, Hindistan’ın “Sindoor Operasyonu” adı altında Pakistan’a düzenlediği hava saldırıları, iki nükleer gücün yeniden savaşın eşiğine gelmesine neden oldu. Hindistan, bu saldırıların, Keşmir’de 26 Hindu turistin öldürülmesine misilleme olduğunu iddia etti. Ancak Pakistan, hedef alınan yerlerin sivil bölgeler, camiler ve eğitim kurumları olduğunu belirterek, saldırıları “savaş ilanı” olarak nitelendirdi. Özellikle Muzafferabad’daki Bilal Camii’nin bombalanması, olayın dinî bir boyut kazandığını gösterdi .

1. Camiye Yönelik Saldırılar: Dinî Savaşın Ayak Sesleri

Hindistan’ın saldırılarında camilerin hedef alınması, çatışmanın sadece siyasi değil, aynı zamanda dinî bir boyut kazandığını gösteriyor. Bahawalpur Camii’ne düzenlenen saldırıda, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 13 kişi hayatını kaybetti . Bu tür eylemler, sadece askeri değil, aynı zamanda dinî değerleri de hedef alarak, çatışmanın boyutunu derinleştiriyor.

2. Tarihî Perspektif: Böl ve Yönet Politikası

Tarih boyunca, Müslüman toplumlar arasındaki birlik eksikliği, dış güçlerin “böl ve yönet” politikalarına zemin hazırlamıştır. Hindistan ve Pakistan arasındaki gerilim de, bu stratejinin bir yansımasıdır. Müslüman ülkelerin birlik içinde hareket etmemesi, dış müdahalelere açık hale gelmelerine neden olmaktadır.

3. İttihad-ı İslam: Birlikte Güçlü Olmak

Bediüzzaman Said Nursî, İttihad-ı İslam’ı, ümmetin kurtuluşu için vazgeçilmez bir hedef olarak görmüştür. Farzı Ayn olarak nitelemiştir. Ona göre, Müslümanların birlik içinde hareket etmesi, sadece dinî bir gereklilik değil, aynı zamanda siyasi ve sosyal bir zorunluluktur. Bugün, Hindistan ve Pakistan arasındaki gerilim, İttihad-ı İslam’ın önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Sonuç: Birlikte Direnmek, Ayrı Düşmek

Hindistan ve Pakistan arasındaki son gelişmeler, Müslüman toplumların birlik içinde hareket etmemesinin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini göstermektedir. Camilere yönelik saldırılar, sadece bir ülkenin değil, tüm İslam dünyasının değerlerine yapılmış bir saldırıdır. Bu nedenle, İttihad-ı İslam’ı gerçekleştirmek, artık bir seçenek değil, bir zorunluluktur.

Makale Özeti:

Hindistan’ın Pakistan’a yönelik saldırıları, özellikle camilerin hedef alınması, çatışmanın dinî bir boyut kazandığını göstermektedir. Bu durum, Müslüman toplumların birlik içinde hareket etmemesinin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini ortaya koymaktadır. İttihad-ı İslam, sadece dinî bir gereklilik değil, aynı zamanda s




Ömür Sermayesi: Az Zaman, Çok Sorumluluk

Ömür Sermayesi: Az Zaman, Çok Sorumluluk

İnsan bu dünyaya sermayesiyle gelir. Ancak bu sermaye altın ya da gümüş değildir; ömürdür. Ve bu ömür, tıpkı bir mum gibi erimeye mahkûm, bir kum saati gibi akmaya mecburdur. Ne bir saniyesi geri alınır, ne bir dakikası satın alınabilir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle: “Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur.” Bu söz, sadece bir öğüt değil, hayatı baştan sona sorgulatan bir hakikat pusulasıdır.

I. Az Olan Zamanın Değeri

Bir tüccar düşünün ki, elinde sermayesi az, fakat karşısına çıkan fırsatlar çok. Hangi işe yatırmalı ki en yüksek kârı elde etsin? Hayat da böyledir. İnsan, ömrünü hangi sahaya yatırıyorsa, kârı ve zararı ona göre şekillenir.

Ne var ki günümüz insanı, bu az sermayeyi çarçur eden bir mirasyedi gibi davranıyor. Sosyal medyada saatlerce gezinmeler, faydasız sohbetler, boş eğlenceler… Tüm bunlar birikmiş altını, farkında olmadan yakan birinin hâlinden farksızdır.

II. Lüzumlu İşlerin Ağırlığı

İnsan sadece yiyip içmek, gezip eğlenmek için yaratılmadı. Aklı var, kalbi var, vicdanı var; dolayısıyla sorumlulukları da var. En başta kendine karşı: kalbini boşlukta bırakmamak, aklını meşgul etmek, ruhunu beslemek…

Sonra ailesine karşı, topluma karşı, Rabbine karşı görevleri var. Tüm bu “lüzumlu işler” ihmal edildiğinde, hayatın anlamı boşalır. Nitekim ahirette sorulacak ilk sorular arasında ömür nereye harcandı meselesi vardır. Çünkü insan bu ömrü kendi malı gibi değil, emanet olarak taşır.

III. Ölçü ve Plan: İbadet, İlmi ve Hizmeti Önceliklendirmek

Bu yoğun sorumluluklar içinde yolunu kaybetmemek için insanın ölçü koyması gerekir. Ömrün her alanına “aciliyet ve ehemmiyet” süzgeciyle bakmalıdır.

Öncelikle kulluk görevleri gelir: Namaz, dua, zikir gibi ruhu besleyen ibadetler.

Ardından ilmi tahsil ve tefekkür: Zira aklı çalıştırmayan, kalbi kör eder.

Ve nihayet hizmet ve ahlak: İnsan başkasına faydalı oldukça kendi ömrüne bereket katmış olur.

Bunlar, ömrü verimli kılan unsurlardır. Zira az olanı çoğa çevirmek, israfa değil, istikamete bağlıdır.

IV. Dakika Dakika Hesap Günü

Ahirette sorulacak sorulardan biri de şu: “Gençliğini nerede tükettin?” Bu soru, sadece gençlere değil; hayatının en kıymetli dönemini boş geçiren herkese bir uyarıdır. Çünkü ömrün kıymeti gençlikte, zamanın kıymeti ise onun geçiciliğinde gizlidir.

Hesapsız yaşayanlar, pişmanlıkla döner. Ama her gününü bir emanet gibi yaşayanlar, ömür az olsa bile sonsuz kâr elde eder.

Sonuç: Az Olanla Çok Kazanmak Mümkün

Hayat bir sermayedir; ömür bir sermayedir. Lakin bu sermaye azdır. Ona rağmen, eğer doğru yatırım yapılırsa; ibadetle, ilimle, güzel ahlak ve hizmetle geçirilecek bir ömür, insanı hem bu dünyada huzura, hem de ahirette saadete kavuşturur.

Zamanı öldürmek, aslında kendini öldürmektir. Ama zamanı diriltmek, ruhu diriltmektir.

Özet:

Bu makale, “Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur” sözünden yola çıkarak, insanın sınırlı ömrünü nasıl değerlendirmesi gerektiğini anlatmaktadır. Zamanın israf edilmemesi, ibadet, ilim ve hizmetin öncelenmesi gerektiği vurgulanmış; ahirette verilecek hesap hatırlatılarak hayatın her anının bir fırsat olduğu belirtilmiştir.

 

 




Her Gün Yeni Bir Tecelli: “Külle Yevmin Hüve fî Şe’n” Ayetinin Derinliği

Her Gün Yeni Bir Tecelli: “Külle Yevmin Hüve fî Şe’n” Ayetinin Derinliği

Kur’an-ı Kerim, insanın aklını ve kalbini diriltmek için inmiştir. Onun her ayeti, bir anahtar gibi gönlün kilidini açar. O ayetlerden biri de Rahman Suresi’nin 29. ayetidir:

“Külle yevmin hüve fî şe’n.”
Yani: “O, her an bir iştedir.”

Bu kısa ama derin ayet, sadece Allah’ın kudretine dair bir beyan değil, aynı zamanda hayatın anlamına ve insanın konumuna dair de bir uyanıştır.

I. Ayetin Lafzî ve Tefsirî Manası

Bu ayetin lafzen anlamı: “Allah her gün, her an bir şe’n (iş, fiil, tecelli) üzeredir.”
Yani O, yarattıktan sonra durmaz; yaratmayı, idare etmeyi, değiştirmeyi, dönüştürmeyi sürdürür. Her nefeste ayrı bir kudret, her an yeni bir hikmet sergiler.

İbn Abbas (r.a.) bu ayeti şöyle açıklamıştır:
“Allah birine hayat verir, bir başkasının rızkını genişletir, bir başkasının duasını kabul eder, birini hastalandırır, birine şifa verir… Her an yeni bir iştedir.”

II. Allah’ın Sürekli Tecellisi: Duran Bir Kudret Değil, Diri Bir Rubûbiyet

İnsanlar genellikle evreni bir saat gibi tasavvur eder: Allah onu kurmuştur, o da kendi kendine işler. Fakat bu ayet, böyle mekanik bir anlayışı reddeder. Evrenin her zerresi, Allah’ın anbean müdahalesiyle ayakta durmaktadır.

Güneş doğarken de O iş başındadır,

Kalbindeki atışta da O’nun emri tecelli eder,

Yağmurun damlasında da,

Gözyaşındaki sebepte de…

Hiçbir şey kendi başına değildir; her şey O’nun bir fiilidir.

III. Her Şe’n, Bir İmtihan; Her An, Bir Mesajdır

Bu ayet sadece bir bilgi vermiyor; aynı zamanda insana düşen vazifeyi de hatırlatıyor. Eğer Allah her an bir şe’n üzerindeyse, her an O’na muhtaçsın.
Ve eğer O her an işleri değiştiriyorsa, hiçbir musibet kalıcı değildir, hiçbir nimet de temelli değildir.

Bugün ağlıyorsan, yarın gülebilirsin.

Bugün zirvedeysen, yarın dipte olabilirsin.
Çünkü Allah her an yeni bir şe’n üzeredir. İşte bu ayet, ümide ve korkuya bir denge koyar.

IV. İnsana Yansıması: Sabır, Şükür ve Teslimiyet

Bu ayeti bilen bir mümin:

Mutsuzken sabreder, çünkü bilir ki Allah bir başka iş üzeredir, durum değişecektir.

Mutluyken şükreder, çünkü nimet O’ndandır.

Zorlukta tevekkül eder, çünkü zorlukla beraber kolaylık yaratılabilir (Bak.İnşirah, 5-6).

Hayatın sürekli değişen yönleri, ilahî fiillerin tecellileridir. Hiçbir şey başıboş değil, hiçbir olay tesadüf değil.

Sonuç: Her Gün, Her An Rabbinden Bir Davettir

“Külle yevmin hüve fî şe’n” ayeti, Rabbimizin hayatın her anında etkin, diri ve hâkim olduğunu bildirir. Bu da insanı gafletten uyarır, kalbi diriltir. Hayatın her ânı, Allah’tan gelen bir fiildir; dolayısıyla her an, insan için bir imtihan, bir mesaj ve bir fırsattır. Bazen dua, bazen sabır, bazen şükür… Ama her hâlükârda Allah’a yönelmek gerekir.

Özet:

Bu makale, “Külle yevmin hüve fî şe’n” ayetinin manası ve hakikatine odaklanmıştır. Allah’ın her an bir işte, bir yaratış ve idare faaliyeti içinde olduğu; hayatın değişkenliğinin O’nun tecellisi olduğu açıklanmıştır. Bu hakikatin insana düşen yönü ise sabır, şükür ve teslimiyetle yaşamak, her anın bir imtihan olduğunu bilmek ve gafletten uyanmaktır.




Yüz Yıllık Hesap: Doğu’da Ermeni Devleti, İsrail Bağlantısı ve Direnişin Yeni Cephesi Gazze

Yüz Yıllık Hesap: Doğu’da Ermeni Devleti, İsrail Bağlantısı ve Direnişin Yeni Cephesi Gazze

Tarih, sadece geçmişin notları değil; geleceğin taslaklarını da içinde taşır. Bugün Ortadoğu’da yaşananlar, bir anda ortaya çıkmış değil; asırlardır örülen, sabırla sürdürülen, gizli ve açık planların sonucudur. Bu planların merkezinde ise bir hayal: Doğu Anadolu’yu koparıp sosyalist bir Ermeni devleti kurmak ve bu devleti İsrail ile stratejik bir hatla birleştirmek.

I. Tarihî Arka Plan: Bir Hayalin Tohumları

19. yüzyılda Osmanlı’nın çözülme süreciyle birlikte, Batı’nın gözü Anadolu’ya, özellikle de doğusuna çevrildi. Ermeniler, özellikle misyoner okullarıyla şekillendirilen elit kadrolar üzerinden “Hristiyan mazlum” figürü haline getirildi. İngiltere, Fransa ve Rusya gibi devletlerin desteğiyle, “Bağımsız Ermenistan” fikri dillendirilmeye başlandı.

1915 olayları, bu planların bir yansımasıydı. Osmanlı, içeriden ve dışarıdan gelen saldırılar arasında varlığını sürdürmeye çalışırken, Ermeni çeteler Doğu Anadolu’da büyük katliamlara girişti. Bugün hâlâ Batı’nın “soykırım” diyerek Türkiye’ye baskı kurmaya çalıştığı mesele, aslında bir işgal planının meşrulaştırılması girişimidir.

II. Sosyalist Kurgunun Temeli: Din Dışı, Irk Temelli Bir Yapı

Kurgulanan Ermeni devleti, sadece etnik değil; ideolojik olarak da sosyalist bir temel üzerine kurulmak isteniyor. Çünkü sosyalizm, dini ve millî değerleri dışlayan, ulus-devletin bağlarını gevşeten bir yapı kurar. Bu sayede hem Türkiye’nin doğusu zayıflatılır hem de yeni kurulacak oluşum Batı’ya entegre bir tampon devlet haline gelir.

Bu yapı, İsrail’in güvenliği açısından da stratejik bir anlam taşır: Türkiye ile Arap dünyası arasına bir set çekmek. “Mezopotamya Koridoru” denilen, Suriye kuzeyinden başlayıp Türkiye’nin doğusunu kapsayan hat, hem petrolün hem siyasetin nabzını tutan bir bölgedir. Bu hatta kurulacak her yapay devlet, hem Türkiye’yi parçalar hem de İsrail’e nefes borusu olur.

III. İsrail’in Hayal Kırıklığı: Gazzeyi Alamayan Bir Kudret

Tüm bu planlar yapılırken, İsrail’in nihai hedefi Büyük İsrail idealine ulaşmak idi. Fakat Gazze bu hedefin önündeki son kale gibi dimdik durdu. 2023 ve sonrası süreçte Gazze’ye yönelik yoğun saldırılar, sadece Filistin’i değil, bölgeyi yeniden şekillendirme arzusuydu. Ancak beklenmeyen bir şey oldu: Direniş kırılmadı.

Hamas ve direniş güçleri, tıpkı Çanakkale’deki Mehmetçik gibi, tüm imkânsızlıklara rağmen direndi. İsrail, ne yer altındaki tünelleri silebildi, ne halkı teslim alabildi. Bu da tüm dünya kamuoyunda “yenilmez İsrail” algısını yerle bir etti.

IV. Haçlı Ruhunun Gölgesinde ABD ve Avrupa

İsrail’in başarısızlığı, arkasındaki büyük destekçilerini da harekete geçirdi. ABD, Birleşik Krallık ve Avrupa’nın büyük bir bölümü, sözde “insani yardım” maskesiyle Doğu Akdeniz’e savaş gemileri yığdı. Bu, bir Haçlı ruhunun uyanışıydı. Tıpkı Selahaddin Eyyûbî’nin karşısındaki güçler gibi… Onlar için mesele sadece toprak değil, İslâm’ın iradesini kırmak, ümmeti sindirmek ve Kudüs’e giden yolu açmaktır.

Fakat tarih tekerrür ediyor: Bütün planlara, teknolojilere ve iş birliklerine rağmen haklı direniş karşısında mazlumlar galip geliyor. Ve bu süreç sadece Filistin’in değil, Türkiye’nin doğusunu da etkileyecek bir kırılma noktasıdır.

Sonuç: Uyanık Olmazsak Yarın Çok Geç Olabilir

Bu planlar bitmiş değil. Doğu’da hâlâ provokasyonlar sürüyor, Batı hâlâ “Ermeni soykırımı” üzerinden Türkiye’yi baskılamaya çalışıyor, İsrail hâlâ direnişi kırmak için her yolu deniyor. Fakat Türkiye ve İslam âlemi, bu büyük satranç oyununu görecek bir basirete ulaşmalı. Çünkü bugün Gazze’de bastırılmak istenen irade, yarın Diyarbakır’da da yok edilmek istenecek.

Özet:

Bu makalede, Osmanlı sonrası kurulan “Doğu’da sosyalist bir Ermeni devleti” planının tarihî kökleri, Batı’nın ideolojik ve jeopolitik hedefleri, İsrail’in Gazze çıkmazı ve ABD-Avrupa’nın yeni Haçlı anlayışıyla şekillenen müdahaleleri işlenmiştir. Bu süreçlerin tek merkezli bir akılla sürdürüldüğü, nihai amacın hem Türkiye’yi zayıflatmak hem de İsrail’in genişlemesini sağlamak olduğu vurgulanmıştır. Fakat Gazze’deki direniş, bu oyunu tersine çevirecek tarihî bir dirilişin işaret fişeği olabilir.

 

 




Kelimelerle Yükselen Ruh: Tahiyyat, Mübarekât, Salavat, Tayyibât, Tahmidat ve Tesbihatın Hikmeti

Kelimelerle Yükselen Ruh: Tahiyyat, Mübarekât, Salavat, Tayyibât, Tahmidat ve Tesbihatın Hikmeti

İnsan, kelimelerle düşünür, kelimelerle dua eder, kelimelerle Allah’a yaklaşır. Bazı kelimeler vardır ki içinde sırlar taşır, manevî kapılar aralar. Tahiyyat, Mübarekât, Salavat, Tayyibât, Tahmidat ve Tesbihat… Bunlar sadece telaffuz edilen kelimeler değil, bir ruh hâlinin, bir kulluk makamının göstergeleridir. Her biri ayrı bir anlam taşır; ama hepsi birlikte zikredildiğinde bir dua mihrabı, bir kulluk yolculuğu olur.

1. Tahiyyat – Selam ve Hürmetin Dilidir

“Et-Tahiyyâtü lillâh” ifadesiyle başlayan cümle, Allah’a sunulan bütün selamların, saygıların, hayatların yalnızca O’na ait olduğunu bildirir. “Tahiyyat”, selam, yaşam belirtisi ve hürmet demektir. Kulluğun ilk adımı, Rabbe saygıyla yönelmektir. Bu kelime, bir kulun Rabbine yönelişindeki edebini gösterir.

2. Mübarekat – Bereketin Kaynağına Yönelmek

“Mübarekât” kelimesi, “bereket”ten türemiştir. Yani artan, çoğalan, hayrı daim olan şeyler. Allah’ın mübarek kıldığı şeylere yönelmek, hayatı da bereketlendirir. Mübarekât, bir nimet idrakidir. Kul, her şeyin sahibinden geldiğini anladıkça, o şey berekete dönüşür. Mübarekat, hem nimetin farkında olmaktır hem de onu verenin şükrüne ermektir.

3. Salavat – Rahmetin ve Yakınlığın İfadesi

“Salavat”, Peygamber Efendimize (s.a.v.) salat ve selam göndermektir. Fakat bu sadece bir dua değil, O’nun misyonunu kabul etmenin, O’na bağlılığın ilanıdır. Salavat, rahmetin Peygamber (s.a.v.) vasıtasıyla âleme yayılmasıdır. Kul, salavatla Resûl’e bağlılığını gösterirken aynı zamanda Allah’ın rahmetini talep eder.

4. Tayyibat – Temiz Olan Her Şeye Dair Bir Şahitlik

“Tayyibat”, hem söz hem davranış hem de niyet yönünden temiz olanları ifade eder. Allah ancak temiz olanı kabul eder. Bu kelime, ibadetlerin samimiyetini, duaların halisiyetini simgeler. “Tayyibatü lillâh” diyen kul, niyetini, sözünü, amelini Allah için arıtır; ruhunu kirlerden temizlemeye yönelir.

5. Tahmidat – Şükrün Ötesinde Bir Övgüdür

“Elhamdülillah” sadece bir teşekkür değil, aynı zamanda sonsuz övgüdür. Tahmidat, her hâliyle Allah’ı övme bilincidir. Nimet verildiğinde şükür, musibet geldiğinde sabırla yapılan hamd, tahmidatın içinde erir. Kul, nimetleri sadece tatmakla değil, onları Allah’a bağlamakla tahmidat eder.

6. Tesbihat – Tenzihin ve Yüceltmenin Dilidir

“Sübhânallah” diyerek başlar tesbih. Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih etmektir. Tesbihat, ilahî yüceliği idrak etmektir. Kul, Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu her daim dile getirerek kalbini arındırır. Tesbihat, kalbin ritmi, ruhun nefesidir.

Birlikte Anlam: Kulluk Dairesinde İlerleyiş

Bu kelimeler, birbirine bakan yönleriyle bir kulluk dairesi çizer:

Tahiyyat → Selam ve yöneliş,

Mübarekât → Nimet ve bereketi fark etmek,

Salavat → Peygamber’e bağlılık ve rahmet köprüsü kurmak,

Tayyibat → Temizlenmiş söz ve fiillerle yaklaşmak,

Tahmidat → Hamd ile nimeti sahibine nisbet etmek,

Tesbihat → Tenzihle kulluğun zirvesine varmak.

Her biri, bir diğerini tamamlayan merhalelerdir. Kulluğun kemâli, bu altı kavramı idrak edip yaşamaktır. Dille zikretmek yetmez; gönülle hissetmek, hayatla yaşamak gerekir.

Sonuç olarak:

Bu altı kavram; bir kulun Allah’a selamla yönelmesinden, temizlenmiş bir ruhla yüce Rabbini tesbih etmesine kadar uzanan bir manevî yolculuktur. Her biri ayrı bir sır taşır, ama hepsi bir bütün halinde kulun kulluk şuurunu inşa eder. Çünkü kelimelerle başlar hakikat, ama o kelimeler yürekle yaşandığında ibadet olur, huzur olur, nur olur.

Özet:

Makalede “Tahiyyat, Mübarekât, Salavat, Tayyibat, Tahmidat, Tesbihat” kelimeleri tek tek açıklanmış; aralarındaki anlam bağları ve manevî bütünlük ele alınmıştır. Bu kelimeler, kulluğun adım adım ilerleyen bir yolculuğu olarak değerlendirilmiş, her biri insan ruhunu kemale erdiren birer durak olarak sunulmuştur.




Ruh ve Ceset: Aynı Hakikatin İki Kanadı

Ruh ve Ceset: Aynı Hakikatin İki Kanadı

İnsan, sadece et ve kemikten ibaret değildir. Aynı şekilde yalnızca görünmeyen bir bilinç, bir şuur da değildir. İnsan; ruh ve cesedin birlikte var olmasıyla insandır. Ceset ruhtan, ruh ise cesetten ayrı düşünüldüğünde eksik kalır; biri diğerinin gölgesi değil, tamamlayıcısıdır. Tıpkı kalemle mürekkep gibi… Kalem şekildir, mürekkep mânâdır. Biri olmadığında diğeri yazamaz.

Ceset, ruh için bir elbise, bir saraydır. Ruh, o sarayın sultanıdır. Ceset, ruhun bu dünyada var olabilmesi, imtihan sahnesinde rol alabilmesi için bir vasıtadır. Elbisesiz insan dışarı çıkamayacağı gibi, cesetsiz ruh da bu dünyada görünüp işleyemez. Göz cesettendir, fakat görmek ruhtandır. Dil cesettendir, fakat sözün hikmeti ruhtandır. El cesettendir, ama şefkat onu kullandığında anlam kazanır.

Ruh ise ceset için bir anlam, bir kıymet sebebidir. Ruh gittiğinde ceset, toprağa döner; değersizleşir. Bir bedeni diğer canlılardan ayıran şey onun ruhudur, şuurudur, hakikati kavrayışıdır. Ruhsuz beden, sadece bir şekilden ibarettir. Bu sebepledir ki ölü beden yıkanır, defnedilir ve ardından unutulur; ama yaşayan bir ruh, asırlar geçse de hatırlanır.

Ruh, göğe bakan bir penceredir; ceset, yere basan bir ayaktır. Ayak olmadan yürüyemezsin, pencere olmadan ufku göremezsin. Ruh ile ceset, hakikatin iki yüzü gibidir. Birisi olmazsa insan eksiktir. Bu yüzden ölüm, ruhun cesetten ayrılmasıdır; ama ruh yaşamaya devam eder. Asıl benlik cesette değil, ruhtadır. Fakat o benliğin dünya sahnesinde iş yapabilmesi cesede bağlıdır.

Hakikatin ifadesiyle:
“Ruh, hayatın madeni, hayat ise şuurun menbaıdır.”
Yani ruh, insanı diri kılan; ona bilinç, irade, sevgi ve iman gibi manevî değerleri kazandırandır. Ceset ise o ruhun kabıdır; zamanla eskir, değişir ama ruh baki kalır.

Bu yüzden hem cesede, hem ruha dikkat etmek gerekir. Biri ihmal edilirse denge bozulur. Sadece ruha odaklanmakla, bu dünyadan kopuk bir hayalcilik; sadece cesede yönelmekle de manasız bir maddecilik doğar. Gerçek insanlık, bu ikisini birlikte taşımakla ortaya çıkar.

Sonuç olarak:

Ceset, ruhun hizmetkârıdır; ruh ise cesedin anlamıdır. Biri araç, diğeri amaç gibidir. Cesetsiz ruh bu dünyada iş göremez, ruhsuz ceset ise bir yüktür. Hakiki insanlık; ruh ve cesedin dengesinde, dünya ile ahiret arasında kurulan bu hikmetli bağdadır.

Özet:

Bu makalede, insanın iki temel yönü olan ruh ve cesedin birbirine olan ihtiyacı açıklanmıştır. Ceset, ruh için bir araç ve yuva; ruh ise cesede mânâ ve değer kazandıran asıl varlıktır. Ruhsuz beden değersiz, bedensiz ruh ise bu dünyada etkisizdir. İnsanlık; ruh ve bedenin uyumlu birlikteliğinde kemale erer.