Fıtratın Diliyle Yapılan Dua: Sessizlerin Kabul Edilen Ni¬yazı

Fıtratın Diliyle Yapılan Dua: Sessizlerin Kabul Edilen Ni­yazı

“Evet, tohumlar ve çekirdekler, istidat lisanıyla, herbiri birer ağaç ve birer sünbüle olmayı Halıkından isteyip duaları gözümüz önünde kabul olması gibi, bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtri lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matlublarını birisinden isteyip o fıtri ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualannı gözümüz önünde kabul eden ve imdatlarına acib ve şuursuz mahlukatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Halık-ı Kerime zahir şahadet eder.”Şualar)

Tohumun Sessiz Yakarı­şı

Toprağa düşen küçücük bir tohum, ne konuşur ne yürür. Ama içinde taşıdığı kabiliyet ve istidad ile sanki şöyle dua eder: “Ey beni yaratan, beni bir ağaç yap. Bana gövde, yaprak, çiçek ve meyve ver.” Ve o dua, toprağın bağrında sessizce kabul görür. Bir müddet sonra toprak yarılır, içinden bir filiz çıkar, göğe doğru yürür, nihayetinde ağaç olur, çiçek açar, meyve verir. Bu sessiz konuşma, bu dili olmayan niyaz, istikbalin fısıltılı duasıdır. Ve her gün milyarlarca kez kabul edilir.

Bu bize gösterir ki, fıtratla yapılan dua, dilsiz bir yakarış da olsa, hikmetli bir Rab tarafından duyulur ve cevapsız bırakılmaz.

Hayvanların Lisan-ı Hali

Süt emen bir yavru hayvan, ne okuma bilir ne konuşma… Ama açlık duygusuyla annesinin memesine yönelmesi, onun “ihtiyaç diliyle” yaptığı duadır. O yavrunun duası, ne kadar şuurdan uzak olsa da, her seferinde karşılıksız bırakılmaz. Çünkü onun duasına cevap veren, sütü hazırlayan, o sütü memeye akıtan bir Rezzak vardır. Yavrunun gözyaşı ve acziyeti, semaya yükselen en masum dua gibidir.

İşte bu hal, bize gösterir ki: İhtiyaç, bir duadır. Acz, bir yakarıştır. Ve bu dua, sahibine gider.

İmdada Koşan Şuursuz Hizmetkârlar

Tohumun toprağa, hayvanın memeye ulaşması için araya konan yardımcılar da vardır. Bir arı çiçeğe konar, bir rüzgâr poleni taşır, bir güneş tohumu ısıtır. Bunların hiçbirinin şuur ve iradesi yoktur. Ama hepsi, şuurdan uzak birer hizmetçi gibi, o dualara cevaben gönderilirler. Bu düzen tesadüfle açıklanamaz. Bu, kudreti, ilmi ve rahmeti sonsuz bir Zat’ın eseridir.

Her an, her yerde milyarlarca varlık, lisan-ı istidat ve ihtiyaçla dua ederken, onlara vakti vaktine cevap verilmesi, bir Halık-ı Kerim’in rahmetini ilan eder.

Dilsizler Konuşuyor, Körler Görüyor

Bu kâinatta dilsizler konuşur, ama fıtrat diliyle… Körler görür, ama kalp gözüyle… Çünkü dua, sadece sözle değil; niyetle, ihtiyaçla, istidatla da yapılır. Ve bu dualar, karşılıksız kalmaz. Demek ki, insanoğlunun da elleri semaya açılmadan evvel, kalbiyle dua etmeye alışması, bu büyük sistemin bir parçası olduğunu fark etmesi gerekir.

SONUÇ ve ÖZET:

Tohumlar, hayvanlar, hatta cansız gibi görünen varlıklar bile, ihtiyaç ve istidat diliyle dua ederler. Bu sessiz dualar, hikmetli bir şekilde kabul olunur. Bu da bize, duaların yalnızca dille değil; fıtratla, ihtiyaçla ve acizlikle de yapılabildiğini gösterir. Ve her duaya, işitip cevap veren bir Rezzak-ı Kerim’in varlığını ilan eder. İnsan, bu varlıklar kadar dahi olsa, dua etmeli ve acz içinde Rabbine yönelmelidir.




Haddi Bilmek: Allah’a, Resûlü’ne ve Müminlere Karşı Edebin Sınırları

Haddi Bilmek: Allah’a, Resûlü’ne ve Müminlere Karşı Edebin Sınırları

1. Giriş: Kullukta Edep, İtaatte Hudut

Kur’ân-ı Kerîm, sadece bir ibadet kitabı değil, aynı zamanda bir hayat nizâmıdır. Bu nizâmın içinde inanan bireyin Allah’a, O’nun Resûlü’ne ve mümin kardeşlerine karşı nasıl davranması gerektiği büyük bir titizlikle belirlenmiştir. Bu hudutlar, imanla gelen edep, saygı, sadakat ve kardeşlik ilkeleriyle bezenmiştir. Zira edepsizlik, imanı zedeler; haddi aşmak ise kalbi karartır.

2. Allah’a Karşı Haddini Bilmek

Kur’ân’da birçok ayette, Allah’a karşı büyüklenilmemesi, O’nun hakkında zanna dayalı konuşulmaması ve O’nun hükmüne teslimiyet gösterilmesi emredilir:

“Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyin.” (A’râf, 33)

“Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (Bakara, 282)

Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemek, sadece bir günah değil, aynı zamanda kulluğun inkârıdır. Kulluğun özü, haddi bilmektir. Kul, haddini bilirse Allah da onu merhametiyle yüceltir.

3. Resûl’e Karşı Edebin İnceliği

Kur’ân, Hz. Peygamber’e karşı gösterilmesi gereken edebi, neredeyse birebir tarif eder. Bu edep, yalnızca onun şahsına değil, risalet makamına duyulan hürmeti de ihtiva eder.

“Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin…” (Hucurât, 1)

“Resûl’ün yanında seslerinizi yükseltmeyin…” (Hucurât, 2)

Resûlullah’a karşı kibirle, münakaşayla veya laubalilikle yaklaşmak, hem bireyin kalbini kirletir hem de toplumun manevi yapısını bozar. Zira risalet, bir haber değil; bir hidayet kaynağıdır. Ona karşı yapılan saygısızlık, vahyin özüne yapılmış olur.

4. Müminlere Karşı Kardeşlik ve Hassasiyet

Mümin, mümine karşı merhametle, adaletle ve edeple muamele etmelidir. Kıskançlık, gıybet, alay, su-i zan, küçümseme gibi davranışlar açıkça yasaklanmıştır:

“Ey iman edenler! Bir topluluk, diğer bir toplulukla alay etmesin…” (Hucurât, 11)

“Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Birbirinizi gıybet etmeyin…” (Hucurât, 12)

Bu ayetler, müminlerin aralarındaki ilişkiyi bir kardeşlik bağı olarak görür. Bu bağ, kalbi incelik ister; çünkü kardeşlik, iman birliğinden doğan bir emanettir.

5. Günümüz İçin Dersler: Edep Kaybı, İman Zaafıdır

Modern dünyada insanlar fikir özgürlüğü bahanesiyle Allah’ın ahkâmını sorgulamakta, Hz. Peygamber’in sünnetini küçümsemekte ve müminleri hor görmektedir. Oysa bu edep yitimidir. İman, sadece kalbî bir bağlılık değil; aynı zamanda davranışa yönelik bir itaattir. Edep, bu itaatin zırhıdır. Zırhı olmayan asker, her an yara alır.

SONUÇ ve ÖZET:

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’a saygının, Resûl’e edebin ve müminlere karşı kardeşliğin sınırlarını çizmiş, bu sınırların aşılmasının hem bireysel hem toplumsal felakete yol açacağını bildirmiştir. Allah’ın hükmüne karşı gelmek, Resûl’e laubali davranmak ve müminleri küçümsemek; insanı fark etmeden imandan uzaklaştırır. Bu yüzden iman, yalnızca kalpte değil, dilde ve davranışta da edep ister. Çünkü kulluk, haddi bilmekle başlar; hürmetle kemale erer.

 

 




Kulluk Edebi: Kur’an’ın Öğrettiği Üçlü Saygı

Kulluk Edebi: Kur’an’ın Öğrettiği Üçlü Saygı

1. Giriş: İlahi Ahenge Uyum

Kur’ân-ı Kerîm, yalnızca inanç esaslarını bildiren bir kitap değil, aynı zamanda ahlâkın, edebin ve sosyal ilişkilerin en sağlam rehberidir. Allah’a kul olmanın özü, O’na teslimiyeti, Resûl’e itaati ve mümin kardeşlere karşı merhameti esas alır. Bu üçlü denge, bir kulun iç dünyasından dış dünyasına kadar her alanı tanzim eder. Kur’an, bu dengeyi ihmal edenlerin hem dünyada hem ahirette hüsrana uğrayacağını bildirir.

2. Allah’a Karşı Yapılması Gerekenler

Allah’a karşı yapılması gereken temel tavır iman, teslimiyet, takva ve şükür merkezlidir.

Tevhit: “Allah’tan başka ilah yoktur.” (Muhammed, 19)
Bu en temel ilke, hayatın merkezine yalnızca Allah’ı koymayı emreder.

Teslimiyet: “Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun…” (Zümer, 55)
Allah’a teslimiyet, sadece ibadetle değil, kaderdeki her şeye rızayla da olur.

Takva: “Ey iman edenler! Allah’tan gereği gibi korkun…” (Âl-i İmrân, 102)
Takva, bir korunak gibidir; kul ile günahlar arasına perde çeker.

Şükür: “Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım…” (İbrahim, 7)

Kur’an, Allah’a karşı yapılan en büyük saygının, O’nun emir ve yasaklarına gönüllü bir şekilde uymak olduğunu öğretir.

3. Resûl’e Karşı Yapılması Gerekenler

Peygamber Efendimiz (sav), Allah’ın yeryüzündeki elçisidir ve ona karşı yapılan her davranış aslında Allah’a karşı yapılan bir tutumdur.

İtaat: “Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 80)

Saygı: “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. ” (Hucurât, 2)

Sünnete Bağlılık: “Size Resûl ne verdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan sakının.” (Haşr, 7)

Resûl’e uymak, sadece bireysel kurtuluş değil; ümmetin birlik ve dirliği için de temel esastır. Onun sünnetine yapılan ihanet, ümmetin ruh kökünü kurutur.

4. Müminlere Karşı Yapılması Gerekenler

Müminlere karşı davranışlarda ölçü; kardeşlik, merhamet, adalet ve güzel ahlaktır.

Selamı yaymak: “Bir selam ile selamlandığınız zaman, siz ondan daha güzeliyle selam verin.” (Nisâ, 86)

Kötülüğe iyilikle karşılık vermek: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olanla sav…” (Fussilet, 34)

Gıybet ve alaydan sakınmak: “Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Birbirinizi gıybet etmeyin.” (Hucurât, 12)

Adalet: “Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin.” (Maide, 8)

Kur’an, müminler arası ilişkileri bir binanın tuğlaları gibi görür: Her biri diğerine dayanmalı, zarar vermemeli, güven vermelidir.

5. Günümüz İçin Dersler

Kur’an’ın çizdiği bu ahlakî çerçeve, sadece bireysel değil; toplumsal bir inşa projesidir. Allah’a teslimiyet, Resûl’e sevgiyle bağlılık ve mümin kardeşlere şefkatli yaklaşım olmadıkça ne iç huzur ne toplumsal barış mümkündür. Bugün yaşadığımız dağınıklığın, çatışmanın ve anlam kaybının temelinde bu üçlü edebin zayıflaması vardır. Kur’an, çözümü net olarak verir: “Topluca Allah’ın ipine sarılın, ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmrân, 103)

SONUÇ ve ÖZET:

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’a iman ve teslimiyet, Resûl’e itaat ve saygı, müminlere merhamet ve adaleti emretmektedir. Bu üçlü bağ, bireyin ruhunu, toplumun yapısını ve ümmetin birliğini ayakta tutar. Bu kurallara uyulduğunda hayat adalet, sevgi ve huzurla dolar. Aksi hâlde ise dağılma, fitne ve azap kaçınılmaz olur. Kulluk, sadece ibadet değil; her yönüyle bir hayat ahlakıdır. Ve bu ahlak, Kur’an’ın nuruyla şekillenir.




Gizli Tohumdan Görkemli Ağaca: Hafâ Türâbında Meziyet

Gizli Tohumdan Görkemli Ağaca: Hafâ Türâbında Meziyet

“Meziyetin Varsa Hafâ Türâbında Kalsın, Tâ Neşvünema Bulsun”

1. Giriş: Meziyetin Hikmetle İmtihanı

İnsan sahip olduğu meziyetleri, yani yetenek, ilim, hikmet veya güzel ahlak gibi hasletleri derhâl göstermek, takdir edilmek ister. Fakat hakikatin terbiyesi farklıdır. Meziyet, erken açmış bir çiçeğin güneşte kavrulması gibi, zamansız sergilendiğinde faydadan çok zarara sebep olabilir. Bu yüzden “Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, ta neşvünema bulsun” denmiştir. Yani meziyetin gizliliğin toprağında kalmalı, derinleşmeli, olgunlaşmalı, kemale erdiğinde ise vaktiyle ortaya çıkmalıdır.

2. Hafâ: Gizlenişin Hikmeti

“Hafâ” Arapça asıllı olup “gizlilik, bilinmezlik, perde arkasında kalma” anlamlarına gelir. Türâb ise topraktır. İnsanın yaradılış hamuru da topraktandır; olgunlaşma süreci de toprak gibi sabırla olur. Tohum, hemen çiçek vermez. Önce toprağa gömülür, çürür, erir, sabreder… Sonra filiz verir, büyür ve sonunda meyve verir. Meziyetlerimiz de böyledir: Bir meziyetin kemale ermesi için sabır, gizlilik ve zaman gerekir.

3. Erken Güneşe Maruz Meziyetin Helâki

Toplumda sıkça rastlanan bir hakikat vardır: Kendisinde küçük bir bilgi yahut beceri gören insan, hemen sahneye atılır. Takdir arar, görünür olmak ister. Oysa meziyet, aşırılıkla değil, mahviyetle değer kazanır. Gizli meziyetin kemali, kibirle değil tevazuyla ortaya çıkar. Çünkü gösterilen meziyet, kıymetini halkın eline bırakır; gizlenen meziyet ise Allah’ın takdirine arz olunur.

4. Tarihten Bir Nümuneler

Bediüzzaman Said Nursî, gençliğinde büyük bir ilme sahip olmasına rağmen, nefsine değil hakikate hizmet yolunu seçmiş; en ağır şartlarda dahi ilmini ve hikmetini gizlemeyi bilmiştir. İmam-ı Gazâlî, kalbî çalkantılar döneminde ilmini bir kenara bırakmış, nefsini terbiye ettikten sonra asıl “ihya”yı gerçekleştirmiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) dahi, Mekke döneminde risaletin nurunu sabırla taşımış; on üç yıl boyunca meziyetini, risalet vazifesini gizli veya mutedil yollarla taşımış; zamanını beklemiştir. Bu, hakikat yolunun edebidir.

5. Köklenmeden Meyve Beklenmez

Toprakta kalmayan bir tohumun meyve vermesi mümkün değildir. Aynı şekilde, kökleşmeyen bir meziyetin istikamet üzere meyve vermesi beklenemez. Hafâ, meziyetin terbiyesidir. O meziyetin içini doldurur, kalbini süzer, yönünü tayin eder. Zamanı geldiğinde ise kendiliğinden parlar. İşte o vakit, hem halk nezdinde faydalı olur, hem de sahibine yük olmaz.

SONUÇ ve ÖZET:

Meziyetler, hemen sergilenmek için değil; sabırla olgunlaştırılmak, hikmetle işlenmek içindir. “Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, ta neşvünema bulsun” sözü, bizi kibirden, gösterişten, zamansızlıktan koruyarak hakiki kemale ulaşmaya davet eder. Çünkü gizlenen, sabredilen ve Allah’a adanan meziyet, meyvesini vaktiyle verir ve sahibine şeref değil, hizmet kapısı olur. Gerçek kemal, halkın alkışında değil, Hakk’ın rızasında aranmalıdır.

 

 




İnsanlar Altın ve Gümüş Gibidir: Ruhların Derin Yolculuğu

İnsanlar Altın ve Gümüş Gibidir: Ruhların Derin Yolculuğu

Ebû Hüreyre”nin naklettiğine göre, Resûlullah (sav), “İnsanlar gümüş ve altın madenlerine benzerler. Câhiliye devrinde hayırlı olanlar, İslâm”da da hayırlı olanlardır. Yeter ki, İslâm”ı iyi kavrasınlar. Ruhlar da toplu cemaatlerdir. Onlardan birbirleriyle uyuşanlar kaynaşır, uyuşamayanlar da anlaşamaz, ayrılırlar. ” buyurmuştur. (M6709 Müslim, Birr, 160; B3336 Buhârî, Enbiyâ, 2)

Giriş: Madenlerin Sırrı

İnsanlık tarihi boyunca madenler hep kıymetli olmuş, özellikle altın ve gümüş paha biçilmez değerlerin sembolü sayılmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v), insanları bu kıymetli madenlere benzeterek, her bireyin yaratılışında taşıdığı özün değerli ve işlenmeye açık olduğunu ifade etmiştir. Ancak bu değer, yüzeyde değil derinliktedir. Nasıl ki maden toprağın altından çıkarılır, işlenir ve saflaştırılırsa; insan da içindeki cevheri keşfetmek, saf hâline getirmek için bir yolculuğa çıkmalıdır.

Cahiliye’deki Cevher, İslâm’da da Parlar

Efendimiz’in (s.a.v) “Cahiliyede hayırlı olanlar, İslam’da da hayırlıdırlar; yeter ki İslam’ı iyi kavrasınlar” sözü, insanın doğuştan getirdiği bazı asil hasletlerin dinle yoğrulması halinde nasıl bir kemale ulaşacağını gösterir. Çünkü bazı insanlar yaratılış itibariyle merhametli, adaletli, sadık ya da cömert olabilirler. Fakat bu meziyetler, doğru bir ilahi rehberlikle bütünlük kazanmazsa, yanlış yolda kullanılabilir. Bu nedenle, cevherin kıymeti, onun nasıl işlendiğiyle ilgilidir.

Cahiliye döneminde fazilet sahibi olan bazı kimseler —mesela Hâlid bin Velid, Ömer bin Hattâb, Hatice annemiz— İslam’la tanışınca bu cevherlerini hak ve hikmet yolunda parlatmışlardır. Bu da gösteriyor ki, insan ne olursa olsun, asıl kemal ancak ilahi rehberlikle mümkündür.

Ruhlar Topluluğu: Uyuşanlar ve Ayrışanlar

Hadisin devamında Resûlullah (s.a.v) ruhların birbiriyle uyumuna dikkat çeker: “Ruhlar toplu ordular gibidir. Uyuşanlar kaynaşır, uyuşamayanlar ayrılır.” Bu söz, sadece dostlukların sebebine değil, toplumsal yapının da temel dinamiğine işaret eder. Bazen bir insanla ilk defa karşılaşırsınız ama sanki yıllardır tanıyormuş gibi hissedersiniz. Bazen de bir başkasıyla hiçbir yakınlık kuramazsınız. İşte bu, ruhların derin geçmişine, yaratılış anındaki birleşmelerine veya ayrılmalarına dayanır.

Bu hakikat, sosyal hayattaki bazı sırların perdesini aralar. Sadece aynı kültürü paylaşmak, aynı dili konuşmak, hatta aynı dine mensup olmak bile ruhların kaynaşmasına yetmeyebilir. Gerçek yakınlık, kalpten kalbe, ruhtan ruha bir bağdır.

Toplumda Maden Değeri: Herkes Aynı Değildir

İnsanların altın ve gümüşe benzetilmesi, farklılıkların değer açısından değil, yaratılış cihetinden, potansiyel açısından olduğunu gösterir. Kimi insanlar derin düşünen, sabırlı ve ağırbaşlıdır; kimi ise hızlı karar alan, aktif ve dışa dönüktür. Bu farklılık, bir eksiklik değil; hikmetle düzenlenmiş bir denge sistemidir.

Ancak burada önemli bir nokta vardır: Her insan bir cevherdir ama her cevher işlenmezse çamurdan farksızdır. İşte din, ahlak, ibadet ve ilim; bu cevherleri işleyen fırınlar gibidir. Cevher ateşle yoğrulur, sabırla şekillenir ve sonunda saf hâline ulaşır.

Sonuç ve Hikmet

Peygamber Efendimiz’in bu hadisi, sadece geçmişle ilgili bir tespit değil; bugünün toplum yapısına, bireylerin kendini tanımasına ve sosyal ilişkilerin ruhsal temelini kavramaya yönelik bir rehberdir. Her insan bir maden gibidir. Değerlidir ama hamdır. Onu parlatacak olan, Rabbini tanıması ve fıtratını ilahi iradeye teslim etmesidir.

Aynı şekilde, ruhlar arasında var olan derin uyum ya da ayrılık, insan ilişkilerini belirleyen manevi bir yasadır. Bu yasaya saygı göstermek, ruhlarla çatışmak yerine onları tanımak, toplumun huzuru için önemli bir basamaktır.

ÖZET:
Hadiste geçen “insanlar altın ve gümüş gibidir” ifadesi, her insanın potansiyel bir cevher olduğunu ifade eder. Cahiliyede hayırlı olanlar, eğer İslam’ı iyi kavrarlarsa İslam’da da hayırlı olmaya devam ederler. Ayrıca, ruhlar arasında yaratılıştan gelen bir uyum veya uyuşmazlık söz konusudur; bu da sosyal ilişkilerdeki derin çekim veya itici güçlerin sebebidir. Cevher kıymetlidir ama işlenmeden parlamaz. Aynı şekilde insan da manevi eğitimle kemale ulaşır.

 

 




Helal-Haram Hassasiyetinin Yitirilişi

Helal-Haram Hassasiyetinin Yitirilişi

Arapça Metin:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:
«لَيَأْتِيَنَّ عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ، لَا يُبَالِي الْمَرْءُ بِمَا أَخَذَ الْمَالَ، أَمِنْ حَلَالٍ أَمْ مِنْ حَرَامٍ.»
Türkçe Metin:
Ebu Hüreyre’den (ra) nakledildiğine göre Nebi şöyle buyurmuştur: “Öyle bir zaman gelecek ki bir kişi kazancının helal mi yoksa haram mı olduğuna aldırmayacak.”
(Buhârî, Büyû’, 16.)

Kazancın Hesabı Nerede Kaldı?

> “Öyle bir zaman gelecek ki kişi, kazancının helal mi haram mı olduğuna aldırış etmeyecek.”
(Buhârî, Büyû’, 16)

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), bu hadis-i şerifte ümmetin manevi yıkımının habercisi olan bir zaafı haber veriyor: Helal-haram hassasiyetinin silinmesi. Bu, sadece bireysel bir ahlak problemi değil, toplumun kökünü kurutan bir inanç aşınmasıdır.

Kazancın Helalliği Neden Önemlidir?

Helal kazanç; kulun Rabbine karşı takvasının, imanının, ahiret şuurunun göstergesidir. Haram kazanç ise ibadetleri zehirler, duaları reddettirir, nesli ifsat eder ve toplumun temelini çürütür.

Bugün Bu Hadisin Gerçekleştiği Zamanlardayız

1. Faiz Normalleşti: Bankacılık sistemine entegre olmuş zihinler için artık “faiz” tabusu kalmadı. Kar-zarar ortaklığı yerine faizli borçlanma sistemleri tercih ediliyor.

2. Rüşvetin Adı “Hediye” Oldu: Harama kapı açan ilişkiler süslenip meşrulaştırılıyor. İş takibi, makam pazarlığı, usulsüzlükler birer “gelenek” haline geldi.

3. Ticarette Aldatma Yaygınlaştı: Ölçüde, tartıda, kalitede dürüstlük değil; “müşteriyi nasıl kandırırım?” mantığı hâkim.

4. İnternette Haramın Hızı Artı: Dijital dünyada kazançlar, içerik üretimi, reklam anlaşmaları üzerinden helal-haram çizgileri silikleşti. Harama çağıran bir içerikle milyonlar kazanmak, artık sorgulanmaz hale geldi.

5. Geçim Kaygısıyla Haram Bahane Ediliyor: “Mecburum”, “herkes böyle yapıyor”, “sistem buna zorluyor” gibi bahanelerle haram işleniyor, ardından vicdan susturuluyor.

Bu Gidişatın Bireysel ve Toplumsal Zararları

Kalp Kararıyor: Haram kazanç kalbi mühürler, ruhu zehirler. İnsanda hayâ ve vicdan zayıflar.

İbadetlerin Tesiri Kaybolur: Haram lokma ile kılınan namazda huşû, edilen duada kabul zayıflar.

Toplumda Güven Kaybolur: Ticarette, iş ilişkilerinde güven ortadan kalkar. Herkes birbirinden kuşku duyar.

Nesil Bozulur: Haram kazançla büyüyen nesil, haramı meşru görmeye başlar. Değerler aşınır.

Çözüm ve Tavsiyeler

Helal kazancı kutsamak: Kazancı az da olsa helal olanı yüceltmek ve bu bilinci yaymak.

Faizden kaçınmak: Alternatif finans sistemlerine yönelmek, gerekirse yavaş büyümeyi göze almak.

Ticarette dürüstlük: “Bizi aldatan bizden değildir” hadisini şiar edinmek.

Ailede bilinç inşası: Çocuklara erken yaşta helal-haram çizgileri öğretilmeli.

Sistemli denetim ve ıslah: Toplumsal ölçekte, ekonomik sistemlerin İslamî değerlerle uyumlu hale getirilmesi gerekir.

Özet:

Bu makalede, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) helal-haram hassasiyetinin kaybolacağına dair uyarısı, günümüzle mukayeseli şekilde ele alındı. Faiz, rüşvet, aldatıcı ticaret ve dijital haram kazançlar örnek gösterilerek, bu hassasiyetin yitirilişinin bireysel ve toplumsal etkileri açıklandı. Kazançta helal-haram ayrımının imanî bir mesele olduğu, çözümün ise bilinçli bir duruş ve sistemli ıslahla mümkün olacağı vurgulandı.

 

 




Taklit Felaketi

Taklit Felaketi

Arapça Metin:
عَنْ أَبِي سَعِيدٍ الْخُدْرِيِّ عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:
«لَتَتَّبِعُنَّ سَنَنَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ شِبْرًا شِبْرًا وَذِرَاعًا بِذِرَاعٍ حَتّٰى لَوْ دَخَلُوا جُحْرَ ضَبٍّ لَاتَّبَعْتُمُوهُ.»
قُلْنَا: يَا رَسُولَ اللّٰهِ آلْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى؟
قَالَ: «فَمَنْ؟»
Türkçe Metin:
Ebu Said el-Hudrî’nin (ra) rivayet ettiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Muhakkak sizler, sizden önceki ümmetlerin yollarını karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Hatta onlar bir keler (sürüngen) deliğine girseler, onların peşinden gideceksiniz.” Biz: “Ya Resulallah! Yahudi ve Hristiyanlara mı?” dedik. Peygamberimiz:
“Başka kim olur ki?” buyurdu.
(Buhârî, İ’tisâm, 14.)

Keler Deliğine Kadar Giden Yol

> “Sizden öncekilerin yollarını karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Hatta onlar bir keler deliğine girseler, siz de peşlerinden gireceksiniz.”
(Buhârî, İ’tisâm, 14)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu hadisiyle biz ümmetine büyük bir tehlike kapısını haber vermektedir: Körü körüne taklit. Bu sadece basit bir öykünme değil, bir istikamet kaymasıdır. Çünkü taklit; kültür, inanç, hayat tarzı ve nihayetinde kimlik erozyonudur.

Hadiste geçen “karış karış, arşın arşın” benzetmesi, adım adım bir benzeşmeye işaret eder. Üstelik bu benzeşme öyle bir noktaya ulaşır ki, akıl dışı, zararlı, anlamsız şeylerde bile taklit edilir. Yahudi ve Hristiyan toplumlarının hata ve sapmalarını, onların girdiği keler deliğine varıncaya kadar takip eden bir ümmet portresi çizilmiştir.

Taklidin Günümüzdeki Tezahürleri

1. Ahlaki Çöküntü: Batı toplumlarındaki bireycilik, çıplaklık, evlilik dışı ilişkiler, cinsiyetsizlik gibi ahlaki sapmalar, önce filmlerle zihne, sonra sosyal medya ile kalbe girdi. Bugün bu davranışlar Müslüman toplumlarda da normalleşmekte.

2. İnançta Zayıflama: Batının seküler aklı, “her şey bilime dayanmalı” diyerek Allah inancını sorgulatmaya başladı. Modern Müslüman gençlik içinde “deizm, agnostisizm” gibi sapmalar çoğalmakta.

3. Eğitim ve Aile Modeli: Anne-babadan kopuk bireyler yetiştiren Batılı aile modeli örnek alınmakta. Neticede aidiyetsiz, değerlerden yoksun, boşlukta bir gençlik yetişmekte.

4. İbadet ve Takva Hayatının Göz Ardı Edilmesi: Medya ve teknoloji bağımlılığı, lüks tutkusu ve konfor düşkünlüğü; ibadetleri erteleyen, ruhen körelmiş bir nesil ortaya çıkarmakta.

Neden Taklit Ediyoruz?

Özgüven eksikliği: Kendi medeniyetimize yabancılaşma, Batı karşısında aşağılık kompleksi.

Medyatik dayatma: Diziler, reklamlar ve müzikler üzerinden sinsi bir kültür aşılaması.

Eğitim boşluğu: Kendi değerlerini öğretemeyen eğitim sistemleri.

İslami yaşantının temsilde zayıflaması: Güzel örnekliklerin azlığı.

Sonuçları Nelerdir?

Kimlik kaybı: “Müslüman” kimliği sadece bir isim olarak kalır, içi boşalır.

Manevî çöküş: Dünya kazanılırken ahiret kaybedilir.

Toplumsal çözülme: Aile dağılır, ahlak bozulur, nesiller yönsüz kalır.

İlahi gazap: Allah’ın razı olmadığı bir yola sapmak, O’nun rahmetinden uzaklaşmak demektir.

Çözüm ve Kurtuluş Yolu

İslamî kimliğe sadakat: İnançta, ahlakta, giyimde, aile yapısında özgünlüğümüzü korumalıyız.

Kur’an ve Sünnet’e yönelmek: Asıl ölçüyü Batı değil, Kur’an ve sünnet belirlemelidir.

Ferasetli nesiller yetiştirmek: Düşünen, farkında olan, kültürel saldırıları tanıyan gençlik inşa edilmelidir.

Medya ve kültür üretiminde aktif olmak: Pasif izleyicilik yerine, üretici ve eleştirel bir duruş sergilenmelidir.

Özet:

Bu makalede, Peygamber Efendimiz’in “öncekileri taklit” uyarısı günümüzle ilişkilendirilerek değerlendirildi. Yahudi ve Hristiyan toplumlarının inanç ve ahlâk sapmalarını adım adım izleyen bir ümmetin, kimlik, inanç ve değer erozyonuna uğrayacağı vurgulandı. Günümüz Müslümanları arasında yaygınlaşan batı tarzı yaşam, özgüvensizlik, medya baskısı ve eğitimsizlikle ilişkilendirilerek, çözümün İslamî kimlik, Kur’an ve sünnet ekseninde bir dirilişle mümkün olacağı ortaya kondu.

 

 




Bilimin Gölgesinde Kaybolan Hakikat: Seküler Aklın Aldanışı

Bilimin Gölgesinde Kaybolan Hakikat: Seküler Aklın Aldanışı

Modern dünyanın merkezine yerleşen seküler akıl, “Her şey bilimle açıklanmalı” diyerek Allah inancını arka plana itmeye çalışmaktadır. Bu, yalnızca dinî inancı sorgulamakla kalmıyor; aynı zamanda insanın anlam arayışını da boşluğa düşürüyor. Bilimi putlaştıran bu yaklaşım, beşerî aklı ilahîleştirirken, ilahi vahyi aklın denetimine vermeye kalkışıyor. Peki bu nereye gidiyor? İnsanlığı neye sürüklüyor?

1. Akıl, Kendi Yerinde Hikmettir; İlahlık Değildir

Akıl, yaratılışın büyük bir nimeti, rehberidir. Ancak kendisini ölçü ve otorite olarak görmeye başladığında sapar. Çünkü akıl sınırlıdır; sonsuz olanı kuşatamaz. İlahi vahiy ise sınırsız hakikatin, ezelî bilginin tercümanıdır. Kur’an’ın ifadesiyle:

> “Size ilimden ancak az bir bilgi verilmiştir.”
(İsrâ, 85)

Bu ilahi ihtar, insanın haddini bilmesini ve aklını vahyin rehberliğinde kullanmasını emreder. Aksi halde akıl, rehber değil, azdırıcı olur.

2. Seküler Akıl Ne İstiyor?

Seküler akıl, dini bireysel alana sıkıştırmak, toplum üzerindeki etkisini yok etmek istiyor. Çünkü ilahi bir otoritenin varlığı, beşerî güç odaklarının sınırsız tasarruflarına engel teşkil eder. Modern Batı’nın derdi bilim değil, sınır tanımamaktır. Bu yüzden:

Ahlâk, izâfî hale getirilmiştir.

Dinin kamusal alandaki etkisi yok edilmeye çalışılmıştır.

İnsan, yeryüzünün ilahı gibi görülmeye başlanmıştır.

Sonuç? İnsan anlam krizine girmiştir. Teknoloji gelişmiş, fakat kalp boşalmış, zihin dağılmış, ruh daralmıştır.

3. Bilimin Gölgesinde Anlam Kaybı

Bugün bilimsel gelişmelerle atom parçalanmış, evrenin sınırları keşfedilmiş ama insanın kalbindeki boşluk büyümüştür. Çünkü bilim nasıl sorusuna cevap verir, ama niçin sorusuna değil. Bilim araçtır, amaç değildir. Amaçsız bir bilimin sonu, silahlanma, çevre felaketi, ahlâksızlık ve yozlaşmadır. Nitekim bugün dünyanın karşı karşıya olduğu krizler, “bilgi” eksikliğinden değil, hikmet eksikliğindendir.

4. Vahyin Gölgesinde Aklın İzzeti

İslam, aklı reddetmez; aksine yüceltir. Ancak onu doğru bir mihenge bağlar: Vahiy. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”

Yani akıl bilimin ışığıyla gelişir, ama kalp vahyin nuruyla aydınlanır. Eğer biri eksik olursa insan tek gözlü olur; görür ama idrak edemez, bilgiye ulaşır ama hikmete varamaz.

5. Nereye Gidiyoruz?

Seküler aklın hâkim olduğu bir dünya:

Allah’ı unuttuğu için kendini de unutmaktadır.

Aile çözülmekte, ahlâk erimekte, toplumlar yozlaşmaktadır.

Ruh hastalıkları artmakta, intiharlar çoğalmaktadır.

İnsanlığın bu gidişi, hakikate değil, felakete doğrudur. Çünkü:

> “Kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse, ona dar bir hayat vardır.”
(Tâhâ, 124)

Sonuç ve Özet

Batı merkezli seküler akıl, bilimi bir araç olmaktan çıkarıp dinin yerine koymaya çalışmıştır. Amaç, dini etkisizleştirmek ve ilahi iradeyi beşerî arzulara kurban etmektir. Bu yaklaşım insanı hem anlamdan hem de ahlâktan uzaklaştırmış, onu yalnızlaştırmış ve yeryüzünü bir fitne meydanına çevirmiştir. Gerçek çözüm, aklı vahyin rehberliğinde kullanmak ve bilimi hikmetle birleştirmektir. Aksi takdirde ilim gelişse de insanlık tükenir.

ÖZET:
Seküler akıl, dini ve ilahi hakikati geri plana iterek bilimi putlaştırmış, insanı da anlam krizine sürüklemiştir. Beşerî aklın ilahi iradenin önüne geçirilmesi, yalnızlaşmış, bunalmış ve yozlaşmış bir toplumun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Çare, aklı ve bilimi vahyin rehberliğinde kullanarak hem maddeyi hem manayı birlikte inşa etmektir.

 

 




Baharın Gelişi ve Rahmetin İnişi: Toplumsal Diriliş İçin Zemin Hazırlamak

Baharın Gelişi ve Rahmetin İnişi: Toplumsal Diriliş İçin Zemin Hazırlamak

Toplumların maddi ve manevi refahı, gökten inen hazır bir nimet değil; yerden yükselen gayret, ihlas ve dua ile çağırılan bir rahmettir. Bir toplum rahmete layık olursa, rahmet iner. Ancak azabın şartları oluşmuşsa, gelen rahmet değil, gazaptır. Çünkü rahmet, temiz kalplere ve salih amellere gelir. Tıpkı toprak gibi: Baharın gelmesi için önce toprak sürülmeli, taşlar ayıklanmalı, çoraklık giderilmelidir.

1. Rahmetin İnişine Layık Bir Zemin Gerekir

Kur’an’da Rabbimiz şöyle buyurur:
“Eğer o ülkelerin halkı iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereket kapılarını açardık.” (A’râf, 96)

Bu ayet, rahmetin inmesinin iman ve takva ile doğrudan bağlantılı olduğunu gösterir. Yani rahmet gelişigüzel inmez. Hazırlıksız gönüllere bahar gelmez. Kalpler temizlenmeden, niyetler arınmadan toplumlar huzura eremez.

2. Bahar Beklemek mi, Baharı Getirmek mi?

Toplum olarak çoğu zaman bir “bahar” beklentisi içindeyiz: Ekonomik refah, sosyal huzur, ahlaki diriliş… Fakat baharı beklemek, hareketsizce umut etmek değildir. Bahar, çalışılarak çağrılır. Her fert, önce kendi iç baharını inşa etmelidir. Çünkü içi kararmış, nefsine esir olmuş bireylerin oluşturduğu toplumlara ne bahar gelir ne de rahmet iner.

3. Azap Ortamına Rahmet İnmiyor

Bir toplumda faiz, ahlâksızlık, yalan, israf, zulüm ve gösteriş hâkimse; bu, rahmet değil azap çeker. Gönüller çöle dönmüşse, gökten inen rahmet bile o çölü yeşertemez. Çünkü rahmet, ancak arınmış gönüllerde yeşerir. Ayette buyrulur:
“Allah bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerini bozmadıkça değiştirmez.” (Enfâl, 53)

4. Haçlı-Yahudi Ortaklığının Bahara Engel Oluşu

Bugün İslam coğrafyasının dört bir yanında fitne ateşleri yanıyor. Siyonist ve haçlı akıl, ümmetin birlik olmasını engellemek için sürekli yeni krizler üretmekte. Dışarıdan bombalar, içeriden kültürel yozlaşma ile milletin ruhu hedef alınmakta. Çünkü bu medeniyetin yeniden dirilişi, küresel planlara engel olur. Onlar, baharın gelişinden korkar. Çünkü İslam’ın dirilişi, insanlığın kurtuluşudur.

5. Diriliş Nasıl Başlar?

Diriliş, imanla başlar. Nefsin değil, ruhun hüküm sürdüğü bir toplumla… İyiliğin teşvik edildiği, kötülüğün men edildiği bir sosyal yapı ile… Aile yeniden inşa edilmeden, eğitim ıslah edilmeden, medya ve yöneticilik adaletle donatılmadan bahar gelmez. Ancak bunlar olduktan sonra gökten rahmet yağar, yerden bereket fışkırır.

6. Zemin ıslah edilmeden sema tebessüm etmez.

Rahmetin inmesi için zeminin ıslah edilmesi gerekir. Çünkü İlâhî rahmet, bir cemiyetin samimi tevbe ve gayretiyle iner.
O hâlde rahmeti çağıracak üç şey var: İman, ibadet ve salih amel.

SONUÇ VE ÖZET

Bir toplumun sulh ve selamete kavuşması, rahmetin inişine bağlıdır. Rahmet ise gelişigüzel değil, layık olanlara iner. Eğer toplum nefis odaklı yaşarsa, üzerine rahmet değil azap bulutları çöker. Baharın gelmesi için ya beklenecek ya da onun zemini hazırlanacaktır. Günümüz dünyasında Haçlı-Siyonist ittifak, ümmetin uyanışını geciktirmeye çalışsa da; iç baharını inşa eden bir milletin önünde hiçbir engel duramaz. Bahar, hazırlanmış gönüllere mutlaka gelir.

ÖZET: Bu makale, toplumun rahmete ve huzura kavuşması için yalnızca dua değil, zemini hazırlayıcı bir gayretin gerektiğini anlatır. Baharın gelişi için önce kalplerin arınması, toplumun nefsanî kirlerden temizlenmesi gerektiği anlatılır. Rahmet, layık olana iner; azgınlığa ise azap iner. Kurtuluş, iman, ibadet ve salih amel ile yeniden diriliştedir.

 

 




Anlatmanın Hikmeti

Anlatmanın Hikmeti

Arapça Metin:
قَالَ عَلِيٌّ:
«حَدِّثُوا النَّاسَ بِمَا يَعْرِفُونَ أَتُحِبُّونَ أَنْ يُكَذَّبَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ.»
Türkçe Metin:
Hz. Ali diyor ki:
“(Dinî konularda) insanlara anlayacakları şeyleri aktarın (yadırgayacakları türden bilgileri bırakın). Allah ve Resulü’nün yalanlanmasını ister misiniz?”
(Buhârî, İlim, 49.)
Sayfanın sol kısmında dikey olarak yazılmış, başka bir hadise ait olduğu anlaşılan Arapça metin bulunmaktadır:
عَنْ شُعْبَةَ عَنْ أَبِيهِ عَنْ جَدِّهِ: أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

Aklın Kaldırmadığı Yük, İmanın Üzerine Çöker

> “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Resulü’nün yalanlanmasını mı istiyorsunuz?”
(Hz. Ali – Buhârî, İlim, 49)

Dinin tebliği sadece bir söz aktarımı değil, bir hikmet aktarımıdır. Hikmet ise, bilgiyi yerine, zamanına ve muhatabına göre vermek demektir. Hz. Ali’nin bu sözünde, dinin anlatımındaki derin incelik ve tebliğdeki büyük bir sorumluluk ortaya konmaktadır. Her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir. Zira aklın kaldıramadığı bir hakikat, kalpte inkâr doğurabilir. Oysa maksat, insanı hakikate yaklaştırmaktır; uzaklaştırmak değil.

İlmin Taşıyıcısı Değil, Taşlayıcısı Olmamalı

Tebliğ ehli bir mümin, elinde cevher taşıyan bir emanetçidir. Fakat bu cevheri çamura düşürmeden, muhatabın ruhuna uygun şekilde sunmalıdır. Anlatılan hakikatler; zaman, zemin ve zihin hazır değilse, kıymeti bilinmez, hatta yalanlanabilir. Bu da Allah ve Resulü’nün inkârına giden yolu aralayabilir. Hz. Ali’nin uyarısı bu açıdan hem bir edep hem de bir davet metodolojisidir.

Günümüzde Anlatımın Şekli Sorunlu

Bugün sosyal medya, kürsüler, sohbet halkaları hatta kimi eğitim ortamları; bilginin çok ama hikmetin az olduğu yerler haline geldi. Ağır ilmî meseleler, içtihadî konular, hatta tasavvufun derin sırları; genç, hazırlıksız ya da altyapısı zayıf insanlara rastgele aktarılmakta. Bu da ya inkâr, ya şüphe, ya da anlamsız ezberler doğurmaktadır. Bazı gençler, İslam’ın makul olmadığını zanneder hâle gelmekte, bazıları ise Allah ve Resulü hakkında vesveselere düşmektedir.

Anlatılmadığında Ne Olur?

Hakikatin itibarı zedelenir. İnsanlar anlamadıkları bir şeyi inkâra meylederler.

Muhataplar dinî bilgiden ürker. Dinin ağır ve katı olduğunu düşünürler.

İslami ilim halkalarında kopukluk oluşur. Gençler “bize göre değil” diyerek uzaklaşır.

Bid’at ve hurafe güçlenir. Doğru anlatılmayan hakikat, boşluğu hurafeye bırakır.

Anlatmanın Adabı: Kime, Ne Zaman, Ne Kadar?

Ayetlerdeki sıralamaya dikkat: Kur’an’da bile hüküm ayetleri, iman ve ahlak temellerinden sonra inmiştir.

Hz. Peygamber’in metodu: Herkese seviyesine göre konuşmuş, bazı derin meseleleri sadece ehline açmıştır.

Basamaklı öğretim esas alınmalı: Dini eğitimde merhale (aşama) esas alınmalı, doğrudan derin konulara girilmemelidir.

Muhatabı tanımak önemlidir: Hedef, doğruyu pat diye söylemek değil, doğruyu muhatabın gönlüne indirerek işlemektir.

Tebliğde Hikmet, Zamanın Diliyle Konuşmaktır

Bugün hikmetli anlatım; sadeleştirmek, örneklendirmek, asrın idrakine uygun dille açıklamak, imaj, video ve hissiyatla desteklemekle mümkündür. Dili ağırlaştırmak değil, akılları aydınlatmak esastır. Hz. Ali’nin bu sözü, çağdaş tebliğcilerin en önemli ölçüsüdür: “Hakikati öyle anlat ki, hem gönle girsin hem akılda yer tutsun.”

Özet:

Hz. Ali’nin “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın” sözü üzerine yazılan bu makalede, dinî bilgilerin muhatabın seviyesine göre aktarılması gerektiği vurgulanmıştır. Aksi halde, Allah ve Resulü’nün yalanlanması gibi ağır bir sonuçla karşılaşılabileceği ifade edilmiştir. Günümüzde bu ilkeye uyulmaması, özellikle genç nesilde inkâr, şüphe ve uzaklaşmaya yol açmakta; dinin ruhunu zedelemektedir. Çözüm ise hikmetli, merhale esaslı, sade ve sevgiyle yapılan anlatımdadır.

 

 




Nifakın Maskesi

Nifakın Maskesi

Arapça Metin:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «خَصْلَتَانِ لَا تَجْتَمِعَانِ فِي مُنَافِقٍ: حُسْنُ سَمْتٍ، وَلَا فِقْهٌ فِي الدِّينِ.»
Türkçe Metin:
Ebu Hüreyre’den (r.a) rivayet edildiğine göre Resulullah şöyle buyurdu:
“İki özellik münafıkta bir araya gelmez: Güzel ahlak ve dinde anlayış sahibi olmak.”
(Tirmizî, İlim, 19.)

Güzel Ahlak ve Dini Anlayışın Yokluğu

> “İki özellik münafıkta bir araya gelmez: Güzel ahlak ve dinde anlayış sahibi olmak.”
(Tirmizî, İlim, 19)

Bu kısa ama derin hadis, münafıklık hastalığını tanımanın ve tedbir almanın iki temel ölçüsünü verir: hüsnü sîret (güzel ahlak) ve fıkh-ı dîn (dinde derin anlayış). Bunlardan mahrum olan kimselerin dış görünüşü ne olursa olsun, kalplerinde nifak tehlikesi barınabilir. Bu uyarı sadece bireysel hayatı değil, sosyal düzeni de ilgilendiren hayati bir hakikati ihtiva eder.

Münafıklık: İki Yüzlülüğün Derin Yarası

Münafık, zahiren mü’min görünen ama içten inkâr eden kişidir. Bu yüzden nifak, en büyük ahlaki bozulmalardan biridir. Zira düşmanlık açıktan yapıldığında tedbir alınabilir; ama münafık gizlidir, sinsi çalışır, fitneyi içerden yayar. Nifak, hem kişisel faziletleri yok eder hem de toplumun ruhunu çürütür.

Hadis bize bu tür kimselerin güzel ahlaka ve dinde derin anlayışa sahip olamayacağını bildiriyor. Çünkü güzel ahlak samimiyet, iç huzur ve erdemle yoğrulur; nifak ise riya, kibir ve çıkarcılıkla beslenir. Dinde anlayış ise, ancak ihlasla elde edilebilecek bir nurdur. Münafık ise dini bilgiye değil, dini görüntüye taliptir.

Günümüzde Nifakın Tezahürleri

Modern çağda nifak, klasik anlamının ötesine geçerek sosyal, siyasî ve kültürel alanlara da yayılmıştır. Bugün birçok kişi, “İslami değerleri savunuyorum” derken aynı zamanda adaletsizlik, riyakârlık ve çıkarcılıkla hareket edebiliyor. Bu bir münafıklık halidir. Özellikle sosyal medyada sıkça görülen “ahlaksız dindarlık” görüntüsü, dinin ruhunu zedelemekte, gençlerde dinî değerlere karşı bir tepki oluşturmaktadır.

Bugün toplumların yıkımına neden olan en büyük hastalıklardan biri, içi boş ama dışı süslü dindarlık görüntüsüdür. İnsanlar bilgiye değil, imaja değer verir hale gelmiştir. Ahlakı olmayan bilgi, anlayışı olmayan ibadet, sadakatsiz dostluklar, sahte liderlikler… Bunların tamamı, nifakın toplumsal görünümleridir.

Nifakın Verdiği Zararlar

1. Toplumsal Güvenin Zedelenmesi: Münafıklar sözleriyle ve davranışlarıyla güveni yıkar, dostluk ve kardeşlik ortamını bozar.

2. Dine Karşı Soğuma: Dini temsilde samimiyetsiz davranışlar, gençlerin dine olan ilgisini zayıflatır.

3. İslami Teşkilatların Çürümesi: Ehliyet ve liyakat yerine çıkar ve riyakârlık hâkim olduğunda İslami yapılar işlevsiz hale gelir.

4. Fitne ve Bölünmeler: Nifak, toplum içinde gizli çatlaklar oluşturur ve zamanla büyük ayrılıklara neden olur.

5. Allah Katında Perişanlık: Münafıklık, Kur’an’da en ağır azapla tehdit edilen bir hastalıktır. Allah, onların kalplerine mühür vurur ve onları hem dünyada hem ahirette zelil kılar.

Çözüm: Samimiyet, Ahlak ve Anlayış

Bu hadis bize münafıklığa karşı koruyucu iki temel zırh sunar:

Güzel Ahlak: Davranışlarımızda sabır, doğruluk, tevazu ve adalet gibi erdemleri esas almalıyız.

Dini Anlayış: Sadece bilgiyi ezberlemek değil, dinin özünü kavramak; tefekkür, ihlas ve içtenlikle dini yaşamak gerekir.

İslam’ın özü, şekil değil şuurdur; görüntü değil gerçekliktir. Bu nedenle hem bireysel hem toplumsal olarak nifak hastalığına karşı uyanık olmak, samimiyeti kuşanmak ve sahih ilimle yoğrulmak zorundayız.

Özet:

Bu makalede, Resûlullah’ın “güzel ahlak ve dinde anlayış münafıkta bulunmaz” hadisi ekseninde nifak hastalığı ele alınmış, günümüzle mukayesesi yapılmıştır. Modern çağın sahte dindarlık ve riyakârlık görüntüleriyle nifakın nasıl yayıldığı anlatılmış, bu durumun toplumsal ve bireysel zararları sıralanmış, çözüm olarak ise ahlak ve sahih dini anlayış vurgulanmıştır.

 

 




İlmin Çekilmesi

İlmin Çekilmesi

وَعَنْ عَبْدِ اللّٰهِ بْنِ عَمْرِو بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ: «إِنَّ اللّٰهَ لَا يَقْبِضُ الْعِلْمَ انْتِزَاعًا يَنْتَزِعُهُ مِنَ النَّاسِ، وَلٰكِنْ يَقْبِضُ الْعِلْمَ بِقَبْضِ الْعُلَمَاءِ، حَتّٰى إِذَا لَمْ يَبْقَ عَالِمًا اتَّخَذَ النَّاسُ رُؤُوسًا جُهّٰالًا فَسُئِلُوا، فَأَفْتَوْا بِغَيْرِ عِلْمٍ، فَضَلُّوا وَأَضَلُّوا.»
Türkçe Metin:
Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyururken işittim:
“Allah Teâlâ ilmi insanların hafızalarından silip unutturmak suretiyle değil, fakat alimleri öldürüp ortadan kaldırmak suretiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz. İnsanlar bir kısım cahilleri kendilerine lider edinirler. Onlara birtakım meseleler sorulur, onlar da bilmedikleri halde fetva verirler. Neticede hem kendileri sapıklığa düşer hem de insanları saptırırlar.”
HADİSİN SAHABİ RAVİSİ: ABDULLAH İBNİ AMR İBNİL-ÂS
(Buhârî, İlim, 34; Müslim, İlim, 13)

Âlimlerin Kaybı ve Cehaletin Saltanatı

İslam medeniyetinin temel taşlarından biri ilimdir. Kur’an’ın ilk emri “Oku” ile başlayan bu kutlu yolculuk, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hadisleriyle şekillenmiş, sahabe, tabiîn ve ulemanın gayretiyle nesilden nesile aktarılmıştır. Ancak Resûlullah’ın şu uyarısı, tarih boyunca hep yeniden kendini doğrulamış acı bir hakikati dile getirir:

> “Allah ilmi insanların hafızalarından silip unutturmak suretiyle değil, fakat alimleri öldürüp ortadan kaldırmak suretiyle alır…”
(Buhârî, İlim, 34; Müslim, İlim, 13)

Bu hadis, ilmin birdenbire yok olmayacağını, aksine ilmin taşıyıcıları olan âlimlerin vefatıyla tedricen kaybolacağını bildirmektedir. Âlim gittiğinde sadece bir insan değil, bir ilim, bir hikmet, bir nur da gider. Yerini dolduracak birikim ve ehliyet sahibi yeni nesil yetişmediğinde ise, cehalet saltanat sürer. Ve hadisin de buyurduğu gibi, insanlar “rüesâen cuhhâlâ” yani başsız kalmış toplumlar gibi cahil kimseleri önder edinirler. Bilmeden konuştuklarında hem kendileri sapar hem de toplumu saptırırlar.

Günümüzle Mukayeseli Bir Bakış

Modern çağda bilgiye erişim, tarihte hiç olmadığı kadar kolaylaştı. Ancak ne hazindir ki hakiki ilme ulaşmak zorlaştı. Bilginin niceliği arttıkça, hikmet ve basiretten yoksun bir bilgi kirliliği içinde boğulduk. Gerçek âlimlerin sesi, popüler ama sığ kanaatlerin gürültüsü arasında kayboldu.

Bugün, özellikle sosyal medya ve dijital platformlarda bir kısım bilgisiz kişiler dinî meselelerde fetva verir hale geldi. İslâmî hassasiyeti olmayan, dinin ruhunu bilmeden sadece görünüşe odaklanan, içi boş tartışmalar halkı meşgul ediyor. Dinde derinliği olmayan bu yaklaşımlar, insanları ya şekilcilik tuzağına ya da ifrat ve tefritin karanlık yollarına sevk ediyor.

Bir âlimin kaybı, bir medeniyetin susması gibidir. Onların yokluğunda çıkan “sahte âlimler” toplumu parçalar, fitne yayar ve dinin hakikatini gölgede bırakır. Bugün yaşanan birçok ayrışma, karışıklık ve sapma, ilim ehlinden uzaklaşmanın ve cehaleti merkeze almanın doğrudan sonucudur.

Verdiği Zararlar

1. Dini Tahrif Etme Riski: Cahil önderler, dini kendi yorumlarına göre şekillendirerek bidat ve hurafeleri yayarlar.

2. Toplumsal Fitne: Ehliyetsiz kimselerin verdiği yanlış fetvalar, dini gruplar arasında ayrılıklara sebep olur.

3. Gençliğin İslam’dan Soğuması: Akla ve ilme hitap etmeyen açıklamalar, özellikle sorgulayıcı genç nesli uzaklaştırır.

4. Güven Kaybı: Din adamlarına olan güven sarsılır, bu da dine olan bağlılığı zayıflatır.

5. Zulüm ve Baskının Artması: Cahil liderlerin elinde din, baskı ve tahakküm aracı haline gelebilir.

Çözüm Nedir?

Gerçek âlimlerin kıymetini bilmek, onları hayattayken istifade ederek yaşatmak gerekir.

İslami eğitim kurumları, sadece bilgi değil, hikmet ve ahlak temelli bir nesil yetiştirmelidir.

Toplumda ilim ehline itibar edilmeli; sosyal medya bilgeleri yerine, muteber kaynaklardan beslenen rehberlere kulak verilmelidir.

Özet:

Bu makalede, Resûlullah’ın “ilim, âlimlerin ölümüyle çekilir” hadisi çerçevesinde ilmin nasıl yok olabileceği, günümüzde cehaletin nasıl yaygınlaştığı ve ehliyetsiz kişilerin verebileceği zararlar ele alınmıştır. Modern çağda bilgi kirliliği, sahte fetvalar, ayrışmalar ve gençlerin dinden uzaklaşması gibi sonuçlar doğurmakta; çözüm ise âlimleri yaşatmak, ilme ve hikmete değer vermekten geçmektedir.

 

 




Yokluktan Sonsuza: İdrakin Merhaleleri ve İmtihanın Yolculuğu

Yokluktan Sonsuza: İdrakin Merhaleleri ve İmtihanın Yolculuğu

İnsan, görünüşte toprağın bir parçası; ama gerçekte sonsuzluğa ayarlı bir misafir. Yokluk perdesinden varlık sahnesine çıkan bu yolcu, ilahi bir plan dâhilinde birçok eşiği aşarak ebediyete yürür. Her merhale bir bilinçlenme, her durak bir sınavdır. Kimi zaman inişlerle yoğrulur, kimi zaman yükselişlerle donanır. Bu yolculuk, sadece bedensel bir seyahat değil, aynı zamanda ruhun kemâle erme serüvenidir.

1. Yokluktan Varoluşa: Kudretin Tecellisi

Hiçlikten varlığa geçiş, bir kudret mucizesidir. “Ol!” emriyle kainat şekil buldu. Ruhlar yaratıldı, bedenlere takıldı. İnsan yoktu, ama bilinmek isteyen bir Rab vardı. O Rab, kudretini göstermek, isim ve sıfatlarını tanıtmak için bu âlemi halk etti. Böylece insan, yokluktan varlığa çıkarak ilahi bir maksadın taşıyıcısı oldu.

> “İnsan üzerinden henüz kendisinin anılmaya değer bir şey olmadığı uzun bir zaman geçmedi mi?”
(İnsan, 1)

Bu ayet, insanın başlangıçtaki yokluğunu hatırlatır; ama aynı zamanda var oluşun hikmetine dikkat çeker.

2. Dünya: İmtihanın İlk Büyük Durağı

Ruhlar âleminden beden âlemine iniş, idrakin ilk merhalesidir. Bu dünya, ahiret yolunun ilk menzili; tohumların ekildiği bir tarladır. Her nimet bir imtihan, her musibet bir terbiye vesilesidir. Bazen zafer sarhoşluğu, bazen de acı bir felaketle kişi kendini tanır, Rabbini arar. İnişler ve çıkışlar, bu yolun olmazsa olmazıdır.

> “Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu deniyoruz.”
(İnsan, 2)

Bu deneme, sadece dış dünyada değil, kişinin iç aleminde de sürer.

3. Bilinçlenme ve Farkındalık: Hakikate Uyanış

İnsan, bu yolculukta gözle değil, basiretle görmelidir. Zira maddî göz, gölgeyi görür; hakikati değil. Bu yüzden bilinçlenme, yalnızca bilgiyle değil, idrakle mümkündür. Kalp uyanmadan, ruh arınmadan hakikat görünmez. Varlığın anlamı, ancak ilahi isimlerle tefekkür edilince anlaşılır.

> “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, onlar yanından geçip giderler, yüz çevirirler.”
(Yûsuf, 105)

Farkındalık; eşyanın yüzeyinde değil, özünde gizlidir.

4. Merhaleler ve Ruhun Terakkisi

Her yaş, her hâl, her olay bir duraktır. Çocukluk bir saflık; gençlik bir taşkınlık; olgunluk bir derinliktir. Ölüm ise kabir âlemine geçiş kapısıdır. O da başka bir merhalenin eşiğidir.
İnsan bir misafir olarak gönderilmiş, istasyondan istasyona geçirilerek ebed yolculuğuna sevk edilmektedir.

İnişler bazen bir arınmadır; binişler bazen bir imtihandır. Mühim olan düşmemek değil, düştüğünde kalkabilmektir.

5. Sonsuzluğa Yönelik Yürüyüş

Her şey fânidir. Fakat insanın içinde sonsuzluk arayışı vardır. Bu arayış, onun aslî vatanını hatırlatır. Cennet, insanın ruhuna uygun hazırlanmış bir yurt; cehennem ise inkârın ve gafletin neticesidir. Yolun sonunda herkes bir hakikatle karşılaşacak:

> “Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu da görür.”
(Zilzâl, 7–8)

Bu yürüyüşte asıl olan, adım atmaktan çok, doğru istikamette ilerlemektir.

Sonuç ve Özet

İnsan, yokluktan başlayıp sonsuzluğa uzanan bir yolculuğun misafiridir. Bu yolculuk inişlerle, çıkışlarla, eşiklerle doludur. Her merhale bir bilinçlenme, her durak bir imtihandır. Maddî dünya bir vasıta; asıl menzil ise ebedî yurttur. Hakikati görebilen gözler için her şey bir işaret, her hâl bir öğüttür. Yol açık, rehber belli, son ise sonsuzdur.

ÖZET:
Yokluktan varlığa çıkan insan, ilahi bir plan dâhilinde merhalelerden geçerek sonsuzluğa yürür. Her durak, bir bilinçlenme; her iniş ve çıkış, bir imtihandır. Hakikati anlayan için bu yolculuk sadece geçici bir seyahat değil, ebedi hayatın hazırlığıdır. Yolun sonunda ya rahmetle sonsuzluk ya da gafletle pişmanlık vardır.




İnsandaki Gizli Duyular: Saika, Şaika ve Beş Duyunun Ötesi

İnsandaki Gizli Duyular: Saika, Şaika ve Beş Duyunun Ötesi

Giriş: Beş Duyu ile Sınırlı mıyız?

İnsan denilince ilk akla gelen, dış dünyayla temas kurduğu beş duyusudur: Görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma. Bu duyular, maddî âlemle ilişkimizin temel araçlarıdır. Ancak insan, sadece bedenden ibaret değildir. Ruh, kalp, vicdan ve sır gibi daha derin katmanları olan bir varlıktır. Bu derinlik, beş duyu ile sınırlı olmayan başka his ve algıların da varlığını zorunlu kılar.

Saika ve Şaika: Beş Duyunun Ötesinde İki Latîfe

Bediüzzaman Said Nursî, “saika” ve “şaika”dan bahseder. Bunlar, klasik fizyolojik duyular gibi değil; ruhun ve kalbin incelikli latifeleri, manevi duyularıdır.

1. Saika (Vicdani Algı – İdrak Edici Sezgi)

Anlamı: “Çeken, yönlendiren kuvvet” manasına gelir.

Mahiyeti: Saika, insanın vicdanında ve ruhunda Allah’a, hakikate ve hikmete yönelen bir kuvvet olarak tanımlanabilir. İnsan bazen herhangi bir bilgiye sahip olmadığı hâlde içten gelen bir sevk ile doğruya yönelir. Bu, saika duygusunun bir yansımasıdır.

İşlevi: Saika, insanı hayra, doğruya ve manaya yönlendiren bir dahili çekim gücüdür.

2. Şaika (İlahi Aşka Açılan Latîfe)

Anlamı: “Lezzet alma, iştiyak duyma hissi” manasına gelir.

Mahiyeti: Şaika, insanın bir şeyi derin bir arzu, lezzet ve muhabbetle istemesidir. Ancak bu hissin merkezinde genellikle manevi bir yönelim, özellikle de Allah’a sevgi ve yakınlık arzusu vardır.

İşlevi: Şaika, ibadet, tefekkür ve marifetullah gibi yüksek tecrübelerde derin bir tat ve lezzet almayı mümkün kılar.

Bu iki duyu, insana yaratılış maksadını sezdirmek, onu ilahî hakikate yönlendirmek üzere fıtratına yerleştirilmiştir. Bunlar, ne cismanîdir ne de dünyevî hazlara dayalıdır; daha çok ruhun Allah’a açılan pencereleridir.

Beş Duyunun Ötesindeki Diğer Duyular

Bilimsel ve felsefi olarak da insanın sadece beş duyudan ibaret olmadığı kabul edilmektedir. Psikoloji, nörobilim ve tasavvuf gibi alanlarda ele alınan bazı duyular şunlardır:

Altıncı His (Sezgi): Bilinçaltı verilerden yola çıkarak anlık doğru kararlar verme becerisi.

Zaman Algısı: Zamanın geçişini hissetme, olaylar arasında süre bağlantısı kurma.

Propriyosepsiyon (Bedensel Farkındalık): Vücudun uzaydaki konumunu fark etme duygusu.

Denge (Vestibüler Duyu): İç kulaktaki yapıların sağladığı, yerçekimine göre hareket algısı.

Açlık-Susuzluk Duyusu: Homeostatik dengeyi koruma yönlü dahili hisler.

Vicdan: Doğruyla yanlışı ayırt eden dahili ses.

İlham: Beşeri idrakin ötesinden gelen, ani ve bütüncül anlayış hâli.

Tasavvuf ve hikmet literatüründe ise bunlara kalp gözü (basiret), sır, hafî, ahfâ gibi daha derin latifeler eklenmiştir. Bunların her biri, hakikati başka bir pencereden görmemizi sağlar.

Hikmetli ve İbretli Bir Değerlendirme

Beş duyunun ötesine geçemeyen bir insan, sadece görünene hapsolur. Saika’sı körelmiş bir ruh, yönünü şaşırır. Şaika’sı ölmemiş bir kalp ise hakikate iştiyakla koşar. Modern insan, bilgiye boğulurken hikmeti unutmakta, göze takılırken kalbi ihmal etmektedir. İşte bu noktada Saika ve Şaika gibi duygular, insanı nefsin karanlığından hakikatin nuruna taşıyan dahili pusulalardır.

Özet

İnsanda sadece beş duyu yoktur. Saika ve Şaika gibi latîfeler, ruhun hakikate yönelişini sağlayan dahili duyulardır. Saika yönlendirici sezgi; Şaika ise manevi lezzeti alma kabiliyetidir. Bunlara ek olarak, sezgi, vicdan, ilham, denge ve zaman algısı gibi birçok duyusal ve dahili kabiliyeti de insanda mevcuttur. İnsanı sadece maddeyle tanımlamak eksik bir bakış olur; çünkü insan, hem beden hem ruh, hem akıl hem kalpten oluşur. Beş duyunun ötesine geçen insan, kendini ve Rabbini tanıma yolunda gerçek yolc




Enfeksiyona Açık ve Enfeksiyonlu Ruhlar

Enfeksiyona Açık ve Enfeksiyonlu Ruhlar

Giriş: Bedenin Mikrobu, Ruhun Virüsü

Tıp dünyası, vücudu etkileyen enfeksiyonları tanımlar, tedavi eder. Ancak ne yazık ki, ruhun enfeksiyonlarını teşhis edecek laboratuvarlar, mikroplarını gösterecek mikroskoplar yoktur. Oysa tıpkı beden gibi ruh da dış etkilerle enfekte olabilir. Hatta manevi enfeksiyon, fiziksel olandan daha sinsi, daha yıkıcı olabilir. Çünkü bedendeki mikrop ağrı yapar, hastalık belirtisi verir. Ruhun mikrobu ise sinsice ilerler, fark edilmeden kişiliği, ahlâkı ve inancı çürütür.

Ruh Nasıl Enfekte Olur?

Ruhun yapısı, tıpkı bağışıklık sistemi gibi korunmaya muhtaçtır. Kalp, akıl, vicdan, sır gibi latîfeler bu yapının parçalarıdır. Ancak bazı dış etkiler, bu latîfelerin dengesini bozar:

1. Günahlar ve Israrla İşlenen Kötülükler

Günah, ruhu zedeler. Bir damla kir gibi başlar, devam ettikçe karanlık bir perdeye dönüşür. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Hayır! Doğrusu onların kazandıkları, kalplerinin üzerine pas olmuştur.” (Mutaffifîn, 83/14)

2. Bozuk İnançlar ve Şüpheler

İnanç sistemine bulaşan şüphe virüsleri, zamanla kalbi felç eder. İman zayıflar, ruhun bağışıklığı düşer. Bu, manevi bir AIDS gibidir; savunma sistemi çöker.

3. Zehirli Düşünce Ortamları

Zamanla, insanın içinde bulunduğu sosyal çevre onun ruhunu ya temizler ya da enfekte eder. Bozgunculuk, dedikodu, iftira, ahlaksızlık gibi virüs taşıyan ortamlar, duyarsız kalpleri kolayca enfekte eder.

4. Nefsaniyet ve Dünyevileşme

Nefs, sürekli tatmin isteyen bir açlıktır. Onun her dediğini yapmak, ruhun direncini kırar. Dünyevîleşme ise ahiret vitaminlerini keserek manevi savunmayı çökertir.

Enfeksiyona Açık Ruhlar: Kimler Risk Altında?

Tıpkı bedensel bağışıklığı zayıf kişiler gibi, manevi bağışıklığı düşük ruhlar da daha çabuk etkilenir. Özellikle:

Tefekkür etmeyen,

İlimden uzak kalan,

İbadetlerini terk eden,

Yanlış arkadaş çevresinde bulunan,

Kalp temizliğine önem vermeyenler, ruhen enfeksiyona daha açıktır.

Bu tür ruhi enfeksiyonlara karşı “manevi tiryaklar” önerilir: Namaz, tefekkür, zikir, istiğfar, helal rızık ve salih arkadaşlık…

Enfekte Ruhun Belirtileri

Hakkı yadırgama, bâtılı normalleştirme.

Vicdanın sesini duyamama.

Ahlaki sınırların silikleşmesi.

Günahların alışkanlığa dönüşmesi.

Kibir, haset, riya gibi mikropların kalpte yerleşmesi.

Bu ruhlar, etraflarına da manevi mikrop saçarlar. Tıpkı bulaşıcı hastalık gibi, ahlaksızlık, şüphecilik ve dünya hırsı çevrelerine sirayet eder.

Tedavi ve Korunma Yolları

Tövbe: Günahın izlerini silen ilk panzehirdir.

İlim ve marifetullah: Kalbin bağışıklığını güçlendirir.

İbadet: Ruhun vitaminidir. Namaz, oruç, zekât ruhu tazeler.

Zikir ve tefekkür: Mikropları temizleyen manevi dezenfektandır.

Salih dostlar: Manevi ortamın temizliğini sağlar.

Bir Hikmetli Misal

Bir zamanlar bir derviş, mürşidine sorar:
“Efendim, günahların kalbe etkisi nedir?”
Mürşid cevap verir:
“Bir aynayı al, üflemeye başla. Önce buğu olur. Devam edersen görüntü silinir. Günah da böyledir. Kalbi örter, sonunda tamamen karartır.”

Özet

Ruh da tıpkı beden gibi enfeksiyona açıktır. Günahlar, bozuk inançlar, kötü çevre ve nefse uymak, manevi bağışıklığı çökertir. Enfekte olan ruh, hakkı yadırgar, batıla meyleder. Tedavi ise tövbe, ibadet, ilim, zikir ve salih dostlarla mümkündür. Manevî hijyenini korumayan bir ruh, sadece kendini değil, toplumunu da kirletir. Bu sebeple her insan, iç dünyasını korumaya aldığı kadar temiz tutmakla da mükelleftir.