Alemler Arasında Sırra Kadem Basan Kudret: Rabbü’l-Âlemin’e Açılan Pencere

Alemler Arasında Sırra Kadem Basan Kudret: Rabbü’l-Âlemin’e Açılan Pencere

1. Giriş: Göz Açıldıkça Derinleşen Hakikat

İnsan gözü bir noktaya dikkatle odaklandığında, o noktada saklı binlerce sırla karşılaşır. Kâinata bu gözle bakan bir mü’min, sadece yıldızları, gezegenleri değil; onların ardındaki ilahi düzeni, kudreti ve vahdeti de görür. Zira bu kâinat, sadece bir madde yığını değil, her an yazılan, okunan ve yenilenen bir ilahi kitaptır. Her bir zerresiyle Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik eden sonsuz satırlardan oluşur.

2. Milyonlarca Âlemin Sahibi: Rabbü’l-Âlemin

Kur’ân’ın “Elhamdülillahi Rabbil-âlemîn” hitabında gizli olan mana, sadece bir gök kubbenin değil, sayısız âlemin Rabbi olan bir Zât’a işaret eder. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, kâinatta milyonlarca âlem iç içedir: Hayvanat âlemi, nebatat âlemi, mikro âlem, makro âlem, ruhlar âlemi, kalpler âlemi… Her birinin idaresi farklı kurallar, hassas dengeler ve hikmetli kanunlara dayanır.

Ama bu farklılık, kaosa değil; hayranlık uyandıran bir düzene yol açar. Çünkü onları idare eden Zât, tek bir irade, tek bir kudret ve tek bir ilimle hükmedendir. O’nun birliğinden başka hiçbir izah bu sistematiği açıklayamaz.

3. Kudretin Kalemiyle Yazılan Satırlar

Her bir varlık, bir harf gibidir. Bütün bir âlem, satırlar hâlinde kudret kalemiyle yazılmış bir kitap gibidir. Gözle görülemeyen zerreler bile, kaderin ince mürekkebiyle belirlenmiş birer mana taşır. Her saniye milyarlarca yeni yazım olur; doğumlar, ölümler, dönüşümler… Bütün bu değişim içinde kaotik bir rastlantı değil, ilahi bir hikmetin mühürleri görülür.

Bu terkip ve tedbirde bir kusur bulunmaması, ne tesadüf ne tabiatla açıklanabilir. Sadece sonsuz bir ilim ve rahmet sahibi Rabbü’l-Âlemin’in tecellisidir.

4. Şahitlik Eden Her Şey: Zerreden Galaksilere

Atomlardan galaksilere kadar her şey, kendi varlığıyla “Ben O’nun sanatıyım” der. Bu şahitlik hem cüzidir (bir çiçeğin güzelliğiyle “Allah güzeldir” demesi gibi), hem de küllidir (bütün ekosistemin birlikte işlemesiyle “Allah birdir” demesi gibi). Bu şehadet, sadece şekille değil, faaliyete ve faydaya da yansır. Bir sineğin kanadındaki simetri de, bir yıldız kümesinin hareketindeki denge de aynı Zât’a delildir.

5. İnsan: Okuyan ve Şahitlik Eden Varlık

İnsanın en büyük görevi bu kitabı okumaktır. Kainat kitabı, Kur’ân kitabı ve insanın vicdan kitabı… Üçü birlikte okunduğunda, gerçek tevhid bilgisi doğar. Gözle görülen her şeyin ardında, göremediğimiz ama kalple hissedilen bir Rabbü’l-Âlemin vardır. İman, bu hissin sürekli ve bilinçli bir şekilde farkında olmaktır.

SONUÇ VE ÖZET:

Bu kâinat; kudret kalemiyle yazılmış bir kitap, her âlem bir satır, her varlık bir kelimedir. Milyonlarca âlemin bir arada ve uyum içinde işlemesi, ancak nihayetsiz bir ilim, kudret ve rahmet sahibi Rabbü’l-Âlemin’in eseri olabilir. Her zerre, her sistem bu birliğe ve rububiyete şahitlik eder. İnsan ise bu muhteşem kitabı okuyarak imanı derinleştirmekle mükelleftir. Görünen âlemler, görünmeyen hakikatlerin aynalarıdır. Onlara bakarken asıl Zât’ı unutmamak gerekir: Rabbü’l-Âlemin.

 

 




Fitne: Ateşi Küçük, Yakışı Büyük Olan İmtihan

Fitne: Ateşi Küçük, Yakışı Büyük Olan İmtihan

Fitne her an,zaman ve mekanda mevcuttur.
Olayların akışına göre fitne közü harlanmakta, erken mudahale edilmezse alevi ile yayılıp yandırılmaktadır.
Hayatın kendisi ve hayatın içindekiler her biri bir fitne ve imtihan sebebidirler.
Akıllı ve basiretli davranılmazsa yayılıp çoklarını yakma özelliğine sahiptir.

********

Fitne, insanlık tarihinin en eski musibetidir. Kimi zaman bir sözde gizlenir, kimi zaman bir niyetin gölgesinde. Kimi zaman bir dostun tebessümünde saklanır, kimi zaman bir cemiyetin davetinde. Lakin her zaman vardır, her yerde bulunur ve her an uyanabilir. Zira fitne, şeytanın insan fıtratına attığı ince ve sinsi bir kıvılcımdır. Bu kıvılcım, zamanında söndürülmezse kor olur; kor da alevlenir ve nice gönülleri, yuvaları, toplumları yakar.

Her Zaman, Her Yerde: Fitneye Açık Kapılar

Fitne sadece savaşla, kanla, çatışmayla gelmez. Bazen bir haberle, bir dedikoduyla, bir çıkarla, bir makamla gelir. Bazen nefisle, bazen dostla, bazen aileyle. Zaman değişse de, mekân farklılaşsa da, insanların içindeki zaaflar sabit kaldıkça fitne her dönemde kendine bir yer bulur.

Bugün sosyal medya bir fitne aracına dönüşebilir. Bir cümleyle insanların şerefi lekelenir, bir yalanla toplumlar bölünür. Dün, kabile taassubu ile başlayan fitne, bugün mezhep taassubu veya ideolojik taassubun kılığına girmiştir. Dün taşla sopayla yapılan tahrikler, bugün klavyelerle yürütülmektedir.

Fitneyle Baş Etmenin İlk Şartı: Erken Teşhis

Bir kıvılcım küçükken bastırılır, ama büyürse ormanı kül eder. Fitne de böyledir. Erken teşhis edilmezse büyür; büyürse aklı karartır, kalbi karıştırır, feraseti kör eder. Onun için Kur’an, fitneden söz ederken “öldürmekten daha büyük bir musibet” demiştir. Çünkü bir canı almak bir kişiyi yok eder, ama bir fitne, toplumları ifsat eder.

Fitne karşısında susmak bazen yangına benzin dökmek gibidir. Ama her söz de söndürmez; aksine alevi harlayabilir. İşte bu yüzden fitneye karşı ilk adım: basiret. Basiret, olayın arka planını görmek; hak ile batılı, doğru ile yanlışın arasındaki ince çizgiyi fark etmektir.

Hayatın İçindeki Fitneler: İmtihanın Şekil Değiştiren Halleri

Her insan, hayatı boyunca farklı türden fitnelerle imtihan olur: mal, evlat, makam, şöhret, öfke, ihtiras, kıskançlık, bilgi, cehalet… Bunların her biri, doğru yönetilmezse fitneye dönüşebilir. Zira imtihanın mahiyeti, kişiye göre şekil alır. Kimi mal ile, kimi yokluk ile, kimi övgü ile, kimi hakaret ile imtihan olur.

Nitekim Hz. Yusuf, zindanda kaldı ama iffetini korudu. Hz. Süleyman, saltanatla imtihan oldu ama şükürle zirveye ulaştı. Hz. Eyyub, hastalıkla sarsıldı ama sabırla dirildi. Onların yolu, fitneyi tanıma ve ona karşı hikmetle durma yoluydu.

Fitneye Karşı Korunak: Feraset, Sabır ve Dua

Fitnenin karanlığında en parlak ışık, Allah’a sığınmaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.v), fitne zamanlarında dua etmeyi, içe dönüp nefsi muhasebe etmeyi, cemiyetin huzurunu bozan adımlardan uzak durmayı öğütlemiştir.

Toplum olarak da fitneye karşı birlik, hikmet ve sağduyuyla yaklaşmak gerekir. Her duyduğumuza inanmamak, her çağrıya koşmamak, her kışkırtmaya kapılmamak gerekir. Çünkü her alev, ısıtmaz; bazıları yakmak içindir.

Özet:

Fitne, her zaman ve mekânda mevcut olan sinsi bir imtihandır. Zamanında fark edilip müdahale edilmezse büyük yıkımlara sebep olur. Mal, makam, söz, nefis, cemiyet gibi unsurlar fitneye zemin oluşturabilir. Erken teşhis, basiretli davranış ve ferasetli duruş fitnenin yayılmasını engeller. Her Müslümanın görevi; fitneyi teşhis etmek, ona kapı aralamamak ve toplumsal barışı korumak için sabırla, hikmetle hareket etmektir.

 

 




KEMÂLİN ZİRVESİ: ONA SELÂM OLSUN

KEMÂLİN ZİRVESİ: ONA SELÂM OLSUN

Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi
Keşefe’d-ducâ bi-cemâlihi
Hasunet cemî’i hısâlihi
Sallû aleyhi ve âlihi.

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi” Beytinin Gölgesinde Bir Fikri Yolculuk

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi – Kemâliyle yüceliklerin en son noktasına ulaştı.
Keşefe’d-ducâ bi-cemâlihi – Cemâliyle karanlıkları aydınlattı.
Hasunet cemî’i hısâlihi – Bütün vasıfları güzeldi.
Sallû aleyhi ve âlihi – O’na ve âline salât edin.”

Bu beyit, yalnızca bir şiir değil; bir iman ve hayranlık manifestosudur. Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) yeryüzünde yürüyen bir rahmet olduğunu, hem zâtında hem sıfatlarında kemâl üzere olduğunu veciz bir şekilde beyan eder. Her bir mısrası, insana rehber olacak bir derinliği taşır.

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi” – Efendimiz, insanlık âleminde ulaşılamayacak bir kemâl zirvesine erişmiştir. Onun bu kemâli, yaratılışının hikmetiyle örtüşür: O, âlemlere rahmettir. Ahlakı Kur’an’dır. Yani onun sözleriyle değil, yaşayışıyla konuşan bir vahiydir. Hiçbir kral, hiçbir bilge, hiçbir filozof onun kadar dengeli, onun kadar derin, onun kadar merhametli olamamıştır. Zira onun kemâli, beşerî değil, ilahî terbiye ile yoğrulmuştur.

“Keşefe’d-ducâ bi-cemâlihi” – Onun cemâli, yalnızca yüzündeki nûr değildir; o cemâl, küfür karanlıklarını yırtan hakikat parıltısıdır. Câhiliye devrinde gömülen kız çocuklarını kurtaran, zalimlerle mazlumları yer değiştiren, kâinatı anlamlandıran bir aydınlıktır bu. Efendimizin gelişiyle “gece” bitmiş, varlık yeni bir sabah kazanmıştır.

“Hasunet cemî’i hısâlihi” – O’nun tüm ahlâkî vasıfları güzeldir. Sadece bir yönü değil, her yönüyle güzeldir. Zira doğruluğu ile güven, sabrı ile rehber, tevazusu ile sultan, affı ile baba gibidir. “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem, 4) ayeti bu hâlini tasdik eder. O, ahlâkın yaşayan şeklidir.

“Sallû aleyhi ve âlihi” – O halde, O’na ve onun tertemiz âline salât ve selâm getirin! Zira her salât, kalbi arındırır. Her salavat, o nurdan nasip almanın bir vesilesidir. Unutmayalım, O’na salavat getiren kişi, aslında kendi karanlığını aydınlatmaktadır.

Bu beyit bize şunu hatırlatır: İnsan, kemâle ulaşmak isterse, en kemâl örneğe bakmalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.), hem inananların rehberi, hem düşünenlerin örneği, hem ahlâk arayanların güneşidir. O’nun hayatı sadece bir tarih değil, her asırda dirilmesi gereken bir modeldir.

Makale Özeti:

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi” beyti, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kemâl, cemâl ve güzel ahlâkını veciz şekilde anlatır. O’nun varlığı karanlıkları aydınlatmış, insanlığa rahmet olmuş ve tüm yönleriyle örnek bir şahsiyet olmuştur. Bu makale, bu beyit çerçevesinde Efendimizin yüceliğini, insanlık için taşıdığı manayı ve her asırdaki rehberliğini düşünmeye davet eder.

 

 




KÂİNAT AĞACININ MEYVESİ: İNSAN VE EBEDÎ YOLCULUĞU

KÂİNAT AĞACININ MEYVESİ: İNSAN VE EBEDÎ YOLCULUĞU

“Şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer; kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcudâtın gàyesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni-i Kâinatın en münevver ve en câmi’ bir aynasıdır.

İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor, fakat insanın cesedinden, bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü’z-zeneb tâbir edilen küçük bir cüz’ü bâkî kalıp, Cenâb-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir.”

Bir Çekirdekten Haşre Uzanan Sır

Kâinat bir ağaç gibidir. Dalları yıldızlar, yaprakları gezegenler, çiçekleri çeşitli varlıklar olan bu şecerenin en kıymetli meyvesi insandır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “şu şecere-i kâinatın semeresi beşerdir.” Yani kâinatın yaratılmasının en yüksek hikmeti, en nazik ve câmi’ neticesi insandır. Bu meyvenin özünde, yani insanın kalbinde ise, kâinatın yaratıcısını tanıyacak, sevecek, bilecek bir ayna saklıdır.

İnsanın kalbi, sadece kan pompalayan bir et parçası değildir. O, Sâni-i Kâinat’a en parlak ve en kapsamlı bir ayna olacak şekilde yaratılmıştır. Aklı, duyguları, latîfeleri ve özellikle kalbiyle insan, bütün mahlûkat içinde Yaratıcısına en yüksek derecede muhatap olabilecek bir kabiliyete sahiptir. İşte bu yüzdendir ki insan, kâinat ağacının meyvesidir; hem de en latif, en şerefli ve en sorumlu meyvesi…

Ancak bu meyve, fanidir. Dünya hayatı geçicidir. İnsan ölür, bedeni toprağa karışır. Fakat ne müthiş bir sırdır ki, insan tamamen yok olmaz. Cesedi çürüse de, “acbü’z-zeneb” adı verilen küçücük bir çekirdek, bir tohum gibi bâkî kalır. Bu latîf ve hikmetli bilgi, hem bedeni haşrin mümkünlüğünü akla yaklaştırır, hem de ölümün yokluk değil bir dönüşüm olduğunu gösterir.

Nasıl ki bir tohum toprağa gömülünce çürüyüp yok olmuyor, bilakis yeni bir hayatın mukaddimesi oluyor; aynen öyle de, insanın bedeni de toprağa emanet edilmekte, bir haşir sabahı için muhafaza altına alınmaktadır. İşte o zaman, Allah o “acbü’z-zeneb” üstünde yepyeni bir vücut bina edecek ve insanın ruhunu tekrar ona iade edecektir. Böylece insan, aslî vatanı olan ahiret âlemine beden ve ruhuyla dönecektir.

Bu hakikat, bize hem büyük bir mesuliyet, hem de derin bir ümit verir. Hayatımızın sıradan anları bile sonsuz bir ebediyetle irtibatlıdır. Bu dünya bir sınav, bedenimiz bir emanet, kalbimiz ise ilahî bir aynadır. Ölüm bir son değil, bir açılıştır. Toprağa düşen insan cesedi, bir gün bahar mevsimi gibi dirilişle karşılaşacaktır. Çünkü Allah hem Hakîm’dir, hikmetsiz iş yapmaz; hem de Kadîr’dir, yeniden yaratmaya muktedirdir.

Makale Özeti:

Bu makalede, kâinatın bir ağaç gibi olduğu ve bu ağacın en mükemmel meyvesinin insan olduğu ele alınmıştır. İnsan kalbi, Allah’ın en câmi’ ve en parlak aynasıdır. Ölümle insanın cesedi toprağa karışsa da, “acbü’z-zeneb” denen çekirdek hükmündeki bir parça bâkî kalır. Ahiret gününde Allah, bu çekirdekten insan bedenini yeniden yaratır ve ruhunu ona iade eder. Bu hakikat, insanın ebedî yolculuğunu ve ölümün bir yokluk değil, bir dirilişin başlangıcı olduğunu gösterir.




DÜNYA DOĞUMDA: TÜRKİYE’NİN KADERİ, ÜMMETİN GELECEĞİ

DÜNYA DOĞUMDA: TÜRKİYE’NİN KADERİ, ÜMMETİN GELECEĞİ

Türkiye’nin imtihanı: Yüz yılı aşkın süredir şerri defetmekle uğraşan Türkiye, artık maddi ve manevi alanda hayrı celbetme aşamasına geçme yolunda ilerlemektedir.
Dünyanın ve İslam’ın kaderi de buradadır.
Dünya yeni hakikatlere gebedir. Bir asırdır bunun sancısını çekmektedir.
Nihayet -inşaallah- bu doğum yakındır.
Dünya doğumda.

******

Bir Asrın Sancısı
Tarih, doğumlarla ve ölümlerle doludur. Milletlerin, medeniyetlerin ve zihniyetlerin doğumu… Ve onların yıkılışı… Ancak bazı doğumlar vardır ki, sadece bir coğrafyayı değil, bütün bir insanlığı etkiler. Türkiye’nin son yüz yılı, böyle bir doğumun sancılarıyla geçmiştir. Bu sancılar, sadece bir ülkenin kaderi değil; ümmetin dirilişine giden yolda bir eşiğin habercisidir.

Şerri Defetmek: Müdafaa Safhası
Yaklaşık bir asırdır Türkiye, varoluşunu muhafaza etmek, kimliğini korumak ve şerri defetmek için mücadele vermektedir. Bu dönem, bir tür “nefs-i emmâre” ile hesaplaşma süreciydi. Kimliğin inkârı, değerlerin tahribi, inancın ötekileştirilmesiyle yoğrulan yıllar… Ancak bu mücadele, sadece bir savunma savaşıydı. Batı’dan gelen fikir akımları, pozitivist dalgalar, seküler rejimlerin baskısı, halkın irfanına ve ruh köklerine saldırdı. Millet, bu hengâmede yıkılmadı; bilakis direnmeyi öğrendi.

Hayrı Celbetmek: İnşa Safhası
Bugün ise bambaşka bir eşiğin eşiğindeyiz. Artık sadece şerri defetmekle yetinilmiyor; hayrı celbetmenin zamanı geliyor. Yani savunma yerini inşaya bırakıyor. İnançla barışık bir devlet, maneviyatla iç içe bir toplum, adaletle yoğrulmuş bir sistem ihtiyacı giderek daha yüksek sesle dile getiriliyor. Siyasetten ilme, sanattan ekonomiye kadar her alanda yeni bir ruhun doğuşu hissediliyor. Bu doğuşun merkezi ise Türkiye’dir.

Türkiye’nin Kaderi, Ümmetin Yazgısı
Bu topraklar sıradan değildir. Selçuklu burada kuruldu, Osmanlı burada yeşerdi, İslam’ın son büyük temsilciliği buradan dünyaya yayıldı. Bugün yeniden bu misyonun işaretleri görünmektedir. Mazlum ümmetlerin gözü burada, yıkılan İslam coğrafyalarının kalbi buradadır. Türkiye’nin yükselişi, ümmetin dirilişi olacaktır. Bu yüzden yaşanan her kriz, aslında doğum öncesi son kasılmalardır.

Dünya Yeni Hakikatlere Gebe
Bugün Batı’nın paradigması çökmektedir. Modernizm bunalımda, liberalizm tükenmekte, materyalizm insanlığı tatmin edememektedir. İnsanlık yeni bir hakikate muhtaçtır: Tevhid, adalet, merhamet ve hikmet temelli bir yeni medeniyet. Ve bu medeniyetin nüvesi, İslam’dadır. Ancak bu hakikati taşıyacak yeni bir temsil lazımdır. Bu temsilin adayı da Türkiye’dir.

Doğumun Eşiğinde
Her doğum sancılıdır, her doğum zorludur. Ama sancı, doğacak olanın müjdecisidir. Bugün dünya sancı içindedir. Savaşlar, krizler, çözülen sistemler, dağılan dengeler… Tüm bunlar, eski dünyanın ölüm çığlıkları değil; yeni bir dünyanın doğum sancılarıdır. Bu doğumun ebesi ise, tarihsel misyonuyla Türkiye olabilir. Ancak bu, sadece siyasal bir iddia değil, ahlakî ve manevi bir sorumluluktur.

Sonuç: Hazırlık Zamanı
İnsanlık yeni bir doğuma hazırlanıyor. Bu doğumda Türkiye’nin rolü büyüktür. Fakat bu rol, sadece bir ülkenin değil, bir ruhun, bir imanın, bir medeniyet tasavvurunun ayağa kalkmasıyla mümkün olacaktır. O hâlde bu çağrıyı duyan herkesin üzerine düşen görev, bu doğuma ruh ve emek vermektir. Çünkü dünya doğumda. Ve doğacak olan, belki de yeniden “insan”dır.

Özet:
Türkiye yüz yıldır şerri defetme mücadelesi vererek savunma safhasını yürütmüştür. Artık bu mücadele, hayrı celbetmeye, yani inşa safhasına evrilmektedir. Türkiye’nin yeniden dirilişi, sadece kendi kaderini değil, ümmetin ve insanlığın da geleceğini etkileyecek bir misyon taşımaktadır. Dünya ise büyük bir değişimin, yeni bir hakikatin doğum sancılarını yaşamaktadır. Bu doğumun önderliğini yapacak manevi güce sahip tek ülke Türkiye’dir.

*******

Bunun içinde bu kutsal emaneti taşıyacak donanımlı, maneviyat erleri olan Asım’ın Nesillerine ihtiyaç var. Madde ve manayı iki eline alan, asırlardır küs ve uzak olan akıl ve kalbi birleştirecek yeni bir nesle ve yeni bir kana ihtiyaç var.




NİMET VE NAMUS: İMTİHANIN İKİ EŞİĞİ

NİMET VE NAMUS: İMTİHANIN İKİ EŞİĞİ

Tarihin başından bugüne kadar insanlığın elinden düşmeyen iki ağır imtihan vardır: Nimet ve Namus.
Bu iki emanet, hem cennetten çıkışın sebebi, hem de dünyanın ateşini tutuşturan fitnelerin merkezindedir. Ne yazık ki bugün, en değersiz gibi tüketilen şeyler, aslında en pahalı ve paha biçilemez hakikatlerdir.

Adem ve Havva’nın cennette karşılaştığı ilk imtihan, Allah’ın nimetleri içinden birini sınır olarak koymasıydı. O sınırı aşmaları, cennetten çıkışa vesile oldu. O yasak meyve, aslında nimete haddi aşma sınavıydı.
“Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvesinden yedi, ayıp yerleri görünüverdi. Cennet yapraklarıyla örtünmeye koyuldular. Adem, Rabbinin emrine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.” (Taha.121.)

*****

Bazı rivayetlerde Hazret-i Âdem ve Havva’nın cennette yaklaşmamaları emredilen “yasak meyve”nin buğday olduğu belirtilir. Kur’ân-ı Kerîm bu meyvenin türünü açıkça belirtmez, sadece ‘ Yasak Ağaç ‘ olarak ifade eder:

> “Şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara 2:35)

Ancak tefsir kaynaklarında, özellikle İbn Abbas’tan nakledilen bazı rivayetlerde bu ağacın buğday ağacı, incir, üzüm, hatta hurma olduğu da zikredilmiştir. En yaygın rivayetlerden biri ise bu ağacın buğday olduğu yönündedir.

Buğdayın sembolik anlamı da dikkat çekicidir:

Toprağa ve dünyaya bağlılığın simgesi,

Kendi eliyle üretip elde etme ihtiyacının başlangıcı,

Cennetteki hazır nimet yerine, dünyadaki çileli emeğin sembolü.

Bu açıdan bakıldığında, buğday sadece bir yiyecek değil, imtihanın sembolü hâline gelmiştir. Hazır nimet yerine, terle kazanılacak bir rızık. Cennette hazır iken, dünyada sabırla beklenen.

Sonuç olarak:
Kur’an doğrudan türünü zikretmese de, buğday rivayetlerde öne çıkan bir yorumdur. Fakat bu noktada önemli olan meyvenin ne olduğu değil, emre itaatin önemi ve nefsin sınıra karşı duramamasıyla başlayan insanlık serüvenidir.

*******

Sonrasında ise insanlık, dünya sahnesinde bu imtihanla tekrar karşılaştı. Bu kez iki kardeşin arasında bir tartışma vardı: Kabil ve Habil. İmtihan konusu: Namus ve takva.
Kabil, nefsine yenildi; Habil’i öldürdü. O günden beri insanlık, nimeti paylaşamıyor; namusu koruyamıyor.

Evet, bu olay klasik İslami kaynaklarda ve tefsirlerde yer alan rivayetlerden biridir. Kabil ile Habil arasındaki çekişmenin yalnızca kurban takdimi meselesi değil, aynı zamanda evlilik meselesiyle de bağlantılı olduğuna dair bilgiler bazı tarihî ve tefsirî metinlerde geçer.

Rivayete göre:
Havva anamız hep ikiz doğum yapıyordu. Bunlardan birisi erkek, diğeri de kızdı. Hz. Âdem, aynı anda doğan ikizleri, bir önce veya bir sonra doğan ikizlerle evlendiriyordu. Habil’le beraber doğan kız çirkin, Kabil’le birlikte doğan kız ise güzeldi. Bu durumda Hz. Âdem, Habil’in, Kabil’le beraber doğan kızla, Kabil’in de Habil’le beraber doğan kızla evlenmesini istedi. Fakat Kabil buna razı olmadı, kendisiyle doğan güzel kızı Habil’e vermek istemeyerek kendisi almak istedi. (bk. Taberi, İbn Kesir, Razî, Maide, 5/27. ayetin tefsiri)

Hazret-i Âdem ise buna razı olmadı ve Allah’a kurban takdim etmelerini, kimin kurbanı kabul edilirse onun haklı olacağını söyledi. Habil’in kurbanı kabul edildi, Kabil’inki ise reddedildi. Bunun üzerine kıskançlık ve nefsaniyetle Kabil, kardeşi Habil’i öldürdü.

Bu kıssa, sadece iki kardeşin değil, aynı zamanda insanlık tarihinin ilk kıskançlık, hırs, adaletsizlik ve cinayet olayını temsil eder. Olayda bir güzellik tutkusu, bir nefsin azgınlığı, bir de imtihanı kaybetmenin getirdiği kibir vardır.

Bu kıssadan çıkan büyük ders şudur:
Nefsin terbiye edilmediği, hırsın aklı bastırdığı, kıskançlığın vicdanı öldürdüğü yerde; kardeşlik bozulur, kan dökülür, insanlık kaybeder.

*******

Bugün de asrımız, nimet israfı ve namus yozlaşmasıyla yüzleşiyor. Sofralar dolup taşarken, gözler doymuyor. Helal haram farkı kalkıyor, sınırlar siliniyor. Diğer yandan namus; sadece iffetin değil, aynı zamanda haysiyetin, mahremiyetin ve insanın özüyle ilişkili değerlerin bütünüdür. Ne yazık ki medya, moda ve teknolojik teşhircilik; bu mukaddes emaneti her gün biraz daha ayaklar altına alıyor.

Nimet, şükürle korunmalı; namus, iffet ve haya ile muhafaza edilmelidir. Bunlar sadece kişisel değerler değil, aynı zamanda toplumun da bekasını sağlayan ilâhî kollardır. Bu iki değerin kaybı, insanı önce kalben çıplaklaştırır, sonra ahlaken çökertir. Ve sonunda, insanlık da o büyük kapanışa, yani kıyametin fitiline yaklaşır.

Zira Kur’ân, kavimlerin helâk sebeplerini anlatırken; bazen nimet israfını (Sebe kavmi), bazen de namus fıtratını bozan sapmaları (Lût kavmi) örnek verir. Demek ki her asrın bir kırılma noktası vardır. Ve bizim asrımızın kırılma noktası da bu iki imtihandır: Nimetin şükrü, namusun hıfzı…

Korkarım ki nasıl ki geliş sebebimiz bu iki emanetteki imtihandı; insanlığın gidişi de yine bu iki eşiğin ayaklar altına alınmasıyla olacaktır.

MAKALE ÖZETİ:

Nimet ve namus, insanlık tarihinin en büyük iki imtihanı ve emaneti olarak Adem’den bu yana süregelen kritik değerlerdir. Cennetten çıkışın da, ilk cinayetin de merkezinde bu hakikatler vardır. Asrımızda ise nimet israfı ve namus yozlaşması, insanlığı kıyametin eşiğine sürükleyen en büyük tehlikeler hâline gelmiştir. Bu iki değer korunmazsa, hem birey hem toplum için büyük bir çöküş kaçınılmaz olur.

 

 




KIYAMETİN GÖLGESİNDE: BİR FİTNE ATEŞİNİN KÜRESEL YANKISI

KIYAMETİN GÖLGESİNDE: BİR FİTNE ATEŞİNİN KÜRESEL YANKISI

Tarih, zamanın kalbine kazınmış bir sahnedir. Her çağda hak ile batılın çarpıştığı bir zemin olmuş, her devirde küresel imtihanlara sahne olmuştur. Bugün ise insanlık, kıyamete doğru sürüklenen karanlık bir senaryonun içindedir. Bu senaryonun merkezinde, yalnızca bölgesel bir güç değil, küresel bir fitne makinesi vardır: İsrail.

İsrail sadece Gazze sokaklarında çocukları öldüren, sadece Ortadoğu’yu kana bulayan bir rejim değil; aynı zamanda dünya barışını sabote eden, milletleri birbirine kırdıran bir aklın temsilcisidir. Bugün Hindistan’ı Pakistan’a karşı tahrik eden, Güney Asya’da nükleer bir çatışma riskini körükleyen, Çin, Rusya, ABD ve Türkiye gibi büyük aktörleri dolaylı yollarla bu krize çekmek isteyen bir karanlık akıl işlemektedir. Bu, sıradan bir diplomatik strateji değil; bir “Armagedon planı”dır. Bu planın nihai hedefi, insanlığı büyük bir savaşa ve ardından kaosa sürükleyerek kıyameti hızlandırmaktır.

Kur’an’da “fitne katilden beterdir” buyrulur. Çünkü katil bir can alır, fitne ise toplumları, milletleri ve hatta medeniyetleri yok eder. İsrail rejimi, modern dünyada bu fitnenin en bariz temsilidir. Bir yandan Tevrat’ın tahrif edilmiş kehanetlerine dayanarak “vaadedilmiş topraklar” hevesiyle genişleme planları yaparken, öte yandan Hristiyan Evanjeliklerin “Mesih gelsin diye savaş çıksın” hayaline zemin hazırlamaktadır. İşte bu, kıyameti zorlayan bir fitnedir.

Ancak unutmamak gerekir ki kıyamet, yalnızca zamanın sona ermesi değildir; hak ile batılın nihai hesaplaşmasıdır. Bugün yaşanan bu küresel krizler, hakikatle sahte düzenlerin çatışmasının habercisidir. İnsanlığın bu karanlık senaryoya karşı uyanması, fitneyi tanıması ve bu tuzağa düşmemesi gerekir.

Elbette Zalimlerin zulmü devam etmez. Zulüm ne kadar büyük olursa olsun, nihayetinde kendi kendini yiyen bir ateşe dönüşür. İsrail’in ve onu destekleyen karanlık güçlerin tuzakları da bu dünyada adaletin tecellisiyle karşılık bulacaktır.

Bugün Müslümanlara ve hakikati arayan tüm insanlara düşen görev; sadece tepkisel olmak değil, hikmetle, ferasetle, sabırla ve basiretle bu büyük oyunu bozmaktır. Bu, yalnızca bir siyasi direniş değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir kıyamdır.

MAKALE ÖZETİ:

İsrail, sadece bölgesel değil, küresel ölçekte fitne üreten bir güçtür. Gazze’den Hindistan-Pakistan gerilimine kadar uzanan planlarla dünya savaşının fitilini ateşlemekte, Armagedon senaryolarının uygulanmasına zemin hazırlamaktadır. Bu fitne, insanlığı kıyamete sürükleme niyetindedir. Ancak hak-batıl mücadelesinde galip gelecek olan, zulme karşı direnen ve fitneye karşı uyanık olan insanlık olacaktır.

 

 




GENÇLİĞİN HESABI: BERZAH KAPISINDAKİ HAKİKAT

GENÇLİĞİN HESABI: BERZAH KAPISINDAKİ HAKİKAT

“Kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfe’l-kuburun müşâhedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehâdetiyle, ekser azablar gençlik sû-i istimâlâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.”

Bir gün gelir, dünya sessizleşir. Ne şehirlerin gürültüsü kalır, ne de nefsin arzuları… Ve insan, kendini kabir toprağının altında bulur. İşte orası, bir geçiş âlemi olan berzahtır. Ölümle başlayan, fakat sonu olmayan bir hayatın kapısı…

Bediüzzaman Said Nursî’nin buyurduğu gibi: “Kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta…” her insanın yolu kabirden geçer. Orası bir sondan çok, ebedî hayatın eşiğidir. Ve bu eşiğin ardında bekleyen halleri gören, keşf ehli insanlar, yani “keşfe’l-kubur” sahipleri, gençlikte yapılan yanlışların azaba dönüşmüş suretlerine şahitlik ederler. Bu öyle bir şahitliktir ki sadece bireysel değil, bütün ehl-i hakikat tarafından tasdiklenmiş bir gerçektir.

Zira gençlik, insanın hem en güçlü hem de en savunmasız olduğu çağdır. Akıl olgunlaşmadan hevesler coşar, ruh olgunlaşmadan arzular parlar. Ve şeytanın en çok istismar ettiği dönem de bu dönemdir. Gençliğini hoyratça geçiren, şehvet ve gafletle ömrünü tüketen kimseler için kabir, pişmanlıklarla dolu bir sorgu yeridir.

Ne yazık ki zamanımızda gençlik, geçici bir eğlence çağı olarak pazarlanıyor. Reklamlar, medya, sosyal hayat; hepsi gençliği heba etmeye yönelik bir tuzak gibi işliyor. Fakat hakikat apaçık ortadadır: Gençlik bir sermayedir. Ve bu sermaye doğru kullanılmazsa, berzah âleminde ağır bir bedelle karşılaşılır.

Şu halde gençliğin kıymetini bilmek, onu ibadetle, ilimle, güzel ahlakla, hayırla geçirmek; hem dünya hem de ahiret saadetini beraber getirir. Gençliğin istikamet üzere yaşanması, kabir kapısında “keşf ehli”nin gıpta ile seyrettiği nurlu bir hal olur.

Unutulmamalı ki kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. Bu tercihin şekli ise çoğu zaman gençlikte atılan adımlarla belirlenir.

MAKALE ÖZETİ:

Kabir, hayatın geçici yüzünden ebedi âleme açılan bir kapıdır. Ehl-i keşf ve ehl-i hakikatin şahitliğine göre, kabirde çekilen azapların çoğu gençlikteki günahların neticesidir. Gençlik, doğru kullanıldığında sonsuz saadetin anahtarı; yanlış kullanıldığında ise ebedî pişmanlığın başlangıcıdır. Bu yüzden gençliğin gafletle değil, hakikatle geçirilmesi hayati bir meseledir.

 

 




İki Âlemin Anahtarı: Risalet ve Ubudiyet

İki Âlemin Anahtarı: Risalet ve Ubudiyet

*”O zâtın risaleti, imtihan ve ubudiyet için şu dünyanın kurulmasına sebeb olduğu gibi, o zâtın ubudiyetinde yaptığı dua, mükâfat ve mücazat için dâr-ı âhiretin icadına sebeb olur.”

Kâinatın yaratılışına sebep olan, sadece bir insanın varlığı değildir; o insanın taşıdığı misyon, yani Risalet ve ubudiyet vasfıdır. İşte bu zat, Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm), öyle bir mahiyete sahiptir ki, risaleti ile dünya, ubudiyeti ile ahiret yaratılmıştır.

Risalet, Allah’ın kelâmını kullarına ulaştırmak, onları karanlıklardan nura çıkarmak demektir. Bu misyonun sahibi olan Efendimiz (asm), imtihan sahnesi olan dünyayı aydınlatan nurdur. Dünya varsa, onun risaletine olan ihtiyaç içindir. Çünkü imtihan, rehbersiz olmaz. Kur’an, vahiy, nübüvvet, hep bu imtihan sisteminin temel taşlarıdır.

Ama mesele burada bitmez. O Zâtın (asm) ubudiyeti, yani kulluğu, secdeleri, niyazları, ümmeti için ettiği dualar; ahiretin varlık sebebidir. Çünkü o dualar, mükâfat ve mücazat isteyen bir ubudiyetin dilidir. Cenâb-ı Hak, o duaya cevaben, ebedî bir âlem yaratır. Cennet onun duasının mükâfatıdır; cehennem, ubudiyetin ciddiyetine karşılık gelen bir ikazdır.

Yani dünya bir imtihan sahnesi, ahiret ise o imtihanın mükâfat ve mücazat yurdudur. Bu iki âlemin yaratılışına da vesile olan, bir beşerin değil, o beşer içindeki en yüce ruhun, en halis ubudiyetin temsilcisi olan Hz. Muhammed’in (asm) varlığıdır.

Bu bakış açısı, bizi sıradan bir tarihsel figür anlayışından çıkarır. O Zât (asm), sadece bir zamanın değil, bütün zamanların sebeb-i vücududur. O olmasaydı, bu âlem olmazdı. O dua etmeseydi, ahiret olmazdı. O halde hem dünya, hem ahiret ona bağlıdır.

Özet:

Hz. Peygamber’in (asm) risaleti dünya hayatının kurulmasına; ubudiyeti ve duası ise ahiret âleminin yaratılmasına sebep olmuştur. Dünya bir imtihan meydanıysa, ahiret de bu imtihanın sonucudur. Her iki âlemin anahtarı, Efendimiz’in risalet ve ubudiyetinde saklıdır. Bu hakikat, onu sadece tarihî bir şahsiyet değil, bütün kâinatın yaratılış sebebi olarak görmemizi sağlar.

 

 




Sîreti Sûrete Dönenler: İçin Aynası Dışına Yansısa

Sîreti Sûrete Dönenler: İçin Aynası Dışına Yansısa

“Şu medenîlerden çoğunun eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur sûret.
Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevâzin, mîzanıdır şeriat.” Sözler. #lemeat. Bediüzzaman.

İnsan dışıyla değil, içyüzüyle tanınır. Zira kalbin aynası, bir gün mutlaka yüzün çizgilerine vurur. Bediüzzaman Hazretleri, “Şu medenîlerden çoğunun eğer içini dışına çevirirsen…” diyerek, yalnızca bir edebî sanat yapmıyor; aynı zamanda derin bir ahlâkî tahlil sunuyor.

Modern insan, görünüşte şıktır, zariftir, güler yüzlüdür. Fakat o dış cilânın altında neyin saklandığı, gerçek değerleri ortaya koyar. Eğer bu iç dünya görünür olsaydı, nice maymun ruhlu, tilki kurnazlığında, yılan gibi sinsi, ayı gibi hoyrat, domuz gibi süflî karakterler karşımıza çıkardı. Bu teşbihler hakaretten değil, temsili bir teşhisten doğar. Çünkü kalbi kinle dolu olan bir adam, gülümsemesiyle değil, taşıdığı niyetle yargılanmalıdır.

Bu ifadeler, medeniyetin “medeniyetçilik” kisvesi altına sığınıp nefsanîliği, menfaati, sahtekârlığı kutsamasına karşı bir tokattır. Zira Bediüzzaman, medeniyetin değil, zulme, sefahate, hileye dönmüş yoz medeniyetin maskesini yırtmaktadır.

“Zemindeki mevâzin, mîzanıdır şeriat.” Bu cümle ise, kainatta işleyen adaletin, ilâhî denge ve ölçünün, Şeriat-ı Muhammediyye ile tam örtüştüğünü ifade eder. Yani yerin terazisi, semavî ölçüyle tartılır. Bu yüzden şeriat, yalnızca bir ibadetler sistemi değil, ahlâkın ve insanlığın terazisidir. Şeriatın ölçüsünde kalbî bir temizlik, niyetin selameti, hakikatin parlaklığı vardır.

İç dünyası kararmış bir adam, dış dünyayı süslemekle kurtulamaz. Asıl devrim, kozmetikte değil; kalpte, sîrette, niyette yapılmalıdır. Bir cemiyetin gerçek refahı, kalbî arınmışlıkla mümkündür. Şeriat; postların değil, özlerin ölçüsüdür.

Makale Özeti:

Bediüzzaman’ın bu veciz ifadesi, insanın iç dünyasının dışına yansıtılması hâlinde gerçek yüzlerin ortaya çıkacağını vurgular. Medeniyet görüntüsünün ardında vahşet, kurnazlık ve sefahat gizlenebilir. Gerçek ölçü, şeriat terazisidir. İnsanlığın özü, dış görünüşle değil, kalbin temizliği ve ahlâkın derinliğiyle ölçülür. Bu makale, günümüz insanına ahlâkî bir muhasebe çağrısıdır.

 

 




İLİMLE YÜKSELEN İNSAN: MARİFETULLAH’A AÇILAN YOL

İLİMLE YÜKSELEN İNSAN: MARİFETULLAH’A AÇILAN YOL

“Demek insan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billahtır.”

Dünyaya Gelişin Sırrı: Bilmek ve Dua Etmek

İnsan kimdir? Neden yaratılmıştır? Bu dünyaya neden gönderilmiştir? Bu sualler, tarihin her döneminde filozofların, âlimlerin, peygamberlerin ve sade insanların zihnini meşgul etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî, bu sorulara Kur’ânî bir nazarla cevap verir: “İnsan bu âleme, ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.”

Yani insanın bu dünyadaki gayesi sadece yemek, içmek, çoğalmak ve çalışmak değildir. Asıl maksat, tekemmül etmek, yani kemale ermek, olgunlaşmaktır. Bu tekâmülün iki ana vasıtası vardır: İlim ve dua. Bu iki kavram, zahirde farklı gibi görünse de hakikatte birbiriyle iç içedir. Çünkü ilim, Allah’ı tanımaya vesile olduğu ölçüde makbuldür; dua ise, o tanımanın ve kulluğun en derin ifadesidir.

Bediüzzaman, insanın mahiyetini tarif ederken çok önemli bir hakikate işaret eder: “Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır.” Gerçekten de insan, bilmediği zaman cahildir, acizdir, karanlıktadır. Fakat öğrendikçe, bildikçe, tanıdıkça değer kazanır. Ve en kıymetli bilgi, kendini değil, malı değil, eşyayı değil, Yaratıcısını tanımaktır.

Bu yüzden Bediüzzaman der ki: “Bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır.” Yani bütün hakiki ilimler, Allah’ı tanımaya hizmet ettiği sürece hakikidir. Matematik, fizik, astronomi, tıp, psikoloji… Hepsi Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıttığı sürece kıymetlidir. Yoksa kuru bilgi, gururu artırır ama kalbi doyurmaz.

Marifetullah’ın özü ise iman-ı billahtır. Çünkü bir kimse Allah’a inanmazsa, Onu da tanıyamaz. Tanımadığı Zât’a sevgi duyamaz, dua edemez. Oysa iman, kalpte açılan bir pencere gibidir; o pencereden marifet girer, o marifetle de nuranî bir tekâmül başlar. İman olmadan bilgi kuru bir kabuktur. İmanla ise her bilgi, bir meyveye, bir nura, bir hayat kaynağına dönüşür.

İşte insan bu yüzden yaratılmıştır. Yani bilmek için, tanımak için, sevmek için, dua etmek için… Bunlar yoksa, insan bedenen yaşasa bile ruhen ölüdür. Zira marifetullah yoksa, kalp boş kalır; dua yoksa, insan Rabbine muhatap olamaz; ilim yoksa, cehalet karanlığında kaybolur.

Makale Özeti:

Bu makalede, insanın dünya hayatındaki asıl gayesinin “ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül” olduğu vurgulanmıştır. Bütün hakiki ilimlerin özü Allah’ı tanımak (marifetullah), marifetullahın da temelinin iman-ı billah olduğu ifade edilmiştir. İnsan, ancak imanla nurlanır, ilimle olgunlaşır, dua ile yücelir. Bu yolculuk, insanı hakiki insan kılar ve yaratılış gayesini yerine getirmesini sağlar.

 

 




HAYATIN TEZGAHI: KESAFETTEN LETAFETE, TOPRAKTAN NURA

HAYATIN TEZGAHI: KESAFETTEN LETAFETE, TOPRAKTAN NURA

“Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen, her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor.”
“şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küdûretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz’î olan sudan, mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevi’l-idraki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasip, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i latîfeden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.” 29.söz.

Zahirin Külünde Saklı Latif Hakikatler

Hayat, Allah’ın en büyük sanatıdır. Hem yaratılışın hikmetli maksadı, hem de varlık âleminin en latif meyvesidir. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “kâinatın tezgâh-ı âzamı” olan bu muazzam varlıklar sahnesinde, hayat öyle bir istihale (dönüşüm) makinesidir ki, her şeyi işler, arıtır, nurlandırır. Bu dönüşüm sadece maddî değil, mânevîdir de.

Düşünelim: En kaba, en koyu, en cansız unsurlar olan toprak ve su… Bu ikisi zahirde kesif, donuk, şuursuz görünür. Fakat İlâhî Kudret’in bir cilvesi olarak, bu maddelerden hayat fışkırır. Hem de ne hayat! Güzellik taşıyan, şuur barındıran, hareket eden, hisseden ve hatta düşünen bir varlık doğar topraktan. Bir çekirdeğin içinden çiçekler çıkar, bir damla sudan bir kuş yaratılır, bir embriyodan insan meydana gelir. Bu, hem akla hem kalbe susturucu bir delildir.

Hayat sadece vücutlara girmekle kalmaz, onları tasfiye eder, yükseltir, nurlandırır. Cansız bir et parçası hayatla latîfleşir, canlı bir göz olur. Topraktan çıkan bitki, güneşe döner; karanlıktan gelen hayat, ışığa akar. Bu, hayatın terakki verici mahiyetinin bir ispatıdır. Her şey, onun eliyle mânâ kazanır. Cansız taşlar bile hayatla anlamlı bir binaya dönüşür.

Ancak bu iş burada bitmez. Üstad der ki: “Elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasip” olan başka maddelerden de, başka mahlûklar yaratılır. Çünkü Allah, sadece toprak ve sudan değil, nur gibi latif ve gözle görülmeyen maddelerden de varlıklar yaratandır. Hava, elektrik, nur, hatta bizim zulmet zannettiğimiz karanlık bile, bir mebde olabilir. Ve oralardan yaratılan şuurlu varlıklar –melekler, cinler, ruhanîler gibi– vardır ve çoktur.

İşte burada insan aklına bir kapı daha açılır: Varlık, yalnızca gözle görülen değildir. Madde, sadece elle tutulan değildir. Hayat, sadece bizim gibi yaşamak değildir. Allah, “Her şeyin Hâlıkı” olduğu gibi, her çeşit hayatın da sahibi ve sanatkârıdır. Hava gibi latif maddelerden melekler yaratmak, nurdan ruhanîler halk etmek, onun kudretine ağır gelmez. Hem bizim görmememiz, onların yok olduğunu göstermez. Nasıl ki mikroplar gözle görünmezken, varlıkları inkar edilemezse, aynı şekilde meleklerin, ruhanîlerin ve nurani varlıkların da varlığı, aklen ve hikmeten gereklidir.

Demek ki bu kâinat sadece zahirî, kaba bir yığın değildir. Her tarafında latîf varlıklar, ince işçilikler, nuranî feyizler dolaşır. İnsan, bu muazzam tezgâhı sadece toprak ve taş sanmamalıdır. Hayatın elinde nura, şuura, hakikate dönüşen her varlık, İlâhî Kudret’in bir mucizesidir. Ve bu mucizeler, gözle değil kalple görülür. Kalp gözü açık olan, toprağın içindeki çiçeği de, nurun içindeki meleği de fark eder.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 29. Söz’de ifade ettiği gibi hayatın bir istihale (dönüşüm) makinesi olarak kesif unsurları latif varlıklara dönüştürmesi ele alınmıştır. Toprak ve sudan şuur sahibi canlılar yaratıldığı gibi, nur ve hava gibi latif maddelerden de melekler ve ruhanî varlıklar yaratılmaktadır. Hayatın terakki verici, nurlandırıcı ve tasfiye edici yönü vurgulanarak, kâinattaki zahiri kesafetin arkasında derin bir latiflik ve ilahî hikmet bulunduğu ortaya konmuştur.




İstikamet: En Rahat, En Selametli Yoldur

İstikamet: En Rahat, En Selametli Yoldur

“Hem, ahlak-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selametli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir.”(Şualar)

Hayat, yol gibidir. İnsan ise bu yolun yolcusudur. Yol, bazen düz, bazen inişli çıkışlı, bazen de dönemeçlidir. Ancak bu hayat yolculuğunda insanın en çok muhtaç olduğu şey, rotasını kaybetmemesidir. İşte bu rotaya Kur’an diliyle “Sırat-ı Müstakim”, yani dosdoğru yol denir.

Kur’an, her namazda milyonlarca müminin dilinden bu duayı döktürür: “İhdinâs sırâta’l-müstakîm.” (Bizi dosdoğru yola ilet). Çünkü insan, istikameti kaybettiğinde yoldan çıkmış olur. Ve bu sapış, sadece fiziki bir yön kaybı değil; ahlakta, düşüncede, inançta ve niyette de bir sapmadır.

İstikametin Gücü: Denge ve Dürüstlük

İstikamet, sadece haramdan sakınmak veya ibadetleri yerine getirmek değildir. Aynı zamanda, her durumda ölçülü, dengeli ve tutarlı olmaktır. Ahlakta ifrat ve tefritten uzak durmak, kalpte kibirle zillet arasında orta yolu tutmak, davranışlarda ne laubalilik ne de aşırı sertlik göstermemek… Hepsi istikamet üzeri yaşamaktır.

İstikamet, bir şahsiyettir. Yüzü iki tarafa dönenin güvenilirliği kalmaz. Ama sırat-ı müstakimde yürüyen, hem kendine hem başkalarına huzur verir.

En Kolay, En Güvenli Yol

Bediüzzaman’ın ifadesiyle istikamet, “en rahat, en faydalı, en kısa, en selametli yol”dur. Çünkü eğri yollar uzundur, yorar, saptırır, düşürür. Doğru yol ise kısa, güvenli ve neticelidir. Eğri bir çizgi ne kadar uzatılsa da, iki noktayı en kısa bağlayan doğruya yetişemez. Bu yüzden istikamet, hem dünya hem de ahiret huzurunun anahtarıdır.

Zamanın Fitneleri Karşısında İstikamet

Günümüzde hak ile batıl, doğru ile yanlış birbirine karışmış gibidir. Yalanın hakikat suretine büründüğü, batılın makyajla pazarlanıp alkışlandığı bir çağdayız. Böyle bir zamanda istikamet üzere yaşamak, bir mücadeledir. Fakat bu mücadele, en büyük kurtuluş vesilesidir. Kalbini, dilini ve yolunu doğru tutan, bozulmaktan korunur.

SONUÇ ve ÖZET:

İstikamet, insan ahlakında ve hayat yolculuğunda en doğru ve güvenli rotadır. Kısa, kolay ve selametli oluşu, onun Allah’ın razı olduğu yol olduğunu gösterir. Ahlakta, niyette, davranışta ve inançta dosdoğru olanlar, hem bu dünyada huzura, hem de ahirette saadete ulaşırlar. Sırat-ı müstakimden sapmamak, her gün yeniden dua ederek ve irademizi O’nun rızasına teslim ederek mümkündür.

 

 




Kâinat Sofrası: Nimette Saklı Kudretin Sessiz Şehadeti

Kâinat Sofrası: Nimette Saklı Kudretin Sessiz Şehadeti

“Güya kâinat, gül çiçeğinin yaprakları ve mısır sünbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarılı, yüz binler ayrı ayrı, çeşit çeşit sofralardır ki, o sofralar adedince ve onlardaki taaınlar ve nimetler miktarınca diller ile ve ayrı ayrı, külli ve cüz’i lisanlar ile bir Rahman-ı Rezzakı, bir Rahim-i Kerimi bütün bütün kör olmayana gösterir.”(Şualar)

1. Giriş: Varlığın Derinliklerine Açılan Pencere

İnsan, varlık âlemini sadece bakarak değil, görerek ve okuyarak anlamlandırmakla sorumlu bir misafirdir. Bu misafirlik öyle bir sofraya denk gelir ki, o sofra her varlıkta yeniden kurulur. Bir mısır tanesinde sarılıp saklanan bin lezzet; bir çiçekte, bir yaprakta hissedilen güzellik; insanı sadece hayran bırakmaz, aynı zamanda düşündürür: Bu kadar farklı, bu kadar bol, bu kadar hikmetli ikram kimin elinden çıkmaktadır?

2. Kat Kat Sarılmış Sofralar

Bediüzzaman’ın ifadesiyle kâinat, bir gül çiçeği gibi kat kat sarılmış sofralardan ibarettir. Her yaprağın altında ayrı bir renk, ayrı bir desen; her desenin içinde ayrı bir hikmet saklıdır. Mısırın zarif gömlekleri arasında gizlenen taneler gibi, kainatta da her varlık tabakası, iç içe geçmiş nimet halkalarıyla doludur.

Toprağın altında saklananlar, atmosferde dağıtılan oksijen, yeryüzünün renkli meyveleri, gökyüzündeki yıldızlarla çevrili manzaralar… Hepsi bir sofradır. Ve o sofralar sadece mideye değil, kalbe, akla, ruha da ikram sunar.

3. Nimetler Diliyle Konuşan Bir Kâinat

Her nimet, lisan-ı haliyle konuşur. Elma, “Beni kim tattırıyor?” der. Arı, “Bu sistem kimin hikmetiyle işler?” diye fısıldar. Süt, bal, üzüm, nar… Hepsi susmuş görünürken aslında Rahman ve Rezzak olan Allah’ın isimlerini dillendirir.

Bu nimetler sadece sayıca değil, kalite ve sistem açısından da hayranlık uyandırır. Zira her birinin arkasında ölçü, denge, zamanlama, estetik ve ihtiyaç gözetilmiştir. Bunlar tesadüfün değil, bir Rezzak-ı Kerim’in elinin işaretleridir.

4. Kör Olmayana Açık Şehadet

Kör olmayan bir göz, duymayan bir kulak, işlemeyen bir kalp için bu hakikat açıktır: Kainat, susmaz bir Kur’an’dır; her nimeti bir ayettir; her sistem bir sure, her varlık bir kelimedir. Kim dikkatle bakarsa, Rahman olan Allah’ı görür gibi olur.

Bu sofralar sadece ihtiyaç gidermek için değildir; şükür vesilesidir. İnsanın Rabbini tanımasına, Ona bağlanmasına ve nihayet Onunla kulluk bağını kurmasına bir vesiledir.

5. İnsana Düşen: Şükrün Şuuruyla Bakmak

İnsanın görevi bu sofraları sadece tüketmek değil, anlamaktır. Her nimet, bir davetiyedir. “Beni vereni düşün” diyen bir çağrıdır. O halde bu çağrıyı duymak, ona cevap vermek, her lokmanın ardından şükürle secde etmek, insana en layık duruştur.

SONUÇ VE ÖZET:

Kâinat, iç içe geçmiş sofralarla doludur. Her bir nimet, Rezzak-ı Kerim olan Allah’ın bir ikramı ve aynı zamanda bir delilidir. Çiçeklerin yapraklarından mısırın gömleklerine kadar her şey, açık bir lisanla Allah’ın varlığını, birliğini, rahmetini ve kudretini ilan eder. Kör olmayan her göz bu şehadeti görebilir. İnsana düşen, bu nimetleri şükürle karşılamak ve arkasındaki kudreti idrak etmektir.

 

 




İmanın Gözlüğüyle Kâinata Bakmak: Siyah Kalpten Nurlu Gönle

İmanın Gözlüğüyle Kâinata Bakmak: Siyah Kalpten Nurlu Gönle

“Merhametsiz siyah bir kalb, kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat, iman gözüyle baksa, yetmiş güzel hulleler giymiş bir Cennet hurisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetleden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber ve ondaki insan nevini bir kâinat-ı suğra ve her bir insanı bir alem-i asgar müşahede eder.”(Şualar)

1. Kalbin Rengi, Kâinatın Rengini Belirler

İnsan, varlık âlemini dış gözle değil, kalbiyle görür. Kalp temizse, göz de güzeli görür; kalp kararmışsa, göz de her şeyi karanlık görür. Merhametsiz, imansız bir kalp, kâinatı bir matemhane gibi algılar; her şeyin altında zulüm, boşluk, anlamsızlık görür. Bu bakışta ne rahmet vardır, ne umut, ne de hikmet.

Kâinat onun nazarında siyah bir perde gibidir. Her doğum anlamsız, her ölüm bir yokluk, her musibet boş bir rastlantıdır. Oysa mesele, bakılan yer değil; bakışın kaynağıdır: Kalptir.

2. İman Gözüyle Görülen Güzellik

Ancak iman ile bakan bir göz, aynı kâinatta bambaşka bir manzara görür. Kâinat artık ağlayan değil, gülen bir simadır. Rahmetin ince nakışları, hikmetin zarif örgüleri her şeyde hissedilir. Her varlık, Allah’ın isimlerini yansıtan bir ayna olur. Yağmur rahmettir, ölüm dirilişe açılan kapıdır, hastalık şifa vesilesidir, musibet terbiye edicidir.

Bu nazarla bakan kişi, kâinatı Cennet hurisine benzetir: Güzelliğin tabaka tabaka kuşandığı, rahmetin tebessümle aktığı, hikmetin ilmek ilmek örüldüğü bir sanat harikası.

3. İnsan: Kâinatın Küçük Bir Nüshası

Kâinata bu bakışla bakan bir mümin, kendi varlığının da bir “kâinat-ı suğra” olduğunu fark eder. Nasıl ki kâinat baştanbaşa bir sanat galerisidir, insan da o galerinin küçük bir örneğidir. Göz, kulak, kalp, akıl gibi azalarıyla, duygularıyla, hayalleriyle insan; içinde koca bir âlemi taşır.

Kâinatın “insan-ı ekber” olduğu hakikatini anlayan, insanı da “âlem-i asgar” olarak görür. Yani insan, içinde küçük bir âlemdir; ama bu âlem imanla nurlanır, küfürle karanlığa boğulur.

4. Tercih Senindir: Siyah Kalp mi, Nurlu Gönül mü?

İnsan ya zulümle bakan bir göz taşır kalbinde; ya da rahmetle tebessüm eden bir bakışa sahip olur. Bu bakış, hayatın anlamını belirler. Kim imanla bakarsa, acıdan bile lezzet çıkarır. Kim inançsız bakarsa, nimetten bile elem üretir. Yani mesele olaylar değil, olaylara hangi gözle bakıldığıdır.

SONUÇ ve ÖZET:

Kâinatın mahiyeti, ona hangi kalple bakıldığına göre değişir. İmansız, merhametsiz bir kalp; kâinatı anlamsız, karanlık, ağlayan bir yapı gibi görürken; imanlı bir gönül, her şeyi rahmetle tebessüm eden bir surette müşahede eder. İman gözü, insana hem kâinatın hakikatini hem de kendi iç âlemini tanıtır. Kalbin rengi, kâinatın rengidir. O hâlde insan, bakışını değil, kalbini değiştirmelidir.