Ebed Yolcularına Vesika: En Büyük Vazife

Ebed Yolcularına Vesika: En Büyük Vazife

İnsan dünyaya gelir, bir müddet misafir kalır ve ardından ebed yurduna doğru yola çıkar. Her nefes, bu yolculuğun bir adımıdır. Ancak bu yolculuk, dünya seyahatine benzemez. Çünkü menzili görünmez, istikameti gaybdandır, varılacak yer ise ya sonsuz saadet ya da tarifsiz hasrettir. İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

> “Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir.”
(22. Lem’a)

Bu cümle, iman hizmetinin mahiyetini, insana düşen en büyük sorumluluğun ne olduğunu, hem bu dünyaya hem de ahirete bakan yönleriyle izah eder.

1. Vesika Ne Demektir?

Vesika, bir yolculuk için gerekli izin, belge veya delildir. Bir ülkeye girişte pasaport, bir sınavda kimlik, bir göreve girişte belge istenir. Ancak ebedî hayat için gereken vesika, sadece maddî değil, manevîdir.

Bu vesika, sağlam bir iman, salih amel, ihlas ve Allah’a yöneliştir.
Her insan bu dünyadan ayrılırken o vesikaya muhtaçtır. Çünkü:

Kabrin kapısını ancak imanla açabiliriz.

Mahşerde ancak Allah’ın razı olduğu kullar selamete erer.

Sırat’tan ancak nurla geçilir.

2. Zulümatlı Yolda Nur Olmak

Bediüzzaman’ın ifadesinde geçen “zulümatlı yol”, ölümden sonraki meçhul âlemleri temsil eder. Karanlık, belirsizlik ve dehşet doludur:

Kabir karanlığı,

Mahşer kalabalığı,

Sırat’ın keskinliği…

Bu zorlu yolda nur olacak şey, yine imandır. İman, kalbe yerleştiğinde kişinin ameline yansır; ve bu nur, ahirette ışık olur, yol gösterir. Nitekim Kur’an buyurur:

> “O gün mümin erkeklerle kadınların nurları önlerinden ve sağlarından koşar. (Onlara denir ki:) Bugün size müjde, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir.”
(Hadîd, 57/12)

3. En Büyük Vazife: İman ve Hakikatleri Ulaştırmak

Ebed yolcularına bu vesikayı ve nuru kazandırmak için gayret göstermek, en büyük vazifedir. Çünkü:

Bir kişiye hakikati ulaştırmak, onun sonsuz hayatını kurtarabilir.

İnsanlar gafletle, hevâ ile ve şeytanın hilesiyle bu yolculuğa hazırlıksız çıkabilir.

Kalplere ebedî hakikati duyurmak, onları uyandırmak, birer ikaz ve irşad meşalesi yakmaktır.

Bediüzzaman bu yüzden hayatını bu hizmete vakfetmiş, adeta ozetle şöyle demiştir:
Benim vazifem, yalnız hakikati tebliğ etmektir.

4. Günümüzde En Çok İhtiyaç Duyulan Hizmet

Modern hayat, insanı meşgul eder, unutturur, avutur. Ölümü erteletir, âhireti hayal gibi gösterir. Bu sebeple bugün insanların en çok muhtaç olduğu şey, bu ebed yolculuğunu hatırlatan bir sözdür, bir tebliğdir, bir vesikadır.

İnsanlar dünya için bin belge ararken, ebed için çoğu zaman hazırlıksızdır.

Gençler dünya planları yaparken, âhiret planı çoğu zaman yapılmaz.

Oysa ölüm ani gelir; yolculuk hazırlığı olmadan yola çıkılmaz.

5. Vesika Vermek: Davet, Tebliğ ve Şefkat

Ebed yolcularına vesika vermek demek, sadece vaaz vermek değildir. Aynı zamanda:

Bir dostu uyarmaktır.

Bir gence dua etmektir.

Bir kitap hediye etmektir.

Bir hakikat paylaşmaktır.

Her Müslüman bu vazifeye ortaktır. Zira her insan, başkasının ebedini kurtarmaya vesile olursa, kendi ebedine de bir nur kazandırmış olur.

Sonuç: Yolcuları Unutmayan Yolcu

Hepimiz yolcuyuz. Hepimiz ebed tarafına gidiyoruz.
Ama bazı yolcular var ki hem kendi hazırlığını yapar, hem de diğer yolcuların eline vesika tutuşturur.
İşte onlar, bu dünyada Allah’ın en sevgili kullarıdır. Çünkü Allah’ın en sevdiği şey, kullarının kurtuluşudur.

İman nurunu yaymak, karanlıkta yürüyen birine lamba vermektir.
İnsanın ebedine katkıda bulunmak, dünyalara bedel bir iyiliktir.
Ve bu iyilik, hiçbir dünya vazifesiyle kıyaslanamaz.

Özet

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “ebed tarafına giden yolculara vesika ve nur vermek” en büyük vazifedir. Bu vesika, sağlam bir iman ve salih ameldir. İnsanın ölümden sonraki karanlık yolculuğunda ona ancak bu iman ve amel nur olur. İnsanları gaflet uykusundan uyandırmak, iman hakikatlerini ulaştırmak, tebliğ ve irşad yoluyla vesika kazandırmak Müslümanın en yüce sorumluluğudur. Bu vazife sadece din görevlilerinin değil, her mü’minin kalbine yazılmış bir emanettir. Sonsuz yolculukta yol gösteren olmak, Allah’ın en sevgili kullarından biri olmaktır.

 

 




Kur’ân-ı Kerîm’de Allah: Kendini Bize Nasıl Tanıtır?

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah: Kendini Bize Nasıl Tanıtır?

Kur’ân, insanı Rabbi ile tanıştırmak üzere inen bir kelâm-ı ezelîdir. Onu dikkatle okuyan her kalp, Allah’ın kendisini nasıl tarif ettiğini; kudret, rahmet, adalet ve hikmet çizgisinde nasıl tanıttığını sezecektir. Bu makalede – ayetlerden örnekler eşliğinde – “ilâhî otobiyografi” sayılabilecek temel anlatım yollarını ele alacağız.

1. Zâtî ve Sübutî Sıfatların Beyanı

Allah, mutlak tevhidi önce öz (zât) ve sıfat ölçüsünde inşa eder. “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir; doğurmamış, doğurulmamıştır, O’na hiçbir şey denk değildir.” (İhlâs 112:1-4).
Ayet-el Kürsî ise varlık ve tasarrufta hiçbir boşluk bırakmaz: “O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku; göklerde ve yerde ne varsa O’nundur.” (Bakara 2:255).
Bu ayetlerdeki “birdir”, “samed”, “uyuklama tutmaz” gibi ifadeler zâtî (zorunlu, kendinde) ve sübutî (olmazsa olmaz) sıfatları özetler.

2. Esmaü’l-Hüsnâ Yoluyla Tanıtım

Kur’ân, Allah’ın güzel isimlerini (Esmaü’l-Hüsnâ) tefekkür kapısı yapar: “En güzel isimler Allah’ındır; O hâlde O’na onlarla dua edin.” (A’râf 7:180).
“Er-Rahmân, er-Rahîm” merhameti; “el-Hakem, el-Adl” adaleti; “el-Latîf, el-Habîr” en ince detaylara nüfûzu anlatır. Her Esma, tekvinî (yaratılış) ve teşrîî (hukuk-ahlâk) âlemlerine düşen bir tecellî penceresidir.

3. Kâinat Kitabındaki İşaretler

Kur’ân, sık sık bakışlarımızı dış âleme çevirir:
“Yeryüzünde kesin inanç sahipleri için nice deliller vardır; kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?” (Zâriyât 51:20-21). Güneşin yörüngesi, yağmur döngüsü, incir çekirdeğindeki program… Hepsi Allah’ın Hallâk (sürekli yaratan) ve Müdebbir (idâre eden) sıfatlarını sessizce dillendirir. Kur’ân, bu delilleri “ibret” (دلالة) olarak niteleyerek aklı fiile, kalbi tefekküre çağırır.

4. Kıssalar Aracılığıyla Şahsî Tezahür

Nebîlerin hikâyeleri, ilâhî isimlerin tarih sahnesindeki tefsiri gibidir.

Mûsâ kıssasında “el-Kavî” (Mutlak Güç) Firavun’un zulmünü yıkar (Kasas 28:3-7).

İbrâhim’de “el-Vedûd” (Sevgi kaynağı) ve “el-Hâdî” (Hidayet verici) birlikte parlar (En‘âm 6:75-79).

Eyyûb’un sabrı “es-Sabûr” ve “eş-Şâfî” isimlerini yüceltir (Enbiyâ 21:83-84).
Her kıssa, Allah’ın muhatabıyla kurduğu diri iletişimin somut bir aynasıdır.

5. Doğrudan Hitap ve Vicdânî Dokunuş

Kur’ân, “Ey insanlar!” ve “Ey iman edenler!” nidâlarıyla okuyucuya doğrudan seslenir. Bu hitaplar, ilâhî kelâmı soyut bilgiden yaşayan bir sözleşmeye dönüştürür. “Ben yakınım; Bana dua edeni işitir, icabet ederim.” (Bakara 2:186) ayeti, kulluk-dua mıknatısını gösterir: Allah kendini hem muktedir hem muhatap olarak tanıtır.

6. Terbiyevî İkaz ve Müjde Dilimi

Rahmet ve gazap dengesini ders veren ayetler, Allah’ı hem el-Gafûr hem eş-Şedîdü’l-İkâb olarak tanıtır.
“Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, O ona ummadığı yerden rızık kapıları açar.” (Talâk 65:2-3).
“Rabbin cezası gerçekten çok çetindir.” (Burûc 85:12).
Bu denge, insanı sorumlu özgürlüğe taşır: Ümit aşırılığından kurtarıp korku ataletiyle de zincirlemez.

7. Ahiret Tasvirleri ve İlâhî Adalet

Kur’ân’ın diriliş ve hesap sahneleri, Allah’ın Malikü’l-Mülk kimliğini doğrular: “Mülk bugün tek bir Kâhir olan Allah’ındır.” (Mü’min 40:16). Cennet rahmetin, cehennem adaletin görünür hâle geldiği gelecek mozaiğidir. Bu tasvirler, dünyevî perdenin ardındaki ilâhî maksatları şeffaflaştırır.

8. Sonuç: “Kendini Anlatan” Bir Kitap

Kur’ân, Allah’ın kendini tanıttığı bir aynalar derlemesidir:

Tevhid aynası: Eşi-benzeri yok.

Esma aynası: Sınırsız isim ve sıfat.

Kâinat aynası: Her şeyle konuşan düzen.

Kıssa aynası: Tarihte canlı tecellî.

Vicdan aynası: Nefsi tanıklık.
Bu çok katmanlı anlatım, kulda marifeti (tanıma), muhabbeti (sevme) ve itaati (eylem) birlikte inşa eder.

Özet

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ı önce zatî ve sübutî sıfatlarıyla tanıtarak mutlak tevhidi tesis eder; ardından Esmaü’l-Hüsnâ ile merhamet, kudret ve ilim gibi ilâhî vasıfları ayrıntılandırır. Kâinatın işleyişi ve nebî kıssaları bu vasıfları somutlaştırır. Doğrudan hitaplar, ilâhî kelâmı kişisel bir sözleşmeye dönüştürürken, denge hâlindeki müjde ve uyarılar insanın sorumlu özgürlüğünü pekiştirir. Sonuçta Kur’ân, Allah’ın kendini kelâm, kâinat, tarih ve vicdan boyutlarında anlattığı, marifet-odaklı bir rehberdir.




Fikirlerin Susturulduğu Yerde Akan Kan

Fikirlerin Susturulduğu Yerde Akan Kan

Fikirlerin konuşmadığı yerde yumruklar,silahlar konuşur ve savaşlar başlar, kan ve göz yaşları akar.

İnsan, düşünen bir varlıktır. Fikir üretir, tartışır, ikna olur veya ikna eder. Farklı düşünceler, toplumların zenginliğidir; akıl, fikir ve hikmet ile yürüyen medeniyetler; adaletle büyür, ilimle yücelir, ahlakla yaşar. Ne zaman ki fikirlerin konuşmasına izin verilmez, işte o zaman sessizlikten değil, öfke ve kan fırtınalarından söz edilir.

Tarihte nice savaşların, zulümlerin, yıkımların ardında konuşulamamış fikirler, bastırılmış hakikatler, susturulmuş vicdanlar vardır. Fikirle ikna edilemeyen insanlar, zorbalıkla sindirilmeye çalışılırsa, adalet yerini zulme, barış yerini savaşa bırakır.

Hz. Âdem’den bu yana hak ile batılın mücadelesi fikir düzleminde başlamıştır. Habil’in fikri rahmetken, Kabil’in nefsani tutumu onu kardeşinin kanına girmeye götürmüştür. Çünkü öfke, hikmetsizliğin ürünüdür; baskı ise korkunun çocuğudur. Bir toplumda fikirler hür değilse, orada hakikatin sesi kısılır, yerini ya dalkavukluk ya da isyan alır.

Bir mesele konuşulmazsa, çözülmez. Bir fikir susturulursa, çoğalır. Yasaklanan her düşünce, yeraltına çekilir, orada büyür ve zamanı geldiğinde şiddetle ortaya çıkar. Oysa ifade özgürlüğü, bir milletin nefes alma borusudur. Düşünen insan, konuşan insan; susturulmuş insan ise patlamaya hazır bir volkan gibidir.

Toplumlar; fikirle, ilimle, ahlakla yoğruldukça yükselir. Aksi halde silahlar konuşur, sokaklar kanla yıkanır, gözyaşları sel olur. Her bastırılmış fikir, bir gün isyan olarak karşımıza dikilir. Her susturulmuş söz, bir kurşuna dönüşebilir.

Bu yüzden fikirden korkmamalı. Fikre fikirle karşılık vermeli. En sapkın düşünce bile akılla, ilimle ve sabırla çürütülmeli. Bir milletin gerçek gücü, susturulmuş ağızlarda değil, özgür zihinlerde yatar. Çünkü en güçlü ordu, hakikati savunan kalemlerdir.

Şunu da unutmamak gerekir ki, bir toplumda herkes aynı şeyi düşünüyorsa, orada kimse düşünmüyor olabilir. Fikir zenginliği, farklılıkların bir arada yaşamasıdır. Tek ses, tek akıl, tek düşünce; çoğu zaman felaketi getirir. Çünkü hakikat, çoğu kez azınlıktadır.
Hz. Peygamber ve onun döneminde sahabeler azdı. Bugünde dünya geneline göre hatta kendi içindeki istikameti sürdürebilir itibariyle bir çoğunluğu oluşturmamaktadır.

Bugün dünyada akan kanların çoğu, fikirlerin bastırıldığı topraklarda akıyor. Kiminin dini, kiminin dili, kiminin mezhebi susturulmak isteniyor. Oysa konuşulsaydı, anlaşılsaydı, dinlenseydi belki de bu kadar gözyaşı dökülmeyecekti. Demek ki en büyük değişim, fikirde başlar. En büyük savaş, cehalete karşı verilir.

Unutulmamalıdır: Kalemler kırılırsa, kılıçlar konuşur. Fikirler susturulursa, tabancalar patlar. Hakikat hapsedilirse, adalet ölür.

Makale Özeti:

Bu makale, fikirlerin konuşulamadığı, susturulduğu ortamlarda çatışmaların, şiddetin ve savaşların kaçınılmaz olduğuna dikkat çeker. Tarihten örneklerle, fikir hürriyetinin önemi vurgulanır; zihinlerin susturulmasının kan ve gözyaşına yol açtığı anlatılır. Fikirlerle mücadele edilmesi, ifade özgürlüğünün korunması gerektiği savunulur.
Hakaret edilmediği, ölçü korunduğu, herkesin özgürlüğünün bittiği yerde başkasının hürriyeti başladığı gibi veya herkesin özgürlüğünün başladığı yerde başkasının özgürlüğü bitmiş olur.
Kalıcı barış ve adaletin, silahla değ




TERK VE TEFEKKÜR: İKİ YOL, TEK HAKİKAT

TERK VE TEFEKKÜR: İKİ YOL, TEK HAKİKAT

“Der tarik-i Nakşibendî lazım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk” ile “Der tarik-i aczmendî lazım âmed çâr çiz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz”

İnsanın kendini tanıması, Rabbini tanımasına açılan ilk kapıdır. Fakat bu tanıma, kuru bir bilgiyle değil; nefsin arınması, kalbin saflaşması ve ruhun yükselmesiyle gerçekleşir. Tasavvuf yolları işte bu manevi terakki için birer yoldur, birer terbiyedir. Bu yollardan biri olan Nakşibendîlik “terk” esasına dayanırken; Aczmendîlik ise “kabul” ve “idrak” esasına dayanır.

İlk mısrada Nakşibendî yolunun dört temel prensibi şöyle ifade edilir:

“Der tarik-i Nakşibendî lazım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk”

Yani:

1. Terk-i Dünya: Kalben dünyadan geçmek; mal, makam ve şöhreti gaye edinmemek.

2. Terk-i Ukbâ: Cennet arzusuna bile bağlanmadan sadece Allah rızasını aramak.

3. Terk-i Hestî: Benlikten, varlık vehminden sıyrılarak “hiçliğe” ulaşmak.

4. Terk-i Terk: Bu terk ettim duygusunu bile terk ederek, “terkten dahi geçmek”, yani mutlak tevhid ve fenâya ulaşmak.

Bu yol, nefsin kat kat soyulmasını, arınmasını, adeta insanın hiçleşmesini ister. Varlık vehminden sıyrılmak, Hakk’ın mutlak varlığında fani olmakla mümkündür.

İkinci mısra ise Aczmendî meşrebinin dört temel düsturunu bildirir:

“Der tarik-i aczmendî lazım âmed çâr çiz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz”

Yani:

1. Fakr-ı Mutlak: Kendi zenginliğinden değil, Allah’ın rahmetinden beklemek.

2. Acz-i Mutlak: Kudret ve kuvvetten soyunup, her şeyi Allah’a havale etmek.

3. Şükr-ü Mutlak: Her halde, her nimette, hatta musibette bile şükredebilmek.

4. Şevk-i Mutlak: Bütün bu hallere rağmen ruhen coşmak, Allah’a olan sevgiyle yanmak.

Aczmendîlik; insanın fakirliğini, acizliğini, minnettarlığını ve aşkını bir gül gibi sunarak Rabbine yönelmesini öğütler. Bu yol, benliğin soyulmasından çok, acz ve fakrını idrakle Allah’a yaklaşmayı esas alır.

Her iki yol da hakikatin yoludur. Nakşibendîlik “terk ederek ulaşmayı”, Aczmendîlik ise “hiç olduğunu bilerek yaklaşmayı” öğütler. Biri susarak ve yok olarak seyreder; diğeri ağlayarak ve yalvararak… Ama neticede her ikisi de kulun, Rabbini bulduğu birer seyr u sülûk yoludur.

MAKALE ÖZETİ:

Nakşibendîlik ve Aczmendîlik, insanı nefsinden arındırarak Allah’a yaklaştırmayı hedefleyen iki tasavvuf yoludur. Nakşibendîlikte dört “terk” ile benlikten soyutlanma esastır; Aczmendîlikte ise dört “mutlak hal” ile acziyetin ve minnettarlığın idraki vardır. İki yol da farklı metotlarla aynı hakikate ulaşır: Allah’a kul olmak, O’nu tanımak ve sevmek.

 

 




İnayet Eli: Şefkatin Ardındaki Sonsuz İlim

İnayet Eli: Şefkatin Ardındaki Sonsuz İlim

“Bütün zihayat, zişuur aleminde, her neve ve her ferde, hususi ve ona münasip ve umuma şamil inayetler, şefkatler, himayetler, bedahet derecesinde ihatalı bir ilme delalet ve o inayetlere mazhar olanları ve ihtiyaçlarını bilen bir Alim-i İnayetkarın vücub-u vücuduna hadsiz şehadetler eder,” (Şualar)

Kâinat, sahipsiz bir boşluk değil; her canlı, başıboş bir varlık değil. Her zîhayat, her şuur sahibi mahlûk, hem kendi varlığı hem de hayatının her anındaki destek ve korumayla bir Rahmân’ın elinden çıktığını haykırır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; her nevin ve ferdin hususi bir inayet, şefkat, himaye altında bulunması, arkasında her şeyi kuşatan bir ilmi ve her şeyi bilen bir İnayetkâr’ı gösterir.

Bir anne kuşun yavrusuna olan şefkati, bir arının çiçekten tam da ihtiyacı olan özleri alabilmesi, bir kedinin yavrusunu saklaması, balığın binlerce yumurtasına karşı gösterilen hikmetli koruma; hepsi tesadüfle açıklanamayacak derecede muntazam ve gayelidir. Çünkü şefkat, rastgele doğamaz. Bilmek gerekir ki şefkat edilsin. Görmek gerekir ki korunma sağlansın. İşitmek gerekir ki ihtiyaç giderilsin. Bu ise şuursuz tabiatın değil, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Alîm-i Rahîmin eseridir.

Bütün bu şefkat, inayet ve koruma halleri; kör, sağır, şuursuz sebeplerle değil, doğrudan doğruya her şeye hakkıyla ilmiyle ve kudretiyle muhatap olan bir Zat’ın varlığını isbat eder. Çünkü bilinmeden bir şey korunmaz; tanınmadan bir şey sevilmez; görülmeden bir şey himaye edilmez. İşte, her canlının hayatındaki bu nazik, hikmetli, ölçülü yardımlar; gören, bilen, tanıyan bir Rabbin varlığını apaçık ilan eder.

Bu yüzden, bir karıncanın yiyeceğini bulması, bir kuşun göç yolunu şaşırmaması, bir annenin yavrusuna karşı merhameti, aslında gökleri yaran bir dua gibidir. Bu varlıklar, hâl lisanlarıyla “Biz sahipsiz değiliz” derler. Ve bu hal, her an yeniden yazılan bir tevhid senedidir.

Özet:

Bu makale, her canlıda görülen özel şefkat, inayet ve himayenin, her şeyi kuşatan bir ilmin ve bilinçli bir İlahî kasdın delili olduğunu ortaya koyar. Her canlının ihtiyaçlarına tam zamanında ulaşması, onun Rabb’inin varlığını ve her şeyi bilen bir Zat’ın inayetini gösterir. Şefkat ve koruma ancak bilmekle mümkündür; bu da Vacibü’l-Vücud olan Allah’ın şahitliğidir.




Bir Tohumun Lisanında Tevhid: On Beş Dil ile Konuşan Kudret

Bir Tohumun Lisanında Tevhid: On Beş Dil ile Konuşan Kudret

“Evet, mesela nutfeler, yumurtalar, tohumlar, çekirdekler, herbiri birden ilimden gelen bir ince nizam ve o nizam, maharetten gelen tam bir mizan içinde; o mizan, yeni bir tanzim, o ise taze bir ölçü ve tevzin içinde; o dahi bir temyiz ve terbiye ve müteşabih emsalinden kasti farika alametleri içinde; o da sanatlı bir tezyin ve süslenmek içinde; bu dahi hakimane, layık, mükemmel cihazat ve tasvir içinde; bu ise kerimane, rızık isteyenlerin zevklerini memnun etmek için, o mahlukların ve meyvelerin etleri ve yenilen kısımlan ihtilaf içinde; bu ise alimane, mucizane, ayrı ayrı nakışlar, zinetler içinde; bu da ayn ayrı güzel, hoş kokular ve lezzetli tatlar içinde; ki kemal-i intizam içinde, birbirinden mütemayiz, ayn iken, kesret ve sürat ve vüsat-i mutlaka içinde, sehivsiz, hatasız, bütün onlann suretlerinin inkişafları ve her mevsimde o harika halin devamı içinde, bütün o mübareklerin herbiri ve beraber, bu mezkur on beş dil ile ustalarının harika maharetini ve mu’cizâtlı ilmini göze gösterip Allamü’l-Guyub, Vacibü’l-Vücud Sanilerini güneş gibi bildiriyorlar.
İşte bu pek geniş ve parlak şehadetleri ve Sanini tebrikleri içindir ki, Mirac Gecesinde bütün mahlukat hesabına konuşan zat-ı Muhammediye (a.s.m.) El Mübarekât kelimesini selam yerinde demiş.
“(Şualar)

Her bahar bir diriliş, her tohum bir sır, her meyve bir kelamdır. İnsan gözü, çoğu zaman alışkanlık perdesiyle bakar ve gördüğü şeylerdeki mucizeyi fark edemez. Oysa toprak altındaki bir çekirdekte, göze görünmeyen bir hücrede, kudretin kalemiyle yazılmış sayısız delil ve işaret saklıdır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle; bir nutfe, bir yumurta, bir çekirdek öyle bir nizam, mizan, tanzim, tezyin, terbiye ve tasvir sürecinden geçer ki, her bir safha, arkasındaki sonsuz ilmi, şuur sahibi bir zatın kastını ve rahmetle yoğrulmuş bir sanatı gösterir. Her mahlûk, adeta on beş ayrı dille Allah’ın varlığını ve birliğini ilan eder. Ve her bir lisan, sadece ilimle değil, aynı zamanda hikmet, rahmet, inayet ve ihsan ile örülmüştür.

Topraktan çıkan bir nar tanesi; içindeki çekirdek sayısı, zarif dizilimi, dış kabuğu, içindeki suyu, lezzeti, kokusu ve besleyici yapısıyla bir laboratuvar hüviyetindedir. Bütün bunlar birbirinden bağımsız değil, tek bir Kudretin iradesiyle birlikte işler. Üstelik bu işler, sehivsiz, hatasız, büyük bir hız ve genişlikte, aynı anda milyarlarca defa gerçekleşir. Bu, kâinatta rastgeleliğe, tesadüfe yer bırakmaz.

Bu muazzam şehadet sebebiyledir ki, Mirac gecesinde, bütün mahlukat adına konuşan Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Et-Tahiyyatü lillâhi” diyerek; bütün varlıkların tesbihatını, selamını, secdesini Allah’a takdim etmiştir. Çünkü tohumdan meyveye, çekirdekten ağaca kadar her şey, kendi lisanınca “Allah var, birdir ve her şeye kadirdir” demektedir.

Zira tohumlar susmaz, çekirdekler susturulamaz. Onlar her mevsimde yeniden dile gelir.

Özet:

Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan bir pasajdan hareketle, tohumlar, çekirdekler ve mahlukatın yaratılışındaki hikmet ve kudreti ele alıyor. Her mahlûkun ilim, hikmet, sanat ve rahmetle yaratıldığı ve bu yaratılışla Allah’ın birliğine on beş ayrı dille şahitlik ettiği vurgulanıyor. Sonuçta, kainattaki her varlığın sessizce ama açıkça Allah’a birer tahiyyat sunduğu anlatılıyor.

 

 




Bir Şeyi Yaratan Her Şeyi Yaratandır: Birliğin Derin Sırrı

Bir Şeyi Yaratan Her Şeyi Yaratandır: Birliğin Derin Sırrı

Gözü yaratan kim ise, gözün gördüğünü de yaratan O’dur.
Kulağı yaratan kim ise, kulağın işittiği sesleri de yaratan O’dur.
Dili yaratan kim ise, dilin kullandığı sesleri ve tatları da yaratan O’dur.
Böylece bir şeyin her şeyle ve her şeyin de bir şeyle bağlantısı vardır.
O halde bir şeyi yaratan kim ise,her şeyi yaratan da O’dur.

İnsan, gözünü açtığı andan itibaren bir bütünle yüz yüzedir: Gördüğü manzaralar, işittiği sesler, tattığı lezzetler, hissettiği duygular… Her biri ayrı ayrı mucizeyken, aralarındaki uyum daha büyük bir hakikati fısıldar: Birlik ve tevhit.

1. Göz ile Görülen Arasındaki İnce Bağ

Göz, sadece bir organ değil; ışığı, rengi, şekli ve hareketi hissedebilen bir mucizedir. Ancak göz tek başına hiçbir anlam ifade etmez. Eğer dış âlemde renkler, ışıklar ve şekiller yaratılmamış olsaydı, göz görse bile görecek bir şey bulamazdı.

O hâlde gözü yaratan kim ise, gözün gördüğü âlemi de O yaratmıştır.

2. Kulak ile Ses Arasındaki Ahenk

Kulak, sadece bir et parçası değildir; frekansları ayırt eden, müziği, sözleri, uyarıları işiten eşsiz bir sistemdir. Ancak seslerin yaratılmadığı bir âlemde kulak, sadece suskunluğa mahkûm olurdu.

Demek ki kulağı yaratan, işitilecek sesi de yaratmak zorundadır. Ve O tek Zat, ikisini birlikte düzenlemiştir.

3. Dil ile Tatlar ve Konuşma Arasındaki Kudret Zinciri

Dil, hem konuşmaya hem de tat almaya yarar. Tatlar yaratılmasa, dilden tat gitmiş olurdu. Kelimeler yaratılmasa, dilin konuşması manasız kalırdı. Yani tat ile dil, ses ile konuşma arasında gizli bir rabıta vardır.

Dili yaratan, hem konuşmayı hem de lezzeti yaratandır.

4. Varlıklar Arası Mükemmel Uyum ve İlişki

İşte bu noktada çok önemli bir hakikat doğar: Bir şeyi hakkıyla yaratan, onunla ilişkili olan her şeyi de yaratmak zorundadır. Çünkü o şey, kendiliğinden var olamaz. Kendisiyle tam uyum içinde olan bir başka şeyle bağ kurar. O bağ, kör tesadüflerin işi olamaz. Göz ile ışık, kulak ile ses, mide ile gıda, ciğer ile hava, arı ile çiçek, toprak ile yağmur… Her biri, karşılıklı ihtiyaçla var edilir. Bu da gösterir ki:

Bir şeyi yaratan kim ise, her şeyi yaratandır.

5. Şirkten Tevhide Giden Yol

Eğer bir şeyi Allah yaratıp başka bir şeyi başkasına bıraksaydı, kainatta bu mükemmel denge kurulamazdı. Oysa her şey, diğer şeyle uyum içindedir. Bu da gösteriyor ki, evrenin her köşesinde hükmeden bir tek irade, bir tek kudret, bir tek ilim vardır. O da Allah’tır.

Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Allah, her şeyi yaratandır. O, her şey üzerine vekildir.”
(Zümer, 62)

> “Sizin ilahınız bir tek ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur. O, Rahman’dır, Rahîm’dir.”
(Bakara, 163)

6. Hikmetle Bakan Gözler İçin İbret

Bir parmağın hareketi bile tüm bedenle ilgilidir. Bir damla su, bir fidanı yeşertir; o fidan, meyve verir; meyve, bir canlının rızkı olur. Hayat bir ağ gibidir. Her düğüm, diğer düğümlere bağlıdır. Ve bu ağın tamamı, tek bir Zat’ın ilminde, kudretinde ve hikmetindedir.

ÖZET

Göz ile görüntü, kulak ile ses, dil ile tat ve kelime arasındaki uyum, kainatta ilahi bir düzenin varlığına delildir. Bu uyum, bize şu gerçeği gösterir: Bir şeyi yaratan kimse, onunla ilgili olan her şeyi de yaratmak zorundadır. Çünkü bu parçalar birbirine bağımlı ve anlamlıdır. Öyleyse bir şeyi yaratan Zat, bütün kainatı da yaratandır. Bu hakikat, bizi tevhid nuruna götürür ve imanımızı sağlamlaştırır.

 

 




Suda Saklı Hayat ve Kozmik Ayrılış: Enbiyâ 30’un Hikmeti

Suda Saklı Hayat ve Kozmik Ayrılış: Enbiyâ 30’un Hikmeti”

Kur’an-ı Kerim’in Enbiyâ Sûresi 30. ayeti, hem yaratılış mucizesine hem de ilahi kudretin hikmetine dair derin işaretler taşır:

“İnkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişikken Biz onları ayırdık? Ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ mı inanmazlar?”
(Enbiyâ, 30)

Bu ayet, hem kozmolojik gerçeklere hem de biyolojik hakikatlere işaret eder. Modern bilimle tefsir edildiğinde Kur’an’ın mucizevî yönü daha belirginleşir; ancak bu ayetin asıl amacı iman ve tefekkürdür. Şimdi ayeti üç temel boyutta ele alalım:

1. “Göklerle yer bitişik iken” ifadesi ve Kozmik Gerçeklik

Ayette geçen “ratkan” kelimesi, Arapça’da “birbirine yapışık”, “sıkı bir bütün” anlamına gelir. Burada gökler ve yerin başlangıçta birleşik olduğu, sonra “fefeteknâhumâ” yani “ayrıldıkları” bildirilir.

Bu ifade, günümüz kozmolojisinde Big Bang (Büyük Patlama) olarak adlandırılan teoriyle dikkat çekici bir paralellik arz eder. Bilim insanları, evrenin başlangıçta tek bir yoğun nokta hâlinde olduğunu ve büyük bir patlamayla genişlediğini söylemektedir. Bu da Kur’an’da yaklaşık 1400 yıl önce haber verilen bu “kozmik ayrılma” ile örtüşmektedir.

2. “Her canlı şeyi sudan yarattık” ifadesi ve Biyolojik Hakikat

Ayetin ikinci kısmı, “ve ce‘alnâ mine-l mâ’i külle şey’in hayy” yani “Her canlı şeyi sudan yarattık” ifadesidir.

Bu cümle, hayatın kaynağı olan suya işaret eder. Bütün canlı organizmaların temel yapı taşı olan hücrelerin büyük kısmı sudan oluşur. Canlıların yaşaması, üremesi ve faaliyet göstermesi suya bağlıdır. Bugün uzay araştırmalarında dahi “hayat belirtisi” aranırken ilk bakılan şey su varlığıdır.

Kur’an’ın bu biyolojik gerçeği, bilimden çok önce haber vermesi onun ilahî menşeini bir kez daha isbatlar niteliktedir.

3. Kur’an’daki Diğer Muradif (Benzer) Ayetler

Kur’an’da yaratılış ve suyun hayat vericiliğine dair başka birçok ayet vardır. Bazıları şunlardır:

“Allah her canlıyı sudan yarattı…” (Nûr, 45)

“Biz gökten su indirdik ve onunla her çeşit bitki çıkardık…” (Lokman, 10)

“O sudan bir beşer yarattı…” (Furkan, 54)

Bu ayetler birlikte değerlendirildiğinde, suyun hem fiziksel hem de ruhî dirilişe vesile bir nimet olduğu görülür.

4. İnançsızlara Çağrı ve Tefekkür Daveti

Ayetin sonunda gelen “Hâlâ mı inanmazlar?” sorusu, sadece bilgi vermek değil, vicdanlara ve akıllara dokunmak isteyen bir çağrıdır. Bilimsel gerçeklerin arkasında gizli olan ilahi düzen ve hikmet, ancak tefekkürle ve kalp gözüyle anlaşılabilir.

Kur’an, sadece mucizevi bilgi vermek için değil, imanı derinleştirmek ve düşünmeyi teşvik etmek için bu gerçekleri dile getirir.

5. Hikmetli Sonuçlar ve Düşündürücü İbretler

Evrenin yaratılışı başıboş değildir; bir Kudret Eli dokunmuştur.

Su, sadece biyolojik değil, manevî dirilişin de simgesidir.

Her ayrılış (gök ve yer gibi) yeni bir düzenin başlangıcıdır; kaos değil, nizamdır.

İnsan, sudan yaratıldığı gibi, yine “rahmetin yağmuru” ile dirilecektir.

ÖZET

Enbiyâ Sûresi 30. ayeti, evrenin yaratılışına ve hayatın sudan var edilişine dair hem bilimsel gerçekleri hem de imanî hakikatleri dile getirir. “Göklerle yerin bitişik olması”, evrenin ilk hâlini; “su ile hayatın yaratılması” ise canlılığın temelini ifade eder. Kur’an, bu ayetle inkâr edenleri düşünmeye, inananları ise şükre ve tefekküre davet eder. Ayetin sonunda gelen “Hâlâ mı inanmazlar?” sorusu, çağlar ötesinden bugüne seslenen bir ilahi hatırlatmadır.




Nurun Geldiği Gün: Kâinatın Mana Bulduğu An

Nurun Geldiği Gün: Kâinatın Mana Bulduğu An

“Evet, Muhammedin (a.s.m.) getirdiği Nur ile kâinatın mahiyeti, kıymeti, kemalatı ve içindeki mevcudatın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk eder. Ve kâinat, baştan başa gayet manidar mektubat-ı İlahiye ve mücessem bir Kur’an-ı Rabbani ve muhteşem bir meşher-i asar-ı Sübhaniye olur. Yoksa, adem ve hiçlik ve zeval ve fena karanlıklarında yuvarlanan karma karışık vahşetli bir virane ve dehşetli bir matemhane mahiyetine düşer. Bu hakikate binaen, kâinatın kemalatı ve hikmetli tahavvülatı ve sermedi manalan, kuvvetli bir tarzda “Neşhedü Enne Muhammeden Resulullah” der.” (Şualar)

İnsanlık tarihi boyunca varlıkla yokluk arasında sıkışmış bir soru yankılandı durdu: “Bu kâinat nedir? Nereden geldi, nereye gidiyor?” Akıl, gözle gördüğünü yorumlamaya çalıştı; kalp ise görmediğini hissetmeye. Fakat cevaplar hep yarım kaldı, suretler gölgeye karıştı, anlam buhar olup uçtu. Ta ki, bir Nur geldi. Bu Nur, kâinatın kilidini açan bir anahtardı. Ve o Nur, Hz. Muhammed’di (aleyhissalâtü vesselâm).

Kâinata Mana Veren Nübüvvet Güneşi

Risale-i Nur’un şu veciz hakikati ne güzeldir: “Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği Nur ile kâinat, baştan başa mektubat-ı İlahiye olur.” Yani, o gelmeden önce bir harabe gibi görülen bu âlem, onun nübüvvet gözüyle bir sanat galerisine dönüştü. Her şey, her varlık, bir mektup oldu. Bir anlam taşıdı, bir mesaj verdi. Çünkü o Peygamber, sadece bir ümmete değil; kâinata rahmetti.

Onunla birlikte yıldızlar boşlukta savrulan taşlar olmaktan çıkıp bir nizamın lambaları hâline geldi. Rüzgâr, başıboş bir esinti değil; ilahi emirlere memur bir hizmetkâr oldu. Dağ, taş, hayvan, bitki, insan—hepsi bir görevle yaratılmış, bir neticeye bağlıydı. Kısacası, varlıkla yokluk arasında giden gelen insanlık, onun gelişiyle varlığın içindeki hikmeti fark etti.

Nur Olmazsa Ne Kalır?

Ama ya o Nur olmasaydı? Kâinat, sahipsiz bir virane gibi; ölüm, kaçınılmaz bir yok oluş gibi; hayat, karanlık bir muamma gibi kalacaktı. İnsan, anlamı olmayan bir hevesin peşinden sürüklenen bir hayvan gibi yaşayacaktı. Ne doğum sevinç olurdu, ne ölüm bir vuslat… Her şey fenaya, hiçliğe, tesadüfe teslim olacaktı. O zaman âlem, bir matemhane olurdu; çünkü hiçbir şeyin kalıcı anlamı olmayacaktı.

Nur Geldi ve Şehadet Etti:

Kâinata onun gözüyle bakıldığında, her şey yerli yerine oturur. Varlık, gayesiz değil; yokluk, anlamsız değil; insan, sahipsiz değil. İşte bu yüzden “Neşhedü enne Muhammeden Resulullah” sadece bir söz değil, kâinatın en büyük hakikatine şahitliktir. Çünkü kâinatın hikmeti, onun gelişiyle çözülmüştür.

SONUÇ ve ÖZET:

Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği nur, kâinatın manasını ortaya koymuştur. O nur olmazsa, kâinat karanlık bir harabe; insan, anlamını yitirmiş bir yolcu olur. O nur ile kâinat, bir Kur’ân gibi okunur, bir sanat galerisi gibi seyredilir, bir mektup gibi anlaşılır. Bu yüzden kâinat, bütün zerreleriyle “Şehadet ederiz ki Muhammed Allah’ın elçisidir” der. Çünkü onunla hakikat görünür hâle gelmiştir.




Risale-i Nur ve Herkesin Kendisini Bulduğu Hakikatler

Risale-i Nur ve Herkesin Kendisini Bulduğu Hakikatler

Hayat bir muammadır. Her insan, kendine verilmiş olan ömür sermayesiyle bu muammayı çözmeye çalışır. Kimisi arar ama bulamaz; kimisi bulur ama anlayamaz. Ve kimisi vardır ki hem arar, hem bulur, hem de anlar. İşte Risale-i Nur, bu üçünü de mümkün kılan bir hazine, bir ilham menbaı, bir hakikat aynasıdır.

Risale-i Nur Külliyatı, sadece bir bilgi kitabı değil; kalbin, aklın ve ruhun aynasıdır. Her okuyan, orada kendi halini bulur. Kimi gafletten uyanır, kimi imanı derinleştirir, kimi varlık içindeki yokluğu fark ederken, kimi yokluk içindeki sonsuz varlığa ulaşır. Bu eserler öyle bir tarzda yazılmıştır ki, felsefe ile boğulan akla ışık olurken; şüphe ile sarsılan kalbe sükun verir, ümitsizlikle çöken ruha ümit aşılar.

Her Kademeye Hitap Eden Bir Hakikat

Bir çocuk safiyetinde olan, orada sevgiyi bulur. Bir genç istikamet ararken, orada pusulayı görür. Bir alim, tefekkürde derinlik ararken, orada hikmetin en parlak kıvılcımlarını seyreder. Bir hasta teselli ararken, orada şifayı hisseder. Çünkü Risale-i Nur sadece bilgi değil, aynı zamanda bir “hal tercümanı”dır.

Her Kalbe Bir Pencere Açan Kelam

Risale-i Nur, mecazların perdesiyle hakikati gösterir; temsillerin içinden hakikatin çekirdeğini çıkarır. Her bir risale bir pencere açar: Kimine kâinattan, kimine nefisten, kimine Kur’an’dan, kimine tarihten… Ama her pencere sonunda bir kapıya çıkar: Allah’a, iman ve marifetullaha…

Okuyan yalnızca bir metinle değil, kendisiyle karşılaşır. “Ben kimim?”, “Nereden geldim?”, “Nereye gidiyorum?” sorularının yankı bulduğu bir derinliktir bu eser. Ve her insan kendi aynasında bir parıltı görür.

Ruhlara Ruh Olan Bir Rehber

Risale-i Nur’un büyüklüğü, yalnız ilimle değil; ruhla, hal ile ve kalple konuşmasındadır. O yüzden dinleyene de okuyan kadar hitap eder. Sadece zihni değil, hissi, hayali ve gönlü de seferber eder. Hangi ruh ararsa arasın, ona kendi lisanında seslenir. Çünkü bu sözler, Allah adına, Allah için ve Allah yolunda söylenmiş hakikatlerdir.

SONUÇ ve ÖZET:

Risale-i Nur, her insanın ruhuna göre kendini bulabileceği ilahi bir hakikat pınarıdır. Kimi düşüncesine ışık, kimi gönlüne şifa, kimi hayatına yön arar; hepsi bu eserlerde karşılık bulur. Her seviyede, her arayışta, her ihtiyacın cevabı, Risale-i Nur’un satır aralarında değil, doğrudan kalbe inen hakikatlerinde saklıdır. O yüzden denmiştir ki: Risale-i Nur, ruhlara ruh olur.




İlim Asrının Eşiğinde: Kuvvetin Yeni Sahibi

İlim Asrının Eşiğinde: Kuvvetin Yeni Sahibi

“Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.’ “

İnsanlık tarihi boyunca kuvvet, çoğu zaman bilekte, silahta ve zenginlikte aranmıştı. Ne var ki, zaman döndü; çağ değişti. Bediüzzaman Hazretleri’nin veciz bir ifadeyle haber verdiği gibi:
“Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır.”

Bu söz, yalnızca bir gözlem değil, bir kehanet değil, hikmete dayalı bir tespittir. Zira hakikat şudur: Artık çağ, ilmin çağındadır. Söz sahibi olan, elinde mızrak değil, bilgi tutandır. Dünya üzerinde fikir akımlarını, toplumsal dönüşümleri, teknoloji ve siyaseti yönlendirenler, kılıçla değil, kalemle, yazılımla, matematikle hükmedenlerdir.

Eskiden kuvvet, fiziksel güçteydi; şimdi ise matematiksel denklemde, bilimsel deneyde, algoritmik üstünlükte… Bu sebeple, milletler de artık askerî silahlardan önce zihinleri ve araştırma laboratuvarlarını kuşanmaktadır. İlimden uzak kalan, zamanla söz hakkını da yitirir.

Fakat burada sorulması gereken esas soru şudur: İlim ne için kullanılacak?
Eğer ilim, adalet, hakikat ve marifetullah yolunda yürütülürse, insanoğlu hem dünyasını hem de âhiretini imar eder. Fakat ilim, sadece nefsanî çıkarlar ve menfaat için kullanılırsa, insanlığı bir uçuruma götürmesi kaçınılmaz olur. Atomun parçalanması barışa da yarayabilir, yıkıma da.

İşte bu noktada:
Madem hakikat budur, hakaik-i imaniye, bu asırda ulûm ve fünûn suretinde inkişaf edecektir.
Yani yalnızca fen ilimleri değil; imanî ilimler de ilmin diliyle anlatılmalıdır. Çünkü çağın insanı, artık aklı ikna etmeden kalbi doyuramamaktadır. Bu sebeple Risale-i Nur gibi eserler, fen ve din ilimlerini barıştıran ve imanı akılla temellendiren bir vasıtadır.

Özet:

İnsanlık, ahir zamanda ilme ve fenne yönelecek; kuvvet ilmin eline geçecektir. Bu gerçek, çağımızda açıkça tecelli etmektedir. Ancak bu ilim, marifetullah ve ahlak ile terbiye edilmezse, insanlığa zarar verebilir. Bu yüzden imanî hakikatler, çağın dili olan ilimle anlatılmalı; akıl ve kalp birlikte tatmin edilmelidir. İlim, doğru yolda kullanıldığında hem dünya hem âhiretin inşasına vesile olur.

 

 




Görünmeyen Düşman: Elbisesizliğin İmtihanı ve Şeytanın Hilesi

Görünmeyen Düşman: Elbisesizliğin İmtihanı ve Şeytanın Hilesi

“Ey Âdem oğulları! Şeytan nasıl anne-babanızın üzerinden elbiselerini soyup edep yerlerini birbirlerine göstermiş ve onları cennetten çıkarmışsa, sakın aynı şekilde sizi de dünyada tâbi tutulduğunuz imtihanlarda kaybetmenize sebep olarak benzer bir belânın içine atmasın! Çünkü şeytan ve soyu, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları iman etmeyenlere dost ve onların işbirlikçileri yaptık.”Araf.27.

İnsanlık tarihi, iki büyük misafirle başlar: Âdem ve Havvâ. Cennette açılan bu yolculuk, çıplaklıkla sınanan bir görünmez düşman üzerinden şekillenir. A‘râf Sûresi 27. ayet, bu hakikatin perdesini aralayarak bize şeytanın ilk zaferini ve insanın ilk gafletini hatırlatır:

> “Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne babanızın üzerinden elbiselerini soyup edep yerlerini birbirine göstermişti…”

Şeytanın ilk vesvesesi, bir elbiseyi çıkarmakla başlamıştır. Ancak bu elbise sadece bir kumaş parçası değil, hayânın, edebin, masumiyetin örtüsüdür. Şeytan, bu örtüyü yırtarak önce cenneti kaybettirmiştir. Bugün ise aynı senaryo farklı formlarda sahneleniyor: Medya, moda, dijital akımlar, mahremiyeti ifşa eden sanal ortamlar… Bunlar şeytanın günümüzdeki “görünmez orduları”dır.

Ayette geçen “Onlar sizi görür, siz onları göremezsiniz” ifadesi, şeytanın savaşını daha tehlikeli hale getirir. Çünkü görülmeyen düşman, gaflet anını fırsat bilir. İnsan, kendisini görünmez zannederek açık saçıklığa veya günaha sürüklenir ama şeytanın kamerası daima açıktır. Her açıklık, sadece bedende değil, ruhta da yaradır.

Bugünün insanı, şeytanın bu planını “özgürlük” adı altında takdim edilen çıplaklıkla tanıyor. Oysa bu özgürlük değil; ruhun zindanı, mahremiyetin sürgünüdür. Elbiseyi çıkarmakla insan cennetten dünyaya düştü; bugün ise mahremiyetin kaybıyla dünyadan daha aşağı bir duruma yuvarlanma tehdidiyle yüz yüzedir.

Allah’ın uyarısı nettir: Şeytanı ve onun vesveselerini tanıyın, onun adımlarına tâbi olmayın. Çünkü onun hedefi, sizi tıpkı ilk insan gibi örtüsüz, savunmasız ve cennetsiz bırakmaktır.

Özet:

A‘râf Sûresi 27. ayet, insanın şeytanla ilk imtihanını ve onun hâlâ süregelen taktiklerini ortaya koyar. Şeytanın hedefi, insanın edep örtüsünü soyarak onu gaflete ve günaha sürüklemektir. Bu ayet, günümüz dünyasında mahremiyetin, hayânın ve iffetli duruşun şeytanî akımlara karşı nasıl korunması gerektiğini hatırlatır. Elbiseyi değil, maneviyatı kuşanmak, bu imtihanda galip gelmenin yoludur.

 

 




İttihadın Ruhu: Hayatın ve Dirilişin Sırrı

İttihadın Ruhu: Hayatın ve Dirilişin Sırrı

“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkarane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider.” (Tarihçe-i Hayat)

“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir.” der Bediüzzaman. Bu ifade, yalnızca sosyal birlikteliğe değil, bütün varlık âlemine hükmeden ilahî bir kanunun özetidir. Çünkü hayat, başıboşluğun değil; birlik, düzen, intizam ve uyumun meyvesidir.

Hayatın Şartı: Vahdet ve Uyum

Bir bedeni düşünelim: kalp kendi başına atsa, akciğer kendi temposunda çalışsa, sinirler rastgele sinyaller yollasa… O bedende hayat kalır mı? Kalmaz. Zira hayat, her bir parçanın diğerine uyumla çalıştığı ittihadî bir nizam ister. Bu uyum gittiğinde, hayat da gider. Vücut dağılır, can uçar.

Tıpkı bunun gibi, bir millet, bir cemaat, bir aile yahut bir dava, ancak ittihad ile hayat bulur. Kalpler ayrıysa, menfaatler çatışıyorsa, fikirler birbirini iptal ediyorsa, orada manevî hayat yaşanmaz. Ceset ayaktadır belki ama ruh çoktan çekilmiştir. Göz görür ama fer yoktur. Söz vardır ama tesir yoktur. Kalabalık vardır ama kuvvet yoktur.

İmtizaçkârane İttihad: Zoraki Değil, Gönüllü Uyum

Burada bir başka hakikate parmak basılır: İmtizaçkârane ittihad… Yani zorla, baskıyla, yapay bir birliktelik değil; kalpten gelen, içten içe birbirine kaynamış bir beraberlik… Gerçek manada hayat ancak böyle bir ittihad ile doğar. Zira görünürdeki birlik yetmez; gönüller birleşmeli, idealler aynı gökte doğmalı, hedef bir olmalıdır.

Toplumda huzurun, İslam ümmetinde dirilişin, ailede saadetin, cemiyette barışın sırrı buradadır. Allah’ın emrettiği vahdet, yalnız bir arada durmak değil; birbirinin dertleriyle dertlenmek, yükünü paylaşmak, sevinciyle sevinmek demektir. Tıpkı bir beden gibi, bir göz ağrısa tüm bedenin sızlaması gibi…

İttihadın Gitmesi: Manevî Ölüm Başlar

İttihad gittiğinde, hayat gibi maneviyat da kaybolur. Kalpler kararır, niyetler bozulur, emeller ayrılır. Bu durumda hak, bâtıla karşı zayıf düşer. Batıl cephesi ise şeytanın ilhamıyla tefrikayı körükler, ayrılığı teşvik eder.

Bugün ümmetin hâli, bu cümlede gizlidir: İttihad bozulmuş, hayat çekilmiştir. Diriliş yeniden hayat bulmakla mümkündür. Hayat ise ancak ittihadla mümkündür. Demek ki, bu çağın en büyük cihadı; kalpleri birleştirmek, akılları bir maksada yöneltmek, elleri bir işe kenetlemektir.

Özet:

Hayat, yalnızca biyolojik bir varoluş değil; birlik, bütünlük ve uyumla doğan ilahî bir nimettir. “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir” ifadesi; gerek beden, gerek toplum, gerek ümmet bazında, hayatın ancak gerçek birliktelikle var olabileceğini anlatır. Bu birlik kaybolduğunda, manevî hayat da söner. Dirilişin, gücün ve saadetin sırrı; samimi, içten ve gayeye yönelik bir ittihaddır.

 

 




İran: Tarih Boyunca Bir Truva Atı mı?

İran: Tarih Boyunca Bir Truva Atı mı?

Hindistan ve İran resmen stratejik ortaklık kurduklarını duyuruyor.
Çünkü Hindistan Pakistan’a düşman.
Ermenistanla ortaklık kuruyor.
Çünkü Türkiye’yle bir asırdır savaşta.
Pkk ile iş birliği yapıyor.
Çünkü Pkk 50 yıldır Türkiye’de terör estiriyor.
İsrail ve ABD ile perde altında pazarlık sürdürürken, bir yandan da birbirlerini besliyorlar, göstermelik düşmanlık senaryolarıyla.
Çünkü 1960 yılından beri Abd ve İsrail Türkiye’de her 10 yılda bir darbe yapıyor.
Türkiye’nin veya islama ve İslam devletlerine düşman olan kim varsa İran onun yanında.
İran İslam ülkelerinin Truva atıdır.
1501 yılından Şah İSMAİL Yani Safevilerden beri Şia yayılmacılığı politikasını sürdürüyor.
Hz. Ömerin süper devlet Sasani imparatorluğunu yıktığından beri siyasi İslam adı altında İstikametli İslam olan ehli sünnete düşmanlığını sürdürüyor.
Camilerinde Hulefa-i Raşidinin üçüne, hilafette Hz. Aliye haksızlık yapıp gasbettikleri bahanesiyle ve Hz. Aişe gibi sahabelere lanet ediyor.
Fransadan 1979 yılında özel uçakla irana getirilip darbe yaptırılan Humeyniyi kim besledi ve besliyor?
Türkiye’yi kontrol etsin diye mi?
İran kime hizmet ediyor?

*******

İslam dünyası, yüzyıllardır birliğini arıyor. Fakat bu birlik, ne zaman filizlenmeye kalksa, ya içerden bir fitneyle ya da dış müdahalelerle baltalanıyor. Bu sürecin en dikkat çeken aktörlerinden biri ise şüphesiz İran’dır. Tarih boyunca İslam ümmeti içinde bir “mukaddes ayrılıkçı” gibi hareket eden İran, bugün de siyaset sahnesinde benzer bir rolü üstlenmiş görünmektedir.

Tarihi Derinlik: Safevîlerden Günümüze

1501 yılında Şah İsmail’in Safevîler’i kurarak Şiiliği devlet mezhebi ilan etmesi, yalnızca bir din tercihi değil, aynı zamanda bir politik duruştu. Osmanlı hilafetine rakip olmak için kurulan bu yapı, Anadolu’da kanlı mezhep savaşlarının fitilini ateşledi. Ehli Sünnet’e karşı sistemli bir düşmanlık başlatıldı. Bu tutum, İran’ın bugünkü dış politikasının da temel kodlarını oluşturdu.

Safevîler’den beri İran, kendisini İslam ümmetinden çok, kendi mezhebi ekseninde tanımladı. Bu tutum, ümmet birliğini parçalayarak İslam coğrafyasının adeta kanayan yarası oldu. O dönemin Şii uleması, camilerde Hulefâ-i Râşidîn’in üçüne ve Hz. Aişe’ye lanet okumayı bir ibadet gibi gördü. Bu dil, günümüzde hâlâ bazı çevrelerde devam ettirilmektedir.

Modern Dönem: Humeyni’nin Uçağı Nereden Kalktı?

1979 devrimiyle birlikte İran, bir kez daha ümmet coğrafyasına “öncü İslam devleti” gibi sunuldu. Ancak ne gariptir ki bu devrim, Paris’ten özel uçakla taşınan bir liderle başladı. Humeyni’yi Fransa’dan Tahran’a taşıyan o uçağın arkasındaki gölge, bugün hâlâ net biçimde sorgulanmamıştır. Humeyni’nin gelişiyle İran, sadece bir rejim değil, bir ideolojik ihracat politikası da başlattı.

İslam dünyasına “devrim ihraç etme” söylemi, aslında bir Şii yayılmacılığı projesiydi. Lübnan’da Hizbullah’ı, Yemen’de Husîleri, Irak’ta Haşdi Şabi’yi, Suriye’de Esed’i destekleyerek bu politikanın sahada karşılığını oluşturdu. Ne acıdır ki bu yapıların çoğu, ümmetin can düşmanı İsrail’e karşı değil, Sünnî Müslümanlara karşı silah kullandı.

Gizli ve Açık İttifaklar: Sözde Düşmanlık, Gerçekte Menfaat Ortaklığı

İran bugün, bir yandan ABD ve İsrail karşıtı nutuklar atarken, perde arkasında bu devletlerle çıkar temelli ilişkilerini sürdürüyor. Irak’ta, Afganistan’da, hatta Suriye’de ABD ile örtülü operasyonlarda birlikte hareket ettikleri artık sır değil. İran’ın Hindistan, Ermenistan ve PKK gibi Türkiye düşmanı unsurlarla kurduğu yakın ilişkiler ise bu tabloyu daha da netleştiriyor.

Hindistan, Pakistan’a düşmandır. İran, Pakistan’ın karşısında Hindistan’la iş birliğine gider. Ermenistan, Türkiye ile tarihi ve kültürel çatışma içindedir. İran, Ermenistan’a destek verir. PKK, Türkiye’de 50 yıldır terör estirir. İran, zaman zaman bu yapıyla örtülü ilişkiler geliştirir. Bu tercihler bir tesadüf mü? Yoksa bilinçli bir “Türkiye’yi dengeleme” siyaseti mi?

İran Ne Zaman Ümmetin Yanında Oldu?

Mısır’daki darbe karşısında sessizdi. Suriye’de yüz binlerce Sünnî Müslüman katledilirken, Esed’i destekledi. Irak’ta işgalin ardından oluşan Şii eksenli yönetimlere sahip çıktı. Yemen’de ise Sünnî halkın üzerine roket yağdıran grupları finanse etti. Tüm bu adımlar, İran’ın “İslam birliği” değil, “mezhep birliği” peşinde olduğunu gösteriyor.

Sonuç: Fitneye Karşı Basiret Vakti

İran, ümmetin ortak düşmanlarına karşı bir “direniş ekseni” kurduğunu iddia etse de pratikte izlediği yol, ümmeti parçalama eksenine dönüşmüştür. Bugün İslam dünyasının en büyük ihtiyacı, mezhepler üstü bir vahdet anlayışıdır. Fakat İran bu anlayışa değil, tarihi kinlerine ve stratejik menfaatlerine göre pozisyon almaktadır.

Bu açıdan İran, tıpkı antik Truva atı gibi, dışardan İslam’a benzeyen ama içerden onu parçalamayı hedefleyen bir yapı olarak görülmelidir. Fitneyi teşhis etmeden birlik olmaz. Mezhebi fanatizme karşı ilmi, basireti ve tarihi feraseti kuşanmak her Müslümanın sorumluluğudur.

Özet:

İran, Safevîler döneminden bu yana Şii mezhebi üzerinden bir yayılmacı siyaset yürütmektedir. 1979 devrimiyle başlayan süreçte, Şiilik bir mezhep olmaktan çıkarılıp bir dış politika aracı haline getirilmiştir. ABD ve İsrail’e sözde düşmanlık, ama perde arkasında menfaat ilişkileriyle şekillenen bu politika, ümmet birliğini tehdit etmektedir. Hindistan, Ermenistan ve PKK ile kurulan stratejik ilişkiler, Türkiye’ye karşı dolaylı bir duruş sergilemektedir. İran, ümmet için birleştirici değil, ayrıştırıcı bir aktör haline gelmiştir. Bu sebeple, ümmetin basiretli olması ve hak ile bâtılı ayıracak feraseti kuşanması gerekmektedir.

 

 




KÖKSÜZLÜĞÜN BEDELİ: ADEM’İN ÇOCUKLARI NİÇİN BİRBİRİNİ ÖLDÜRÜR?

KÖKSÜZLÜĞÜN BEDELİ: ADEM’İN ÇOCUKLARI NİÇİN BİRBİRİNİ ÖLDÜRÜR?

İnsanlık tarihi boyunca değişmeyen bir gerçek vardır: Adem’in çocukları birbirine kıyar. Kardeş kardeşi öldürür, millet milletle çatışır, insan insanın kurdu olur. Bin yıllardır akan kanın, dökülen gözyaşının ardında yalnızca çıkar, toprak, servet ya da ideoloji mi vardır? Yoksa bu görünenlerin arkasında daha derin, daha kadim bir sebep mi saklıdır?

Köksüzlük… Evet, belki de insanlığın kanla yoğrulmuş geçmişinin en büyük sebebi, insanın kendi köklerinden, yaratılış gayesinden kopmuş olmasıdır. Bir ağacın toprağıyla bağı kesilirse, önce yaprakları solar, sonra gövdesi kurur, nihayetinde devrilip çürümeye yüz tutar. İnsan da öyledir; Rabbiyle, fıtratıyla, hakikatle bağını kaybettiğinde ne kalbi sağ kalır, ne ruhu canlı kalır, ne de aklı hikmetle işler.

Bugün dünyada yaşanan savaşların, çatışmaların ve bölünmelerin temelinde akıl-kalp-ruh dengesinden uzaklaşmış bireyler ve toplumlar vardır. Akıl varsa ama kalp yoksa, merhametsiz bir zekâya dönüşür; kalp varsa ama akıl yoksa, hedefsiz bir coşku olur; ruhsuz bir beden ise sadece dünya için yaşar, hakikati unutup hırsın esiri olur.

Kur’an-ı Kerim, ilk kan dökümünü bize Hâbil ve Kâbil kıssasıyla anlatır. Kâbil’in kıskançlığı, nefsinin rehberliğinde yaptığı o ilk cinayet, insanlığın köksüzlüğe düştüğü ilk kırılma noktalarından biridir. Kâbil, Allah’a değil, nefsine kul olmuştu. Kendi öz kardeşini öldürerek, sadece bir insanı değil, kardeşliğin, merhametin ve adaletin köklerini de o gün toprağa gömmüştü.

Eğer insan Kur’an’ın nuruyla aydınlanmamışsa, insan en azgın hayvandan daha zalim olabilir. İşte bu yüzden bugün “medeniyet” adı verilen birçok yapının temelinde köksüzlük vardır. İnsanlık ortak bir kalbî değer taşımadığında, ruhlar aynı hakikate yönelmediğinde, akıllar sadece menfaat için çalıştığında savaş kaçınılmaz olur.

Barışı getirecek olan; top, tüfek, anlaşma değil; insanın yeniden kökleriyle buluşmasıdır. İnsanın kendisini yaratanı tanıması, ona yönelmesi, aklını vahiy ile, kalbini sevgi ile, ruhunu hakikatle doyurmasıdır. İşte o zaman Adem’in çocukları yeniden kardeş olabilir.

MAKALE ÖZETİ:

İnsanlık tarihindeki savaşların temelinde yalnızca dünyevî sebepler değil, derin bir köksüzlük problemi yatmaktadır. İnsan, yaratılış gayesinden ve manevi köklerinden koptukça akıl-kalp-ruh bütünlüğünü kaybeder, bu da zulmü ve savaşı beraberinde getirir. Kalpsiz akıl, akılsız coşku ve ruhsuz bedenin hâkim olduğu toplumlarda barış kalıcı olamaz. Çözüm, insanın tekrar fıtratına dönmesi, Allah’la ve hakikatle bağını kurmasıdır.