Emanete Hıyanet: Ene’nin Unutulan Vazifesi ve Kozmik Korku

Emanete Hıyanet: Ene’nin Unutulan Vazifesi ve Kozmik Korku

“Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse o vakit emanette hıyanet eder

وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا

altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. “
Sözler. 30. Söz

*********

> “Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse o vakit emanette hıyanet eder.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 30. Söz

Ene: İlâhî Kudrete Ayna mı, Yoksa Sahte Bir Malik mi?

İnsanlık, kendisine emanet edilen ene (benlik) vasıtasıyla Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakla mükelleftir. Ene, İlâhî tecellîlere ayna olmak için verilmiş bir ölçü birimi, bir manivela gibidir. Lakin bu emaneti doğru anlamayan kişi, kendi varlığını mana-yı harfiyle (Allah’a işaret eden bir pencere olarak) değil de mana-yı ismiyle (kendi adına ve kendinde var zannederek) görmeye başlarsa, emanete hıyanet etmiş olur.

İşte bu hıyanet, Kur’an’ın “قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا” (Aldanıp Nefsini kirleten hüsrana uğramıştır) ayetinin tehdit ettiği ruhî iflasa yol açar.

Enaniyetin Dalalet Üreten Yüzü

Ene kendini malik sandığında, üç büyük sapmaya zemin hazırlar:

  1. Şirk: Kendisini malik zannederek, Allah’ın mutlak mülkünü parçalara ayırır ve mahluklara dağıtır.
  2. Dalalet: Varlığın anlamını kendi bakışına göre şekillendirir; hakikatin kaynağını unutur.
  3. Hıyanet: İlâhî emanet olan fıtratı kendi nefsine rehin bırakır, hakikatin yolundan sapar.

Bu yüzden enaniyet, dalaletin ana kaynağı, şirkin ilk kapısı ve ilahlık vehminin çıkış noktasıdır.

Kozmik Bir Korku: Semavat, Arz ve Cibal Neden Ürktü?

Kur’an’da anlatıldığı gibi, Allah Teâlâ emaneti (sorumluluk ve bilinç) göklere, yere ve dağlara teklif ettiğinde hepsi çekinmiş ve ürkmüştür. Çünkü bu emanetin içinde, ene sırrı ve serbest irade gibi büyük hakikatler saklıdır.

Bediüzzaman, bu ürkütücü durumun hakikatini şöyle açıklar:
Semavat ve arz ve cibal, “farazî bir şirk” ihtimalinden dahi korkmuşlar. Çünkü eğer ene, kendini malik sanırsa:

İlahlık vehmine kapılır.

Başkalarını da ilahlaştırır.

Kâinatın düzenini şirke alet eder.

Yani bu farazî bir şirk değil, potansiyel bir helak kaynağıdır. Dağların, göklerin, yerin bile çekindiği bu sorumluluk, insanın eline verilmiş ve maalesef çokları tarafından da suistimal edilmiştir.

Hakiki Kurtuluş: Enenin Vazifesini Hatırlaması

Ene, ancak kendi yaratılış hikmetini hatırlarsa, asli görevine döner:

Kendine malik olmadığını, Malik-i Hakikî’nin Allah olduğunu anlar.

Kendini tanımakla Rabbini tanımaya yönelir.

“Ben kimim?” sorusuna “Allah’ın bir kuluyum” cevabını verir.

Böylece emanete hıyanet değil, sadakat göstermiş olur. O zaman da ne arz, ne gök, ne de dağlar ürker. Çünkü insan emanetin kıymetini bilmiş, ona sadakatle riayet etmiştir.

Özet:

Bu makalede, insanın yaratılışına yerleştirilen ene adlı emanetin doğru anlaşılmazsa nasıl dalalet, şirk ve hıyanete yol açacağı izah edilmiştir. Bediüzzaman’a göre, ene kendini malik sanarsa, İlâhî nizamı dağıtır, şirke kapı açar.
Bu yüzden Kur’an’daki “emaneti yüklenme” kıssasında, semavat, arz ve cibal dahi bu emaneti üstlenmekten çekinmiştir.

Kurtuluş, enenin kendisini Allah’a bakan bir ayna olarak görmesiyle mümkündür. O vakit benlik, ilahî hakikatin hizmetine girer, şirk ve hıyanet yok olur. İşte o zaman insan, dağları bile korkutan bir emanete sadakat göstermiş olur.

 




Varlık Mertebeleri: Mümkinâtın Gölgesi ve Vâcibin Nuru

Varlık Mertebeleri: Mümkinâtın Gölgesi ve Vâcibin Nuru

“Evet, Kur’ân, şeriatın müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi’ ve kesretli ilimlerini, tarîkatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini kendi ilminin denizinden akıttığı gibi; daire-i mümkinâtın hakiki hikmetini ve daire-i vücûbun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gàmızasını o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor.”
Sözler. 25. Söz.

“mümkinatın vücudu, vâcibin nurundan bir gölge olduğu cihetle, vehmî bir mertebededir. Vâcibin emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sâbit ve müstakar kalır. Demek mümkinatın vücudu bizzat hakikî bir vücud-u haricî olmadığı gibi, vehmî veya zâil bir zıll de değildir. Ancak, Vâcibü’l-Vücudun icadıyla bir vücuttur.”
Mesnevî-i Nuriye. 117.

**********

  1. Mukaddime: Varlık Denen Hakikat Nedir?

İnsan zihni, var olan her şeyi “mevcut” zanneder. Oysa varlığın bir hiyerarşisi ve ontolojik mertebeleri vardır. İşte bu noktada, İslamî kelam ve tasavvuf geleneği içinde şekillenen daire-i vücûb ve daire-i mümkinât kavramları devreye girer.
Bediüzzaman Said Nursî, bu iki daireyi Kur’ânî tefekkür ve marifet penceresinden değerlendirmiş; insan idrakine sarsıcı bir tevhidî bakış açısı kazandırmıştır.

  1. Daire-i Vücûb: Zâtı ile Vâcip, Varlığı Zorunlu Olan

Vâcibü’l-Vücud, yani varlığı zatı gereği olan tek Zât Allah’tır. O’nun varlığı:

Ezelîdir: Başlangıcı yoktur.

Ebedîdir: Sonu yoktur.

Zatîdir: Başka hiçbir sebebe, illete bağlı değildir.

Zarurîdir: Yokluğu düşünülemez.

Bediüzzaman bu varlık dairesini “daire-i vücûb” olarak isimlendirir. Bu dairede yalnızca Allah vardır. O’nun dışındaki her şey mümkün mertebededir.

  1. Daire-i Mümkinât: Olabilirlik Mertebesi ve Gölge Varlıklar

Mümkinât, yani mümkün varlıklar, kendi başlarına var olamazlar. Varlıkları:

Muhtaçtır: Kendi kendilerine var olamazlar.

Mümkündür: Olabilir de olmayabilir de.

İzafîdir: Gerçek varlıkları yoktur, Allah’ın yaratmasıyla varlık kazanırlar.

Hudûsîdir: Sonradan var edilmişlerdir.

Bediüzzaman’a göre mümkinatın vücudu, “Vâcibin nurundan bir gölge” gibidir. Kendi zatından değil, Allah’ın emriyle ve yaratmasıyla bir “haricî vücut” kazanır.

  1. Vehmî Gölge Değil, Zıllî Varlık: Ne Gerçek, Ne Hiçlik

Bazı bâtınî yorumlarda, mümkinatın vücudu tamamen vehmî yani hayal ürünü olarak görülmüştür. Ancak Bediüzzaman bu noktada itidalli bir çizgi çizer:

> “Mümkinatın vücudu bizzat hakikî bir vücud-u haricî olmadığı gibi, vehmî veya zâil bir zıll de değildir.”

Yani, ne tamamen gerçek ne de tamamen hayaldir. Bu varlıklar, Allah’ın kudretiyle yaratıldıkları için, zıllî (gölgesel ama yaratılmış) bir varlığa sahiptir. İşte bu denge, hem vahdet-i vücûd gibi mutasavvıf yorumlardan hem de maddeci anlayışlardan ayrışır.

  1. Kur’ân’ın Varlık Tasnifi: İlmin Denizinden Akan Marifet

Bediüzzaman’ın ifadesiyle Kur’ân:

Daire-i mümkinâtın hikmetini, yani kâinatın akıl almaz düzenini ve ahengini anlatır.

Daire-i vücûbun ilmini, yani Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları ve mutlaklığı gibi meseleleri ders verir.

Daire-i âhiretin marifetini, yani gaybî âlemleri, ölüm sonrası hayatı ve ebediyet yurdunu haber verir.

Tüm bunları tek bir denizden, yani İlâhî İlim ve Kudret deryasından akıtır.

  1. Tevhidin Zirvesi: Mümkinâtın Aynasında Vâcibin Tecellisi

Bu varlık tasnifi, yalnız felsefî bir düşünce değil, hakikatin merkezidir. İnsan, daire-i mümkinât içinde yer aldığını ve varlığının zatî değil, Allah’ın icadı olduğunu idrak ettiğinde:

Gururdan kurtulur.

Tevhide yönelir.

Aczini ve fakrını bilir.

Şükür ve ubudiyetle gerçek kulluğa ulaşır.

Varlığı mutlaklaştıran modern insanın, kendi zayıflığını “hakikî bir varlık” gibi sunması, en büyük metafizik sapmadır. Oysa insan bir gölgeler âleminde yaşamaktadır ve o gölgeler, tek bir Nur’un yani Allah’ın kudretiyle görünür hale gelmektedir.

Özet:

Bu makalede, daire-i vücûb (Allah’ın mutlak varlığı) ile daire-i mümkinât (yaratılmış varlıklar) arasındaki farklar ele alınmıştır.

Vâcibü’l-Vücud olan Allah’ın varlığı zatî ve zorunludur.

Mümkinâtın varlığı ise izafî, yaratılmış ve Allah’a muhtaçtır.

Mümkinat ne tamamen gerçek ne de hayalidir; Allah’ın kudretiyle bir zıllî varlık kazanır.

Bu bakış açısı, insanı gururdan arındırır, tefekküre yöneltir ve tevhidi marifetle derinleştirir. Varlığın anlamı bu tevhid ekseninde şekillenir ve insan, kendi aczini ve ubudiyetini idrak ettikçe Hakk’a yaklaşır.

 




Taşeronluk Tuzakları: Hegemonya Oyununun Kürtler Üzerindeki Karanlık Gölgesi

Taşeronluk Tuzakları: Hegemonya Oyununun Kürtler Üzerindeki Karanlık Gölgesi

  1. Giriş: Hakkı Terk Eden, Batılın Oyuncağı Olur

Tarih boyunca hak dava taşımayan her hareket, bir süre sonra güçlülerin elinde taşeron bir araca, yönsüz bir fırtınaya dönüşmüştür. Din, akıl ve vicdan gibi asli referanslarını yitiren her oluşum; ya emperyal güçlerin oyununda bir piyon olur ya da kendi halkına zulmeden bir despotizme dönüşür.

Bugün, PKK’nın üst düzey yöneticilerinden Besê Hozat’ın itiraf niteliğindeki açıklamaları bu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir. Hozat’ın sözleri, sadece bir strateji değişikliği değil; aynı zamanda ideolojik bir iflâsın, ahlâkî bir savruluşun da ilanıdır.

  1. İsrail’in Hegemonya Planı ve Ortadoğu’nun Yeniden Dizaynı

Ortadoğu, yüzyıllardır jeopolitik oyunların, mezhep ve etnik kışkırtmaların, böl-parçala-yönet stratejilerinin sahnesi olmuştur. Bu sahnede en çok kullanılan aktörlerden biri de, Kürt halkı olmuştur. Ne acıdır ki, Kürtler defalarca bu planların bir parçası yapılmış, özgürlük ve kendi kaderini tayin hakkı gibi yüce kavramlar, emperyalizmin maskesi hâline getirilmiştir.

Besê Hozat, “Bölgenin dizaynı İsrail’in güvenliği ve çıkarları temeline oturtuluyor” diyerek bu oyun planını itiraf etmiştir. İsrail’in hedefi:

İran, Türkiye ve Arap dünyasını dengeleyecek bir tampon güç oluşturmak,

Sınırları parçalayarak istikrarsız mikro yapılar tesis etmek,

Kürt unsurları kullanarak İsrail’in etki alanını genişletmek.

Bu, ne Kürt halkının menfaatinedir ne de bölgenin selameti için hayırlıdır.

  1. PKK’nın Dönüşümü: Sözde Devrimden Fiilî Taşeronluğa

Kuruluş yıllarında marksist-leninist çizgide sözde “devrimci” bir yapılanma olarak ortaya çıkan PKK, yıllar içerisinde:

İslâmî değerleri yok sayan,

Aile yapısını ve gelenekleri parçalayan,

Kadını savaş makinesine dönüştüren,

Gençleri silahlandırarak ölüme süren, bir anarşi odağına dönüşmüştür.

Son aşamada ise, Batı’nın güvenlik aparatlarına entegre olmuş, İsrail ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket eden bir paralı vekil güç hâlini almıştır.

Hozat’ın açıklamaları, bu dönüşümün artık gizlenemeyecek noktaya ulaştığını göstermektedir. PKK, bugün ideolojik değil; kiralanabilir, kullanılabilir, vazgeçilebilir bir yapı hâlindedir.

  1. Kürt Halkı: Araçsallaştırılan Bir Milletin Sessiz Çığlığı

Kürt halkı, İslam ümmetinin aziz ve kahraman bir parçasıdır. Selahaddin Eyyubi gibi bir mücahid-i ekberin torunları, bugün emperyal güçlerin taşeronu olan yapılarda istismar edilmekte, kandırılmakta ve kurban edilmektedir.

Bu halkın gerçek kurtuluşu:

Batılı projelerde değil,

Seküler ütopyalarda değil,

İsrail’in güvenlik mimarisinde hiç değil, Ancak İslam kardeşliğinde, adaletli bir İslâmî idarede ve ümmet şuuru içinde mümkündür.

  1. Sonuç: Kime Hizmet Ediyorsan, Ona Dönüşürsün

Bugün PKK’nın içine düştüğü durum; “Yalnız Allah’a kul olmayan, her şeye kul olur” hakikatini bir kez daha teyit etmektedir.
Kudüs işgal altındayken İsrail’le aynı masaya oturan, mazlum Kürt halkını Batı’nın çıkarları için feda eden hiçbir yapı ne “özgürlükçü” olabilir ne de “temsilci”.

Bu toprakların çocukları, İslam’ın adalet güneşi altında bir araya gelmedikçe ne Kürt ne Türk ne Arap kurtulur. Kurtuluş, ancak Kur’ân’ın rehberliğinde, vahdet şuuruyla mümkündür.

Özet:

Bu makalede, PKK yöneticisi Besê Hozat’ın açıklamaları üzerinden İsrail’in Ortadoğu’daki hegemonik planları ve Kürt halkının bu planda nasıl araçsallaştırıldığı ele alındı.

PKK, sözde devrimci çizgisinden saparak Batılı güçlerin taşeronu hâline gelmiştir.

İsrail’in güvenliği için bölgede Kürtleri “tampon güç” olarak kullanma niyeti açıkça itiraf edilmiştir.

Kürt halkının gerçek kurtuluşu Batı’da değil; İslam kardeşliği ve ümmet şuuru içindedir.

PKK’nın bu savruluşu, ideolojik iflasın ve misyon kaybının göstergesidir.

Son söz: Hak’tan sapanın sonu, Batıl’a kulluk ve halkına zulümdür.

 




Allah’ı da Hal’ Ettik: Bir Asırlık Sessiz Devrim ve Dinle Siyaset Arasındaki Kopuş

Allah’ı da Hal’ Ettik: Bir Asırlık Sessiz Devrim ve Dinle Siyaset Arasındaki Kopuş

Bir asırdır dinden ve ahlaktan soyutlanan ve dinle siyaset yapanlar ise, dini siyasete alet yapma, suçlamasıyla suçlandı.
Bu durumda din ve ahlak mı siyasetten çıkartılıp uzaklaştırıldı yoksa siyaset mı dine mesafeli durdu?
Veya kim ve neden korunmaya çalışıldı?
Yoksa dindar kesim yönetimden uzaklaştırılarak keyfi küfri bir yönetim mi arzu edildi?

Nitekim,Refik Ahmet Sevengil 1929’da, tam da M. Kemal’in muhalefeti tasfiye edip bütün ipleri eline aldığı bir dönemde, “Uyanış” dergisinde şöyle yazmıştı;

“Imparatorla beraber Allah’ı da hal’ettik.”

Yani; “Sultan’la-Padişahla birlikte Allah’ı da tahtından indirdik.”

Allah’ı yerinden indirip kendini onun yerine otutturma çabasındaki Şeytanî bir kibir.
Firavunca bir davranış.
O varsa ben de varım hamlığı ve ahmaklığı.

********

  1. Başlangıçta Ne Oldu? Din mi Siyasetten Uzaklaştı, Siyaset mi Dinden?

Modern Türkiye’nin kuruluş süreci, yalnızca siyasî bir rejim değişikliği değil; aynı zamanda bir medeniyet değişimi, hatta bir inanç devrimi olmuştur. Bu dönüşümde, dinin siyasetten uzaklaştırılması bir tercih değil, planlı bir tasfiye hareketidir.

Sorun; dinin siyasette suistimali değil, dinî değerlerin siyasî alanı şekillendirme kudretine duyulan korkudur. Zira din; sadece bir vicdan meselesi değil, hayatın bütün alanlarına nüfuz eden bir muhasebe ve murakabe sistemidir. Bu ise keyfî ve ideolojik iktidarların işine gelmez.

  1. “Dini Siyasete Alet Etmek” Yaftası: Hakikat Mi, Maskeli Bir İnkâr Mı?

Son bir asırda en sık duyduğumuz suçlama: “Dini siyasete alet etmek.”

Peki soralım:

Dini siyasete alet edenler mi dışlandı,

Yoksa dini siyasetin dışında bırakarak, ahlâksız bir meşruiyet üretmeye çalışanlar mı galip geldi?

Aslında bu suçlama, dine bağlılığı olan insanları siyasetten uzak tutmak için bir paravan, bir sindirme aracıdır.

Zira eğer mesele gerçekten “dinin suistimali” olsaydı, en çok dindar olmayanların bu konuda yargılanması gerekirdi. Çünkü tarih, dini araçsallaştıranların değil, dine teslim olanların yargılandığı örneklerle doludur.

  1. “Allah’ı da Hal’ Ettik”: Refik Ahmet Sevengil’in İtirafı Ne Anlatıyor?

Refik Ahmet Sevengil, 1929’da şöyle diyordu:

> “İmparatorla birlikte Allah’ı da hal’ ettik.”

Bu ifade; bir siyasetçinin gafı değil, bir dönemin ideolojik şuuraltının dışa vurumudur.

Buradaki “Allah’ı hal’ etmek”, sadece dinin değil; Allah’ın hayatın merkezinden çıkarılmasının, ilahsız bir sistem inşasının, seküler bir ilahsızlık rejiminin açık ilanıdır. Dindarların değil; Tanrı’yı!? bile yönetime rakip görenlerin zihniyetidir bu.

Bu zihniyetin sonucu:

Cuma hutbelerinde padişahın adı silinmiş, Allah’a dua edilen bir makam kaldırılmış,

“Allah devletin koruması altındadır” gibi ironik kanunlar çıkarılmış,

Dinî eğitim neredeyse yasaklanmış, ezan susturulmuş, Kur’an Arapça okunamaz hâle getirilmiştir.

Bu, ne sekülerizm ne özgürlük… Bu; din düşmanlığıdır.

  1. Korunan Neydi? Kim Kime Karşı Korumaya Alındı?

Aslında din siyasete değil; siyaset dine karşı korunmaya çalışılmıştır.
Zira dinin siyasete yön vermesi; adaletsizliği, haksız kazancı, ahlâksız yöneticiyi sorgulayan bir denetim mekanizmasıdır. Bu da müstebitleri rahatsız eder.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan sistem, İslam’ın değil, Batı’nın ahlâksız seküler değerlerinin devletleştirilmesini esas almıştır.
Kur’an, yönetimden dışlanmış; yerine pozitivist yasalar konulmuş, halktan gelen itirazlar ise “irtica” yaftasıyla susturulmuştur.

Sonuçta yönetimden uzak tutulan sadece dindarlar değil, hakikat, vicdan ve adalet olmuştur.

  1. Bugün Ne Oldu? Dün Suçlananlar, Bugün Hâlâ Yargıda

Dindarların yönetime gelmeye başlamasıyla birlikte, eski vesayet sisteminin kalıntıları yeniden “dini siyasete alet ediyorlar” yaygarasını yükseltmiştir. Oysa asıl sorun hâlâ şudur:

Siyaset dine mi dayanacak?

Yoksa din, siyasetin vitrin süsü mü olacak?

Bugün yaşananlar, dinin merkezde olmadığı hiçbir sistemin ahlâken ayakta kalamayacağını göstermektedir.

  1. Sonuç: Dinsiz Siyaset, Ahlâksız İktidar Doğurur

Bir asırdır devam eden bu mücadele, sadece siyasi değil; imanla küfür, hak ile bâtıl arasında bir varoluş mücadelesidir.

Dini siyasetten ayırmak isteyenler, aslında:

Adaletsizliği gizlemek,

İslâmî denetimi ortadan kaldırmak,

İslâm’a dayalı bir halk iradesini susturmak istemiştir.

Ama unutulmamalı ki:

> “Allah’ı hal’ ettik” diyenler, bir gün hesap verirken “sizi yöneten kimdi?” sorusuyla karşılaşacaklardır.

Özet:

Bu makalede, son bir asırda Türkiye’de dinin sistematik olarak siyasetten dışlanması, dindarların yönetimden uzaklaştırılması ve din düşmanı ideolojilerin devletleştirilmesi ele alındı.

“Dini siyasete alet etme” söylemi, dindarları yönetimden uzaklaştırmak için kullanıldı.

Refik Ahmet Sevengil’in “Allah’ı da hal’ ettik” ifadesi, seküler devrimci zihniyetin özünü yansıttı.

Siyaset, dine değil; din, siyasete karşı koruma altına alındı.

Bu süreçte din dışlandı, ahlak çöktü, vicdan susturuldu.

Son söz: Dinsiz siyaset ahlâksız, ahlâksız siyaset ise zulme kapı aralar. Hakikî adalet ancak Allah’ın hükmüne dayanarak tesis edilebilir.

 




Sanatı Görüp Sanatkârı İnkar Etmek: Bilim mi, Körlük mü?

Sanatı Görüp Sanatkârı İnkar Etmek: Bilim mi, Körlük mü?

  1. Bilim Adamı mı, Film Adamı mı?

Bir bilim adamı düşünün…

Mikroskopa eğiliyor, bir hücrenin içinde dönen müthiş sistemleri inceliyor.
Teleskopla göğe bakıyor, galaksiler arası dengeyi ölçüyor.
Matematiğe dalıyor, her şeyi kapsayan bir formül peşinde koşuyor…

Ve sonra diyor ki: “Bu muhteşem düzen tesadüfen oluştu.”

Bu söz, bilimin değil, kör inancın ürünüdür.

Zira sanat görüldüğü hâlde sanatkârı inkâr etmek; ilme değil, cehâlete delildir.
Bir tabloyu görünce ressamı; bir şiiri duyunca şairi; bir bina görünce mimarı akla getiren insan,
kâinat gibi muhteşem bir eseri görünce neden Müessiri hatırlamaz?

Bu sorunun cevabı bilimde değil, niyette gizlidir.

  1. Sanat Sanatkârsız Olmaz: Aklın En Temel İlkesi

Fıtratın sesi şunu söyler:
Her eser bir ustayı gösterir.
Her kitap bir yazarı, her plan bir mühendisi işaret eder.

Kâinattaki her varlık birer mektup gibidir.
İnsanın DNA’sından, arının petek geometrisine kadar her detayda,
sonsuz bir kudretin ve ilmin imzası vardır.

Bir saat kendi kendine olmaz da,
insan gibi kompleks bir varlık nasıl tesadüfen olsun?

Eğer bilim adamı gerçekten dürüstse,
bilgisi onu imanla secdeye götürmelidir.

  1. İnkâr Eden Bilim Adamı mı, Aklı İhanete Uğrayan Adam mı?

İnkârcı bilim adamı, aslında bir bilgi sahibi değil, vicdan yoksunudur.

Zira o;

Gözle görür ama kalple hissetmez,

İnceler ama tefekkür etmez,

Formüller kurar ama varlıkla bağ kurmaz.

Bu yüzden onun ilmi, kendisine yük olur.
Bilgi, sorumluluk getirir; ama o bilgiyi inkâr perdesiyle örter.

Kur’an’ın deyimiyle:

> “Onların kalpleri vardır, ama onunla anlamazlar. Gözleri vardır, ama onunla görmezler.” (A’râf, 179)

Gerçek bilim adamı bilgiyi Allah’a götüren bir köprü olarak kullanır.
İnkârcı ise o köprüyü kendi altına alıp egosunu yüceltmek ister.

  1. Sanata Aşık, Sanatkâra Kör: Bu Ne Yaman Çelişkidir?

Kimi bilim insanları tabiatın güzelliğine hayran olur:

Nebulaların renkleri,

Canlılardaki simetri,

Ekosistemdeki denge…

Ama bu hayranlık, Allah’ı anmaya gelince susar.

Bu; tıpkı bir resme aşık olup ressamı inkâr etmek gibidir.
Ya da bir müziğe hayran kalıp bestekârı yok saymak gibi…

Sanata hayran olup sanatkâra kör kalmak, ya cehaletin ya da kibrin eseridir.

  1. Bilim İmanı Red Değil, Takviye Eder

Asıl bilim, Allah’ı inkâr etmez. Bilakis:

Yıldızları seyrederken secdeye götürür,

Atomları okurken hayretle “Subhanallah” dedirtir.

Newton, Kepler, Galileo ve Einstein gibi nice büyük bilim adamı,
ilimleri arttıkça hayranlıkları da artmıştır.

> “İlmin azı Allah’tan uzaklaştırır, çoğu ise yaklaştırır.” – Francis Bacon

Demek ki sorun, bilimde değil, bilimi niyetle yönlendiren zihinlerde…

Sonuç ve Hikmet:

Bir bilim adamı;

Allah’ın yarattığı varlıkları inceler,

O’nun koyduğu kanunları çözer,

O’nun verdiği akılla keşfeder.

Ve eğer bunu yaparken Allah’ı tanımıyorsa,
bilim adamı değil, sadece veri toplayan bir teknisyendir.

O hâlde:

> Sanatı inkâr eden sanatsever olmaz, sanatkârı inkâr eden bilim adamı olamaz.

Özet:

Bu makalede, bilim ile iman arasındaki ilişki, inkârın bilimle değil; niyetle ilgili olduğu vurgulanarak işlendi.
Sanatı görüp sanatkârı tanımamak, hakikati örten bir körlüktür.
Gerçek bilim adamı, kâinatın delillerini inceleyerek Allah’a ulaşır.
İnkârcı bilim adamı ise sahip olduğu bilgiyi Allah’a ulaşmak için değil, egosunu tatmin için kullanır.
Bilim, ancak imanla birleştiğinde anlamlı bir değere ulaşır.

 

 




Sessiz Alkışlar ve Kanlı Sahne: İdamlarla Kirlenen Vicdan

Sessiz Alkışlar ve Kanlı Sahne: İdamlarla Kirlenen Vicdan

Tarih, sadece yaşanmış olaylar silsilesi değil; insanlık onurunun sınandığı büyük bir vicdan terazisidir.
1960 darbesi sonrası yaşanan idamlar, bu terazinin ibresini kıracak kadar ağır bir lekedir.
Menderes’in son sözleri, bir devlet adamının değil, bir milletin vicdanı adına konuşan mazlumun haykırışıdır:
“Biliyorum bizi asacaksınız ama tarih bizi değil, bizi asanları yargılayacak!”

Ne hazindir ki, o gün bu infazları durdurabilecek makamlar, suskun kaldılar.
Kimi iki yüzlü siyaset adına, kimi korkudan, kimi de halkın alkışını bekleyen bir vicdansızlıkla…

Güce Tapmak mı, Hakka Dayanmak mı?

İnönü’ye atfedilen şu söz tarihin tokadını suratımıza vurur:

> “Halkımız güce, silaha tapar. Korkaktır, çabuk kabullenir.”
Bu söz, sadece bir siyasetçinin halkını küçümsemesi değil; bir milletin zaaflarını kullanarak onu kendi iradesine mahkûm etmektir.

Peki, ne oldu?
Silaha mahkûm bir toplum oluşturuldu.
Adalet yerine korku hâkim oldu.
Ve bir millet, yıllarca kendi iradesiyle seçtiği liderin idamına seyirci kaldı.

İdamlar Bir Hüküm Değildi, Bir Gösteriydi

Yassıada Mahkemeleri, adaletin değil, intikamın perdesi altında oynanan bir siyasi tiyatroydu.
Menderes’in, Zorlu’nun ve Polatkan’ın idamı, suçtan ötürü değil,
bir zihniyetin, bir halk iradesini cezalandırma arzusunun sonucuydu.

Ve bu süreçte en büyük darbeyi hukuk değil, vicdan aldı.

Mazlumun Ahı, Zalimden Alınır
Zulüm ile abat olunmaz.
Evet, o gün alkışlayanlar vardı.
Ama bugün o alkışlar unutuldu, o infazlar ise hâlâ bir milletin kalbinde açılmış yara olarak duruyor.

Tarih, zalimlere mühlet verir ama ebedî beraat vermez.
Bugün hâlâ Menderes denince bir hüzün, bir kırgınlık, bir pişmanlık hissediliyorsa,
bu, o infazların sadece bir cana değil, bir inanca, bir ümide, bir millete yapıldığını gösterir.

Bugün Ne Yapmalı?

Bugün görevimiz sadece geçmişe ağlamak değil, aynı yanlışlara düşmemektir.
Adaletin, hukukun ve vicdanın önünde eğilmeyen her siyaset, eninde sonunda tarihin çöplüğüne atılır.
Devlet aklı, halk iradesi ve hak duygusu birlikte işletilmezse, geçmişteki kanlı tiyatrolar farklı perdelerde yeniden sahnelenebilir.

Bugün, bir millet olarak yapmamız gereken, “Kimden gelirse gelsin zulme karşı, kime yapılırsa yapılsın adaletle yan yana durmaktır.”

Makale Özeti

Bu makale, 1960 darbesi sonrası idam edilen Adnan Menderes ve arkadaşlarının yaşadığı zulmü ve o dönemdeki siyasetçilerin iki yüzlü tavırlarını ele alır. Özellikle İnönü’nün halkı küçümseyen ve güce tapan bir toplum tasvirine karşı, hak ve adaletin esas alınması gerektiği anlatılır.
İdamlar bir adalet değil, bir sindirme operasyonuydu.
Makale, bu tür yanlışların tekrar etmemesi için toplumsal hafızanın diri tutulması, adaletin araç değil amaç olarak görülmesi gerektiğini savunur.

*********
Bak:

https://www.yenisafak.com/gundem/siz-idam-edin-halk-korkaktir-cabuk-kabullenir-4712684

 

 




Semavatın Sessiz Sakinleri: Zîşuur Mahluklarla Dolu Bir Kâinat

Semavatın Sessiz Sakinleri: Zîşuur Mahluklarla Dolu Bir Kâinat

“Şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahluklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder belki tasrih eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrak mahluklarla elbette doludur. O mahluklar dahi ins ve cin gibi şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar.”
Sözler.29. Söz

Zemin Bu Kadar Zîşuurla Dolarsa, Semavat Boş Kalır mı?

Dünya küçük bir gezegen. Göklere nisbetle ne hacmi, ne azameti vardır. Ancak bu küçük gezegen, milyarlarca zîşuur (şuur sahibi) varlıkla doludur: İnsanlar, cinler, hayvanlar, mikroorganizmalar… Her biri bir irade, bir hayat, bir maksat taşır. Bu tablo bize der ki:

> “Madem zemin bu kadar şuurla donatılmış; elbette semavat da boş değildir.”

Yıldızlar, galaksiler, nebülözler… Boş bir dekor değil; büyük bir tiyatronun sahnesi, seyircisi ve temsilcileri vardır.

  1. Şuurun ve Hayatın Şerefi

Hayat, vücudun nurudur. Şuur ise hayatın ziyası… Bu yüzden en yüksek kıymet, şuurlu varlıktır. Göklerin azameti, içindeki zîşuur varlıklarla değer kazanır. Onlarsız bir gök, sessiz bir boşluk olurdu.

Dünya gibi küçücük bir mekâna bu kadar hayat ve şuur konulursa,

Semavat gibi muazzam bir saray da elbette şuurlu sakinlere sahip olmalıdır.

  1. Kâinat Boş Değil, Mânâ Yüklüdür

Bediüzzaman der ki:

> “Şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar.”

Kâinat bir saraysa, seyircisiz bırakılmaz. Bir kitapsa, okuyucusuz olmaz. Bir saltanatsa, dellâlsız yürümez.

Melekler ve diğer latîf varlıklar işte bu görevleri yaparlar.

Küllî ve umumî ubudiyetleriyle, büyük varlıkların sessiz zikrini dillendirirler.

Yıldızların tesbihleri onların lisanıyla yükselir.

  1. Boşluk Sanılan Yerler, Nurla Dolu

Modern bilim “boşluk” dediği yeri, şimdi karanlık madde ve karanlık enerji ile dolu görüyor. Bu, gözle görünmeyen ama fizikî etkileri olan varlıkların ipucudur. Ama Kur’an ve hikmet gözüyle bakınca, o boşluklar:

Nurla, ruhla, şuurla doludur.

Meleklerin ve ruhanîlerin mekânıdır.

O boşluklarda ilâhî emirlerin taşıyıcıları, kulluğun dellalları vardır.

  1. Kâinatın Büyük Tesbihine Ortak Olmak

Yeryüzünde insan, gökte melek; denizde balık, havada kuş… Her biri bir tesbihin halkasıdır. Bu kâinat bir mesciddir; ve bu mescidin her yerinde ibadet eden varlıklar bulunur.

İnsan, bu tesbih korosuna şuuru ve iradesiyle katılırsa kemale erer. Katılmazsa, sessiz kalmış bir çalgı gibi olur; ahenk bozulmaz ama onun payı ziyan olur.

Sonuç: Göklerin Sessiz Şahitleri

Semavat, süslenmiş bir saraydır. Süs, zîşuur seyirciler içindir. Gökler, meleklere ve latîf varlıklara mesken kılınmıştır. Onlar Rabbimizin emirlerini taşır, tesbihleri temsil eder, kâinatın mânâsını dillendirirler. Bu kâinat bir kitapsa, o kitap baştan sona okuyucularla doludur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 29. Söz’ündeki ifadelerle kâinatın, özellikle semavatın boş değil; zîşuur, zevi’l-idrak mahluklarla dolu olduğu işlenmiştir. Dünya gibi küçük bir mekânda bu kadar hayat ve şuur bulunması, göklerin de melekler gibi şuurlu varlıklarla dolu olmasının hikmetli bir gereklilik olduğunu gösterir. Bu mahluklar, kâinat sarayının seyircileri, kâinat kitabının okuyucuları, rububiyetin dellallarıdır. Küllî ubudiyetleriyle tesbihatı temsil ederler ve görünmeyen fakat hikmeti aşikâr bir âlemi yaşatırlar.

 

 




Görünmeyen Varlıklar: Nurun ve Hikmetin Sessiz Şahitleri

Görünmeyen Varlıklar: Nurun ve Hikmetin Sessiz Şahitleri

“Şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küdûretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz’î olan sudan, mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevi’l-idraki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasip, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i latîfeden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.”
Sözler. 29 söz.

Topraktan Meleklere: Hayatın Mertebeleri

Bir avuç toprak… İçinde solucan da var, orkide de. Aynı topraktan hem diken çıkıyor hem gül. Aynı suyla hem bataklık besleniyor hem incir dal veriyor. Bediüzzaman bu tabloya dikkat çeker:

> “Şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan… sudan… mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevi’l-idraki halk eden Fâtır-ı Hakîm…”

Yani Allah, en kaba ve ruhsuz gibi görünen maddelerden bile en latîf varlıkları halk ediyorsa, elbette nur gibi latif maddelerden çok daha yüce varlıkları da yaratmıştır.

  1. Maddî Değil, Latîf Âlemlerin Şahitleri

Toprak, su, hava, ateş… Bunlar klasik unsurlar. Biz toprakta yürür, suda yüzer, havayı soluruz. Ama bunlarla sınırlı değiliz. Varlık âlemi sadece gözle görülen değil; hissedilen, idrak edilen ama gözden gizli olan varlıklarla da doludur.

Maddî âlem kesif (yoğun) olduğu kadar sınırlıdır.

Latîf âlem ise ince, şeffaf ve geniştir.

Melekler, ruhanîler, cinler gibi varlıklar işte bu latîf cevherlerden yaratılmışlardır.

  1. Su ve Topraktan Ruh Çıkaran Kudret, Nurlar Âleminden Neler Yaratmaz ki!

Yeryüzünün en kaba, en ruhsuz maddeleri olan su ve toprak; ne akla ne şuura sahiptir. Ama onlardan insan gibi idrak sahibi, ruh taşıyan varlıklar yaratılıyor. Bu mucize her gün gözümüzün önünde cereyan eder.

Peki:

> Eğer Cenab-ı Hak topraktan ruh yaratıyorsa, nurdan, havadan, elektrikten; yani daha latîf ve ruha daha uygun maddelerden neler yaratmaz?

Bu bakış açısı, bize meleklerin, ruhanîlerin, nuranî varlıkların varlığını aklen ve hikmeten zorunlu kılar.

  1. Görünmeyen Varlıkların Hikmeti ve İbret Tarafı

Biz görmüyoruz diye yok sanıyoruz. Hâlbuki:

Radyoyu görmeden sesi duyarız.

İnterneti görmeden etkisini yaşarız.

Elektriği görmeden ışığını kullanırız.

Latîf varlıklar da böyledir. Görünmezler, ama varlıklarıyla:

Rahmeti taşırlar.

İlhamı getirirler.

Koruyucu olurlar.

İlâhî düzenin sessiz hizmetkârlarıdırlar.

Bu varlıklar, kâinattaki ilâhî hikmetin “gizli orduları” gibidir. Allah’ın rahmeti kadar, azameti de görünmeyeni halk etmeyi gerektirir.

  1. İman Gözüyle Bakmak: Her Şey Sadece Görülenden İbaret Değildir

Modern insan, görmediğine inanmama gafletinde. Oysa rüzgârı göremez ama ağaçları salladığını bilir. Melekleri görmez ama dualarında onları hisseder.

Bediüzzaman’ın “pek çok kesretli olarak vardır” ifadesi, bu varlıkların hem sayıca çokluğunu hem de vazife genişliğini anlatır. Yani onlar istisna değil; düzenin, nizamın aslî unsurlarıdır.

Sonuç: Latîf Olan, Latîfi Yaratır

Yaratıcı, Latîf’tir. Yani sonsuz incelik sahibidir. Elbette kesif maddelerden ruh yarattığı gibi, nurdan, ışıktan, havadan da zekâ, idrak ve ruh sahibi mahluklar yaratacaktır. Kâinatın hikmeti bunu gerektirir, rahmeti bunu ister, kudreti bunu kolay kılar.

Ey insan! Gözünü değil, aklını ve imanını kullan. Her şey gözle görülmez. Varlığın en büyük delilleri bazen en gizli olanlardır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 29. Söz’de geçen bir cümlesi çerçevesinde, görünmeyen ama hikmetle varlığı sabit olan latîf mahlûklar (melekler, ruhanîler vs.) ele alınmıştır. Toprak ve sudan ruh sahibi canlıları yaratabilen Allah, elbette nur gibi daha latîf unsurlardan zîşuur varlıklar da yaratır. Bu, hem kudretin hem de hikmetin gereğidir. İman gözüyle bakıldığında, görünmeyen varlıkların varlığı bir vehim değil, bir zorunluluk olarak ortaya çıkar.

 

 




Hayatın Işığında Varlığın Hakikati

Hayatın Işığında Varlığın Hakikati

“Vücudun kemali, hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, her şeyi her bir zîhayat olan şeye mal eder. Bir şeyi, bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir.”
Sözler. 29. Söz

Giriş: Görünene Değil, Canlıya Bak

Kâinatın her köşesi eşya ile dolu. Dağlar, taşlar, denizler, yıldızlar… Lakin onların içinde bir şey var ki, bütün bu mevcudatı anlamlı kılar: Hayat. Hayat varsa hareket vardır, his vardır, anlam vardır. Hayat yoksa, bütün varlık sessiz bir karanlığa dönüşür.

İşte bu sebeple Bediüzzaman der ki:

> “Vücudun kemali, hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır.”

Bu cümle, sadece bir felsefi yorum değil; aynı zamanda insanın kendi varlığını anlama anahtarıdır. Bu makalede, hayatın vücuda kattığı hakikat, mana ve idrak üzerinde duracağız.

  1. Hayat Olmadan Varlık Eksiktir

Bir kaya vardır; serttir, büyüktür, ihtişamlıdır. Fakat hayatı yoktur. Yanında küçücük bir serçe vardır; uçar, cıvıldar, hisseder. Serçenin hayatı, kayanın cüssesinden daha kıymetlidir.

Çünkü:

Hayat, sadece var olmak değil;

Varlığı hissetmek, idrak etmek ve anlamlandırmaktır.

Bediüzzaman, “Belki vücudun hakiki vücudu hayat iledir” derken, “gerçek varlık” olarak ancak hayat sahibi varlıkları nazara veriyor.

  1. Hayat, Varlığın Nurudur

Nur, karanlıkları aydınlatır. Hayat da varlık âleminde bir nur gibidir:

Cansız bir çiçek sadece bir süstür;

Ama canlı bir çiçek, kâinatın diliyle konuşan bir ayettir.

Hayat; şekli, sureti, maddi özellikleri geride bırakır ve eşyanın iç yüzünü ortaya çıkarır. Bu nedenle hayat, vücudun nurudur.

  1. Şuur: Hayatın Ziyasıdır

Hayat tek başına değerli olduğu gibi, şuurla birleştiğinde o değer katbekat artar.

Şuursuz bir canlı, hayat sahibidir ama kendini bilmez.

Şuurlu bir insan, hem hayatı taşır hem de hayatının farkındadır.

İşte bu farkındalık, yani şuur, hayatın adeta ziyası, yani ışığın ışığıdır. Bu yönüyle insan, hayatı sayesinde sadece var olmakla kalmaz, varlığı temaşa eder, tefekkür eder, iman eder.

  1. Hayat: Sahip Olmanın Anahtarıdır

Belki de en şaşırtıcı hakikat şudur:

> “Hayat, her şeyi her bir zîhayat olan şeye mal eder. Bir şeyi, bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir.”

Bir insan, küçük bir mekânda yaşar ama şuuruyla güneşi, ayı, yıldızları, denizleri, dağları temaşa eder. Hayatı sayesinde tüm kâinatla ilişki kurar. Bu da gösteriyor ki hayat, varlığın merkezidir.

Bir ağacın dalında yaşayan bir kuş, gökyüzünü kendine yurt bilir. Bir balık, okyanusu kendine gıda yapar. Bu sahiplik mecazîdir ama gerçektir. Hayat, eşyanın sahibine işaret eder.

Sonuç: Hayat Bir Emanet, Bir Delil, Bir Lütuf

Hayat, bize Rabbimizden verilmiş en büyük emanettir. Bu emanetle biz, kendimizi tanırız, eşyayı okuruz ve Rabbimizi biliriz. Hayat varsa umut vardır, iman vardır, rahmet vardır. Hayat yoksa, ne nimet anlamlıdır ne de varlık.

Ey insan! Sahip olduğun hayatı sıradan bir şey sanma. O hayat, seni bütün varlıkların üstünde bir şahit yapar. Ve her nefesin, bir tefekkür vesilesi olabilir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Hayat vücudun nurudur, şuur hayatın ziyasıdır” cümlesinden yola çıkarak hayatın varlığa kattığı değerler işlenmiştir. Hayat, bir şeyi sadece var olmaktan çıkarıp anlamlı, idrak edilebilir ve şuurla bütünleşmiş hale getirir. Hayat sayesinde bir insan, kâinata malik gibi olur. Gerçek varlık, hayatla mümkündür. Bu nedenle hayat, hem en kıymetli nimet hem de en parlak tevhid delilidir.

 

 




Hayatın Sessiz Feryadı: Vahdetin Bürhanı, Rahmetin Tecellisi

Hayatın Sessiz Feryadı: Vahdetin Bürhanı, Rahmetin Tecellisi

Hayat, öyle bir mucizedir ki, görünmeyen bir elin görünür lisanıdır. Göze görünmese de, etkisiyle dağı devirir, atomu konuşturur. Bediüzzaman Said Nursî’nin hikmetli ifadesiyle:

> “Hayat, Zat-ı Zülcelal’in en parlak bir bürhan-ı vahdeti, en büyük bir maden-i nimeti, en latîf bir tecelli-i merhameti ve en hafî bir nakş-ı nezih-i sanatıdır.”

Bu cümlede hayatın dört temel yönü açıklanır: birlik delili, nimet hazinesi, merhamet tecellisi ve sanat harikası. Hepsi, bizi tek bir hakikate ulaştırır: Allah’ın varlığı ve birliğinin apaçık ilanı.

  1. Hayat: Vahdetin Parlak Delili

Hayat, birliğe işaret eder. Çünkü binlerce farklı unsur —toprak, hava, su, ateş— birleşip bir canlıyı oluşturur. Bu unsurların şuursuzca birleşip tek bir hedefe yönelmesi mümkün müdür?

Bir çiçeğin açması, bir kuşun uçması, bir insanın düşünmesi…

Her biri hayatın tezahürüyle olur ve tek bir merkezden idare edilir.

Bu merkez, ancak her şeyi gören, bilen, kudret sahibi bir tek Zât olabilir. Hayat, O Zât’ın birliğine sessiz ama inkâr edilemez bir şahittir.

  1. Hayat: Nimetlerin En Büyük Madenidir

Hayat varsa nimet anlamlıdır. Hayat olmayan yerde ne tat kalır ne de his.

Altın, taşa hayat verilseydi, o altın olmaktan daha kıymetli olurdu.

İnsan hayatıyla yeryüzünün efendisi olur; ama hayatı gidince bir avuç toprağa dönüşür.

O hâlde en büyük servet, hayatın kendisidir. Bu serveti veren ise, şüphesiz nihayetsiz Rahmetiyle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’dur.

  1. Hayat: Merhametin Latîf Tecellisidir

Bir annenin evladına olan şefkati, bir ağacın meyveye bürünmesi, bir yavrunun rızkını bulması… Tüm bunlar hayatla beraber gelen bir rahmet pınarının eseridir.

Hayat, varlığa rahmet getirir.

Her canlı, Rabbi tarafından bilinmekte, korunmakta ve rızıklandırılmaktadır.

Bu da gösteriyor ki hayat, sadece fizikî bir olay değil, ilahî bir merhametin tecellisidir. Hem de en latîf ve en sessiz olanı…

  1. Hayat: Hafî ve Nezih Bir Sanattır

Hayat, ince ve gizlidir. Bir tohumda gizlenir, bir damlada saklanır. Bir yumurtada, bir rahimde, bir çekirdekte…

O kadar ince, o kadar derindir ki, ilmin en ileri dereceleri bile hayata tam olarak nüfuz edemez.

Ne yapay zekâ, ne robotik bilim; hiçbiri hayatı “yoktan” var edemez.

Çünkü hayat, sadece Hayy ve Muhyî olan Zat’tan gelir. O isterse olur, dilemezse ölüm bir mutlak sessizlik gibi her şeyi kaplar.

Sonuç: Hayatın Arkasındaki İlahî Lisanı Duyabilmek

Hayat, sadece bir varoluş hâli değil; bir delil, bir nimet, bir rahmet ve bir sanat olarak kâinatta konuşur. Her canlının sesiyle değil, varlığıyla konuşan bir mucizedir.

Ey insan! Hayatı yalnız nefes almak, yemek içmek sanma. O nefesi sana veren kim? O kalbi çalıştıran kim? Bütün bu latif işler, ancak Zat-ı Zülcelal’in emir ve iradesiyle gerçekleşir. Öyleyse hayatı verenin muradını anlamaya çalış. Hayat, O’na açılan en güzel kapıdır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın ifadesiyle hayatın dört yönü ele alınmıştır: vahdetin bürhanı, nimetlerin kaynağı, merhametin tecellisi ve sanatın zirvesi. Hayat, sadece biyolojik bir gerçek değil; Allah’ın birliğini, rahmetini ve sanatını gösteren ilâhî bir lütuftur. İnsan, bu hayatı anlamlandırabildiği ölçüde Rabbine yaklaşır ve hakikate kavuşur.

 

 




Ziyadan Nura: Hayatın ve Şuurun İlâhî Mertebesi

Ziyadan Nura: Hayatın ve Şuurun İlâhî Mertebesi

Varlıklar içinde en büyük mucize hayattır. Varlığın canlanması, manâ kazanması, gayeye yönelmesi hayatla başlar. Fakat hayat da tek başına yeterli değildir; hayatın içindeki en latif cevher ise şuurdur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur.”

Bu kısa fakat hikmetli cümle, kâinatın derin anlam örgüsünü aydınlatır. Hayat bir ziyadır; etrafını aydınlatır, varlığa anlam katar. Fakat şuur, bu ziyaya nur katar. Ziyâ, dışı gösterir; nur, içi okutur. İşte bu sırra nazar ettiğimizde, hayatın ve şuurun nasıl ilâhî birer tecelli olduğunu idrak ederiz.

  1. Ruhsuz Hayat Olmaz, Hayatsız Şuur Anlamsızdır

Ruh, hayatın kaynağıdır. Hayat, ruhla zuhur eder. Hayat varsa, hareket, hissiyat, idrak, değişim ve etki vardır. Ancak şuursuz bir hayat da eksiktir:

Hayat, mevcudiyeti gösterir.

Şuur, o mevcudiyetin neden ve nasıl var olduğunu bildirir.

Örneğin bir ağacın hayatı vardır; ama şuuru yoktur. Oysa insan hem hayat sahibidir, hem şuur. İşte insanı melekten üstün kılan da budur: İdrak ve irade ile donatılmış şuur.

  1. Ziyâ ve Nur Arasındaki Nüans

Ziyâ, ışıktır; fakat maddîdir. Güneşin ışığı gibi her yeri aydınlatır, ama tek başına hakikati fark ettirmez. Nur ise daha latiftir. Manevîdir. Hakikati kalbe ulaştırır.

Hayat, kainatı aydınlatan ziyâ gibidir.

Şuur ise bu ziyâyı nurlandıran, yani onu mana ile, maksad ile ve idrak ile donatan cevherdir.

Bir çiçek yaşar; ama insan onu tefekkür eder. Çiçek hayattır; insan şuurdur. Çiçek güzeldir; insan o güzelliği anlayandır.

  1. Kâinatta Şuurun İzleri

Kâinat, hayatla ve şuurla dokunmuştur. Atomdan galaksiye, her şey bir gaye hedefler gibidir. Bu da şuursuz bir tesadüfün değil, sonsuz bir İlâhî Şuurun tezahürüdür.

Şuurlu varlık olan insan, eşya içinde seçilmiş bir merkez gibidir.

İnsan şuuruyla varlığı çözer, anlar, yorumlar ve neticeye ulaşır.

İnsan, şuuru sayesinde ibadet eder, tefekkür eder, hayret eder, secde eder. O hâlde şuur, insanın en yüce istidadıdır.

  1. Şuurun Yokluğu: Hayatın Sönmesidir

Bir varlık hayatını kaybettiğinde, ziyâsı söner. Ama bir insan şuurunu kaybettiğinde, hayatı devam etse de, nurunu kaybeder.

Kalbi olan ama anlamayan bir beden, sadece yaşar; fakat ruhsuzdur.

Bu sebeple Kur’an, şuursuz yaşayanları “ölülere” benzetir:

> “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; artık dönemezler.” (Bakara, 18)

Gerçek ölüm, şuursuz yaşamaktır. Gerçek hayat, şuurla yoğrulmuş hayattır.

  1. Sonsuzluğa Açılan Kapı: Şuurla Hayat

Hayat, bu dünyada başlar ama şuur onu ebediyete taşır. Çünkü şuur, Rabbi tanır, ahireti anlar, hakikati sorar. Bu sorularla insan, hayvandan ayrılır, melekle yarışır.

> “Hayat nedir, neden varım, nereye gidiyorum?” gibi sorular, şuurun meyvesidir.

Bu yüzden şuur, hayatın sadece devamı değil; gayesi, meyvesi ve semeresidir. Şuursuz bir hayat, çiçek açmadan kuruyan bir ağaç gibidir.

Sonuç: Şuur Hayatın En Yüksek Nimetidir

Hayat, ruhla parlar; ama şuurla kıymet kazanır. Ziyâ ile aydınlanan bir oda, nurla daha da berraklaşır. İnsan, bu kâinattaki en şerefli misafirdir. Çünkü hayat sahibidir, şuur sahibidir. Bu şuur, onu Rabbine muhatap kılar, ibadete sevk eder, ebedî saadete yönlendirir.

Özet:

Bu makalede “Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur.” ifadesinden yola çıkarak, hayatın ruhla ortaya çıkan bir parıltı olduğu, fakat gerçek değerini şuurla kazandığı anlatılmıştır. Hayat bir başlangıçtır, ama şuur onu anlamlı ve ebedî bir yolculuğa çevirir. Şuursuz hayat eksiktir; şuurlu hayat ise insanı meleklerden üstün bir makama çıkarır. O hâlde şuur, en büyük nimettir; onun kıymetini bilmek ise insanın en büyük vazifesidir.

 

 




Boş Değil Semavat: Sessiz Göklerin Şuurlu Sakinleri

Boş Değil Semavat: Sessiz Göklerin Şuurlu Sakinleri

“Madem şu bîçare perişan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevi’l-hayat ile zevi’l-ervah ile ve zevi’l-idrak ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat’î bir yakîn ile hükmolunur ki şu kusûr-u semaviye ve şu buruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi güneşin ateşinde dahi o nurani sekeneler bulunur. Nâr nuru yakmaz, belki ateş ışığa meded verir.”
Sözler. 29. Söz

İnsanoğlu göğe bakar ve susar. Sessizliğinde derinlik, karanlığında ihtişam, genişliğinde sır vardır. Fakat bu sessizlik, boşluk demek değildir. Tıpkı bir odanın içindekileri görmeyince boş sanılması gibi, gökler de görünmeyen fakat var olan sakinlerle doludur. Bediüzzaman Said Nursî, gökyüzünü “zevil-idrak” yani şuurlu varlıklarla dolu bir şehir gibi tasvir eder. Çünkü bu âlem boş değildir, hiçbir köşesi sahipsiz ve hikmetsiz değildir.

  1. Zemin Nasıl Dolmuşsa, Sema da Öyledir

İçinde yaşadığımız şu dünya; sadece taş ve topraktan ibaret değildir:

Sayısız canlı türüyle doludur.

İnsan, hayvan, mikrop, bitki, böcek gibi türlü zîhayat (canlı) barındırır.

Ruh sahipleri ve şuurlu varlıklarla kuşatılmıştır.

O halde bu küçük küre bu kadar doluysa, semanın o dev burçları, yıldızlar ve galaksiler neden boş ve ıssız olsun? Akıl ve kalp bunu kabul etmez.

  1. Sadık Bir Hads, Kat’î Bir Yakîn: Gökler Boş Değildir

Bediüzzaman “sadık bir hads”ten ve “kat’î bir yakîn”den bahseder. Yani aklın ve vicdanın dürüst bir sezgisiyle şöyle hükmedilir:

> “Göklerin de kendine göre sekeneleri vardır. Tıpkı yeryüzünde olduğu gibi…”

Çünkü Allah’ın kudreti, hikmeti ve rahmeti bütün varlığı kuşatmıştır. Hiçbir yeri başıboş bırakmamıştır.

  1. Balığın Suda Yaşadığı Gibi, Güneşte de Nurani Varlıklar Yaşar

Bu cümle, temsilî bir bakışla müthiş bir hakikati bildirir:

Balık suya nasıl uygun yaratılmışsa,

Güneşte, yıldızlarda, semavi âlemlerde de oralara uygun nurani, latif, yakıcı olmayan varlıklar bulunur.

Bu varlıklar, melekler, cinler, rûhânîler gibi şuurlu mahlukatlardır.

Melekler, nûranî varlıklardır, ateş onları yakmaz.

Cinler, nârîdir, yani ateşin latif bir türünden yaratılmıştır.

Güneşin alevi onları yakmaz, çünkü onlar da o yapıya uygundur.

Nasıl ki ateş ışığı yakmaz, ışık ateşe yardım eder; aynı kökten gelen varlıklar birbirine zarar vermez.

  1. Kozmik Sessizlik, Kozmik Şuurla Dolu

Göklerde bir sessizlik vardır, fakat bu suskunluk, bir şuursuzluk değil, bir haşyettir. Yıldızlar secdededir. Galaksiler zikirdedir. Her yıldız, bir melekle birlikte ya hizmet eder, ya tesbih eder, ya da emre hazır bekler. Semavat, Kur’an’da şöyle tarif edilir:

> “Ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî.”
“Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” (İsrâ, 44)

Bu ayet, bütün eşyaya şuurlu bir varlık ve görev izafe eder.

  1. Hikmetli Bir Temsil:

Düşünün ki büyük bir saray var. Yüz odası var ama sadece bir odasında hayat var. Bu mümkün mü? Mimar, niçin bu kadar odayı boş yapsın?

Oysa gökyüzü, bir saray gibi odalarla dolu.

Güneşler, yıldızlar, galaksiler bu sarayın kandilleri.

Her biri kendi sakinini taşır, her biri ilahî bir maksadın tecellisidir.

Bu temsil bize gösterir ki: Semavat, sadece gözle değil; kalp ve akılla da okunmalı.

Sonuç ve Değerlendirme:

Dünya hayatla doluysa, sema da boş değildir. Her gezegenin, her yıldızın, her semavi katmanın kendine özgü varlıkları vardır. Melekler, cinler, ruhaniler ve bizim bilmediğimiz nice şuur sahibi sekeneler o burçlarda yaşar. İnsanın göğe bakınca hissettiği derinlik ve haşyet, işte bu sakinlerin varlığına dair bir sezgidir. Göklerin sessizliği, şuurlu bir zikirdir. Ve biz bu büyük kâinatın içinde, yalnız değil; birlikte yaşıyoruz.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 29. Söz’de geçen ifadesinden hareketle, göklerin ve semavatın boş olmadığı, kendine özgü zîhayat ve zîşuur varlıklarla dolu olduğu anlatıldı. Dünya bu kadar canlı ve ruhlu varlıklarla doluyken, ondan kat kat büyük semanın boş olması düşünülemez. Güneşin ateşinde, yıldızların nurunda, nuranî ve şuurlu varlıklar yaşar. Bu da hem Kur’anî, hem aklî, hem de kalbî bir hakikattir: Kâinat, hayatla ve şuurla yoğrulmuş bir varlıktır.

 

 




Ruhun Ebedî Yolculuğu: Emr Âleminden Gelen Misafir

Ruhun Ebedî Yolculuğu: Emr Âleminden Gelen Misafir

“Demek, nasıl ki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin, daima veya ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır. Çünkü zîvücuddur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvidir. Çünkü zîşuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymettardır. Çünkü zîhayattır.”
Sözler. 29. Söz

Her insan, bir gün ölümle yüzleşeceğini bilir. Fakat bu bilgiden daha derin bir merak, ruhun akıbetine dairdir: Ruh ölür mü? Yok olur mu? Ebediyen yaşar mı? Bediüzzaman Said Nursî, bu soruları cevaplandırırken, ruhun mahiyetini âlem-i emir, yani Allah’ın emriyle yaratılan nuranî bir varlık olarak tanımlar. Onu şuursuz kanunlardan, cansız eşyalardan ve maddî yapılardan üstün ve ebediyete en layık misafir olarak takdim eder.

  1. Âlem-i Emir: Varlığın Derin Katmanı

Cenab-ı Hakk’ın iki büyük tasarruf sahası vardır: Biri âlem-i halk (yaratma), diğeri âlem-i emir (ol emriyle meydana gelen). Cisimler, maddeler, dağlar ve yıldızlar halk âlemindendir. Ancak ruh, melek, vahiy, kader gibi latif varlıklar emr âlemindendir. Bu sebeple:

Ruh, yaratılış bakımından ani ve ilahî bir emirle vücut bulur.

Maddenin yasalarına tâbi değildir; bozulmaz, çürümez, çözülmez.

Nasıl ki “ol” emriyle kâinat şekillendi; aynı emirle ruh yaratıldı. Ve o emir, geçici değil; ebedî bir serüvenin başlangıcıdır.

  1. Kanunlar Bâkidir, Peki Ruh?

Bediüzzaman, dikkat çeker: “Şuursuz kavanin (kanunlar), bâki kalıyor.” Mesela:

Yerçekimi,

Büyüme kanunu,

Fiziksel dengeler…

Bunlar şuursuz olmalarına rağmen, kâinatta kalıcıdır. Eğer şuursuz bir kanun bile bekaya mazhar oluyorsa; şuur, hayat ve irade sahibi olan ruh, neden bekaya layık olmasın?

Ruh, kanunlardan daha kuvvetlidir çünkü şuur sahibidir.

Daha ulvidir çünkü hayat taşır.

Daha hakikîdir çünkü ferdî bir vücudu, bir kimliği vardır.

  1. Ruhun Varlıkta Üstünlüğü: Zîvücut, Zîşuur, Zîhayat

Ruh, üç büyük meziyetiyle bekaya en layık varlıktır:

Zîvücut: Ruh, kendine mahsus bir varlık sahibidir. Bir şahsiyeti, bir benliği, bir kimliği vardır.

Zîşuur: Ruh, bilir, anlar, düşünür. Şuur, hem Allah’ın isimlerini yansıtır hem de ilahî hakikatleri idrak eder.

Zîhayat: Ruh canlıdır. Hayat ise varlığın en kıymetli cevheridir. Hayat varsa anlam vardır. Hayat varsa devam vardır.

Bu özellikler, ruhu kanunlardan, cisimlerden, yıldızlardan bile daha değerli kılar.

  1. Ölüm Bir Yok Oluş Değil, Mekân Değişikliğidir

Maddî varlıklar çürür, dağılır, erir. Ama ruh, ne toprakta çözünür, ne yıldızlarda kaybolur. Çünkü o, bedene bağlı değil; onun misafiridir. Öldüğümüzde beden toprağa döner; ama ruh:

Ya ebedî saadet yurduna uçar,

Ya da pişmanlıkla dolu bir bekleyişe girer.

Bunun en büyük delili, vahiy, nübüvvet ve ahiret haberleridir. Ama akıl da ruhun fani olamayacağını, bu mahiyetin yoklukla izah edilemeyeceğini kabul eder.

  1. Hikmetli Bir Temsil:

Bir padişahın sarayında binlerce çalışan vardır. Kimisi sadece emirlere uyar, robot gibidir. Kimisi ise danışmandır, akıllıdır, sözü geçer. Zaman gelir, saray yıkılır. Fakat padişah, robotları atar, danışmanını alır, başka sarayda görevlendirir. İşte beden saray, ruh ise danışmandır. Beden yıkılır, ama ruh ebediyetle buluşur.

Sonuç ve Değerlendirme:

İnsan, yalnız etten kemikten ibaret değildir. Onu kıymetli yapan, ruhudur. Ruh ise ebediyetin misafiridir. Emr âleminden gelen bu nuranî cevher, ne zamanla eskir, ne de toprakla yok olur. Çünkü iradenin, ilmin ve hayatın taşıyıcısıdır. Eğer şuursuz ve cansız kanunlar bile varlıkta kalıcılıkla anılıyorsa; ruh, bu kalıcılığın zirvesinde yer alır. İnsan, ruhuyla insandır. Ve ruhuyla ebediyetin kapısına yürür.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “ruh bekaya daha lâyıktır” ifadesinden hareketle, ruhun emr âleminden gelen, şuurlu, hayat sahibi ve kalıcı bir varlık olduğu ifade edildi. Şuursuz kanunların bile bekaya mazhar olduğu bir düzende, zîvücut ve zîşuur olan ruhun ebedîliği daha kat’îdir. Ruh, bedenin misafiri değil; varlığın özüdür. Ölüm, onun için bir yok oluş değil, ebedî âleme geçiştir.

 




Görünmeyenin Gerçeği: Ruhun Derinliklerine Bir Yolculuk

Görünmeyenin Gerçeği: Ruhun Derinliklerine Bir Yolculuk

Her şeyin maddeyle izah edildiği, insanın sadece biyolojik bir varlık olarak tanımlandığı bir çağda yaşıyoruz. Ancak, bedenin susmasıyla çöken sessizlikte duyulan en derin ses, ruhun varlığıdır. İşte Bediüzzaman Said Nursî, bu gerçeği kelimelerin en latifiyle şöyle ifade eder:

> “Ruh; zîhayat, zîşuur, nurani, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir.”

Bu tarif, ruhun ne sadece bir hayal, ne de sadece bir enerji olduğunu, bilakis emir âleminden gelen, hakikî ve etkili bir varlık olduğunu ortaya koyar.

Ruh, Hayatın Özüdür

Ruh, yalnızca bir “can” değil; hayatı idare eden, şekil veren ve anlamlandıran ilâhî bir direktiftir.
İnsan bedenine anlam kazandıran; gözün görmesini, kalbin sevmesini, zihnin düşünmesini mümkün kılan, işte bu nurani cevherdir.

Atomları bir araya getirerek bir heykel yapabilirsiniz, ama ona hayat üfleyemezsiniz.
Çünkü hayatın anahtarı, maddeye değil, ruha aittir.

Zîşuur ve Hakikattar: Anlamı Arayan Cevher

İnsan, sadece yaşayan bir varlık değildir; aynı zamanda düşünen, hisseden, inanan, anlam arayan bir varlıktır.
Ruhun “zîşuur” yani şuurlu olması, onun hayata sadece tepkisel değil, iradi ve idrakli katıldığını gösterir.
Bu sebeple ruh, hakikatle irtibat kurabilen, Allah’ı tanıyabilen ve O’na yönelebilen bir latifedir.

Nuraniyet: Maddeyi Aşan Varlık

Bediüzzaman’ın ruhu “nurani” olarak tarif etmesi, onun zaman ve mekânla kayıtlı olmadığını, ışık gibi maddeden daha latif, daha hızlı ve daha kuşatıcı olduğunu anlatır.
Ruh, bedenin sınırlarını aşar; bir anda geçmişe gider, geleceğe uzanır, cennet özlemi duyar, ebediyet için ağlar.

İşte bu yönüyle insan, beden değil; ruhtur.

Külliyet Kesbetmek: İnsanlığın Ortak Dili

Ruhun külliyet kesbetmesi, yani gelişip genişleyerek daha büyük hakikatleri kavrayabilir hâle gelmesi, onun terakki kabiliyetini gösterir.
Ruh; iman, ibadet, tefekkür ve marifetle derinleşir, genişler, yücelir.
Yoksa bedenin gıdasıyla beslenen ruh, dünyevî zevklerde boğulur ve körelir.

Modern Çağın Yanılgısı: Ruhsuz İnsan

Zamanımız, ruhu yok sayan bir çağdır.
İnsan; duyguları reklamlarla şekillendirilen, düşünceleri algoritmalara esir edilen bir beden-odaklı varlık hâline getirildi.
Oysa insan, sadece et ve kemikten ibaret olsaydı, ölümle tamamen yok olurdu.
Ama biz biliriz ki, ölüm ruh için bir son değil, bir yolculuktur.

Ruhsuz Hayat, Manasız Bir Hayattır

Ruhsuz hayat, sadece yaşanmış bir zaman dilimidir; anlamdan ve hedeften uzaktır.
Ruhu tanımayan insan, ne kendini anlayabilir, ne Rabbini…
Bu yüzden insanın hakikî terakkisi, ruhunun farkına varması ve onu beslemesiyle mümkündür.

Makale Özeti

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin 29. Söz’de tanımladığı ruh kavramı merkeze alınarak ruhun mahiyeti, fonksiyonu ve hayatla ilişkisi üzerinde durulmuştur. Ruh; hayatın özüdür, şuurludur, nuranidir, hakikate yöneliktir ve gelişmeye müsaittir. Modern çağın ruhu ihmal eden yaklaşımı ise insanı eksik, anlamı ise boş bırakmaktadır. Bu sebeple insanın hakiki varlığı, ruhunu tanıması ve onu beslemesiyle mümkündür.

 

 




Sessiz Zikir: Cansız Görünen Varlıkların Şuurlu Hizmeti

Sessiz Zikir: Cansız Görünen Varlıkların Şuurlu Hizmeti

İnsan bakar, ama çoğu zaman görmez. Gördüğü şeyleri de çoğu zaman anlamlandıramaz.
Zira maddeyi sadece şekil ve kütleden ibaret zanneden bir nazar, onun ardındaki hikmeti göremez.
Hâlbuki her şey konuşur, ama hak ehline… Her şey zikreder, ama anlayan kalbe…

Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati şu kelimelerle ifade eder:

> “Mevcudat-ı hariciyenin her biri, sureten camid, şuursuz iken gayet hayatkârane ve şuurdarane vazifeleri ve tesbihatları vardır. Elbette nasıl melâikeler bunların âlem-i melekûtta mümessilidirler, tesbihatlarını ifade ederler; bunlar dahi âlem-i mülk ve âlem-i şehadette o melâikelerin timsalleri, haneleri, mescidleri hükmündedirler.”

Cansız Değil, Canlı Gibi Çalışan Varlıklar

Bir taş, bir bulut, bir yaprak… Dış görünüşte cansız, şuursuz; ama işleyişlerinde tam bir nizam, denge ve hikmet var.
Güneş doğarken vakitleri bildirir, hava rızık taşır, su şifa verir, toprak binlerce tür gıdayı bir arada büyütür.
Bu varlıklar şuursuzsa, bu şuurlu işler nasıl oluyor? İşte burada emir âleminden gelen ilahi bir düzenin ve ona hizmet eden bir sistemin varlığı tezahür ediyor.

Varlıkların Tesbihatı ve Vazifesi

Her bir varlık, kendi diliyle Allah’ı zikreder.
Kimi hareketiyle, kimi rengiyle, kimi şekliyle, kimi de fayda vermesiyle Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini ilan eder.
Bu zikir, sessizdir ama derin; görünmez ama etkilidir.

Bir arı, “Rezzâk” ismini, bir yıldız “Nur” ismini, bir ağaç “Muhyî” ismini temsil eder.
Adeta her varlık bir harf, her kâinat bir kelime, her sistem bir cümle gibi ilahî bir kitabın parçalarıdır.

Melekler ve Timsaller: İki Âlemin Yansımaları

Nasıl ki devletlerin büyük elçileri vardır; göklerin de elçileri meleklerdir.
Her varlığın tesbihatını, âlem-i melekûtta bir melek temsil eder.
Dünyadaki bir dağ, görünüşte camiddir ama melekût cihetinde bir melek onun lisanıyla Allah’ı zikreder.

Bu dünyadaki her şey ise o melekî hakikatin bir timsali, bir yansımasıdır.
Toprak bir mescittir, ağaçlar kıyamda, yapraklar rükûda, kuşlar secdededir.
Kâinat, suskun bir cami değil; sonsuz bir zikrin yankılandığı ilahî bir mabeddir.

Maddeperestliğin Körlüğü

Modern insan, sadece görüneni hakikat sayar. Oysa madde bir kabuk, bir zarftır.
Asıl mektup, onun içindeki anlamdır.
Eğer göz zahire saplanırsa, öz kaybolur.
Taş sadece taş, deniz sadece su olur.
Ama hakikatin gözüyle bakılırsa, her taş bir tesbih tanesi, her dalga bir hamd sedasıdır.

İnsan: Bu Sessiz Zikre Şahit Olan Varlık

İnsana düşen, bu sessiz zikirleri dinlemek ve anlamaktır.
Çünkü insan, hem bu âlemde yaşar hem de melekût âlemiyle bağlantı kurabilecek kalbî cihazlarla donatılmıştır.
Bu sebeple varlıkların tesbihatını tefekkür etmek, insanın hem kulluğudur, hem kemalidir.

Makale Özeti

Bu makalede, kâinattaki görünen varlıkların zahirde şuursuz görünmesine rağmen, şuur ve hayat sahibi gibi vazifeler gördüğü, her birinin Allah’ı kendi lisanıyla tesbih ettiği anlatılmıştır. Meleklerin, bu varlıkların melekût âlemindeki temsilcileri olduğu, dünyadaki varlıkların ise onların timsalleri ve mescidleri hükmünde olduğu ifade edilmiştir. Modern anlayışın maddeye takılıp kaldığı; oysa hakikatin, maddenin ötesindeki mana ve vazifelerde yattığı vurgulanmıştır.