DÜNYADAN TENFİR: MERHAMETLE GELEN VEDA

DÜNYADAN TENFİR: MERHAMETLE GELEN VEDA

“Sâni-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir tâifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibâriyle dünyadan, merhametkârâne bir tarz ile tenfîr edip usandırıyor, istirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevkengîz, ruhlarında uyandırıyor.”(17. Söz)
Buradaki dünyadan tenfir nasıl ve ne şekilde olmaktadır?

******

Hayat, bir misafirhane; dünya ise o misafirlerin geçici konaklama yeri. Her insan bu haneye girerken bir vazifeyle gelir. O vazife tamamlandığında ise Sâni-i Kerîm (Kerem sahibi Sanatkâr) ve Fâtır-ı Rahîm (Rahîm Yaratıcı), kulunu rahmetle meşgul eder; onu kendi öz yurduna döndürmek için incelikle hazırlar. İşte bu hazırlığın bir parçası da “dünyadan tenfir”dir: yani bu fanî âlemden bir nevi usandırma, uzaklaştırma ve kalıcı olmadığını idrak ettirme süreci.

Bediüzzaman Hazretleri, bu süreci çok latif bir şekilde tasvir eder: “Resm-i geçit” yani hayat sahnesinde her taifenin bir rolü, bir nöbeti vardır. Vazife bittiğinde, artık bu dünyada kalmalarının bir anlamı kalmaz. Ama ayrılış kuru bir kopuşla değil, merhametli bir terhisle olur. Nasıl ki askerlik bitince, terhis edilen kimse memleketine dönerken hem bir ferahlık, hem de tatlı bir hüzün yaşar; aynen öyle de insan, görevini tamamladıktan sonra ebedî vatanı olan âhirete özlem duyar.

Ancak bu özlemin uyanabilmesi için, dünyanın aldatıcı cilvelerinden yavaş yavaş soğuması gerekir. İşte “tenfir” burada başlar. Dünya, yaş ilerledikçe eskisi gibi tat vermez olur. Gençlik nimetleri solmaya, sıhhat zayıflamaya başlar. Etrafındaki sevdikleriniz bir bir göç eder. Mal, makam, şöhret gibi şeyler bir zamanlar cezbediciyken artık insanı meşgul etmekten başka bir anlam taşımaz hale gelir.

Bu tenfir bazen hastalıkla, bazen yalnızlıkla, bazen hayattan tat alamama şeklinde tezahür eder. Fakat dikkat edilmelidir ki, bu bir ceza değil, bir lütuf ve ikazdır. Rahîm olan Yaratıcı, kulunu dünyaya değil, ebedî saadete hazırlar. Tenfir, hakikî vuslata bir geçit olur. Çünkü dünya hayatı ne kadar tatlı görünse de, sonu hüsranla bitebilir. Ama o tatlılık perdelenip, hakikat gösterildiğinde, insan artık kalmak değil, gitmek ister. O zaman ölüm bir yok oluş değil, bir “terhis”, bir “visal” olur.

Dünyadan tenfir; ölüm korkusunu bir vuslat sevdasına dönüştüren hikmetli bir terbiyedir. Yaşlılıkla gelen halsizlik, gözden düşen dünya lezzetleri, insanların vefatı… Hepsi birer işarettir: “Vazifen bitti, artık asıl yurduna dön.”

Ve insanın ruhunda yavaş yavaş şu dua yankılanır:
“Artık gitme vaktim geldi, ne olur çağır beni ey Rabbim…”

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 17. Söz’de işaret ettiği “dünyadan tenfir” meselesi ele alınmıştır. Tenfir, insanın vazifesini tamamladıktan sonra dünyadan usandırılması ve ahirete yönlendirilmesidir. Bu süreç yaşlılık, hastalık, hayattan soğuma gibi yollarla gerçekleşir ve aslında ilahî bir rahmettir. Böylece kişi ölümden korkmaz, bilakis vuslata özlem duyar. Tenfir, fanî olandan ebedî olana yönelişin rahmetli bir vesilesidir.

 

 




BİZ NEYİ BEKLİYORUZ?

BİZ NEYİ BEKLİYORUZ?

Dünya bizi bekliyor.
Bir kurtuluş, bir söz, bir ses, bir umut bekliyor.
Gazze’nin yanan çocukları, bombalanan evleriyle değil sadece,
ümidini kaybetmek üzere olan kalbiyle bizi bekliyor.
İslam dünyası, dağılmışlığın ortasında bir iz, bir rehber arıyor.
Avrupa’sı, Amerika’sı, Rusya’sı, Ukrayna’sı bile… Evet, onlar da insanlığın rotasını kaybettiği bu çağda hakikatin ışığını arıyor.
Ve bütün insanlık…
Yani mahzunlar, mazlumlar, maneviyat susuzları,
adalet bekleyen vicdanlar,
hepsi bizi bekliyor.

Ama biz neyi bekliyoruz?
Neyi ve neden erteliyoruz?
Bu ümmetin gençleri, âlimleri, yazarları, dâvetçileri, işçileri, memurları, siyasileri, sanatçıları, yani hepimiz…
Bir şeyin gelmesini, bir devrin açılmasını, bir elin uzanmasını mı bekliyoruz?
Oysa o beklenen biziz.

Ümmetin Aslı: “Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol”

Biz, Kur’ân’ın ahlâkını temsil etmek için varız.
Biz, adaleti zulme galip getirmek için varız.
Biz, dünya körlüğe tutulmuşken, hakikati göstermek için varız.
Ama önce kendimize gelmeliyiz.
Kendini kaybetmiş bir toplum, başkasını bulduramaz.
“İnsanlığı kurtarmak isteyen önce kendini kurtarmalı.”
Çünkü yanan evi söndürmek isteyenin, elinde su olmalı.

Bugün, dünya maddi ilerlemede zirvedeyken,
ahlâken bataklıkta.
Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken,
bir İslam ülkesinde lüks otellerde israf diz boyu.
Bir yanda bombalar, ölümler; diğer yanda ekran başında vurdumduymaz eğlenceler.
Bu çelişki, bizi daha fazla susturamaz.

Gecikmiş Adalet: Sessizliğin Vebali

Zulme sessiz kalan, zalime güç verir.
Geciken tepki, geç gelen yardım,
tarihin ve vicdanın affetmeyeceği izler bırakır.

Dünya bizi bekliyor.
Sadece dualarımızı değil,
aklımızı, kalbimizi, elimizi ve emeğimizi bekliyor.
Mücadele eden değil, çözüm üreten Müslümanlara ihtiyaç var.
Reklam yapan değil, temsil eden bir ümmete ihtiyaç var.
Slogan atan değil, inşa eden bir gençliğe ihtiyaç var.

Ya Biz? Biz Ne Yapıyoruz?

Bekliyoruz…
Belki daha elverişli şartları,
belki bir lideri,
belki bir mucizeyi…
Ama biz neyi bekliyorsak,
onlar da bizim uyanmamızı bekliyor.

Kalk! Çünkü Uyandığında Sen, Ümmet Uyanacak

Artık beklemeyelim.
Geciken her dakika, yıkılan bir yuvadır.
Sustukça büyüyen bir zulümdür.
Erteledikçe ertelenen bir diriliştir.
Uyan! Kalk! Çünkü sen ayağa kalktığında, ümmetin yüreğine de hayat yürür.
Sen yürüdüğünde, sessizlik dağılır.
Sen konuştuğunda, hak sesi bulur.

ÖZET:

Bu makale, “Dünya bizi bekliyor, peki biz neyi bekliyoruz?” sorusu etrafında, Müslümanların hem kendi iç muhasebelerine dönmeleri hem de küresel anlamda insanlığa örneklik vazifelerini hatırlamaları gerektiğini vurgulamaktadır. İslam dünyasının dağınıklığı, Gazze’nin çığlığı, Batı’nın manevi boşluğu karşısında suskun kalan bir ümmetin, artık beklemeyi bırakıp harekete geçmesi gerektiği anlatılmaktadır. Çünkü beklenen biziz; harekete geçen biz olursak, insanlık yeniden istikamet bulacaktır.

 

 




Sessiz Kazılar, Sessiz Yıkımlar: Mescid-i Aksâ Neden Hedefte?

Sessiz Kazılar, Sessiz Yıkımlar: Mescid-i Aksâ Neden Hedefte?

Mescid-i Aksâ…
Sadece taş değil, tarihtir.
Sadece kubbe değil, kutsiyettir.
Sadece Kudüs’ün değil, insanlığın vicdanıdır.
Ve bugün, yeryüzünün en mahzun, en kuşatma altındaki mabedidir.

İsrail Neyi Hedefliyor?

İsrail’in uzun vadeli hedefi bellidir:
Mescid-i Aksâ’yı yıkmak ve yerine sözde Süleyman Mabedi’ni inşa etmektir.
Bu sır değil.
Açıkça dillendirilen, kitaplarına ve politik metinlerine geçen bir ideolojik saplantı.
Ama yıkım doğrudan yapılmaz.
Altı kazılır.
Temeli boşaltılır.
Zayıflatılır.
Zihinler başka şeylerle meşgul edilirken,
taşlar yerinden oynatılır.

Yıkım, kazma sesiyle değil; suskunlukla gerçekleştirilir.

İşte bu yüzden yıllardır kazılar sürüyor.
Mescid-i Aksâ’nın altında tüneller, oyuklar, labirentler inşa ediliyor.
Sözde “arkeolojik” araştırma bahanesiyle,
aslında kutsal bir mabet adım adım çökertilmeye çalışılıyor.

Neden Mescid-i Aksâ?

Çünkü Mescid-i Aksâ:

Kudüs’ün kalbidir.

İslam’ın ilk kıblesidir.

Miraç gecesinin durağıdır.

Üç dinin kutsal gördüğü bir mekândır.

Ortak hafızanın, ortak mabedidir.

Onların derdi sadece bir yapı değildir.
Amaç, İslam’ın ve ümmetin sembollerinden birini daha yok etmektir.
Çünkü bir milletin sembolleri yıkılırsa,
zihni ve ruhu da yıkılır.
Bu bir işgal değil; kimlik operasyonudur.

Neden Sessiz Kalınıyor?

Çünkü ümmet dağınık.
Çünkü İslam dünyası kendi iç meselelerinde boğulmuş.
Çünkü liderler suskun, halklar umutsuz, medya ise gaflet içinde.
Mescid-i Aksâ’nın altı kazılırken,
birçoğumuzun kalbi kazılıyor, vicdanı oyuluyor.
Bu sessizlik, bir çöküşe zemin hazırlıyor.

İsrail’in aradığı sadece bir bahanedir.
Bir yangın, bir çatışma, bir taş…
Ve sonra, “Güvenlik” gerekçesiyle yıkım.
Tepkiler mi?
Onlar da kontrol altında.
Medya ile uyuşturulmuş bir kitle kolay tepki veremez.
Uyuşmuş kalplerin tepkisi ya geç kalır, ya da eksik olur.

Bir Mabedin Yıkılması, İnsanlığın Yıkımıdır

Mescid-i Aksâ sadece Müslümanların değil;
Yahudiliğin, Hristiyanlığın ve İslam’ın ortak mirasıdır.
Onun yıkılması; sadece bir mabedin değil,
ortak insanlık vicdanının enkaz altında kalmasıdır.

Özet:

Bu makalede, İsrail’in Mescid-i Aksâ’yı yıkma hedefinin arka planı ele alınmaktadır. Yıllardır süren sistemli kazılarla mabet temelden zayıflatılmakta ve bir bahane ile yıkılmayı beklemektedir. Amaç, İslamî sembolleri yok ederek Müslümanların ruh köklerini kurutmaktır. Mescid-i Aksâ’nın sessiz çöküşüne karşı ümmetin ve insanlığın sessizliği, büyük bir ihanet olarak kayıtlara geçmektedir. Mabedin yıkılması, sadece taşların değil, vicdanların da çöküşüdür. Mescid-i Aksâ’yı korumak, sadece Müslümanların değil, insan kalmak isteyen herkesin görevidir.

 




KIYAMETE KADAR SİLİNMEYECEK BİR ZİLLET: GAZZE’NİN KANLI ŞAFAĞINDA

KIYAMETE KADAR SİLİNMEYECEK BİR ZİLLET: GAZZE’NİN KANLI ŞAFAĞINDA

Her sabah güneş yeniden doğar, ama Gazze’de sabahlar aydınlık değil; karanlığın devamıdır. Güneşin ışığıyla birlikte uyanan çocuklar, artık ne kahvaltı eder, ne de okula gider. Onların sabahı, bombaların gürültüsü, yıkılmış evlerin enkazı, annesiz kalmış bebeklerin sessiz ağlayışıyla başlar.

Gazze’de yaşananlar, sadece bir savaş değil; bir vahşet, bir soykırım, bir insanlık felaketidir. Ve bu zulmün öznesi İsrail, hedefi ise artık ne sadece direnişçidir ne de bir siyasi yapı. Hedef bir halkın topyekûn yok edilmesidir. Kadın, çocuk, yaşlı, hasta… Hepsi birer “hedef” haline getirilmiş, bir millet açlıkla, korkuyla, kuşatmayla sindirilmek istenmiştir.

Ama asıl dehşetli olan bu vahşetin bizzat gözler önünde işlenmesi ve dünyanın suskunluğudur.

Zulme Ortak Sessizlik

Bugün dünyanın dört bir yanındaki “uygar” devletler, Gazze’deki bu insanlık suçuna karşı sağır, dilsiz ve kördür. ABD, eliyle verdiği silahlarla kanı akıtırken; Avrupa, diplomasi kılıfı altında katliamı meşrulaştırır. Dünya medeniyeti dediğimiz şey, Filistinli bir çocuğun açlıktan öldüğü haberine gözünü kapatırken, aynı anda bir kedinin ağaçtan kurtarılmasıyla gününü süsler.

İslam Dünyasının Sessiz Zilleti

Ve en acı verici olan ise İslam dünyasının hâlâ bir şey yapamaması, yapmaması ve bu zulmü sadece kınamayla geçiştirmesidir. Oysa bu ümmet, bir zamanlar Kudüs’ün gölgesinde adaletin güneşini doğurmuştu. Bugünse parçalanmış, dağılmış, çıkarların esiri olmuş bir haldedir.

İsrail’in silahı kadar, İslam dünyasının bu acziyeti de öldürüyor çocukları…
Ve bu mahcubiyet, bu zillet, kıyamete kadar ümmetin alnına kara bir leke olarak kazınacaktır.

Gazze: Vicdanın Aynası

Gazze sadece bir coğrafya değildir; vicdanın aynası, imanın imtihanıdır. Orada dökülen kan, insanlığın damarından akan adaletin kuruduğunu gösteriyor. Her ölen çocukla birlikte bir insanlık değerimiz gömülüyor, her yıkılan evle birlikte bir ümmetin onuru çöküyor.

Ve bizler susarak, sadece katliamın değil, bu büyük günahın ortağı oluyoruz.

Yedi Okyanus Temizleyemez

Bu zulüm, sadece bir savaş suçu değil; bir leke, bir pisliktir. Ve bu leke, ne diplomasiyle ne açıklamayla ne de zamanla temizlenebilir. Üzerinden yedi okyanus aksa, Gazze’de öldürülen bir çocuğun feryadı temizlemez bu günahı.

Bu zillet, unutulmayacak.
Çünkü göklerin hafızası, yere dökülen kanı unutmuyor.
Ve Allah’ın adaleti, elbet konuşacak…

ÖZET:

Bu makalede Gazze’de işlenen vahşet, İsrail’in halkı hedef alan zulmü, İslam dünyasının acziyeti ve Batı’nın suskunluğu ele alınmıştır. Filistinli masumların açlıkla, bombalarla yok edilmesi insanlık için kara bir lekedir. Bu zillet, özellikle İslam ümmetinin duyarsızlığıyla daha da derinleşmiştir. Kıyamete kadar silinmeyecek bu utanç; ne siyasi açıklamalarla ne de zamanla temizlenebilir. Bu bir insanlık imtihanıdır ve sessiz kalan herkes, bu büyük vebalin ortağıdır.

 

 




Şikayet Makamına Giden Çocuklar: Bekliyor musunuz?

Şikayet Makamına Giden Çocuklar: Bekliyor musunuz?

Gazze…
Tozun, dumanın, kanın ve gözyaşının birbirine karıştığı mazlum bir belde.
Ve o beldede, on binlerce çocuk…
Yaralı oyuncakları, yıkılmış duvarları, aç karınları ve donuk bakışlarıyla,
Birer birer toprağa düşen yıldızlar gibi
sessizce şehadet makamına yürüdüler.

Ama onlar sadece şehit olmadılar.
Onlar birer şikayetçi oldular.
Başta İsrail olmak üzere,
suskun kalan ümmetten,
duyarsız insanlıktan,
vicdanını tüketmiş küresel düzenden,
sorgusuz sualsiz boyun eğen sistemden davacı oldular.

Dediler ki:

> “Bizi füzelerle vuranları zaten tanıyorsunuz.
Ama o füzenin karşısında bir kalkan olamayan sizleri de tanıyacağız.”

“Bizi göz göre göre açlığa mahkum edenlere ‘medenî’ deyip,
yüz çevirenler siz değil miydiniz?”

“Dualarınızla bile gelmeye çekindiğiniz savaş meydanında,
bizim cesetlerimiz yere düştü;
ama siz kalbinizi bile kaldıramadınız.”

“Bizi taşla, kaşla, gözle değil;
sessizliğinizle öldürdünüz.”

Ve sonra döndüler, göğe yükseldiler.
Meleklerin omuzlarında, şehadet çiçekleriyle…
Ama giderken bir şey sordular:

“Bekleyin mi?”
“Bekleyelim mi?”
“Neyi bekleyelim?”

Yeni bir saldırı mı?
Yeni bir soykırım mı?
Daha kaç çocuğun ölmesi gerekiyor vicdanların uyanması için?

Oysa bekleyecek bir şey kalmadı.
Vicdan beklemez.
İman beklemez.
Hakikat beklemez.
Mazlumun ahı göklere yükselmişse, orada bekleyiş değil, hesap vardır.

Bekleyenler Değil, Uyandıranlar Kurtarır

Müslümanlar artık bekleyemez.
Zira susmak, zulmü kabul etmektir.
Ertelemek, zalimi cesaretlendirmektir.
Sadece İsrail değil,
onun arkasındaki suskun güçler,
dilsiz Şark, sağır Batı ve
dirilmemiş İslam dünyası da bu suçun gölgesindedir.

Bir çocuk ağlıyorsa, bütün dünya susmalıdır.
Ama burada, dünya sadece sustu;
vicdanını da gömdü.
Gazze, hepimize ayna tuttu.
Mazlumlar, mahşer günü sadece zalimleri değil,
suskunları da teşhis edecek.

ÖZET:

Bu makale, Gazze’de şehit edilen on binlerce çocuğun manevi şikayetini dile getirerek; sadece zalim İsrail’i değil, sessiz kalan Müslümanları ve insanlığı da sorgulamaktadır. Artık “bekleyelim mi?” sorusunun geçerli bir cevabı kalmamıştır. Çünkü zulmün bu kadar açık olduğu bir çağda, sessizlik ortaklıktır. Makale, ümmetin artık uyanması, duyarsızlıktan kurtulması ve sadece izleyen değil, ayağa kalkan bir şahitliğe yönelmesi gerektiğini vurgular.

 

 




BEN SİZİN BİLMEDİĞİNİZİ BİLİRİM”: HALİFELİKTEN FESADA

BEN SİZİN BİLMEDİĞİNİZİ BİLİRİM”: HALİFELİKTEN FESADA

“Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.” (Bakara. 30)

Meleklerin korktukları başlarına geldi.
İşte fesad çıkarıp kan döken İsrail, abd,Rusya, Ukrayna,Avrupa ülkeleri

********

“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…”
Bu ilahi kelâm, insanın yeryüzündeki yüce misyonunu haber verirken, meleklerin sarsıcı bir sorusuna da vesile olmuştur:
“Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?”

Meleklerin bu tesbiti, sadece bir endişe değil, insanın ileride sapabileceği tehlikeli yola dair bir işaretti. Ve ne yazık ki, insanlık tarihinin büyük bir kısmı bu korkunun gerçekleşmesinden ibarettir.

Bugün modern çağın zirvesinde, ileri teknolojiyle donatılmış toplumların elinde kanlı bir geçmişin değil, kanlı bir günümüzün yaşandığına tanıklık ediyoruz.

Halifelik Makamından Fesada Düşen İnsan

İnsan, halife olarak yaratıldı. Yani yeryüzünü ıslah etmek, adaletle hükmetmek, merhameti yaymak, hakkı ayakta tutmakla vazifelendirildi. Fakat bu emaneti yüklenenlerin çoğu, nefsin esaretine girerek halifeliği hegemonyaya, emaneti sömürüye, adaleti zulme çevirdi.

İsrail, Gazze’de çoluk çocuk demeden katlederken;
ABD, dünyanın dört bir yanında çıkar için savaş çıkarırken;
Rusya, Ukrayna’yı kan gölüne çevirirken;
Avrupa, menfaat için her zulme göz yumar ve hatta ortak olurken;
Ukrayna, başka bir zulmün ya da çıkarın piyonu haline gelirken;
insanoğlunun yeryüzünde neye dönüştüğünü meleklerin endişesiyle daha net anlıyoruz.

Melekler Haklı mıydı? Allah’ın Cevabı Ne Demekti?

Melekler, insanın potansiyel kötülüğüne dikkat çekmişti. Ama Allah, onların bilmedikleri bir hakikate işaret etmişti:
“Ben sizin bilmediğinizi bilirim.”

O bilinmeyen, peygamberler, veliler, şehitler, sadıklar, adil yöneticiler, hakkı savunan garipler, merhametiyle dünyayı yaşanır kılan güzel kullar idi.

İnsan, en büyük fesadın da faili olabilir, en yüksek faziletin de taşıyıcısı olabilir.
Bu ikisi arasındaki fark, insanın Allah’la olan bağında gizlidir.

Bugünün Dünyasında Halifelik Nerede?

Bugün insanlık büyük bir hesap gününe doğru sürükleniyor. Gazze’de dökülen kan, Sudan’da açlıktan ölen çocuklar, Yemen’de susturulan feryatlar, İslam coğrafyasının dört bir yanındaki gözyaşları; halifeliği unutan bir insanlığın, kan dökücü tabiatına yenildiğini gösteriyor.

İnsanlık, teknolojiyle değil, merhametle yücelir.
Savaşlarla değil, adaletle hükmeder.
Sömürüyle değil, emanet bilinciyle halifeliğini isbatlar.

Ama bugün ne yazık ki, meleklerin korktuğu o insanlık karşımızda duruyor:
Silahıyla, hırsıyla, vahşetiyle, açgözlülüğüyle…
Ve bu hâl, kıyametin sessiz habercisidir.

ÖZET:

Makale, Bakara Suresi 30. ayeti bağlamında, insanın halifelik makamından saparak fesada ve kan dökücülüğe sürüklenmesini işler. Meleklerin endişesi günümüzde başta İsrail, ABD, Rusya, Avrupa gibi devletlerin işlediği zulümlerle adeta vücut bulmuştur. Oysa Allah, insanın taşıyabileceği yüce faziletleri bildiğini beyan etmişti. Bugün bu fazilet unutulmuş, yerine güç tutkusu, çıkar savaşları ve adaletsizlik geçmiştir. Bu hâl, insanlığın hem vicdanen hem de ahlaken bir çöküş içinde olduğunu göstermekte ve meleklerin o tarihi endişesini teyit etmektedir.

 




AHMAK DOSTUN ZARARI: DÜŞMANDAN DAHA YIKICI BİR TEHLİKE

AHMAK DOSTUN ZARARI: DÜŞMANDAN DAHA YIKICI BİR TEHLİKE

İnsanoğlunun dostluğu bir nimettir, lakin dostun akılsızlığı, gafleti ve ölçüsüzlüğü bazen düşmanın kin ve nefreti kadar zarar verir. Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemât eserinde geçen şu sarsıcı ifade bu gerçeğe işaret eder:
“Sadık-ı ahmak, adüvvü’d-dînden daha muzırdır.”

Yani dindar olduğunu zanneden ama hikmetsiz davranan, dost görünen ama akılsızca iş tutan biri; bilinçli bir düşmandan daha çok zarar verebilir.

Ahmak Dost Kimdir?

Ahmak dost, niyeti iyi olabilir ama yöntemi yanlıştır. Düşmanı vuracağım derken dostu yaralar. Dini müdafaa edeceğim derken dine zarar verir. Hakikati savunduğunu sanır ama hakikati şüpheye düşürür.

Bu kişiler, bazen dini öfkeyle anlatır, bazen ölçüsüzlükle sevdirileceğine nefret ettirir.
Bazen sertliği cesaret sanır, bazen cehaleti teslimiyet.
Ve nihayetinde, dine hizmet ettiği zannıyla, zımnî bir düşmanlık yapar.

Günümüzden Örneklerle

Sosyal medyada “din adına” yapılan ölçüsüz paylaşımlar, insanlara dini değil, dini temsil edenlerin sertliğini ve tahammülsüzlüğünü gösteriyor. Bu da birçok insanı dinden soğutuyor.

Medyada ya da kürsülerde, cehaletle fetva veren bazı kişiler, İslam’ın şefkat, adalet ve hikmet boyutunu gölgede bırakıyor. Bu da özellikle genç nesilde “din buysa biz yokuz” dedirtiyor.

Terör örgütlerinin İslam’ı istismar etmesi, ahmak dostluk değilse nedir? Zira düşmanlar İslam’a saldırmak için gerekçe ararken, bunlar onlara malzeme sunar.

Toplumda öfke diliyle “mücadele” eden bazı gruplar, haklı oldukları meseleleri bile savunulamaz hâle getiriyor. Böylece halkın desteğini kaybediyorlar; hak, haksızlıkla sunulunca etkisini yitiriyor.

Dostluğun Şartı: Akıl, Hikmet ve Merhamet

Bir dost, dostluğunu sadakatle olduğu kadar hikmetle de göstermelidir.
Esas olan akıl ve hikmettir. Zira;
“Aklı olmayanın dini de yoktur.”
Çünkü akıl, dini doğru anlamanın ve yaşamanın vasıtasıdır. Hikmetsiz bir gayret, hayırlı bir niyetle bile olsa, fitne doğurur.

Bugün ümmetin en büyük yaralarından biri, cahilce dostlukların doğurduğu bölünmeler, nefretler, itici temsiller ve yanlış savunmalardır.

Düşman zaten düşmandır, bilinir ve tedbir alınır. Ama ahmak dost, zihinleri karıştırır, safları böler, kalpleri soğutur ve içten içe çürütür.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Sadık-ı ahmak, adüvvü’d-dînden daha muzırdır” sözünden hareketle ahmak dostların düşmandan daha çok zarar verdiği ifade edilmiştir. Niyeti iyi ama yöntemi yanlış kişilerin, din adına öfkeyle, cehaletle, ölçüsüzlükle hareket ederek insanları dinden uzaklaştırdığı, İslam’ın merhamet ve hikmet yüzünü gölgelediği anlatılmıştır. Ahmak dostların zararları, düşmanların saldırılarından daha yıkıcı olabilir. Bu sebeple, dostluk sadakat kadar hikmet, akılla hareket ve güzel temsil de gerektirir.

 

 




AKLIN, KALBİN VE RUHUN SIRLARI: İNSAN HAKİKATİNE YOLCULUK

AKLIN, KALBİN VE RUHUN SIRLARI: İNSAN HAKİKATİNE YOLCULUK

“Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”
(Tîn, 4)

İnsan, sadece et ve kemikten ibaret bir varlık değildir. O, akıl, kalp ve ruh gibi üç temel cevherle yoğrulmuş, görünenden öteye uzanan bir sırlar kitabıdır. Kur’ân ve hikmet geleneği, insanı sadece biyolojik değil, ontolojik bir muhatap olarak görür. Her bir yönüyle Rabbini tanımaya, kendini anlamaya memurdur.

  1. Aklın İnceliği: Anlamak, Tartmak ve Tanımak

Aklın vazifesi, eşyayı anlamak, varlığı tartmak ve hakikati tanımaktır. Kur’ân, aklı olmayanı “duymayan, görmeyen ve anlamayan” bir körlük içinde tarif eder:

> “Onların kalpleri vardır, ama onunla anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha şaşkındırlar.”
(A’râf, 179)

Akıl, yaratılmışları temaşa ederek Allah’ın varlık ve birliğine delil toplar. Hikmet ise aklın terbiye edilmesiyle oluşur. Ancak akıl, tek başına rehber değildir. Kalp ve ruhla birlikte çalışmadığında sapabilir, bâtılı hak zannedebilir.

> “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için deliller vardır.”
(Âl-i İmrân, 190)

  1. Kalbin Derinliği: Hissetmek, Sezmek, Sevgiyle Bilmek

Kalp, sadece duygusal bir merkez değil, aynı zamanda manevî hislerin merkezidir. Kur’ân’da “kalp mühürlenmesi” ifadesi, hakikate karşı kapanmayı temsil eder:

> “Onların kalpleri vardır ama onunla anlamazlar…”
(Bakara, 7)

Kalp, doğru çalıştığında imanın merkezi olur. Sevgiyle bilir, merhametle anlar. Allah’a yönelmiş bir kalp, nefis ile değil nur ile dolar. Kalp olmadan akıl, hesap yapar ama hikmete varamaz. Kalbin temizliği, Kur’ân’a göre kurtuluşun anahtarıdır:

> “O gün, ne mal fayda verir ne evlat; ancak Allah’a selîm bir kalp ile gelen müstesna.”
(Şuarâ, 88-89)

  1. Ruhun Sırrı: İlâhî Nefha ve Ebediyetle Bağlantı

Ruh, Allah’ın insanın varlığına üflediği sırdır.

> “Ona ruhumdan üfledim…”
(Hicr, 29)

Ruh, yaratılışın ilâhî boyutudur. İnsan beden ile dünyaya, ruh ile ahirete bağlıdır. Ruh, Allah’a olan özlemiyle yanar. Hiçbir dünya lezzeti onu tatmin edemez. Çünkü onun vatanı dünya değil, ebediyet yurdudur.

Ruh, Kur’ân’a göre Allah’ın ilminden bir sırdır:

> “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”
(İsrâ, 85)

Bu ifade, ruhun mahiyetinin insan tarafından tam anlaşılamayacağını, ama yönünün göğe dönük olduğunu bildirir. Ruh, sadece hayat veren değil, aynı zamanda ahlakî ve mânevî farkındalık sağlayan bir cevherdir.

  1. Bu Üç Cevherin Uyum İçindeki Rolü

Akıl; varlıkları tartar.

Kalp; o tartışa duyguyu ve sezgiyi ekler.

Ruh; onların ötesine geçerek Allah’a vuslatı arzular.

Bu üçlü birlikte çalıştığında insan, hem dünyayı tanır, hem nefsi terbiye eder, hem de Allah’a yaklaşır. Ancak biri eksik olduğunda, insan ya maddeye mahkûm olur, ya da duygulara esir, ya da şeytana oyuncak olur.

Tasavvufî gelenekte bu üçlü şöyle tasvir edilir:

Akıl: Rehber

Kalp: Ayna

Ruh: Kanat

Birlikte olduklarında hikmet, şefkat ve marifet doğar.

  1. Son Söz: Kendini Bilen Rabbini Bilir

İnsan, bu üç cevheri tanıdıkça ne olduğunu ve nereden geldiğini kavrar. Kendini bilen, Rabbini tanır. Aklını temizleyen doğruyu bulur. Kalbini temizleyen sevgiyi keşfeder. Ruhunu doyuran ebediyet yoluna girer.

> “Yeryüzünde gezip de kalpleri olup da onunla anlamayan, kulakları olup da işitmeyen kimseler… Onlar hayvanlar gibidir. Belki daha da sapıktırlar.”
(Furkan, 44)

Bu ayet, insandaki bu üç cevheri kullanmayanların sıradan bir varlık değil, varlık şerefini kaybetmiş bir şekil olduğunu gösterir.

ÖZET

Kur’ân’a göre insan, sadece bedenden ibaret değildir; akıl, kalp ve ruh ile donatılmış ilâhî bir emanet taşıyıcısıdır.

Akıl, doğruyu yanlıştan ayırmak için verilmiştir.

Kalp, hakikati sezmek ve iman etmek için vardır.

Ruh, insanın Allah’a açılan kapısıdır.

Bu üç cevher bir araya geldiğinde insan yeryüzünün halifesi olur. Ancak birini ihmal ederse, hem kendine hem çevresine zulmeder. Gerçek saadet, bu üçlünün uyumuyla mümkündür.

 

 




Zincirler Kırılıyor: İslam’ın Şahlanışı ve Maddî Terakkinin Manevî Dirilişe Kapı Aralayışı.

Zincirler Kırılıyor: İslam’ın Şahlanışı ve Maddî Terakkinin Manevî Dirilişe Kapı Aralayışı.

“Ve   bu   zamanda   ila-yı   kelimetullah   maddeten   terakkiye   mütevakkıftır.   Medeniyet-i   hakikiyeye   girmekle   ilâ-yı   kelimetullah edebiliriz.” Hutbe-i Şâmiye, s.32.
Maneviyatın önündeki maddi bağ kalkmakta ve Türkiye’nin dolayısıyla İslam’ın şahlanışı başlamaktadır.
Üç yüz yıllık ve özellikle yüz yıllık bağlar ve prangalar çözülmektedir.
Maniler defolmakta, İslam güneşinin önündeki kara perdeler kalkmaktadır.

*******

Bediüzzaman Said Nursî’nin yaklaşık bir asır önce dile getirdiği “İ’lâ-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır” hakikati, bugün daha berrak şekilde görünmektedir. Maddî ilerleme, teknoloji ve medeniyetin İslam’ın yüceltilmesine bir araç kılınması, geçmişte zincirlenmiş bir medeniyetin yeniden dirilişinin anahtarı olmuştur. Asırlardır üzerimize örtülmüş cehalet, sefalet ve esaret perdeleri birer birer kalkarken, bu uyanışın arkasında hem tarihi bir derinlik hem de geleceğe dair büyük bir müjde vardır.

  1. Üç Asırlık Sessizlik: Zincirlerle Uyutulan Bir Medeniyet

Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak, İslam dünyası üç asırlık bir geri çekilmenin, içe kapanmanın ve dış müdahalelerin gölgesinde yaşamıştır. Batı’nın maddî terakkisi karşısında kendi öz değerlerini sorgulayan, hatta aşağılık kompleksine kapılan bir ümmet meydana gelmişti. Medrese gerilemiş, ilim durağanlaşmış, fikir donmuştu.

Bu geri kalış yalnızca teknik değil; zihnî ve ruhî bir işgalin neticesiydi. Yabancılaşma, taklitçilik ve kimlik bunalımı İslam toplumlarını içten içe çürütmüştü. Bediüzzaman tam bu esnada seslenmişti:

> “İ’lâ-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır.”

Çünkü çağın dili artık güç, teknoloji, üretim ve bilgi idi. İslam hakikatleri elbette ebedidir, ama o hakikatlerin insanlara ulaştırılma yolları çağın şartlarına göre şekillenmelidir.

  1. Maddî Terakki: Aracın Hakk’a Hizmet Eder Hale Gelmesi

Maddî ilerleme, İslam’ın yüceltilmesinin rakibi değil, aracıdır. Bugün internet, yapay zekâ, iletişim ve ulaşım teknolojileri; Kur’ân’ın mesajının yeryüzüne daha hızlı ulaşmasına hizmet etmektedir. Eskiden bir hakikati yaymak için yıllar harcanırken, bugün bir video, bir makale milyonlara ulaşabilmektedir.

Müslümanlar bu teknolojiyi ve gelişmeyi dışlamadıkça, ona maneviyatı yükledikçe, maddi terakki, manevî bir inkılâba zemin hazırlamaktadır. Bu, Bediüzzaman’ın “medeniyet-i hakikiye” dediği şeydir. Batının zulmüne, sömürüsüne değil; adaletine, bilimine ve insanlığa hizmet eden yönüne yönelmek.

  1. Zincirler Çözülüyor: Yeni Bir Baharın Ayak Sesleri

Bugün Türkiye başta olmak üzere İslam dünyasında büyük bir zihnî uyanış yaşanmaktadır. Kimliğinden utanmayan, aksine onunla gurur duyan, geçmişle barışık, geleceğe umutla bakan bir nesil yetişiyor. Sekülerleşmenin kör kuyularından çıkan birçok gencin Kur’ân’a ve sünnete yönelmesi; asırlardır üzerimize örtülen perdeyi yırtmakta.

Özellikle son yüz yıldır süregelen yasaklar, inkârlar ve baskılar, artık tarihin çöplüğüne atılıyor. Din; sadece camide değil, sokakta, medyada, okulda ve teknolojide yerini almaya başlıyor. İslam’ın yeniden gündem olması, Batı’ya öykünmenin değil; kendi benliğini kuşanmanın bir tezahürüdür.

  1. Türkiye’nin Misyonu: Hilâlin Sesi Yeniden Yükseliyor

Bediüzzaman’ın “İslam’ın merkezi Anadolu’dur” şeklindeki vurgusu bugün daha anlamlıdır.
“Biz, imanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya Kur’ân’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.” (Bk. Emirdağ Lâhikası-I, 145. Mektup.)

Türkiye, coğrafi olarak üç kıtanın kesişiminde, tarihi olarak üç kıymetli mirasın (Selçuklu-Osmanlı-İslam) taşıyıcısıdır. Bugün Türkiye’de yaşanan manevi diriliş, İslam âlemi için bir işaret fişeği mahiyetindedir.

Bu topraklarda yeniden yükselen ezan sesi, çağdaş tekniklerle yapılan tebliğ çalışmaları, dijital vaazlar, Kur’ân uygulamaları ve manevi sohbetler; Hz. Peygamber’in çağrısını yeni bir lisanla yeryüzüne taşımaktadır.

Sonuç: Maddeden Mânevîliğe Açılan Bir Kapı

Artık maddi terakki maneviyata engel değil, onun taşıyıcısıdır. Maddî bağlar çözüldükçe ruh zincirlerinden kurtulmaktadır. Bediüzzaman’ın asır öncesinden haykırdığı hakikatler bugün ete kemiğe bürünmektedir.

Müjde yakındır. Zira güneşin doğuşunu kimse engelleyemez. Kara perdeler dağılıyor, zihinler aydınlanıyor, zincirler kırılıyor. Bu şahlanış; sadece Türkiye’nin değil, bütün bir ümmetin yeniden dirilişi olacaktır. Yeter ki biz, terakkiyi doğru anlayalım, teknolojiyi Hakk’ın hizmetine verelim, kalbimizi Kur’ân’a mühürleyelim.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “İ’lâ-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır” sözünden hareketle İslam dünyasının yeniden dirilişi ele alındı. Üç asırlık geri çekilmenin ardından, maddî gelişmelerin artık maneviyata engel değil, onun taşıyıcısı olduğu vurgulandı. Türkiye’nin İslam dünyasındaki öncü rolü, prangaların çözülüşü ve İslam güneşinin yeniden parlayışı tarihi ve güncel örneklerle işlendi. Bu şahlanışın; imanın, bilginin, teknolojinin ve iradenin birleşimiyle mümkün olacağı belirtildi.

 




Zamanları Aşan Bir Çağrı: Hz. Musa’nın Kıssalarında Saklı Hikmetler

Zamanları Aşan Bir Çağrı: Hz. Musa’nın Kıssalarında Saklı Hikmetler

Kur’ân-ı Kerim, insanlık tarihinin en çetin mücadelelerine sahne olmuş kıssalarla, hem geçmişi hatırlatır hem geleceği inşa eder. Bu kıssaların başında gelen Hz. Musa (as) ve kavmiyle olan mücadelesi, yalnızca tarihi bir hadise değil, aynı zamanda her asrın kalbine dokunan bir ders, bir ibret, bir uyarıdır. Firavun’un zulmüne karşı hakikatin sesi olan Musa Peygamber, ümmetin ahlakını, psikolojisini ve sosyal yapısını inşa eden bir mürebbi gibidir. Bu yazıda, Hz. Musa’nın kıssalarında saklı psikolojik, sosyolojik ve ahlaki mesajları ele alacağız.

  1. Psikolojik Mesajlar: Korkunun Terbiyesi ve Sabır Eğitimi

Hz. Musa’nın hayatı, korku ile cesaretin, yılgınlık ile direnişin psikolojik boyutlarını gözler önüne serer. Firavun’un sarayında büyüyen Musa, bir hata sonucu Mısır’dan kaçmak zorunda kalmış, sonra peygamberlikle görevlendirilerek tekrar oraya dönmüştür. Bu süreçte yaşadığı dahili dönüşüm, bireyin korkularını imanla aşabileceğini gösterir.

> “Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi bana kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki sözümü anlasınlar.” (Tâhâ, 25-28)

Bu dua, insanın dahili dünyasında yaşadığı kaygılarla başa çıkmasında ilahi yardımın ne kadar önemli olduğunu ifade eder. Musa (as), psikolojik zorluklara karşı sabır, dua ve tevekkül ile direnmenin örneğidir.

  1. Sosyolojik Mesajlar: Adaletin İnşası ve Toplumsal Direniş

Hz. Musa’nın Firavun düzenine karşı yürüttüğü tebliğ, sadece bireysel değil, toplumsal bir inkılâbı hedefler. Firavun’un tanrılık iddiası altında ezilen halkın özgürlük mücadelesi, zulme karşı bir halk uyanışıdır.

> “Firavun yeryüzünde büyüklük tasladı, halkını zümrelere ayırdı. Onlardan bir kesimi zayıflatıyor, erkek çocuklarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Şüphesiz o bozgunculardandı.” (Kasas, 4)

Bu ayet, adaletin sosyolojik temelini sunar: Zulmün sistemi toplumu bölerek hâkim olur, ama hakikatin sistemi toplumu birleştirerek adaleti inşa eder. Musa (as), bu parçalanmış yapıya karşı, kavmine kimlik kazandırmış ve onları kolektif bir direnişe yöneltmiştir.

  1. Ahlaki Mesajlar: Şükür, Sadakat ve İsyana Karşı İkaz

Hz. Musa’nın kıssalarında İsrailoğulları’nın tutumları üzerinden önemli ahlaki mesajlar verilir. Defalarca mucize görmelerine rağmen şükürsüzlükleri, sabırsızlıkları ve dünyevileşmeleri, insan nefsinin zaaflarını gösterir:

> “Ey kavmim! Siz buzağıyı ilah edinmekle kendinize zulmettiniz.” (Bakara, 54)

Bu olay, insanın ilahi nimetleri nasıl kolayca unutabileceğini ve nefsine mağlup olduğunda nasıl büyük hatalara düşebileceğini gösterir. Musa Peygamber’in sabrı, onları affa ve doğruya çağırması ise affediciliğin ve ilahi merhametin bir yansımasıdır.

  1. Tarihî ve Evrensel İbret: Her Çağın Firavunları ve Musaları

Firavun, yalnızca bir tarihî şahsiyet değildir; o, her çağın içinde yeniden doğan zulüm sistemlerinin sembolüdür. Hz. Musa ise her çağda ortaya çıkan direniş önderlerini temsil eder. Kur’ân bu kıssayı kıyamete kadar geçerli bir uyarı olarak sunar:

> “Gerçekten onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Yûsuf, 111)

Bu açıdan bakıldığında, Hz. Musa’nın kıssası; zalimlere karşı boyun eğmeyen, halkını uyandıran, hakikati haykıran öncülerin asırlar üstü rol modelidir.

Sonuç

Hz. Musa’nın kıssaları sadece geçmişin hatırası değil, bugünün aynasıdır. Psikolojik olarak bireyin sabrı, sosyolojik olarak toplumun direnişi, ahlaki olarak da ümmetin sadakati bu kıssalarda işlenmiştir. Her Müslüman, içindeki Firavunları tanımalı, Musa’nın izinde yürümelidir. Bu kıssa, imanın zafere, sabrın özgürlüğe, tebliğin dirilişe dönüşmesinin hikâyesidir.

Özet

Bu makalede, Kur’an’da Hz. Musa’nın kıssalarında yer alan psikolojik, sosyolojik ve ahlaki mesajlar ele alındı. Psikolojik olarak korkuya karşı iman ve sabrın önemi vurgulanırken; sosyolojik olarak Firavun düzenine karşı halkı örgütleyen bir adalet mücadelesi işlendi. Ahlaki açıdan ise şükürsüzlük, isyan ve dünyevileşmeye karşı verilen uyarılar ön plandadır. Hz. Musa’nın kıssası, her çağda zulme karşı direnen hakikatin sesi olarak kıyamete dek ibret vesilesi olmaya devam edecektir.

 




MÛSÂ: KUR’ÂN’DA BİR PEYGAMBERİN BÜTÜNLÜĞÜ

  1. MÛSÂ: KUR’ÂN’DA BİR PEYGAMBERİN BÜTÜNLÜĞÜ

“Ve seni kendi katımdan bir sevgiyle sevdim, tâ ki gözetim altında yetiştirilesin.”
(Tâhâ Sûresi, 39)

Kur’ân-ı Kerîm’in en çok adı geçen peygamberi olan Hz. Mûsâ, sadece bir kavmin kurtarıcısı değil, aynı zamanda bir önder, muallim, sabır timsali ve insan psikolojisinin en derin örneklerinden biridir. Onun kıssası, Kur’ân’ın hemen her bölümüne dağılmıştır. Bu da bize bir hakikati fısıldar: Hz. Mûsâ’nın hayatı, zamana ve mekâna değil, insanlığın hikmet yolculuğuna aittir.

Kur’ân, onun doğumundan vefatına, kavmiyle mücadelesinden Allah’la münâcâtına kadar birçok safhayı anlatır. Bu anlatım, kronolojik değil, tematik ve hikmet merkezlidir. Zira Hz. Mûsâ’nın hayatı, zamanlar üstü bir ahlâkî haritadır.

  1. Doğum ve İlâhî Koruma: Kaderin Sessiz Eli
    (Kasas 7–13, Tâhâ 39–40)

Hz. Mûsâ, bir bebek olarak dünyaya geldiğinde zulmün en karanlık dönemine doğmuştur. Firavun, erkek çocukları öldürmektedir. Annesine ilham edilir:

> “Onu suya bırak, korkma, üzülme.”
Bu sahne, tevvekkülün ve ilâhî korumanın en çarpıcı örneğidir. Bir annenin çaresizliğiyle Allah’ın kudreti birleşince, bebek nehirde değil, kaderde yürür.

  1. Medyen Yılları: Tevazu ve Hizmet Eğitimi
    (Kasas 22–28)

Firavun’un sarayında büyüyen Hz. Mûsâ, istemeden bir adam öldürünce Medyen’e sığınır. Orada bir çoban olur. Zenginlikten yokluğa, saraydan çöle… Fakat Medyen, onun nefsini eğittiği ve hizmet ahlâkını öğrendiği bir mekteptir. Hz. Şuayb’ın yanında geçirdiği bu yıllar, ileride bir ümmeti taşıyacak omuzları kuvvetlendirir.

  1. Tur Dağı ve Nübüvvet: Kelîmullah Olmak
    (Tâhâ 9–48, Kasas 29–35)

Allah, ona “Tur” dağında seslenir. Asa mucizesi, yedi beyza, Firavun’a gönderilişi…

> “Gidin Firavun’a, çünkü o azdı!”
Bu davet, sadece Firavun’a değil, zulmün her şekline karşı ebedî bir çağrıdır. Hz. Mûsâ, bir peygamber olarak önce kendi korkusunu yener, sonra kavmini karanlıktan aydınlığa taşır.

  1. Firavun’la Yüzleşme: Zalimle Konuşmanın Sabrı
    (A’râf 103–137, Şuarâ 10–66, Yunus 75–92)

Firavun’un inkârı, sihirbazlarla yüzleşme, denizin yarılması gibi sahneler, hak ile batılın çarpışmasını temsil eder. Hz. Mûsâ, zalime karşı konuşurken bile Rabbinin öğüdüne uyar:

> “Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır.”
Kur’ân burada bize öğretir ki: Hakikat, kibirle değil, sabırla ve yumuşaklıkla taşınır.

  1. Kavmiyle İmtihan: Peygamberin Yorgunluğu
    (Bakara 51–61, A’râf 138–171, Tâhâ 83–97)

Hz. Mûsâ’nın kıssasında en acı taraflardan biri, kendi kavminin nankörlüğüdür. Onlara deniz yarılır, kudret helvası iner, susuzlukta taş delinerek su fışkırır; yine de inkâr ve isyan eksik olmaz. Bu, bir önderin yalnızlığıdır. Hz. Mûsâ bazen dua eder, bazen öfkelenir, bazen sitem eder. Ama hiçbir zaman ümmetini terk etmez.

  1. Hızır ile Yolculuk: Beşer Bilgisinin Sınırı
    (Kehf 60–82)

Hz. Mûsâ, Hızır ile yaptığı üç olaylık yolculukta kendi bilgisine sınır çizer. Kur’ân bu kıssa ile der ki:

> “Sadece bildiğine dayanma; her bilginin üstünde bir bilen vardır.”
Hz. Mûsâ’nın bu kıssadaki hali, bilginin tevazu ile birleşmezse nasıl eksik kaldığını gösterir. Bu sahne, onun beşerî yönünü ve öğrenmeye açık kalbini vurgular.

  1. Kur’ân’da Hz. Mûsâ’nın Genel Yeri: İnsani ve İlâhî Arasında Bir Köprü

Hz. Mûsâ’nın ismi Kur’ân’da 136 kez geçer. Onun kıssası sadece tarihî bir olay değil, bir ahlâk ve iman atlasıdır. O, hem ilâhî kudretin bir delili, hem de insani zaafların aynasıdır. Kur’ân onu bir kez değil, birçok surede, farklı bağlamlarda anlatır. Çünkü onun hayatı, farklı hâller için örnekler sunar: Zorbalığa karşı duruş, sabır, dua, gayret, öfke, tövbe, liderlik…

SONUÇ: BİR PEYGAMBERİN AYDINLIĞINDA YÜRÜMEK

Hz. Mûsâ, Kur’ân’da sadece bir kişilik değil, bir ahlâk okuludur. O, zalime karşı bir cesaret, kavmine karşı bir şefkat, hakikate karşı bir sadakat örneğidir. Onun kıssası bize şunu öğretir: Allah yolunda yürümek, mucize aramak değil; sabır, gayret ve teslimiyetle yürümektir.

Kur’ân’da Hz. Mûsâ’nın çokça zikredilmesi, onun peygamberlik hikmetinin sadece geçmişe değil, bugüne ve geleceğe de ışık tutması içindir. Her Firavun’a karşı bir Mûsâ, her karanlığa karşı bir Tur ışığı gereklidir.

ÖZET

Hz. Mûsâ, Kur’ân-ı Kerîm’in en çok adı geçen peygamberidir. Kıssası doğumundan vefatına dek birçok surede farklı boyutlarıyla ele alınır. Allah’ın koruması altında büyür, Medyen’de hizmet eğitimi alır, Tur’da vahiy alır, Firavun’a karşı mücadele eder, kavminin nankörlüğüyle sınanır ve Hızır’la yolculuğunda beşerî sınırlılığı öğrenir. Onun kıssası, zulme karşı direniş, ilme karşı tevazu ve kulluğa dair teslimiyet dersleriyle doludur. Kur’ân’da bu kadar geniş yer bulması, onun sadece tarihî değil, evrensel bir örnek oluşundandır. Hz. Mûsâ, hem bir öğretmen, hem bir yol gösterici, hem de insanın Rabbine doğru yürüyüşünde bir rehberdir.

 

 




Kur’ân-ı Kerîm’de Medih ve Zem İfadeleri: Hakikati Gösteren İki Ayna

Kur’ân-ı Kerîm’de Medih ve Zem İfadeleri: Hakikati Gösteren İki Ayna

Kur’ân-ı Kerîm, sadece bir ibadet rehberi değil; aynı zamanda insanın iç dünyasını şekillendiren bir eğitim ve terbiye kitabıdır. Bu ilahî kitap, insanı kemale erdirmek için hem medih (övme) hem de zem (yerme) ifadeleri kullanır. Medih ile insanın hangi davranış ve vasıflarla yüceleceğini, zem ile ise hangi hâl ve huylarla aşağıların aşağısına düşeceğini bildirir. Böylece insanın yol haritası çizilir; aydınlık ve karanlık, hak ve bâtıl ayrıştırılır.

  1. Medih: Faziletin Yankısı

Kur’ân’da medhedilen kimseler, ahlaki kemâlata erişmiş, Allah’ın rızasına uygun bir hayat süren kimselerdir. Bu övgüler, insanı yüceltmekten ziyade bir örnekliği temsil eder.

Müminlerin özellikleri: “Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler…” (Mü’minûn, 23/2) gibi ayetlerde iman ehlinin davranışları överek sunulur.

Sabredenler, sadıklar, mütevaziler, infak edenler, bağışlayanlar gibi birçok grup övgüyle anılır. Bu medihler, bir teşvik metodudur.

Muradifler (anlam benzerliği olan ifadeler):

Hamid (övülmüş), muhsin (güzel davranan), salih (iyi işler yapan), muttaki (takva sahibi) gibi kelimeler medih yüklü anlamlar taşır.

  1. Zem: Hakikati Göstermek İçin Ayna

Zem ifadeleri ise insanı küçük düşürmek için değil, onun uyanmasına vesile olmak için kullanılır. Allah Teâlâ, Kur’ân’da bazı davranışları sert ifadelerle yermiştir.

Münafıklar: “Şüphesiz münafıklar, cehennemin en alt tabakasındadır.” (Nisâ, 4/145)

Kibirlenenler, alay edenler, zalimler, yalanlayanlar hep zemmedilmiş; bu vasıflardan sakınmamız istenmiştir.

Muradifler:

Fâsık (yoldan çıkan), zâlim (haksızlık yapan), mütekebbir (büyüklenen), kezzâb (çok yalan söyleyen) gibi kelimeler zem yüklü terimlerdir.

  1. Hikmet: Medih ve Zem’in Terbiye Edici Yönü

Kur’ân’ın bu iki yönlü hitabı, bir muvazene (denge) kurar. Sadece medih olsaydı, insan gaflete düşer; sadece zem olsaydı, ümidi kaybederdi. Lütuf ve azap, ödül ve ceza, teşvik ve tehdit birlikte zikredilir. Bu da insanın fıtratına hitap eden ilahi bir eğitim metodudur.

  1. İbretlik Misaller

Firavun kibriyle zemmedilirken, Yusuf (a.s) iffetiyle medhedilir.

Karun malıyla böbürlenirken lanetlenir, Eyyub (a.s) sabrıyla övülür.

Ashab-ı Kehf, genç yaşta hakka bağlılıklarıyla anılır; Bel’am bin Bâurâ ilmiyle saptığı için ibretle anlatılır.

Bu örnekler bize şunu öğretir: Allah nazarında değer, şekle değil niyete ve ahlaka bağlıdır.

Sonuç ve Özet

Kur’ân-ı Kerîm’de medih ve zem, sadece ödül-ceza sistemi değil, aynı zamanda insanın neye yönelirse yükselip neye saparsa düşeceğini gösteren ilahi bir terbiye metodudur. Medih, bir model sunar; zem, bir uyarı taşır. Her biri birer ayna gibidir: biri bize ne olabileceğimizi, diğeri ne olmamamız gerektiğini gösterir. Bu dualite, insanın hakikate yönelişi ve ahlaken olgunlaşması için vazgeçilmezdir. Kur’ân’ın bu dengeli hitabını anlayan bir kalp, hem ümidi hem de korkuyu dengede tutarak sırat-ı müstakîm üzere yürür.

Makale Özeti:

Bu makalede Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan medih (övme) ve zem (yerme) ifadeleri ile bunların muradifleri incelenmiştir. Medih ifadeleri insanı yücelten ahlaki örnekleri teşvik ederken, zem ifadeleri kötü huy ve davranışlardan sakındırmayı hedefler. Her iki ifade biçimi de insanın ahlaki tekâmülünü sağlamayı amaçlayan bir ilahi terbiye yöntemidir. Kur’ân, bu yöntemle insanın iç dünyasını şekillendirir, ona doğru ile yanlışı gösteren bir ayna tutar.

 

 




Nankörlük: Unutulmuş Bir Günahın Sessiz Çığlığı

Nankörlük: Unutulmuş Bir Günahın Sessiz Çığlığı

İnsanoğlu, kendisine verilen nimetlerin sarhoşluğunda çoğu zaman kaynağı unutur. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm, tekrar tekrar nankörlüğü (küfrân-ı nimet) büyük bir ahlâkî bozukluk olarak tanımlar ve bu davranışın dünyevî ve uhrevî sonuçlarına dikkat çeker. Nankörlük, sadece bir kalp hastalığı değil, aynı zamanda bir varoluş sapmasıdır.

Kur’ân’da Nankörlük ve Muradifleri

Kur’an’da nankörlük, doğrudan “küfr” (örtmek, inkâr etmek) kelimesiyle ifade edilir. Çünkü kişi, nimetin üzerini örter; onu veren Zât’ı inkâr edercesine unutur. Bazı ayetlerde “küfrân”, “cehûd”, “kezzeb”, “nasiye (unutma)” gibi kelimeler bu mânayı tamamlar.

Öne çıkan ayetlerden bazıları:

İbrahim Suresi, 7:
“Eğer şükrederseniz elbette (nimetimi) artırırım; ama nankörlük ederseniz, şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”

Nahl Suresi, 112:
“Allah bir şehri misal verdi: Güvenli ve huzur dolu idi. Her yerden bolca rızık gelirdi. Ama onlar Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden Allah da açlık ve korku elbisesini onlara giydirdi.”

İnsân Suresi, 3:
“Gerçekten biz ona yolu gösterdik; ister şükreder ister nankörlük eder.”

Adiyat Suresi, 6:
“İnsan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür.”

Bu ayetlerde görüldüğü gibi nankörlük, sadece dil ile yapılan bir hata değil; bir yaşam biçimi, bir tercihtir.

Nankörlüğün Tezahürleri ve Hikmetleri

Nankör insan, kendini merkeze koyar. Sahip olduğu her şeyi kendi çabasıyla kazandığını sanır. Oysa her nimet, bir emanettir; her başarı, bir imtihandır.

Kur’an’da Karun’un kıssası bu gerçeği çarpıcı biçimde anlatır. Karun, “Bu servet bana, bendeki bilgi sayesinde verildi” demişti (Kasas 28/78). Yani nimeti sahiplenmiş, onu veren Rabbi inkâr etmişti. Neticede yeri yarıldı ve Karun hazineleriyle birlikte yerin dibine geçti. İşte nankörlüğün sonu budur: Kendisini yutan bir çöküş.

Nankörlük sadece Allah’a karşı değil, insana karşı da olabilir. Ebeveyne, eşe, topluma karşı vefasızlık; yapılan iyiliği görmezden gelme; nimeti hak edilmiş gibi görme… Bunlar da Kur’an’ın kınadığı nankörlük çeşitlerindendir.

Nankörlükten Şükre Yolculuk

Kur’an’da nankörlüğün zıddı olarak şükür kavramı öne çıkar. Şükür, sadece “teşekkür” değil; nimeti veren Zât’ı tanımak, nimeti yerli yerince kullanmak, onu başkalarıyla paylaşmaktır. Şükür, insanı yüceltir; nankörlük ise alçaltır.

Lokman Suresi, 12:
“Biz Lokman’a hikmet verdik: ‘Allah’a şükret!’ Kim şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir.”

Bu ayet, şükrün bir yük değil, insanın kendine yaptığı bir iyilik olduğunu gösterir. Şükürle insan, hem Rabbinin rızasını kazanır hem de nimetleri kalıcı hâle getirir.

İbretli Bir Hikaye: Unutan Adam

Bir adam yıllarca dua etmiş, sonunda bir evlat sahibi olmuştu. Çocuğu büyüyünce onu putperest yapmamak için dua eden adam, zamanla çocuğuna duyduğu aşırı sevgiden dolayı ibadetlerini terk etmeye başladı. Gün geldi, “Allah bana bu çocuğu verdi ama ben kazandım” demeye başladı. Sonunda çocuk onu terk etti; adam evlatsız ve yalnız kaldı.

Bu adamın hikayesi, modern çağın bir özeti gibidir. Ev, araba, kariyer, çocuk… Hepsi nimet. Ama bunlar kalbi Allah’tan uzaklaştırıyorsa, o nimetler aslında imtihan kılığında belalardır.

Makale Özeti:

Kur’an-ı Kerîm, nankörlüğü hem bireysel hem toplumsal bir bozulma olarak tanımlar. Nankörlük, nimeti veren Zât’ı unutmak, onu inkâr etmek ve nimeti amaç hâline getirmektir. Bu tavır insanı azaba götürürken; onun zıddı olan şükür, nimetleri çoğaltır, insanı yüceltir. Karun gibi nankörlerin kıssasıyla bu hakikat gösterilmiş; Lokman gibi şükredenlerle de hikmetin yolu öğretilmiştir. Netice olarak Kur’an, nimetin değil, nimeti verenin peşinden gitmemizi ister.

 

 




HAKİKATİN TANIKLARINDAN BİRİ: VARAKA BİN NEVFEL

HAKİKATİN TANIKLARINDAN BİRİ: VARAKA BİN NEVFEL

Tarihin dönüm noktaları sadece ordularla, krallarla değil; hakikati tanıyan, onu tasdik eden ve uğruna söz söyleyen sessiz şahitlerle yazılır. Varaka bin Nevfel işte o şahitlerden biridir.

Varaka Kimdir?

Varaka bin Nevfel, Hz. Hatice’nin amcasının oğludur. Mekke’de yaşayan, okuma yazma bilen ve Tevrat ile İncil’i incelemiş nadir insanlardandır. O, cahiliye çağında bile hak dini arayan ve Hristiyan olmuş, Hanif inanç üzere yaşamış bir kişidir. Allah’a şirk koşmayan, tevhide bağlı kalan, halk arasında bilgeliğiyle tanınan bir zattır.

Peygamber Efendimiz ile Olan Münevver Buluşma

Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ilk vahiy, Hira Mağarası’nda geldiğinde derin bir sarsıntı yaşamış ve titreyerek eve dönmüştü. Bu esnada onu en iyi anlayacak kişi, Hz. Hatice’nin tavsiyesiyle Varaka bin Nevfel olmuştu. Hatice validemiz onu Varaka’ya götürdüğünde, yaşananları dikkatle dinleyen Varaka, şöyle demişti:

> “Bu gelen, Musa’ya gelen Namus-u Ekber’dir (Cebrâil’dir). Keşke senin kavmin seni çıkarırken ben genç olsaydım.”

Resûlullah (s.a.v.) şaşkınlıkla sordu:
“Onlar beni mi çıkaracak?”
Varaka:
“Evet! Zira senin getirdiğini getiren kimseye düşmanlık edilmiştir. Eğer o günlere yetişirsem, sana destek olurum.”

Ancak çok geçmeden Varaka vefat etti ve Peygamberimiz, onun için:
“Onu cennette beyaz giysiler içinde gördüm.” buyurdu.

Varaka’nın İlmi ve Derinliği

Varaka, Hristiyanlığı hurafelerden arındırarak öğrenmiş, tahrife uğramış kitaplardan bile hakikatin izini sürebilmişti. Tevrat ve İncil’de müjdelenen “son peygamber”in sıfatlarını tanıyordu. Bu yüzden, gelen ilk vahyin mahiyetini anlayabilecek yegâne kişi oydu. Onun ilmi, sadece bilgi yığını değil; basiretli bir iman arayışının meyvesiydi.

Hikmet ve İbret: İlk Tasdik, İlk Şahitlik

Varaka bin Nevfel, Resûlullah’a ilk iman eden ve peygamberliğini tasdik eden kişilerdendir. Henüz açık bir tebliğ yokken, vahyin henüz ürkek ilk adımları atılırken, o karanlıkta ışığı görebilen bir basiret sahibiydi.

O, ne büyük servetler kazandı, ne uzun uzun yaşadı; ama tarihin en büyük hakikatine ilk şahitlik etme şerefine nail oldu. Bugün bizlerin imanla kavradığı hakikate, o daha ilk anda iman etmişti.

Sessiz Kahramanların Sesi

Varaka, gölgede kalmış ama hakikatin parlayan yıldızlarından biridir. Onun hayatı, bize şunu hatırlatır:

> İlim, hakikati tanımak içindir. Hakikati tanıyanlar ise her çağda ve her coğrafyada, sessiz ama derin izler bırakırlar.

Özet:

Varaka bin Nevfel, Hz. Hatice’nin amcasının oğlu olup, Tevrat ve İncil’i bilen, hak dini arayan ve tevhide bağlı yaşayan bir hanifti. Peygamber Efendimiz’e ilk vahiy geldiğinde onu ilk tasdik edenlerden oldu. Cebrâil’i tanıdı, peygamberliği anladı ve destek vermek istedi. Kısa süre sonra vefat etti. Hadislerde onun cennet ehli olduğu bildirildi. İlmiyle, basiretiyle ve sadakatiyle hakikatin ilk şahitlerinden biri olarak örnek bir şahsiyet olarak tarihe geçti.

 




BİR HAKİKATİN TANIĞI: BUHEYRA-İ RAHİB VE SON NEBİ’NİN GELİŞİ

BİR HAKİKATİN TANIĞI: BUHEYRA-İ RAHİB VE SON NEBİ’NİN GELİŞİ

Tarih bazen bir insanın kalbinde saklanır. Bir hakikatin yankısı ise, uzak dağlardan değil, sessiz bir manastırdan yükselir. Buheyra, işte o yankının ilk tanığıdır.

Buheyra Kimdir?

Buheyra, Şam civarında Busra kasabasında yaşayan bir Hristiyan rahibidir. Gerçek isminin “Sergius” veya “Georges” olduğu bazı kaynaklarda geçer. “Buheyra” ismi, Arapçadaki “küçük deniz” anlamına gelen “buhayra” kelimesinden türemiştir; lakap olarak kullanılmıştır. Rahip Buheyra, zühd ve takva sahibi, İncil’i iyi bilen ve gelecek peygamberin vasıflarını kitaplardan tahkik etmiş bir âlimdir.

Bir Kervan, Bir Çocuk ve Bir Tanıklık

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) 12 yaşındayken, amcası Ebû Tâlib ile birlikte Şam taraflarına ticaret amacıyla bir yolculuğa çıkar. Kervan, Busra yakınlarına geldiğinde Buheyra’nın dikkatini çeken olağanüstü bir durum yaşanır:
Bulut, küçük bir çocuğu gölgelemektedir. Ve kervan konakladığında, bir ağacın gölgesi adeta çocuğa doğru eğilir. Buheyra, kalbindeki işareti anlar; aradığı “son peygamber”in alametlerini görmek üzeredir.

Rahip, kervandakilere yemek ikram eder ve özellikle çocukla konuşmak ister. Peygamberimizle yaptığı konuşmalar neticesinde, sırtındaki “nübüvvet mührünü” de görür. Ardından amcası Ebû Tâlib’e şu sözleri söyler:

> “Bu çocuk büyük bir geleceğe sahiptir. O, beklenen peygamberdir. Yahudiler onun gelişini biliyorlar. Şayet fark ederlerse zarar verebilirler. Bu yüzden onu hemen geri götürmelisin.”

Bu uyarı üzerine Ebû Tâlib, Peygamber Efendimiz’i Şam’a varmadan geri döndürür.

Buheyra’nın İlmi ve Hakkı Teslimi

Buheyra, Hristiyan bir âlimdi. Ancak diğer din âlimlerinden farkı, kalbini hakikate kapatmamasıydı. Onun için kavim, ırk, din değil; gerçek ve gelen vahiy önemliydi. Tevrat ve İncil’deki işaretlerden hareketle, beklenen peygamberin sıfatlarını tanıyacak kadar derin bir ilme sahipti. O, Resûlullah’ı görünce hiç tereddüt etmeden tanıdı, iman etti. Rivayetlerin çoğu, onun içten içe iman ettiğini, ama açıklamadığını bildirir. Bazı kaynaklarda sonradan imanını açıkladığına dair zayıf bilgiler de bulunur.

Hikmet ve İbret: Hakkı Tanıyan Bir Kalbin Sessizliğidir

Buheyra’nın hikayesi, sessiz ama derin bir tanıklık hikayesidir. O, görünüşte sahneye çıkmadı, uzun konuşmalar yapmadı, büyük şehirlerde davetler vermedi. Ama onun kalbinde saklanan ilim ve teslimiyet, Resûl-i Ekrem’in daha çocukken korunmasına vesile oldu.

İbret şudur: Bir kişi bile, eğer kalbini hakikate kapatmamışsa, Rabbinden gelen nuru görebilir. Buheyra, hem o nuru gördü, hem tanıdı, hem de zarar gelmemesi için elinden geleni yaptı.

Sonuç ve Mesaj

Buheyra-i Rahib, kitap ehli bir âlim olarak, sadece bilgisiyle değil, basiret ve takvasıyla da tarihe geçti. Onun gözünden süzülen bu tanıklık, Kur’an’ın “Ehli Kitap’tan bir kısmı vardır ki, hakikati bilir ve saklamaz” mealindeki ayetlerinin de canlı bir delilidir.

Bugün bizler için de mesaj açık: Bilgi, ancak kalp ile birleştiğinde basirete dönüşür. Ve o basiret, bazen bir çocuğu tanımak, bazen de tarihin seyrini değiştirmek kadar büyüktür.

Özet:

Buheyra-i Rahib, Şam yakınlarındaki Busra’da yaşayan bir Hristiyan âlimidir. İncil’den öğrendiği bilgilerle, beklenen peygamberin vasıflarını biliyordu. Peygamberimiz 12 yaşındayken karşılaştığında onu tanıdı, sırtındaki nübüvvet mührünü gördü ve onu korumak için amcasını uyardı. İman ettiği rivayet edilen Buheyra, hakikati tanıyan bir kalbin sessiz ama derin tanıklığını temsil eder. Onun hikâyesi, hakikatin peşinde olanlar için bir örnek, gaflet içinde olanlar için bir uyarıdır.