Kudüs’ten Ümmete, Ümmetten İnsanlığa: Kurtuluşun Anahtarı İttihad-ı İslam’dır

Kudüs’ten Ümmete, Ümmetten İnsanlığa: Kurtuluşun Anahtarı İttihad-ı İslam’dır

Kudüs’ün kurtuluşu, ümmetin kurtuluşu hatta insanlığın kurtuluşu Farz-ı Ayn olan İttihad-ı İslam iledir.

Kudüs; sadece bir şehir değil, ümmetin kalbidir. O kalp kan ağlarken, ümmetin huzur bulması, insanlığın selamete ermesi mümkün değildir. Kudüs, tarihte defalarca kurtarılmıştır ama her seferinde birlik ruhu ile, iman heyecanı ile, ittihad sırrı ile olmuştur. Bu yüzden bugün de Kudüs’ün kurtuluşu, ümmetin kurtuluşu hatta insanlığın kurtuluşu, Farz-ı Ayn olan İttihad-ı İslam iledir.

Farz-ı Ayn Ne Demektir?

Farz-ı Ayn; her Müslümanın bireysel olarak sorumlu olduğu vazifedir. Namaz, oruç gibi… Bu ifade ile İttihad-ı İslam’ın sadece alimlerin, liderlerin veya birkaç idealistin değil; her ferdin boynuna borç olduğunu ilan etmiş oluruz. Artık birlik bir lüks değil, bir zarurettir. Zira parçalanmış bir ümmetin ne Kudüs’ü olur, ne izzeti, ne de geleceği…

Ümmet Parçalanırsa Kudüs Esir Kalır

Tarih bize defalarca gösterdi: Haçlılar, Moğollar, emperyalistler… Kudüs ne zaman sahipsiz kaldıysa, arkasında dağınık bir ümmet vardı. Ne zaman ki Müslümanlar aynı kıblede, aynı hedefte, aynı safta toplandı; Selahaddin çıktı, Kudüs şereflendi.
Bugünse ümmet, sınırlarla değil, zihinlerle bölünmüş halde. Mezhebi, meşrebi, milliyeti, siyasi görüşü, dili ve çıkarı ile bölünen bir yapıdan ne Kudüs çıkar, ne kurtuluş…

İttihad: Hem Kudüs’ün Anahtarı, Hem İnsanlığın Umudu

İslam birliği sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın aradığı adalet, denge ve merhamet düzenidir. Çünkü Kur’an’ın medeniyeti; adalet üzerine kurulur, sömürüye değil paylaşmaya dayanır. İttihad-ı İslam gerçekleştiğinde:

Kudüs işgalden kurtulur.

Ümmet zillet yerine izzete kavuşur.

Mazlum coğrafyalar nefes alır.

Zulüm sistemleri çöker, insanlık nefret yerine şefkat görür.

Yani İttihad-ı İslam, sadece Müslümanların değil, insanlığın da kurtuluş kapısıdır.

Ne Yapmalı? Nereden Başlamalı?

Kalpler birleşmeden, şehirler birleşmez.

Niyetler arınmadan, hedefler berraklaşmaz.

Her fert, önce kendi içindeki ayrılığı, kini, taassubu temizlemeli.

Sonra cemaatler, yapılar, milletler tevhidi hedefe yönelmeli.

Şu nidaya kulak vermeli:

> “Ey ehli hakikat! Şu zamanda en büyük farz, ittihad-ı İslam’dır.”

Son Söz: Kudüs Aynadır

Kudüs, ümmetin aynasıdır. O ağlıyorsa biz perişanız, o zincirliyse biz esiriz. Ama o azad olursa, bilin ki birliğimiz başlamıştır. Kudüs’ün minarelerinden “özgürlük” yankılandığında, ümmetin kalbi yeniden atmaya başlar. O gün, sadece Filistinli çocuklar değil, bütün insanlık tebessüm eder.

Özet

Kudüs’ün kurtuluşu, sadece bir şehir meselesi değil; ümmetin diriliş ve insanlığın selamet meselesidir. Bu da Farz-ı Ayn olan İttihad-ı İslam ile mümkündür. Müslümanların birliği; Kudüs’ü özgürleştirir, ümmeti izzete kavuşturur, insanlığı adalete taşır. Her birey, bu birliğe niyet, dua ve gayretle omuz vermeli; çünkü artık İttihad-ı İslam bir seçenek değil, zarurettir.

 

 




Ümitsizlik Yok: Üç Asırlık Kilitler Açılıyor

Ümitsizlik Yok: Üç Asırlık Kilitler Açılıyor

> “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.”
(Âl-i İmrân, 139)

Bu ayet, sadece geçmişin karanlık sayfalarına değil, bugünün yorgun yüreklerine ve geleceğin umut arayan nesillerine bir ilahi hitaptır. Ümitsizlik, Kur’an’a göre en büyük engellerdendir. Çünkü iman, umutla yeşerir; mücadele, inançla yürür. Ayet bize diyor ki: “Gevşemeyin, üzülmeyin! İman varsa, zafer sizinledir.”

Nadastan Uyanışa: Asırlarca Uyuyan Ümmet

Üç yüz yıl… Gafletin, taklidi bir din anlayışının, Batı hayranlığının ve iç çözülmelerin pençesinde geçen uzun bir kış gibi. Ümmet, tarihteki izzetini kaybetti; hilafeti yitirdi; bilimde, sanatta, siyasette geride kaldı.
Ama bu da bir kaderin parçasıydı. Tıpkı toprağın nadasa bırakılması gibi…
Toprağın nadası çürüme değil, hazırlanmadır. Yüzeyde kuru gibi görünen zeminin altında, rahmet birikiyor, kökler yeniden canlanıyor, büyük bir doğuşa zemin hazırlanıyor.

Bugün artık o nadas süreci sona eriyor. Fikirler uyanıyor, zihinler silkeleniyor, gençlik yeniden Kur’an’a sarılıyor, ümmet yeniden “Ben buradayım!” demeye başlıyor. Zira Kur’an’ın vaadi bu: İman varsa, yeis yoktur.

Kur’an’ın Gösterdiği En Büyük Engel: Tefrika ve Ümitsizlik

Kur’an, müminlerin galebesini sadece maddi güçle değil, manevi duruşla ilişkilendirir. İki düşmanı işaret eder:

  1. Vehn: Yani gevşeklik, yılgınlık, korku.
  2. Hüzn: Yani geçmişe saplanmak, umutsuzluk ve ruhsal çöküntü.

Bu iki hastalık, ümmetin ruhuna saplanmış dikenler gibidir. Eğer bunlar çıkarılmazsa, iman bile potansiyelini gösteremez. Ayet bu yüzden emir kipindedir: “Gevşemeyin! Üzülmeyin!” Yani sadece temennî değil, bir görev olarak yüklenilmiştir ümide tutunmak.

Kilitler Açılıyor: Müjdeler Başladı

Bugün İslam coğrafyasında çile çoktur ama sessizlik değil, uyanış vardır. Gözyaşı çoktur ama umutsuzluk değil, dua vardır. Mazlum çoktur ama zillet değil, direniş vardır.

Tek tek kilitler açılıyor:

Kalplerdeki korku kilidi, ilimle.

Zihinlerdeki esaret kilidi, tefekkürle.

Toplumdaki tefrika kilidi, kardeşlikle.

Ümmetin üzerindeki zillet kilidi, yeniden imanla…

Bu süreçte en büyük sermayemiz: Kur’an’ın vaadi, Allah’ın yardımı ve ümmetin yeniden uyanan ruhudur.

İman Galebesinin Anahtarıdır

Ayetteki “اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ – Eğer mü’minlerseniz” şartı, zaferin temelidir. Siyasi birlik, askeri güç, ekonomik zenginlik… Bunlar sonradan gelir. Asıl olan; hakiki imanla donanmak, mücadeleyi Allah için yapmak ve sabırla, şükürle yürümektir.

Özet

Âl-i İmrân 139. ayeti, ümmete moral ve strateji veren bir ilahi reçetedir. Bu ayetle Rabbimiz; gevşekliği ve umutsuzluğu reddedip, imanla ayakta duranların üstün geleceğini haber veriyor. Ümmet, üç asırlık bir nadas dönemini geride bırakıyor. Kilitler açılıyor, uyanış başlıyor. En büyük engel olan vehn ve hüzün aşılırsa, imanla zafer kaçınılmazdır. Ümitsizlik haram, mücadele farzdır.

 

 




Bin Bir Birler: Vahdetin Kudreti ve Ümmetin Dirilişi

Bin Bir Birler: Vahdetin Kudreti ve Ümmetin Dirilişi

> “Evet, bu kâinat bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar)

Birlik, tevhid, ittihad… Bunlar sadece toplumsal kavramlar değil, varlığın mayasıdır. Kâinatın özünde bile dağılma değil, derlenme; ayrılık değil, birleşme vardır. Atomdan galaksiye, zerreden kürreye kadar her şey “bir” olan Allah’ın kudretine boyun eğmiş, düzenli bir vahdet içindedir.

Vahdet: Varlığın İlahi Ritmi

Kâinat, bir senfoni gibi… Her bir mahlûk kendi görevini yapıyor ama hepsi bir orkestranın parçası gibi bir bütünlük içinde hareket ediyor. Yıldızlar birbirine çarpmadan dönüyor, mevsimler şaşmadan değişiyor, hücreler intizamla işliyor. Bu baş döndürücü nizam bize şunu haykırıyor:
“Bir olan Allah’ın mülkünde, çokluk içinde bile birlik vardır.”

İşte bu evrensel ilke, sosyal hayata da sirayet etmelidir.
İnançta vahdet, fikirde vahdet, amelde vahdet… Kalplerin Rabbi birse, kıblemiz birse, kitabımız ve peygamberimiz birse; kalpler niçin ayrı düşsün?

Birlik: İmanî Bir Mecburiyet

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.”

Yani imanımız birse, kalplerimiz de birleşmeli. İnandığımız tevhid, sadece göklerin Rabbi’nin birliğini değil, yerdeki kulların da muhabbetle birleşmesini gerektirir.

Peki neden hâlâ bölünmeler, kutuplaşmalar, kardeş kavgaları?

Çünkü imanî birlik hakiki olmadıkça; yani sadece dilde kalır, kalbe işlemezse, tefrika hâsıl olur. Müslümanlar Kur’an’ı aynı gözle okumazsa, Peygamber’i ortak rehber görmezse, akide birliği yerini şahsî yorumlara bırakırsa; bu durumda “bir bir bir” diye başlayan zincir, “ben ben ben” diyen nefsin baltasına yenik düşer.

“Bir”e İsyan: Zulmün Başlangıcı

Bediüzzaman, vahdetin bu kadar açık olduğu bir dünyada, müminlerin aralarındaki kin, adâvet ve ayrılıkları örümcek ağına benzetir. Kâinatı bağlayan kudsî zincirleri bırakıp da örümcek ağına sarılmak ne büyük bir zillettir!

> “Şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren ehemmiyetsiz şeyleri tercih etmek, o vahdet zincirlerine hürmetsizliktir.”

Her müminin kalbi bu hakikatle titremeli: Eğer ben mümin kardeşime adavet besliyorsam, aslında tevhid zincirini koparıyor, Allah’ın bin bir birlikle inşa ettiği kâinat düzenine isyan ediyorum.

İttihad: Kurtuluşun Tek Yolu

Bugün ümmetin maruz kaldığı zilletin, dağınıklığın ve esaretin temel sebebi ittihadsızlıktır. Kudüs esirdir çünkü kalpler birbirine düşmandır. Gazze ağlamaktadır çünkü ümmet dağılmıştır. İslam dünyası sömürülmektedir çünkü “bir” olamamıştır.

Ama hâlâ geç değil. Yeter ki o kadim “bir bir bir” zincirini yeniden hatırlayalım. Aynı Rabb’e, aynı kitaba, aynı peygambere iman ettiğimizi yeniden idrak edelim. O zaman, kâinatla uyumlu hale geliriz. Kâinatın ritmine uyan bir toplum da, Allah’ın nusretine layık olur.

Özet

Kâinat, bir olan Allah’ın kudretiyle bin bir birlik içinde yaratılmıştır. Tevhid, sadece inanç değil, aynı zamanda kalplerin, toplumların ve ümmetin birleşmesidir. İnançta birlik, fikirde ve amelde de vahdeti gerektirir. Risale-i Nur bu hakikati güçlü bir şekilde vurgular: Tevhid-i imanî, tevhid-i kulûbu; vahdet-i itikad, vahdet-i içtimaiyeyi doğurur. Müminler olarak bizi birleştiren binlerce sebep varken, ayrılığa sebep olan küçük şeyleri büyütmek büyük bir zulümdür. Ümmetin kurtuluşu, vahdet zincirine yeniden sarılmakla mümkündür.

*******

İnançta vahdet, fikirde vahdet, amelde vahdet, temel meselelerde hep vahdet. İttihad ve tevhid üzere.

“Evet, bu kâinat bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esmâ ve ef’âl-i umumiye-i İlâhiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir. Belki, envâ-ı mahlûkat sayısınca dallarına vahdetler, birlikler asılmış bir şecere-i tûbâ-i hilkattir.”

“Evet, kâinatın idaresi bir ve tedbiri bir ve saltanatı bir ve sikkesi bir, bir, bir, bir, tâ bin bir bir birler kadar…”
bk. Şualar, İkinci Şua, Üçüncü Makam.

************

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinat
ı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.”

( https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/yirmi-ikinci-mektup/375 )

 

 




Tesadüfün Perdesi: Kudretin Nakşını Görmezden Gelen Aklın İflası.

Tesadüfün Perdesi: Kudretin Nakşını Görmezden Gelen Aklın İflası.

“Pek çok mucizatlı bir usta, bir tırnak kadar bir odun parçasından yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese: “Bu işler tabii ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın harika sanatlarını, hünerlerini hiçe indirse; ne derece bir hamakat (ahmaklık) ve dalalette (sapıklıkta) bir hurafe ve hezeyan (saçmalık) olduğu anlaşılır.”

Bediüzzaman Said Nursî (R.A) — Emirdağ Lâhikası-2, s. 122

*******

Bir tırnak kadar bir çekirdek düşünün. Bu küçücük odun parçası, toprağa gömüldüğünde bir fabrika gibi çalışır. İçinden yüzlerce farklı meyve, tat, renk, koku ve desen fışkırır. Üstelik her biri özenle dizayn edilmiştir; portakalın kabuğu koruyucu, çekirdeği istikbali taşır; nar taneleri bir estetik harikasıdır. Elma başka bir tat, üzüm başka bir şifa olur. Bu muazzam sanatın arkasında irade, ilim, kudret ve kasıt açıkça görünür. Fakat bir adam çıkar, bu mucizevî tabloya bakar ve der ki: “Bunlar tabiatın işi, tesadüfen olmuş…”

İşte burada akıl iflas eder. Zira en basit bir sanat bile bir sanatkârı gerektirirken, kainatın en küçücük köşesindeki bir yaratılışı bile ustasız, kasıtsız, sahipsiz zannetmek; yalnızca ilmi değil, insafı da reddetmektir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bir marangoz bir tahta parçasından yüz çeşit elbise, yüz çeşit yiyecek yapsa; bunu gören herkes hayran olur ve sanatkârı över. Ama biri çıkıp bu işleri o tahta yaptı derse, aklî melekelerini kaybetmiş sayılır. Aynı şekilde, Cenab-ı Hak koca kâinat fabrikasında küçücük çekirdeklerden ağaçlar, meyveler, çiçekler yaratırken; bu harika sanatları kör bir tesadüfe ve bilinçsiz bir tabiate vermek, sadece cehalet değil, aynı zamanda bir nankörlüktür.

Zira kudretin eseri olan her şey, bir mühür taşır: birliği, kastı, düzeni ve maksadı gösterir. Her meyve, her yaprak, her hücre bir mektup gibidir; sahibi adına konuşur, onu tanıtır, onu över.

Modern insan ise bilgiyle doymuş, ama hikmetten mahrum kalmıştır. Her şeyin sebebini araştırmakta, fakat o sebeplerin ötesinde olan kudreti görmek istememektedir. Tesadüf, onun için bir kaçış noktasıdır; ama hakikate göz yummak, sadece kalbin değil, aklın da zulmetidir.

Bugünün dünyasında teknolojiyle yaratılışın sırları çözüldükçe, aslında her şeyin ne kadar ince hesaplarla yapıldığı daha da net görülmektedir. DNA sarmalından galaksi sistemlerine kadar her yapı, bir iradeye, bir plana, bir sanata işaret eder. Kısacası, kâinatı inkâr eden değil, anlamayanlar; tabiatı tanrılaştıran değil, tabiata kör olanlar kaybetmektedir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin temsilî anlatımı üzerinden, yaratılıştaki sanat ve hikmetin tesadüfle açıklanamayacağı vurgulanmıştır. Kainattaki düzenin, kudretli bir sanatkârın varlığına işaret ettiği; tesadüf ve tabiat iddialarının ise akıl ve hikmete ters düştüğü ortaya konmuştur. İnsanlık, modern bilgiye rağmen hâlâ bu kudretin farkına varmadıkça, sadece gözleriyle değil, kalpleriyle de kör kalacaktır.

 

 




İki Yolun Hikâyesi: Peygamberlerin Yolu ve Muhaliflerinin Akıbeti

İki Yolun Hikâyesi: Peygamberlerin Yolu ve Muhaliflerinin Akıbeti

Tarih, yalnızca olayların değil, hakikatin ve batılın da kaydını tutar. Her çağ, iki zıt yolun çatışmasına şahitlik eder: Biri, peygamberlerin aydınlık yolu; diğeri, onlara muhalefet edenlerin karanlık rotası… Bu iki yolun seyri sadece geçmişi değil, bugünü ve yarını da belirler. Zira bu iki yol, insanlığın varoluşundan beri süregelen en büyük hak-batıl mücadelesinin sembolüdür.

  1. Peygamberlerin Yolu: Rahmetin ve Hakk’ın Rehberliği

Peygamberler, Allah’ın elçileri olarak gönderildiler. Görevleri, insanları zulmetten nura çıkarmak; hak ile batılı ayırmak; kulları Hâlık’ına yönlendirmekti. Ortak vasıfları:

Tevhid: Allah’tan başkasına kulluğu reddetmek.

Adalet: Güçlü ya da zayıf fark etmeksizin herkes için hakkı savunmak.

Merhamet: Cezadan önce şefkatle uyarmak.

Sabır: İnkar, hakaret, işkence ve sürgünlere karşı direnmek.

İstikamet: Korkmadan, eğilip bükülmeden doğruyu haykırmak.

Hz. Nuh’tan Hz. Musa’ya, Hz. İbrahim’den Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar bütün peygamberler, insanlığı hakkı bilmeye, kendini bulmaya ve Rabbini tanımaya çağırdılar. Onlar, hidayet fenerleriydi. Ancak her biri, karşısında bir “karanlık cephesi” buldu.

  1. Muhaliflerin Yolu: Nefsin, Gücün ve Menfaatin İsyanı

Peygamberlere direnenlerin yolları da ortaktır:

Kibir: “Ben daha iyiyim!” (bkz. İblis’in Hz. Âdem’e secde etmeyişi)

Menfaat: Hakikati değil, çıkarlarını ön planda tutmak.

Gurur ve Sınıf Ayrımı: “Sıradan insanlara mı uyacağız?” diyerek halkı küçümsemek.

Zulüm ve Şirk: Hem Allah’ın hükümlerini reddetmek hem de halkı boyunduruk altına almak.

Geçici Güç Sarhoşluğu: Firavun gibi “Ben sizin en yüce rabbinizim” diyecek noktaya varmak.

Bu kişiler sadece peygamberlere değil, hakikatin kendisine düşmanlık ederlerdi. Hakikate değil, hakikatin tehdit ettiği konforlarına karşı savaş açarlardı.

III. İnsanlığın Ortasında Bu İki Yol

Bu iki yolun çarpışması, sadece tarihî bir olay değildir. Bugün de insanlık, bu iki tercihin kıyısındadır:

Bir yanda, adalet, tevazu, merhamet ve ahlâkla yoğrulmuş peygamberane bir hayat.

Diğer yanda, güce tapan, çıkarı kutsayan, nefsini ilah edinmiş bir anlayış.

Tarihe baktığımızda şu hakikati görürüz:
Peygamberlerin yolu zorludur ama sonu nurdur.
Muhaliflerin yolu kolay görünür ama sonu azaptır.

  1. Netice ve İbret

Hz. Nuh gemi yaptı, kurtuldu. Onunla alay edenler tufanda boğuldu.

Hz. Musa denizi geçti, Firavun ordusuyla birlikte suya gömüldü.

Hz. İbrahim ateşe atıldı ama ateş serin ve selamet oldu.

Hz. Muhammed (s.a.v.) mağarada saklandı, hicret etti ama fetihle döndü.

Onlara muhalif olanlar ise tarih sahnesinden silindi; lanetle anıldılar.

Hakikati susturmaya çalışanlar daima kaybetti. Çünkü hakikat susturulamaz, sadece ertelenir; zamanı geldiğinde yeniden doğar.

  1. Sonuç: İki Yol, Bir Seçim

Bugün insanlık, teknolojide ilerlese de ahlâkta, adalette ve maneviyatta gerilemiştir. Bu da gösteriyor ki, peygamberlerin gösterdiği yol terk edilmiştir. Oysa o yol, hem dünya huzurunun hem de ahiret saadetinin tek rotasıdır.

Her birey, her toplum bu iki yoldan birini seçecek:

Ya nefse, zulme, geçici güce kapılıp Firavunlaşacak,

Ya da sabırla, ihlâsla, tevazuyla peygamberane bir duruş sergileyecek.

Hakikatin yolunu seçenler az olabilir; ama azlar, hakla beraberse galiptir. Zira Kur’an der ki:

> “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle çok topluluklara galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 249)

Makale Özeti

Peygamberlerin yolu, tevhid, adalet ve sabır eksenlidir; dünya ve ahirette selamet getirir.

Muhaliflerin yolu, kibir, menfaat ve zulme dayanır; sonu hüsrandır.

Tarih boyunca bu iki yol çatışmıştır. Hakikat daima kazanmış, batıl yok olup gitmiştir.

Bugün insanlık da aynı ikilemde: Ya hakka sarılacak ya da heva ve zulümle helake sürüklenecek.

Gerçek kurtuluş, peygamberlerin izinden gitmekle mümkündür.

 

 




Asırların Aynasında İnsanlık: 20. ve 21. Yüzyılın Hikmeti ve Hüsranı.

Asırların Aynasında İnsanlık: 20. ve 21. Yüzyılın Hikmeti ve Hüsranı.

Tarih bir nehir gibi akar; asırlar ise bu nehrin dönemeçleri gibidir. Her asır, insanlığa ayrı bir imtihan, ayrı bir nimet ve ayrı bir ibret vesilesidir. Özellikle 20. ve 21. yüzyıllar, hem maddi terakkileriyle hem de manevi gerilemeleriyle tarihin en dikkat çekici dönemlerindendir. Bu iki asrı birlikte okumak, sadece geçmişi anlamak değil; geleceği de hikmetle inşa etmek için bir zorunluluktur.

I. 20. Yüzyıl: Teknolojide Patlama, Ruhlarda Daralma

Olumlu Yönleri

Sanayi devriminin etkileriyle üretim artmış, teknolojik gelişmeler hız kazanmıştır.

Ulaşım, iletişim ve tıp gibi alanlarda büyük atılımlar gerçekleşmiştir.

Sömürgeciliğe karşı uyanışlar olmuş, birçok ulus bağımsızlığını kazanmıştır.

Olumsuz Yönleri

İki büyük dünya savaşı, insanlık tarihine kara bir leke olarak geçmiş, milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir.

Faşizm, komünizm ve kapitalizm gibi ideolojiler milyonlarca insanı ezmiş, maneviyatı yok sayan sistemler kurulmuştur.

Aile yapısı zedelenmiş, Batı merkezli kültürel yozlaşma hızla yayılmıştır.

Manevi Açıdan

20. yüzyıl, “medeniyet” kisvesi altında ruhsuz bir kalkınma yaşamıştır. İnsanı sadece “üreten-tüketen bir varlık” olarak gören anlayış, insanın kalbini ihmal etmiş, vicdanı kurutmuştur.

II. 21. Yüzyıl: Dijital Cennet mi, Manevi Çoraklık mı?

Olumlu Yönleri

Bilgiye erişim sınırsız hale gelmiş, yapay zekâ, genetik, uzay teknolojisi gibi alanlarda büyük atılımlar yaşanmıştır.

Küresel iletişim sayesinde fikirler, kültürler ve insanlar arasındaki bağlar güçlenmiştir.

İnsan hakları, çevre duyarlılığı gibi kavramlar daha çok gündeme gelmiştir.

Olumsuz Yönleri

Bireycilik, “ben” merkezli bir hayat tarzını doğurmuş, toplumsal bağlar zayıflamıştır.

Dijital bağımlılık, nesilleri gerçek hayattan koparmış, yalnızlığı artırmıştır.

Manevî değerler, modern hazcılığın gölgesinde erimektedir. Ahlaki sınırlar bulanıklaşmış, aile kurumu çözülme noktasına gelmiştir.

Manevi Açıdan

21. yüzyıl, bilgi çağından ziyade hikmet yoksunu bir çağ olmuştur. Bilmek artmış, ama anlamak azalmıştır. Ruhlar bilgiyle değil, hikmetle doyar; lakin bu çağda hikmet arka plana itilmiştir.

III. Asırların Mukayesesi: Terakki mi, Tefessüh mü?

Alan 20. Yüzyıl 21. Yüzyıl

Teknoloji Sanayi ve ulaşım devrimi
Dijital ve yapay zekâ devrimi
Maneviyat
Savaşlar sonrası bir arayış Doygunluk sonrası anlam boşluğu
Aile Yapısı
Modernleşmeyle çözülme Dijitalleşmeyle yalnızlaşma
İletişim
Gazete, radyo, televizyon Sosyal medya ve anlık erişim
İnsan Anlayışı
Kollektivist (toplum merkezli) Bireyci ve narsistik (ben merkezli)

IV. Hikmetli Bir Ders: Asırlar Teknolojide Yarışır, Ruhlar Hakk’a Yarışmalı

Bir asır daha çok araba yaptı, diğer asır daha hızlı giden arabalar… Ama ikisi de insanı nereye götürdüğünü unuttu. Oysa insan, yeryüzünde sadece tüketen bir varlık değil, emaneti taşıyan bir halife idi.
20. yüzyıl “dış dünyayı fethetme” gayretine düşerken,
21. yüzyıl “iç dünyayı kaybetme” tehlikesine sürüklendi.

Kur’an “insanlara faydalı olmayı” öğütlerken, çağın insanı “ben nasıl fayda görürüm” anlayışına saptı. Oysa hakikat şu: İnsanlık, teknolojiyle değil; ahlak ve hikmetle yücelir.

Sonuç: İnsan Asra Hakim Değilse, Asır Ona Hakim Olur

Zamanın hızla aktığı bu çağda, asırları değil, kendimizi sorgulamak zorundayız. Her çağın imtihanı farklıdır; fakat kurtuluş reçetesi hep aynıdır:
İman, hikmet, adalet ve ahlak.

20. ve 21. yüzyıl, bu reçeteye sırt döndükçe terakki görünse de hakikatte tefessüh yaşamıştır. Şimdi ise, kalbe ve ruha dönmenin tam vaktidir. Yoksa teknolojiyle göklere çıkarken, ruhlarımız yerin dibine çekilecek.

Makale Özeti

20. yüzyıl, büyük savaşlar, ideolojik çatışmalar ve sanayi gelişmeleriyle şekillenmiş; maneviyat zayıflamıştır.

21. yüzyıl, dijital ilerlemeler ve bireyselleşmeyle öne çıkmış; ahlaki değerler aşınmıştır.

Her iki yüzyıl da teknolojide ilerlemiş, fakat hikmet ve maneviyatta gerilemiştir.

Asıl kurtuluş;
iman, hikmet ve ahlakla yoğrulmuş bir medeniyet anlayışına dönüştedir.

 

 




Başımıza Ne Geldiyse İçimizden Geldi

Başımıza Ne Geldiyse İçimizden Geldi

Bir milletin yıkılması dışarıdan değil, içeriden başlar. Dıştaki düşmanın saldırısı ancak içteki boşlukla başarıya ulaşır. Bugün ümmetin yaşadığı zulümlerin en derin nedeni, içimizdeki çözülmüşlük ve körleşmiş vicdanlardır.

İsrail’in yıllardır sürdürdüğü işgal, katliam ve zorbalık, sadece onun gücüyle açıklanamaz. Bir İsrailli için ayağa kalkan, ekranlarda gözyaşı döken, dünyayı ayağa kaldıran çevrelerin, binlerce masum Gazzeli çocuk, kadın ve yaşlı için sessizliğe gömülmesi, bizim için hem bir ayna hem de bir alarmdır. Bizim içimizde bir yerde, adalet terazisi şaşmış; merhamet terazisi çökmüş.

Hastalık içimizde… Birbirimizin kuyusunu kazmakta mahir, kardeşini değil, menfaatini düşünen bir yığın adam var içimizde. İman, artık sadece dilde; ahlak, sadece sloganda. Dışarıdan gelen mikroplar, bağışıklık sistemi çökmüş bir bedende daha çabuk iş görür. Bizim manevi bağışıklığımız zayıflamış. Kardeşini, sırf fikri farklı diye tekfir eden, komşusunu, mezhebi veya meşrebi farklı diye düşman bilen bir anlayış, bizi içten içe çürütüyor.

İhanet içimizde… Makam ve mevki uğruna değerlerini satanlar, menfaat için zalimle aynı safta duranlar, dışarıya köle içeride efendi kesilenler… Hepsi içimizde. Ümmeti temsil eden kürsülerde, ümmeti parçalayan niyetler gizli. Kalem, artık hakikati değil, sahibinin hesabını yazıyor. Mikrofon, zalime değil, onunla işbirliği yapana hizmet ediyor.

Ahmak dost içimizde… Düşmanın kılıcından daha keskin, dostun gafleti. Nice hak davalar, akılsız müdafilerle zayi oldu. Zalimle mücadelede ferasetli olmak gerek. Lakin içimizdeki bazıları, düşmanın oyununa öyle kolay geliyor ki, kurşunu değil ama oyunu baş tacı ediyor.

Hırsız ve hırsız savunucusu içimizde… Biri çalıyor, öteki alkışlıyor. Biri yiyor, diğeri sahip çıkıyor. Helal-haram hassasiyeti, siyasete ve menfaate kurban gidiyor. Kul hakkı, artık sadece hutbe konusu. Uygulamada yok. Herkes birilerinin kirini örtme yarışında. Böyle bir toplumda, doğruluk barınamaz, adalet yeşeremez.

Kapı kilit tutmuyor… Çünkü biz içeriden açıyoruz düşmana. Dışarıdan birisi bir şey yapmadan önce, biz içeriden kapıyı açık bırakıyoruz. Her şey bizde başlıyor ve bizde bitiyor. Dışarıdan gelen saldırı, içerideki bozulma kadar etkili olamaz.

Çözüm de içimizde… İçimizdeki kalbi, vicdanı, imanı, samimiyeti diriltmeden; ne Gazze’ye ne de ümmete gerçek bir yardım ulaştırabiliriz. Kendimizi düzeltmeden, toplum düzelmez. Nefsimizi ıslah etmeden, ümmetin felahı gelmez.

Son söz: Düşman kapıda değil sadece, içeride. Siper kazmadan önce içimizi tamir etmek gerek. Zaferin ilk adımı iç muhasebedir. Çünkü “bir topluluk kendilerini değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 11)

Özet:

Bu makale, ümmetin yaşadığı zulümlerin temel nedeninin dış düşmanlardan ziyade, içimizdeki bozulma, ihanet, gaflet ve çürüme olduğunu vurgulamaktadır. Adaletin, merhametin, sadakatin ve dürüstlüğün zayıfladığı bir toplumda, düşmana karşı direnç kalmaz. Çözüm; yeniden içimizi ıslah etmek, iman ve ahlakı diriltmekten geçer. Gerçek direniş, iç muhasebe ile başlar.

 

 




Zulmetin Ardındaki Nur: Bediüzzaman’ın Tiflis’te Verdiği Mesaj

Zulmetin Ardındaki Nur: Bediüzzaman’ın Tiflis’te Verdiği Mesaj

“Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır, Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesine çıkar. Dikkale etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

“Niye böyle dikkat ediyorsun?”

Bediüzzaman der: “Medresemin plânını yapıyorum.”

O der: “Nerelisin?”

Bediüzzaman: “Bitlisliyim.”

Rus polisi: “Bu Tiflis’dir!”

Bediüzzaman: “Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir.”

Rus polisi: “Ne demek?”

Bediüzzaman: “Asya’da, âlem-i İslâmda üç nur, birbiri arkasından inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım.”

Rus polisi: “Heyhat! Şaşarım senin ümidine.”

Bediüzzaman: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.”

Rus polisi: “İslâm parça parça olmuş.”

Bediüzzaman: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir…

Yahu, şu asilzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.”

( http://www.erisale.com/?locale=tr&bookId=14&pageNo=103#content.tr.14.104 )

********

Tarih, kimi zaman bir anda söylenen bir sözle yüzyıllık karanlıkları yarabilir. Nice liderler, nice düşünürler bir ömür konuşsa da, bir Bediüzzaman’ın bir cümlesindeki derinliği ulaştıramazlar. Tiflis’te Şeyh San’an Tepesi’nde Rus polisine karşı sarf edilen o sözler, sadece bir diyalog değil; bir asrın kaderini, İslam âleminin geleceğini ve zulmet içindeki ümidin sönmeyen meşalesini ihtiva eder.

Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir

İlk bakışta coğrafî bir benzetme gibi görünse de, Bediüzzaman’ın bu sözü, medeniyetlerin kaderini birbirine bağlayan bir hakikati işaret eder. Çünkü onun nazarında İslam coğrafyası bir bütündür. Arap’ı, Türk’ü, Hintlisi, Acemi, Kürdü bir vücudun azaları gibi birbirine bağlıdır. Ve bu kardeşlik, yalnızca geçmişin değil, geleceğin de şifresidir.

Asya’da üç nur, sizde üç zulmet…

Tiflis’teki bu sahne, zahiren bir mağlubiyetin içinde doğan büyük bir zaferin habercisidir. Zira o günlerde Rusya, Çarlığın despotluğu ile İslam topraklarını sarmış; Osmanlı, çözülmenin eşiğinde; Hindistan ve Mısır, İngiliz sömürgesinde; Türkistan zincirlere vurulmuştu. Ama Bediüzzaman, bu karanlık tabloda bir baharın kokusunu alıyor, “Her kışın bir baharı vardır” diyerek geleceği okuyordu. Ona göre bu zillet, bir tedristen ibaretti.

Mekteb-i Harbiye, Mülkiye, İdadî…

Ne muazzam bir benzetmedir bu! Bediüzzaman, esareti bir okul, zilleti bir eğitim safhası olarak görüyordu. İslam’ın farklı coğrafyalardaki evlatları, birer talebe gibi batının okullarında ilim alıyor, kader onları pişiriyor, terbiye ediyordu. Gün gelecek, şehadetnameleriyle yeryüzünün her köşesinde İslam’ın izzetini temsil edeceklerdi.

Ben de gelip burada medresemi yapacağım

Bu söz, sıradan bir hayal değil, müthiş bir vizyonun ilanıdır. O medrese sadece taş duvarlar değil; kalpleri, akılları ve ruhları inşa eden bir ilim ocağıdır. Bediüzzaman’ın tahayyül ettiği medrese, “Müspet ilimle birlikte iman hakikatlerini” veren; doğu ile batıyı, kalp ile aklı, din ile bilimi mezc eden bir irfan yuvasıdır. Bu, onun Medresetü’z-Zehra idealidir.

Karanlıkta Yol Gösterenler

Bugün hâlâ o medrese tam olarak kurulmamış olabilir. Ama bu sözlerin ruhu yaşıyor. Asya’nın dört bir yanında, karanlıkların arasından doğan bir nur gibi, ilim, iman ve ahlâk temelli bir diriliş yükseliyor. Bediüzzaman’ın o gün Tiflis’te verdiği cevaplar, sadece bir memura verilmiş bir karşılık değil; bir asrı aydınlatan bir bakış açısıdır. O, karanlığa değil, karanlık içindeki hikmete bakıyordu. Kışa değil, arkasındaki bahara inanıyordu.

Bugün onun gibi bakan gözlere, onun gibi inanan kalplere ve onun gibi düşünen dimağlara her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır. Zira zaman, yeniden “şehadetnamelerle” sahneye çıkacak o asilzade evlatların zamanıdır.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin Tiflis’te Rus polisiyle yaptığı tarihi diyalogu esas alarak, onun İslam dünyasının geleceğine dair vizyonunu ve umut dolu bakışını ele alıyor. Bediüzzaman, İslam âleminin geçici esaretini bir eğitim süreci olarak yorumlarken, gelecekte bu milletlerin şanlı bir şekilde uyanacağına olan inancını dile getiriyor. Medrese hayaliyle sadece bir eğitim kurumunu değil, bir medeniyetin yeniden inşasını kastediyor. Makale, Bediüzzaman’ın bu derin mesajlarının bugün hâlâ güncelliğini koruduğunu ve karanlıkta yol gösteren birer kandil hükmünde olduğunu vurguluyor.

 

 




Yüz Yıllık Kısır Döngü: Zihniyet Değişmeden Türkiye Değişmez

Yüz Yıllık Kısır Döngü: Zihniyet Değişmeden Türkiye Değişmez

Türkiye, bir asrı aşkın süredir sancılı bir arayışın içinde. Batılılaşma kisvesiyle başlayıp milli-manevi değerlerden kopuşla derinleşen bu arayış, hâlâ daha tamamlanamamış bir kimlik buhranına işaret ediyor. Bu toprakların derin irfanından uzak, köklerinden habersiz ve inançtan kopuk bir zihniyet, yüzyıldır siyaseti de, toplumu da, düşünceyi de esir almış durumda. Bu zihniyetin alamet-i farikası ise, şahıslar üzerinden yapılan sığ muhalefet, yıkıcı dil, proje ve vizyon yoksunluğudur.

Şahıslara Saldır, Millete Hakaret Et, Boşa Yürü

Bu zihniyet için önemli olan ülkenin geleceği değil, mevcut iktidarın yıpratılmasıdır. Eleştirinin bile bir ahlakı, bir üslubu, bir amacı olması gerekirken; bunlarda ise sadece kin, nefret ve alay var. Hakikatin değil hakaretin, çözümün değil çelişkinin peşindeler. Her seçim döneminde aynı senaryo:
– “Diktatör!”
– “Yobaz!”
– “Geri kafalı!”
– “Karanlık çağ!”

Ne proje var, ne hayal, ne istikamet. Tek sermayeleri, düşmanlaştırmak. Çünkü kendi fikirleri yok; kendilerini, başkasının hatası üzerine tanımlıyorlar.

Heykel ve İçki: Zihniyetin Sembolü

Bu zihniyetin yüz yıldır ürettiği tek şey sembollerdir. Gerçek bir kalkınma değil; heykellerle, içki festivalleriyle, maneviyatı aşağılayan sözlerle topluma yön vermeye çalıştılar. Koca şehirlerde fabrika yerine heykel diken, milletin ruhunu okşayacak projeler yerine gece kulüplerini “medeniyet” sayan bu bakış açısı, halktan her zaman tokat yemiştir. Ama ders almadılar. Çünkü maksadın millete hizmet değil, milletin ruhunu törpülemek olduğu aşikâr.

Bu Topraklar Ruhu Olanları Sever

Anadolu; sadece coğrafya değildir, ruhtur, medeniyettir, maneviyattır. Bu topraklar, hikmetle konuşanı anlar, kalpten hizmet edeni sever. Yüzyıllık batı taklitçiliği, bu milletin ruhuna işlememiştir. Gönüller hâlâ bir Ebu Eyyub el-Ensari’yi, bir Mevlana’yı, bir Yunus Emre’yi, bir Akşemseddin’i arar. Ama bu zihniyetin lügatinde bu isimler yoktur. Çünkü onların aklı Batı’dadır; gözü kendi milletini aşağılamada, dini değerleri küçümsemededir.

Zihniyet Değişmeden Türkiye Değişmez

Problem iktidar değil, muhalefettir. Hatta Problem bir parti ya da şahıs bile değil; meselemiz bir zihniyet meselesidir. Bu zihniyet, kabuk değiştirerek yaşasa da özünde hep aynı kalmıştır. Kutsalları küçümseyen, halkı hor gören, inananı dışlayan, milli olanı “çağdışı” gören bir kısır döngü… Ve bu döngü kırılmadıkça, bu toprakların gerçek potansiyeli asla açığa çıkmayacaktır.

Hikmetle Anlamak Gerek

Kur’an’da Firavun’un kıssası anlatılırken, sadece zulmü değil; Firavun’un halkı nasıl aldattığı da vurgulanır:
“Firavun kavmini küçümsedi de onlar ona itaat ettiler…”
(Zuhruf, 54)
Tarih, halkını küçümseyenlerin büyüyemeyeceğini; maneviyatı hor görenlerin huzur bulamayacağını göstermiştir.

Bu millet, vizyonu olanı da; milletiyle barışık olanı da; inançla, aşkla, şuurla yürüyeni de bilir ve sever. Kuru gürültüye, anlamsız sloganlara, taş atmaktan başka mahareti olmayanlara ise cevabını her defasında vermiştir. Ve vermeye de devam edecektir.

Özet:

Bu makale, Türkiye’de yüz yıldır süregelen, şahıslar üzerinden siyaset yapan, proje ve vizyondan yoksun, halktan ve maneviyattan kopuk zihniyeti eleştiriyor. Muhalefetin eleştiri değil, saldırı üslubu kullandığı; millete hizmet yerine milleti küçümseyen bir anlayışla hareket ettiği vurgulanıyor. Heykel ve içki gibi semboller üzerinden oluşturulan “medeniyet” algısının milletin değerleriyle çeliştiği ifade ediliyor. Türkiye’nin gerçek kalkınması için bu zihniyetin değişmesi gerektiği vurgulanırken, milletin hakikat, hikmet ve hizmetle yoğrulmuş ruhunun bu yapay yapıları reddettiği belirtiliyor.

 

 




Mazlumun Ahı: Katliamcı Zalimlerin Akıbeti

Mazlumun Ahı: Katliamcı Zalimlerin Akıbeti

Tarihin karanlık sayfaları, zalimlerin saltanatlarıyla değil, o saltanatların nasıl yerle bir olduğu sahnelerle doludur. Nice despotlar, nice tiranlar; halkların ahını alarak, mazlumun bedduasını üzerlerine çekerek ihtişamlı saraylarda hüküm sürerken, gün gelip en çaresiz anlarında kendi canlarıyla yüzleştiler. Bugün ise çağımızın yeni bir tiranı, zulmün bir başka yüzü olan “Katliamcı Joe” lakabıyla anılan ABD Başkanı Joe Biden hakkında ölümcül bir hastalık haberi gündeme geldi. Bu haber, sadece bir insanın sağlığına dair bir gelişme değil; aynı zamanda ilahi adaletin sessiz ama sarsıcı bir yankısı olarak da okunmalıdır.

Zulüm ile Abad Olanın Sonu Berbat Olur

Joe Biden yönetimi, 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliama maddi ve siyasi destek vererek insanlık vicdanında kara bir leke haline geldi. Çocukların, kadınların, yaşlıların hunharca katledildiği bu süreçte, “özgür dünya”nın lideri olduğunu iddia eden ABD, aslında zulmün sponsoru oldu. 22 milyar doları aşkın destekle, Filistin’in üstüne bombalar yağdıran uçakların, evleri yıkan füzelerin, hastaneleri yok eden silahların finansörü haline gelen bu yönetim, mazlumların gözyaşlarına, feryatlarına kulaklarını tıkadı.

Ama bu dünya etme bulma dünyasıdır. Mazlumun ahı, er geç sahibini bulur.
“Zulüm ile abad olanın sonu berbad olur.”

Men Dakkâ Dukkâ: Eden Bulur

Arapça asıllı bu veciz söz, “men dakkâ dukkâ” yani “başkasının kapısını çalanın kapısı da çalınır” anlamındadır. Kısaca: Eden bulur. Zalim, mazlumu ağlattığı gibi, bir gün kendisi de ağlar. O gözyaşları ki arşa çıkar; arş titrer, melekler ağlar, adalet sahibi Rab cevap verir. Ve bu cevap bazen öyle bir yerden gelir ki; zalim, servetini, iktidarını, ordularını çaresizce izlemek zorunda kalır.

Tarih buna çok defa şahit olmuştur. Firavun, Nemrut, Hitler, Stalin… Ve şimdi çağımızın emperyalist temsilcileri… Hiçbirinin saltanatı baki olmadı. Çünkü onların karşısında yalnızca insanlar değil, İlahi Kudret vardır.

Mazlumun Ahı Arşı Titreten Feryattır

Zulüm, sadece bir eylem değildir; bir ahlaksızlık, bir karanlığa teslimiyettir. Ve bu karanlık, önce kalbi, sonra aklı, en sonunda ise bedeni tüketir. Ölümcül hastalık haberiyle birlikte Biden’ın son dönemi, ilahi adaletin ince ama keskin dokunuşunu hatırlatıyor. Belki de bu hastalık, bir kefaret değil; bir ikazdır. Ne var ki zalim, çoğu zaman bu uyarıyı da anlamaz.

Hikmetle Bakmak, İbretle Anlamak Gerek

Bu yaşananlar bize şunu bir kez daha gösteriyor:
Mazlumun gözyaşı boşa akmaz.
Zulüm ebedî değildir.
Ve güç, haklıyı ezdiği sürece değil, haklıya omuz verdiği sürece anlamlıdır.

Allah’ın adaleti şaşmaz. İnsanların mahkemesi susabilir, medya sessiz kalabilir, siyaset körleşebilir… Ama ilahi adalet hem görür, hem işitir, hem hüküm verir.

Ve bir gün herkes ettiğini bulur.

Özet:

Bu makale, ABD Başkanı Joe Biden’a atfedilen “Katliamcı Joe” lakabını ve ölümcül hastalık haberini, ilahi adalet perspektifiyle ele alıyor. Gazze’deki sivil katliamlarına verdiği destekle vicdanları yaralayan Biden yönetimi, mazlumların ahını almıştır. Tarih boyunca zalimlerin sonunun ibretlik olduğu hatırlatılarak, “Men dakkâ dukkâ”, “Mazlumun ahı arşa çıkar” gibi hikmetli sözlerle bu olayın ahlaki ve manevi boyutu vurgulanıyor. Sonuçta ise Allah’ın adaletinin şaşmayacağı ve edenin bulacağı mesajı veriliyor.

 

 




Kur’an’ın Hakikati, Çelişkisizliği, Derinliği, Düşündürme Vazifesi)

Kur’an’ın Hakikati, Çelişkisizliği, Derinliği, Düşündürme Vazifesi)

Nisâ Suresi 82. Ayet (Meali):

> “Onlar hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından olsaydı, onda birçok çelişkiler bulurlardı.”
(Nisâ, 4/82)

  1. Muhammed Suresi 24. Ayet:

> “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?”

  1. Sad Suresi 29. Ayet:

> “(Bu Kur’an,) ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.”

  1. İsra Suresi 88. Ayet:

> “De ki: ‘Eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine destek olsalar bile onun bir benzerini getiremezler.’”

  1. Bakara Suresi 2. Ayet:

> “Bu, kendisinde şüphe olmayan bir Kitap’tır. Takva sahipleri için bir hidayettir.”

  1. Yunus Suresi 37. Ayet:

> “Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş değildir; ancak, kendinden öncekileri tasdik eder ve Kitab’ın açıklamasıdır. Onda şüphe yoktur, âlemlerin Rabbi’ndendir.”

  1. Hicr Suresi 9. Ayet:

> “Şüphesiz, o Zikri (Kur’an’ı) biz indirdik ve elbette biz koruyacağız.”

Makale: “Çelişkisiz Hakikat: Kur’an ve Zihinlere Açılan Kapı”

İnsanlık tarihi boyunca hakikati arayanlar, iki yolda yürüdüler: Akıl ve vahiy. Akıl, insana verilmiş en büyük cevherdi; ama sınırlıydı. Vahiy ise sınırsız kaynaktan gelendi; ama onu anlamak yine aklın dikkatli bir kullanımıyla mümkündü.

İşte Kur’an, bu iki nimetin birleştiği en büyük rahmetti.

Kur’an, sadece bir dua kitabı, sadece bir ahlâk risalesi ya da sadece bir hukuk metni değildir. O, bir düşünce inşasıdır. Ve Rabbimiz, bu kitabı boş yere göndermediğini belirtirken insanı hep düşünmeye çağırır:

> “Onlar hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmüyorlar mı?”
(Nisâ, 82)

Bu çağrı bir sitemdir. Çünkü Kur’an, okundukça değil, düşünülerek yaşandıkça açılır. Yüzeyde bir mesaj, derinde binlerce hikmet vardır. Ayetlerin her biri, kalbin ve aklın birlikte çalıştığı bir laboratuvardır. O yüzden başka bir ayette bu defa şöyle sorulur:

> “Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?”
(Muhammed, 24)

Bu sorular, sadece inanmayanlara değil, inanan ama tefekkür etmeyenlere de yöneliktir. Çünkü Kur’an’da sadece iman değil, idrak de talep edilir.

Bugün bir kitap hakkında hüküm vermek için insanlar ne yapar? Yazarına bakar, sistematiğine, tutarlılığına ve özgünlüğüne dikkat eder. Kur’an ise 23 yılda, farklı coğrafyalarda, farklı konularda inmiş ama çelişkisizlikle malûl bir kitaptır.

> “Eğer o Allah’tan başkası tarafından olsaydı, onda birçok çelişkiler bulurlardı.”
(Nisâ, 82)

Peki Kur’an’da çelişki bulunmamasının sırrı nedir? Bu sorunun cevabı sadece ilahî menşeine değil, onun zamanlar üstü mesajına bağlıdır. Kur’an, çağlar üstü bir hakikati taşır. Ne zaman okunursa okunsun, yeni bir şey söyler. Çünkü kendisi diri, hayat verici bir metindir. Bir başka ayette bu yüzden şöyle buyrulur:

> “O, mübarek bir kitaptır ki, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye indirilmiştir.”
(Sad, 29)

Kur’an bir öğretmen gibidir; ama öğrenci istemedikçe konuşmaz. Onun dili, kalbe göre açılır. Kalp kilitliyse, ne kadar okunsa da bir sır vermez. Ama kalp anahtarıyla açılırsa, içinden rahmet taşar.

Sonuçta Kur’an; düşünceyle, imanla, niyetle açılır. Çelişkisizliği, ilahîliği gösterirken, derinliği ise insanı sürekli yeniden inşa eder. Onunla düşünen, hakikati fark eder. Onu anlamadan geçen bir ömür ise, kalbi açık ama zihni kapalı bir ömürdür.

Makalenin Özeti:

Nisâ Suresi 82. ayeti, Kur’an’ın çelişkisiz yapısını ve ilahî menşei olduğunu vurgular. Bu ayetle birlikte benzer birçok ayette Kur’an’ın düşünmeye, akletmeye ve derin tefekküre çağırdığı görülür. Kur’an, yalnız okunmak değil, derinlemesine düşünülmek üzere indirilmiştir. Onun çelişkisizliği, zamana yayılmış nüzulüne rağmen tutarlılığı ve her çağda geçerliliği, Allah kelamı olduğunun en büyük delilidir. Bu nedenle, Kur’an’ı anlayarak okumak ve her ayetin hayatımıza ne dediğini sorgulamak, imanın derinleşmesine vesile olur.

 

 




İDRAKİN MERTEBELERİ: GÖREN GÖZ, DUYAN KALP, ANLAYAN VARLIK

İDRAKİN MERTEBELERİ: GÖREN GÖZ, DUYAN KALP, ANLAYAN VARLIK

Kur’ân-ı Kerîm, sadece aklı değil; kalbi, ruhu, vicdanı ve hissiyatı da muhatap alır. Bu yönüyle “idrak” yani kavrama, anlama, sezme; sadece zihinsel bir faaliyet değil, aynı zamanda ruhî bir kabiliyettir. Kur’ân’da akl, fehm, basîra, fıkh, tezekkür, tefekkür, tedebbür, taakkul, idrâk gibi birçok kelime bu anlam kümesinde yer alır. Her biri idrakin bir yönüne işaret eder ve her biri insanın varlıkla olan bağını farklı merhalelerle tarif eder.

  1. Kur’ân’da İdrak ve Muradifleri

Akl (عقل): Akletmek, bağlamak, olaylar arasında ilişki kurmak demektir. Kur’ân’da bur çok yerde geçer ve genellikle “akl etmiyor musunuz?” şeklinde sorgulayıcı bir dille gelir.

Fehm (فهم): Anlamak. Daha çok duyulanı veya görüleni sezgiyle kavramak anlamındadır.

Fıkh (فقه): Derinlemesine anlama. Yüzeysel değil, hakikatini kavrayacak şekilde anlama çabasıdır.

Tezekkür (تذكر), Tefekkür (تفكر), Tedebbür (تدبر): Hatırlama, düşünme, derinlemesine arka planı kavrama. Bunlar idrakin katmanlı bir şekilde çalıştığını gösterir.

Basîra (بصيرة): Manevî görüş, sezgi. Gözün değil kalbin görmesi anlamındadır.

İdrâk (إدراك): Kavrama, ulaşma. Zihnî ve hissî anlamda bir şeye varma halidir.

Bu kelimeler arasında anlam farkları vardır. Akl daha çok ilişki kurma; fıkh hakikate nüfuz etme; tefekkür zihinsel derinleşme; basîra ise kalbî sezgidir. İdrâk bu kavramların ortak noktası gibi düşünülebilir; bir şeyi bütün yönleriyle hissetme, anlama, kavrama.

  1. İdrakin Varlık Katmanlarındaki Tezahürü

Kur’ân-ı Kerîm, her varlığın Allah’ı tesbih ettiğini bildirir:
“Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsrâ, 44)

Bu ayet, her varlıkta bir şuur ya da idrak kıvılcımı olduğunu gösterir. Ancak bu idrak, varlığın türüne göre farklılık arz eder:

  1. Melekler:

Meleklerin idraki kesintisiz, günahsız ve doğrudan ilahî nura açıktır. Onlar, akıl ile değil, nur ile bilirler. Emir ve hikmeti tereddütsüz kavrarlar. Bu, en yüksek idrak mertebesidir.

Kur’ân’da “Onlar Rablerinden korkarlar ve emrolunduklarını yaparlar” (Nahl, 50) bu hakikate işaret eder.

  1. İnsanlar:

İnsanın idraki özgürlükle birlikte verilmiştir. Bu nedenle hem yükselebilir hem düşebilir.

Kalp, akıl ve ruh üçlüsü ile ilahî hakikatleri kavrayabilir ama nefs ve şeytanla da sınanır.

Kur’ân’da “Onların kalpleri var ama onunla anlamazlar” (A’râf, 179) denilerek, potansiyel idrakin kullanılmaması eleştirilir.

  1. Hayvanlar:

Hayvanların idraki sınırlı ama maksatlıdır. Şevki ilahi ile ilgili bilgiye sahiptirler.

Kur’ân, karıncanın konuşması (Neml, 18) ve hüdhüdün anlayışı (Neml, 22) gibi örneklerle hayvanların da bir çeşit idrak sahibi olduğunu gösterir.

  1. Bitkiler ve Cansız Varlıklar (Cemadat):

Onlar da Allah’ı tesbih ederler. Bu onların varlık diliyle yaptığı bir idraktır.

Bir taşın Peygamber Efendimiz’e selam vermesi gibi hadisler de bunu destekler.

Bu idrak, bilinçli değil, varoluşsal bir teslimiyettir. Varlıklarının özüyle secde ederler.

  1. Tefsirlerdeki İzahlar:

Fahreddin Râzî, İsrâ 44. ayetini tefsir ederken, varlıkların kendilerine özgü bir şekilde Allah’ı bildiğini ve bunun bir tür “idrâk” olduğunu belirtir.

İmam Gazâlî, İhya’da kalbin gözü ile aklın gözünü ayırır ve der ki: “Basîret ile görmeyen, gerçeği değil, gölgesini görür.”

Bediüzzaman Said Nursî, özellikle “Lem’alar” ve “Sözler” adlı eserlerinde, varlıkların Allah’a delil olması bağlamında “şuurlu bir tesbih” vurgusu yapar. Ona göre cemâdatın bile varlık lisanıyla Allah’ı tanıttığı, insana ders verdiği bir “hal lisanı” vardır.

Aslında varlıkların anlamalarından daha ziyade, Allah’ın onlara anlatmasıdır.
O ilahi güç veya ilahi kaynaklı güçtür.

SONUÇ ve ÖZET:

Kur’ân’da “idrak” birçok kavramla ifade edilen çok katmanlı bir olgudur. Aklın kavraması (akl), kalbin sezmesi (basîra), tefekkürle derinleşme (tedebbür), hakikati çözme (fıkh) gibi farklı yönleri vardır. İdrak, sadece insanlara mahsus değildir; meleklerden hayvanlara, bitkilere ve cemadatlara kadar her varlık, yaratılışına göre bir bilinç ve tanıklık taşır. Ancak bu idrak düzeyleri farklıdır: Melekler nurla, insanlar akıl ve irade ile, hayvanlar sevki ilahi ile, diğer varlıklar ise varoluşsal teslimiyetle Allah’a şahitlik ederler. Bu hakikat, insanı hem sorumlu hem de anlam arayışında seçkin bir yere koyar.

 

 




RUHUN HİKMETİ: GÖRÜNMEYEN CEVHERİN GÖRÜNEN TECELLİSİ

RUHUN HİKMETİ: GÖRÜNMEYEN CEVHERİN GÖRÜNEN TECELLİSİ

İnsan bir sırlar yumağıdır. Gözle görünen maddesiyle değil, görünmeyen cevheriyle anlam kazanır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“Hayatın zâtî ve cevheri olan ruh”; sadece insanın değil, bütün kâinatın merkezî hakikatlerinden biridir. Görünmeyen, dokunulmayan fakat varlığı inkâr edilemeyen bu latîf cevher, hayatın özü, aklın ve şuurun menbaıdır.

  1. Ruh: Hayatın Cevheri, Şuurun Kaynağı

Kur’ân, ruhun mahiyetine dair:
“Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (İsrâ, 85) buyurur.
Bu ayet, ruhun akıl ile çözülemeyecek kadar derin, fakat varlığıyla inkâr edilemeyecek kadar açık olduğunu beyan eder.

Ruh, hayatın kaynağı; akıl ve şuurun ise taşıyıcısıdır. Bediüzzaman bu hakikati şöyle özetler:
“Hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en latîf ve sabit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda gayet kesretli bir surette halk olunuyorlar.”
Bu ifadeyle, dünyanın en çok yaratılan varlıklarının madde değil; ruh, akıl ve şuur gibi manevî varlıklar olduğunu öğreniriz.

  1. Ruh: Kanun-u Emrî, Nuranî Varlık

Bediüzzaman, ruhu şöyle tarif eder:
“Ruh, zihayat, zişuur, nuranî vücud-u haricî giydirilmiş, cami, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emridir.”
Bu tanımda üç temel vasıf öne çıkar:

Zihayat: Ruh canlıdır; hayat vericidir.

Zişuur: Ruh, farkındalık ve bilinç sahibidir.

Külliyete müstaid: Ruh, yalnızca bireysel bir varlık değil; evrensel hakikatleri kavrayabilecek bir potansiyele sahiptir.

Ruh, maddenin sınırlı kalıplarına sığmaz; nuranî bir cevherdir. Maddeden değil, emir âlemindendir. Zira Cenâb-ı Hak “ol!” der ve olur. Ruh da bu emrin bir tezahürüdür.

  1. Ruhun Giydiği Elbiseler: Beden, Akıl, Kalp

Ruh, bu dünyada bedene biner, akıl ile düşünür, kalp ile hisseder. Bu üçlü sistem; insanı sıradan bir varlık olmaktan çıkarır, halifelik mertebesine yükseltir.

Beden: Ruhun evi.

Akıl: Ruhun pusulası.

Kalp: Ruhun aynası.

Bu üçlü denge bozulursa, ruh dünyada gurbete düşer. Bedene mahkûm olur, akılsız bir nefis ve hissiz bir kalple karanlıkta kalır.

  1. Ruhun Hikmeti: Kendini ve Rabbini Bilmek

İnsana ruh verilmesinin en temel gayesi, kendini ve Rabbini tanımaktır. Bu tanıma akılla başlar, kalple derinleşir, ruhla bütünleşir.
İnsan, ruhunun sesi olan vicdanla Allah’ı duyar. Şuurla varlığını idrak eder. Akılla O’nu tanır. Kalple sever.
Ruhun bu yolculuğu, her şeyin ötesinde bir “mana arayışıdır”. Çünkü ruh, Allah’tan gelmiştir ve O’na dönecektir. (Bkz. Bakara, 156)

  1. Cevherin Hatırlattığı Sorumluluk

Bu kadar yüce bir cevher taşıyan insan, elbette başıboş değildir. Kur’ân, insanın taşıdığı emaneti şöyle haber verir:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; onlar bunu yüklenmekten çekindiler… İnsan ise onu yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb, 72)

Bu emanet, ruhtur. Akıl ve şuurla birlikte hakikati tanıma ve yaşama sorumluluğudur.

SONUÇ ve ÖZET:

Ruh, hayatın özü, şuurun ve aklın menbaıdır. Allah tarafından üflenmiş, emir âleminden gelen bu latîf cevher; insana hayat verir, anlam katar, sorumluluk yükler. Bediüzzaman’ın tarif ettiği gibi, ruh, yalnızca yaşayan değil; hakikate açık, küllî anlamları kavrayabilen, sonsuzlukla bağ kurabilen bir varlıktır. İnsanın kalbi, aklı ve bedeni ruhun hizmetindedir. Bu cevheri tanıyan insan; kendini, kâinatı ve Rabbini tanır. Tanımayan ise en büyük emaneti zayi eder.

 

 




BAĞIRSAK TEMİZLİĞİNDEN HÜCRE YENİLENMESİNE: BİR MİLLETİN TAZELENME YOLCULUĞU

BAĞIRSAK TEMİZLİĞİNDEN HÜCRE YENİLENMESİNE: BİR MİLLETİN TAZELENME YOLCULUĞU

Bazen bir beden hastalanır. Sancılar başlar; mide bulanır, bağırsaklar arızaya uğrar. Vücut, içindeki zehri atmak ister. İstifrağ eder. Kimi zaman bu süreç acı vericidir; ama kurtuluşun da ilk işaretidir. Temizlenmeden, arınmadan, iyileşme olmaz. Türkiye de üç yüz yıldır benzer bir süreci yaşıyor. Bu bir milletin iç muhasebesidir. Tarihin, kültürün ve inancın köklerinden uzaklaşmanın, yabancı reçetelere mahkûm olmanın ve kendi cevherine yabancılaşmanın sonucu bir mide zehirlenmesidir bu.

Bir Zehrin Hikâyesi:

Osmanlı’nın son demlerinden itibaren başlayan, Batı’yı taklit ederek kendini kurtaracağına inanan zihniyet, aslında kendi bedenine yabancı ilaçlar zerk etti. O ilaçlar geçici ferahlık sağladı belki, ama uzun vadede bağışıklık sistemini çökertti. Dinini unutan, tarihine burun kıvıran, kendi medeniyet tasavvurunu inkâr eden bir toplum çıktı ortaya. Bu, zehrin yavaş yavaş yayılmasıydı. Bugün yaşadığımız sancılar; kültürel kargaşa, kimlik bunalımı, toplumsal çözülme işte bu zehrin vücuttan atılmak istenmesinin belirtileridir.

İstifrağ Gerekir, Ama Usulüyle:

Bir hasta nasıl ani ve sert müdahalelerle değil; bilinçli, kontrollü ve doğru zamanda yapılan tedavilerle iyileşirse, bir milletin de kendini arındırması “sühuletle, sükûnetle ve müsbet hareketle” olmalıdır. Bağırsak temizliği bir zorunluluktur; ama bu süreçte faydalı bakterileri öldürmemek gerekir. Toplumun yapıcı damarları, hâlâ yaşayan değerleri vardır. Onları koruyarak, zararlı unsurları ayıklayarak bir yenilenme mümkündür.

Hücre Değişimi:

Bir temizlik yetmez; asıl ihtiyaç, hücre yenilenmesidir. Yeni nesil, sadece geçmişin mirasını devralan değil; onu anlayan, hazmeden ve yeniden yorumlayan bir şuurla yetişmelidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin “Müsbet hareket” anlayışı burada temel bir ilkedir. Şikâyetle, yıkımla, nefretle değil; dua ile, tefekkürle, sabırla ve yapıcı gayretlerle bu millet kendi cevherini yeniden ortaya çıkarabilir. Hakiki medeniyet, ancak böyle doğar.

Yenilenmenin İmanı:

Bu yenilenme sadece aklî değil, imanî bir harekettir. Kalbin temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, aklın aydınlanması ile gerçekleşir. Ahlaki çöküntüyü ancak imanla, adaletle, ihlasla aşabiliriz. Yeni hücreler bu ruhla doğarsa, beden sağlıklı olur. Ve o zaman millet, kendi cevheriyle dirilir, şahlanır.

ÖZET:

Bu makale, Türkiye’nin son üç asırdır geçirdiği medeniyet krizi ve kimlik buhranını “mide zehirlenmesi” ve “bağırsak temizliği” metaforlarıyla ele alıyor. Taklitçi ve köksüz yönelimlerin milleti zayıflattığı, şimdi ise kontrollü ve hikmetli bir iç arınma ve hücre yenilenmesi sürecine ihtiyaç duyulduğu ifade ediliyor. Bu yenilenmenin ancak müsbet hareket, imanî derinlik ve yapıcı bir kültürel bilinçle sağlanabileceği ifade ediliyor. Makale, şikâyet yerine çözüm üreten bir diriliş çağrısıdır.

 

 




KUR’ÂN-I KERÎM’DE KİBİR, KİBRİYÂ, AZAMET VE MÜRADİFLERİ: İNSANIN TAŞIYAMAYACAĞI BİR YÜK

KUR’ÂN-I KERÎM’DE KİBİR, KİBRİYÂ, AZAMET VE MÜRADİFLERİ: İNSANIN TAŞIYAMAYACAĞI BİR YÜK

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Ne yeri yarabilir ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin.”
(İsrâ Sûresi, 37)

Kur’ân-ı Kerîm, insanın en temel hastalıklarından biri olan kibiri, pek çok âyette yererek, bu duygunun insanı nasıl bir uçuruma sürüklediğini hikmetli bir dille gözler önüne serer. Ancak Kur’ân sadece “kibir”den değil, onunla yakından ilgili olan “kibriyâ”, “azamet”, “istikbâr”, “tecebbür” ve “ulûv” gibi kelimelerle de bu ahlâkî marazı farklı boyutlarıyla ele alır. Bu kavramlar, kimi zaman sadece Allah’a ait bir sıfat olarak yüceltilirken, kimi zaman da insanın sınırlarını aşıp kendini ilahlaştırma eğiliminde kullanıldığında şiddetle yerilir.

  1. Kibir: İnsanın Taşkınlığı

Kur’ân’da “kibir” kavramı doğrudan ya da dolaylı olarak birçok yerde geçer. Kibir, insanın kendini üstün görmesi, başkasını küçük görmesi ve hakikate karşı tepeden bakmasıdır. Bu tavır ilk kez şeytanda tezahür etmiştir:

> “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.”
(A’râf, 12)

Bu söz, kibirin en temel özelliğini yansıtır: Allah’ın hükmüne karşı gelme cüreti. Şeytan, bir varlığın yaratılış maddesini üstünlük sebebi sayarak hakkı reddetmiştir. İşte kibir, sadece insanlara değil, hakikate karşı da bir burun kıvırmadır.

  1. Kibriyâ ve Azamet: Sadece Allah’a Ait Olan Büyüklük

Kur’ân’da “kibriyâ” (ululuk) ve “azamet” (büyüklük) yalnızca Allah’a nisbet edilen yüce sıfatlardır:

> “O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Öyleyse O’na kulluk et ve ibadetine sabret. Hiç O’nun bir adıyla adlandırılacak biri var mı?”
(Meryem, 65)

Hadis-i kudsîde şöyle buyurulur:

> “Kibriyâ ridâm (elbisem), azamet izârımdır. Kim bu ikisinde bana ortak olmaya kalkışırsa, onu cehenneme atarım.”
(Müslim, Birr, 136)

Bu beyan, kibriyâ ve azametin sadece Allah’a yaraştığını ve kulun bu sıfatlara talip olmasının bir ilahlık iddiası olduğunu ortaya koyar.

  1. İstikbâr: Hakkı Reddetmek

“İstikbâr” fiili Kur’ân’da genellikle müşriklerin ve azgın kavimlerin tavırlarını nitelemek için kullanılır. Örneğin Firavun, Hz. Musa’nın getirdiği hakikate karşı “istikbâr” etmiş, yani büyüklenerek hakkı kabul etmemiştir:

> “Kendilerini büyük görerek yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar…”
(A’râf, 146)

Burada dikkat çeken nokta şudur: İstikbâr, bilgiyle değil, nefisle büyüme eğilimidir. İnsan bazen hakikati bildiği halde, egosu yüzünden teslim olmaz. Bu, kalbin hastalığıdır.

  1. Tecebbür: Söz ve Tavırda Azgınlık

“Tecebbür”, daha çok zorbalıkla ve despotlukla ilgili bir büyüklük iddiasıdır. Kur’ân’da doğrudan geçmese de türevleriyle birlikte zalim krallar ve kibirli toplulukların davranışlarını tarif eder. Bu tür büyüklük, zulmü ve tahakkümü beraberinde getirir. Yani sadece düşünceyle bir reddediş değil, fiilî bir baskıyla da kendini gösterir.

  1. Ulûv: İlahlık Taslayan Üstünlük

“Ulûv” kelimesi, Kur’ân’da çok az geçer ama mânâca derinliklidir. İsrailoğulları’ndan bahsedilen bir âyette şöyle denir:

> “İki defa yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve büyük bir ululukla böbürleneceksiniz.”
(İsrâ, 4)

Bu kibir, sadece sıradan bir böbürlenme değil, yeryüzünde ilahlık iddiasına varan bir azgınlıktır. Firavun’un “Ben sizin en yüce Rabbinizim!” sözü bu “ulûv”ün zirvesidir.

Sonuç: Kibri Taşımak İnsanı Ezer

Kur’ân bize açıkça şunu öğretir: Kibir, insanın taşıyamayacağı bir ilâhî sıfattır. Onu üstlenen ya azgınlaşır ya da helâk olur. Kibrin karşısına konulan en büyük fazilet ise tevazudur. Tevazu, insanı insan kılar. Çünkü insan, toprağa yakın olduğu müddetçe nebat gibi yeşerir. Kibir ise insanı göğe çıkardığını sanırken, yerin dibine batırır.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu hadisi bu hakikati vecizce özetler:

> “Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez.”
(Müslim, İman, 147)

ÖZET

Kur’ân’da “kibir”, insanın kendini büyük görmesi ve hakikati reddetmesi olarak kınanır. “Kibriyâ” ve “azamet” ise yalnızca Allah’a ait sıfatlardır. “İstikbâr”, hakkı bile bile reddetmek; “tecebbür”, zorbalıkla büyüklük taslamak; “ulûv” ise ilahlık iddiasına varan azgınlıktır. Bu kavramlar arasında anlam yönünden farklar olsa da ortak yönleri, Allah’a mahsus bir sıfata insanın tenezzül etmesiyle azap ve helâki çekmesidir. Kibir, kulun yüklenemeyeceği kadar ağır bir yüktür; onu atan yücelir, taşıyan ise ezilir.