Birbirini Cennete Taşımak: Ebedî Refikliği Anlamak

Birbirini Cennete Taşımak: Ebedî Refikliği Anlamak

> “Bahtiyardır o adam ki refika-i ebediyesini kaybetmemek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih olur… Veyl o zevc ve zevceye ki birbirini ateşe atmakta yardım eder.”
(Lem’alar, 24. Lema)

*******

İnsan hayatı bir yolculuktur; dünya bu yolculuğun hanesi, ahiret ise asıl yurdudur. Bu uzun seferde en yakın yoldaş, en hakiki refik; eştir. Evlilik, sadece bir akit değil, iki ruhun sonsuzluğa açılan ortak yolculuğudur. Ne var ki bu yolculuk ya cennete çıkar, ya da uçuruma sürüklenir. Bu, çiftlerin birbirine nasıl baktığı ve nasıl davrandığıyla doğrudan ilişkilidir.

Salih ve Saliha: İki Taraflı Bir Tesir

Kadın saliha ise, kocasına bir rahmettir. Erkeğin gönlü, onun muhabbetiyle yumuşar; onun iffet ve ibadetindeki istikamet, erkeğe de bir yol olur. Erkek salih ise, kadın ona bakarak dini ciddiye alır; onun vakarında kendi ahiretini görür. Bu etkileşim, her iki tarafı da yükseltir. Evlilik bir terakki vesilesi olur. Böylece dünyada saadet, ahirette visal gerçekleşir.

Bu manada bahtiyar, eşini görünce cenneti hatırlayandır. Onun güzel amellerinden feyiz alıp kendi eksiklerini tamamlamaya çalışandır.

Bedbahtlık: Birbirini Ateşe Atmak

Ne hazindir ki, bazı eşler birbirinin ebediyetini unutup dünyalık heveslere meyleder. Kadın, erkeğin fıskına bakar ve tesettürünü bırakır. Erkek, kadının sefahatini görür ve dine mesafe alır. Böylece şeytan, onları çift kanatla cehenneme sürükler. Onlar, birbirini uyarmak ve kurtarmak yerine birbirinin helakine ortak olurlar. Bediüzzaman’ın “veyl” ifadesi, böylelerinin ne kadar derin bir pişmanlığa düşeceğini gösterir.

Medeniyetin Fantazilerine Karşı Uyanmak

Modern hayatın sunduğu sahte özgürlükler, eşleri sorumluluktan uzaklaştırmakta, vazifeden koparmaktadır. “Eğlen”, “yaşa”, “kendin için var ol” sloganları, eşleri fedakârlıktan ve uhrevî bakıştan uzaklaştırmaktadır. Oysa hakiki saadet, eşlerin birbirini Allah’a yaklaştırma gayretinde gizlidir. Kadın ve erkek, birbirini sadece giydirmek, gezdirmek, eğlendirmek değil; ahiret azığı hazırlamakla da mükelleftir.

Sonuç: Ebediyet Refikliği Bilinci

Eşler arasında iki temel tercih vardır: ya birbirinin ebedî refiki olarak cennete taşırlar, ya da birbirinin azabı olup cehenneme yuvarlarlar. Seçim, her günkü küçük tercihlerde gizlidir: bir uyarı, bir dua, bir sabır, bir örtünme, bir tevazu…

Bahtiyar olan, eşini kaybetmemek için kendini terbiye eden; bedbaht olan ise eşinin nefsine uyup kendi ebediyetini feda edendir.

Özet:

Bu makale, eşlerin birbirine olan tesirinin hem dünyevî hem uhrevî sonuçlarına odaklanmaktadır. Salih ve saliha eşlerin birbirini taklit ederek cennete yaklaşabileceği; fâsık ve fâsıka eşlerin ise birbirini sefahete teşvik ederek ateşe sürükleyebileceği vurgulanmıştır. Modern medeniyetin cazip fakat ifsad edici çağrıları karşısında eşlerin bilinçli duruş sergilemeleri gerektiği ifade edilmiştir. Evliliğin asıl maksadı, birbirini ebedî saadete ulaştırmaktır.

 

 




Kadının Saadeti: Terbiye-i Diniyede Saklı Bir Hazine

Kadının Saadeti: Terbiye-i Diniyede Saklı Bir Hazine

> “Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvi seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur!”
(Lem’alar, 24. Lema)

********

Zamanımızda kadın, bir yönüyle yükseltiliyor gibi gösterilirken, diğer yönüyle tarih boyunca hiç olmadığı kadar yıpratılmakta ve yozlaştırılmaktadır. Sözde özgürlüklerin, moda akımlarının, reklamların ve modern eğlence kültürünün ortasında kadın, nefsin pençesine terk edilmekte; hakiki saadetten uzaklaştırılmaktadır.

Oysa Bediüzzaman Said Nursî’nin dikkat çektiği gibi, kadının hem dünya hem ahiret saadeti, yalnızca İslâm terbiyesi ile mümkündür. Bu terbiye, kadının fıtratına uygun olan hakiki hürriyeti, izzeti ve fazileti temin eder.

Fıtrata Aykırı Bir Değişim: Kadının Zorlanmış Dönüşümü

Kadın, yaratılışı gereği naif, şefkatli, merhametli ve hayâ sahibidir. Bu hasletler, onun ulvî seciyeleridir. Ne var ki modern hayat, bu özellikleri zayıflık gibi sunmakta; kadını erkekleşmeye, iffetsizleşmeye, rekabetçi ve gösterişçi bir ruha bürünmeye zorlamaktadır. Neticede kadın, fıtratına ters düşen bir yaşama itildiği için hem iç dünyasında çatışma yaşamakta, hem de aile ve toplum yapısını zayıflatmaktadır.

Terbiye-i Diniye: Kadının Gerçek Sığınağı

İslâm terbiyesi ise kadına, yaratılışına en uygun hayat biçimini sunar. Ona iffet zırhını, hayâ kalkanını, şefkat tahtını verir. Kadın, bu terbiye ile hem haysiyetini korur, hem de ailede ve toplumda asli görevlerini huzurla ifa eder. İbadetle, ahlâk ile ve takva ile beslenen bir kadın, sadece kendini değil, nesli de ıslah eder. O, bir medeniyetin mayası olur.

Rusya Misali: Terbiyesizliğin Acı Akıbeti

Bediüzzaman’ın “Rusya’da o biçare taifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz” cümlesi, 20. yüzyıl başlarında yaşanan bir toplumsal facianın özetidir. Komünist ideolojinin “kadını özgürleştirme” bahanesiyle uyguladığı politikalar, kadını aileden koparmış, iffeti hiçe saymış ve neticede onu sadece emek gücü olarak kullanmış; kalbini, ruhunu, anneliğini çürütmüştür. Kadının saadeti değil, çilesi artmıştır.

Netice: Kurtuluşun Yegâne Yolu

Bugün de aynı tehlike farklı formlarda devam etmektedir. Moda, medya, eğlence, kariyer baskısı gibi araçlarla kadın, aslî kimliğinden uzaklaştırılmak istenmektedir. Ancak bu çöküşten kurtuluş, yalnızca İslâm’ın eğitim ve edep dairesine dönmekle mümkündür.

Kadın, ancak bu dairede hem dünya huzurunu, hem de ahiret selametini elde eder. Hem kendisi saadete kavuşur, hem de topluma huzur yayar. Çünkü o, terbiye edilmiş bir kalple hem bir eş, hem bir anne, hem de bir nesil mimarı olur.

Özet:

Bu makale, kadının dünya ve ahiret saadetinin yalnızca İslâmî terbiyeyle mümkün olduğunu vurgular. Modern hayatın kadını fıtratına aykırı bir şekilde şekillendirmeye çalıştığı; bunun da iç huzursuzluk, aile çözülmesi ve toplumsal yozlaşmaya sebep olduğu belirtilmiştir. Bediüzzaman’ın örnek verdiği Rusya misaliyle, terbiye-i diniyenin ne kadar hayati bir korunma kalkanı olduğu gösterilmiştir. Sonuç olarak, kadın için kurtuluş ve huzur; ancak İslâm’ın rahmetli ve fıtrî dairesinde mümkündür.

 

 




Aile Cenneti Tehlikede: Sessiz Yıkımın Ardındaki Eller

Aile Cenneti Tehlikede: Sessiz Yıkımın Ardındaki Eller

> “İnsanın hususan Müslüman’ın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış…”
(Lem’alar, 24. Lema)

*******

İnsanın bu fani hayattaki en huzurlu, en sâkin, en derin limanlarından biridir aile. Özellikle Müslüman için aile, yalnızca bir ev değil; imanla yoğrulmuş, şefkatle örülmüş, sadakatle korunmuş küçük bir cennettir. Ancak bu cennet köşesi, uzun zamandır sinsice hedef alınıyor.

Bediüzzaman Said Nursî’nin feryadı, zamanımızı da tasvir eden derin bir teşhis taşıyor: Aile bozuluyor. Hem de planlı, bilinçli ve sistemli bir şekilde. Artık birçok dost, birçok insan, yuvasından şikayetçi. Eşler birbirine tahammülsüz, çocuklar ana babaya yabancı, sevgi yerini rekabete, şefkat yerini bencilliğe bırakmış. Sükûn bulmak için kurulan yuvalar, stresin ve kavganın merkezine dönüşmüş durumda.

Bu Yıkımın Sebebi: Sessiz Fakat Sinsi Bir Savaş

Bediüzzaman, gençleri sefahate sürüklemek için gizli komitelerin çalıştığını belirtir. Aynı şekilde, kadınları da yanlış yollara sevk eden perdeli faaliyetlerin yürütüldüğünü ifade eder. Bu komiteler; modernlik, özgürlük, kariyer, bireysellik gibi süslü kelimelerle kadını asli rolünden uzaklaştırmakta; onu anneliğin kutsiyetinden, iffetli eşliğin izzetinden ve mahremiyetin huzurundan koparmaktadır.

Kadın, aileyi ayakta tutan ana sütunudur. Bu sütun yıkıldığında sadece aile değil, nesil de, toplum da yıkılır. Şeytanî planlar bunun farkında olduğu için en çok bu noktayı hedef almıştır. Moda, medya, reklam, diziler, eğitim politikaları, hatta kimi zaman bazı sosyal kampanyalar; kadın üzerinden aile yapısına dolaylı savaş açmaktadır.

Ailenin Koruyucu Zırhı: İslâmî Terbiye ve Şuur

Bu sessiz yıkıma karşı en güçlü kale, İslâm’ın koyduğu edep, ahlâk ve aile esaslarıdır. İffet, sadakat, tesettür, karşılıklı sevgi ve saygı, aile içindeki rollerin sınırlarını netleştirir. Kadın annelikte yücelir, erkek sorumlulukla olgunlaşır. Böyle bir yapıda ne bencillik büyür, ne de ayrılıklar kolaylaşır.

Bu zırh zayıflatıldığında ise evler sığınak olmaktan çıkar; bir savaş alanına döner. Çünkü kadın ve erkek, aile içinde görev ve fıtratlarını kaybettikçe, birbirine rakip hale gelir. Ailede “biz” duygusu yok olur; “ben”ler çarpışmaya başlar.

Millet-i İslâm’a En Büyük Darbe: Aileden Vurmak

Bediüzzaman’ın “Bu millet-i İslâm’a bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor.” sözleri, meselenin sadece bireysel bir problem değil, ümmetin bekâsını ilgilendiren bir tehdit olduğunu gösterir. Bir milleti çökertmenin en etkili yolu, aile bağlarını çözmektir. Çünkü sağlam aileler, sağlam bireyler; sağlam bireyler de güçlü toplumlar inşa eder.

Özet:

Bu makale, ailenin İslâm toplumundaki yerini ve aile kurumuna yönelik planlı saldırıları ele alır. Bediüzzaman’ın tesbitiyle, gençleri ve kadınları hedef alan gizli faaliyetlerin aile hayatını tahrip ettiği, bunun da toplumun geleceği için büyük bir tehdit olduğu vurgulanır. Kurtuluşun ise ancak İslâmî terbiye, ahlâk ve aile yapısına dönmekle mümkün olacağı ifade edilir. Aileyi korumak, yalnız bireysel huzurun değil, ümmetin de selametinin anahtarıdır.

 

 




İlk Muallim: Bir Ümmetin Mektebi Olan Anne

İlk Muallim: Bir Ümmetin Mektebi Olan Anne

> “Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.”
(Lem’alar, 24. Lema)

İnsan, dünyaya gözünü açtığında karşılaştığı ilk ses, ilk bakış, ilk tebessüm annesinindir. Ve o ilk temas, bir ömür sürecek karakterin ve kişiliğin ilk harflerini yazar insanın kalbine. Anne, yalnız bir bakıcı, yalnız bir şefkat kaynağı değil; bir mürebbi, bir öğretmen, bir medeniyet kurucusudur. Zira insanın en temel inançları, ahlâkî kodları, hayata bakışı ve vicdan terazisi, annesinin dizinin dibinde şekillenir.

Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati veciz şekilde şöyle ifade eder: “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.” Bu cümle, anneliği bir biyolojik bağın ötesinde, ilâhî bir vazife olarak görmenin kapılarını aralar. Çünkü annenin kalbine yerleştirilen şefkat, sadece bir sevgi değildir; aynı zamanda fıtrî bir öğretmenliktir.

Anne: Şefkatin Şekillendirdiği Bir Mektep

Bir annenin çocuğuna bakışı, yalnızca bir sevgi değil; aynı zamanda bir öğretidir. Sabır, merhamet, nezaket, tevekkül gibi kavramlar çocuğa sözlerle değil; annenin hâl ve davranışlarıyla nakşedilir. Bu yüzden annelik sadece fizikî bir bakım değil, kalbî ve ruhî bir eğitimdir.

Bir çocuk, namazı ilk defa annesinin kıyama duruşunda hisseder. Sabretmeyi, annenin uykusuz gecelerinde öğrenir. Şefkati, annenin yorgun elleriyle tanır. İmanın kokusunu, annesinin Kur’ân okuyuşunda duyar.

Toplumun İlk Okulu: Anne Kucağı

Bugün insanlığın yaşadığı birçok krizin temelinde, evin ve annenin eğitim gücünün zayıflaması vardır. Modern hayat, kadını annelikten uzaklaştırmış, onu fıtratının dışındaki rollerle yormuştur. Halbuki bir toplumun kaderi, annesinin elinde şekillenir. Nitekim bir milletin geleceğini görmek isteyen, onun kadınlarına ve annelerine bakmalıdır.

Tarih boyunca büyük liderlerin, âlimlerin, mücahitlerin, münevverlerin arkasında, imanlı ve kararlı anneler vardır. Hz. Meryem’in annesi Hanne, Hz. Musa’nın annesi, İmam Şafiî’nin annesi, Ümmü Süfyan, Hz. Âmine… Her biri, bir insan değil; bir dava yetiştirmiştir.

Anne Olmak: İbretli Bir Mükellefiyet

Anneliği yalnızca duygusal bir aidiyetle değil, ilâhî bir sorumlulukla gören kadınlar; ümmetin yarınlarını inşa eden gerçek kahramanlardır. Bu sebeple bir kadının en yüce makamı, “üstad-ı evvel” olmaktır. Zira çocuk, ilk kıblesini annenin bakışlarında bulur.

Eğer anne, çocuğuna dünyayı değil, ahireti; serveti değil, takvayı; öfkeyi değil, sabrı öğretirse; işte o zaman nesiller düzelir, toplum huzur bulur.

Özet:

Bu makale, annenin insan üzerindeki derin etkisini ve anneliğin yalnız biyolojik değil, eğitim açısından ve manevi bir misyon olduğunu ele alır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle annenin birinci muallim oluşu, bireyin kişiliğini, toplumun geleceğini şekillendirmesi cihetiyle büyük önem taşır. Annelik, bir insanı değil; bir ümmeti yoğurabilecek kadar yüce bir makamdır. Bu nedenle annelik sorumluluğu, en ulvî öğretmenliktir.

 

 




Kahramanlığın Sessiz Adı: Anne

Kahramanlığın Sessiz Adı: Anne

> “Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakiki bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evladına kurban etmesi gösteriyor ki hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var.”
(Lem’alar, 24. Lema)

Kahramanlık çoğu zaman meydanlarda aranır. Kılıç seslerinde, savaş naralarında ya da zafer manşetlerinde. Oysa en sessiz, en derin ve en gerçek kahramanlık; bir annenin yüreğinde saklıdır. Adı konmamış, ödülü verilmemiş, alkışlanmamış ama her sabah yeniden başlayan bir cihaddır onunki: Evladı için yaşamak, evladı için tükenmek.

Bir annenin fıtratına yerleştirilen bu kahramanlık, sadece fiziki bir dayanıklılık değil, ruhî bir yüceliktir. Çünkü hiçbir maddi karşılık beklemeden, en kıymetli varlığı olan canını evladı için ortaya koyan bir varlık, yalnızca seven değil; şuurla fedakârlık yapan bir kahramandır.

Fıtratında Kahramanlık Olan Kadın

Kadın, yaratılışı gereği şefkatin, merhametin, sabrın merkezidir. Bu özellikler onu zayıf kılmaz; bilakis en güçlü hale getirir. Çünkü bir annenin sabrı, en zorlu savaşı kazanacak kadar kuvvetlidir. O, gözyaşını gizleyip yavrusuna gülümseyen, kendi uykusunu değil evladının huzurunu düşünen bir kahramandır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu fıtrî vazife, ihlasın en saf halidir. Annelik, bir saik bir sevkten ve bir hareketten öte, ilâhî bir misyon, insanlığı ayakta tutan sarsılmaz bir direktir.

Bozulmuş Zihniyetler, İstismar Edilen Seciyeler

Ancak ne acıdır ki bu kahramanlık potansiyeli, günümüzde çoğu zaman ya gelişmeden köreltilmekte ya da yanlış yönlere kanalize edilmektedir. Kadının özüne yabancılaştırılması, onu fıtratına aykırı bir hayata itmektedir. Annelik, değersizleştirilmiş; bakım işi olarak etiketlenmiş; fedakârlığı “eziklik” olarak gösterilmiştir.

Halbuki kadının kahramanlığı, modern tanımlara sığmayacak kadar derindir. O, yalnız çocuğunu büyütmez; karakter inşa eder, bir nesli yoğurur, toplumu besler. Fıtrî şefkatini iffetle ve imanla yoğurduğunda, sadece dünya hayatını değil, ebedî saadetini de kazanabilir.

Gerçek Kahramanlığı Yeniden Tanımak

Toplum olarak yeniden kadının bu yüksek fıtratını tanımaya, takdir etmeye ve teşvik etmeye muhtacız. Çünkü bir milletin istikbali, kadınlarının taşıdığı şuur ve fedakârlıkla ölçülür. Anne, yalnızca çocuk büyüten bir birey değil; bir ümmeti yoğuran, bir geleceği mayalayan bir müessedir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle; bu kıymettar seciyenin “sû-i istimal”i yani yanlış kullanımı, hem dünyevî hem uhrevî zararlara yol açar. Ama bu seciyenin inkişafı, yani doğru yönlendirilmesi; kadını da, ailesini de, toplumu da ihya eder.

Özet:

Bu makale, kadının fıtratında var olan şefkat temelli kahramanlığı merkeze alır. Annelik sadece bir biyolojik bağ değil, ilâhî bir görev ve hakiki bir ihlasın tezahürüdür. Ancak bu yüksek seciye, bazı zararlı cereyanlarca ya bastırılmakta ya da kötüye kullanılmaktadır. Kadının bu yaratılıştan gelen kahramanlığı doğru yönlendirildiğinde hem dünyasını hem de ebedî hayatını kurtarabilir.

 

 




Bir Çay İçimi: Döken Sen Olsaydın, Dökülen Ben Olsaydım

Bir Çay İçimi: Döken Sen Olsaydın, Dökülen Ben Olsaydım

Geleydin bir çay içimi /
Sen çay dokerdin/
Ben de içimi.

********

Gündelik hayatın en sade, en samimi anıdır bir çay içimi. Fakat bazı çaylar vardır ki, sadece içilmez; paylaşılır, dinlenir, susulur, konuşulur… Çünkü o çay, bardağın değil kalbin buğusudur. Ve bazen bir çayın yanına bir insan eksiktir; öyle bir insan ki, çayı dökerken sen içini dökersin…

“Geleydin bir çay içimi…” Bir insan, bir dost, bir yaren, bir eş, bir kardeş… Ne kadar kısa bir zaman istiyor: “Bir çay içimi…” Ama içine ne çok şey sığdırıyor: Hasret, özlem, sitem, bekleyiş, kırgınlık, umudun son kırıntısı… Ve ne kadar zarifçe söyleniyor: “Geleydin…” Gelmedin demiyor, suçlamıyor, haykırmıyor; sadece sitemle bekleyen bir yürek var.

“Sen çay dökerdin, ben de içimi…” Ne büyük bir teselli, ne derin bir ihtiyaçtır “anlaşılmak” ve “dinlenmek.” İnsan bazen içini dökecek bir yürek arar; yargılamayan, susturmayan, hızla çözüm sunmayan… Sadece yanında oturan, çay döken bir yürek…

Modern Zamanlarda Kaybolan Dinleme Sanatı

Bugün çaylar hala kaynıyor, bardaklar doluyor, masalar donatılıyor. Ama o çayın yanında oturan kalpler boş, kulaklar sağır. Sohbet yerini monologlara, dostluk yerini takipçilere, dertleşme yerini paylaşımlara bıraktı. Herkes konuşuyor ama kimse duymuyor. Çaylar içiliyor ama kimse içini dökemiyor.

Oysa bazen sadece dinlemek bir sadakadır. Bir çayın yanına oturup, karşındakine “anlat” diyebilmek, “Ben buradayım” demektir. Ve bazen en büyük terapi, sessizce dinlenen bir iç dökmedir. Çünkü söz, kalpten çıktığında bir başka kalpte yankı bulur.

Çayın Kıymeti ve İç Döküşün Hikmeti

Çay, Anadolu’da sadece bir içecek değildir. O bir muhabbettir, bir bekleyiştir, bir “gitme, daha anlatacaklarım var” demektir. Ve iç döküş, insanın içini arındırdığı, hafiflediği bir ibadettir adeta.

İşte bu yüzden, bazen bir çay içimi bir ömre bedel olabilir. Ve bazen bir dost, bir dua gibi gelebilir; seni dinlerken sen kendini bile duyarsın. Ama ne acıdır ki, nice kalpler bir çay içimi hasretine mahkûm yaşar.

Geleydin…

Belki gelseydin, içimi dökseydim… Belki kelimelerim bardakta buğulanır, susuşlarım yudumlanırdı. Ama sen gelmedin. Ve ben içimde kaldım…

Özet:

Bu makalede “Geleydin bir çay içimi / Sen çay dökerdin, ben de içimi” mısrasından hareketle, insanın anlaşılma, dinlenme ve içini dökme ihtiyacı işlenmiştir. Günümüz dünyasında ilişkilerin yüzeyselleştiği, gerçek dostlukların azaldığı vurgulanır. Bir çay içimi kadar kısa ama derin bir sohbetin insan ruhunda nasıl bir yankı bıraktığı anlatılır. Makale, okuyucuyu kalpleriyle dinlemeye, küçük zamanları büyük dostluklara dönüştürmeye ve kıymet bilmeyi hatırlamaya çağırır.

 

 




Susma ve Dinleme Sanatı: Kendini Duyabilmek İçin.

Susma ve Dinleme Sanatı: Kendini Duyabilmek İçin.

Susma ve dinleme sanatı.
Eksik olan tarafımız.
Bazen ögrencilere; haftada bir saat ‘Susma Dersi’ konulması lazım diyorum.
Ta ki, dışa ve dışta dağıttığı kendisini dağıtan bu öğrencinin, içe ve içine dönerek kendisini dinlemesi ve bilmesi için…

*********

Bir toplumun en temel eksikliklerinden biridir: dinlememek.
Herkesin konuştuğu, bağırdığı, yorum yaptığı, hüküm verdiği bir çağda yaşıyoruz.
Kalabalık seslerin içinde, susmak bir irade, dinlemek bir sanattır.

Bugün eğitim kurumlarında nice dersler okutuluyor: matematik, fen, edebiyat, hatta konuşma sanatı… Ama hiç kimse “susma”nın bir beceri, “dinleme”nin bir fazilet olduğundan bahsetmiyor. Oysa en derin düşünceler, en büyük farkındalıklar, en net cevaplar sessizlikte saklıdır.

Kendini Duyamayan, Kimseyi Duyamaz

Günümüz öğrencisi; kulaklıkla dolaşan, sürekli telefonuna bakan, aralıksız içerik tüketen bir zihin yorgunu haline geldi. Dış dünyadan gelen sesler o kadar gürültülü ki, iç sesini duyamıyor. İçine dönüp “Ben kimim, ne istiyorum, neye yönelmeliyim?” sorularını soramıyor.

İşte bu yüzden “haftada bir saat susma dersi” önerisi, çağın gürültüsüne karşı bir direniştir. Beden susar, dil susar, zihin susar. Ve kalp konuşmaya başlar. Belki ilk başta rahatsız eder bu sessizlik. Ama zamanla insan, kendi içinde daha önce fark etmediği derinliklerle karşılaşır.

Susmak: Acizlik Değil, Derinliktir

Toplumda susmak genellikle “bir şey bilmemenin” işareti sayılır. Hâlbuki susmak; dinlemeye, düşünmeye ve anlayışa açılan bir kapıdır. Konuşan kazanır sanılır ama gerçekte dinleyen kazanır. Çünkü anlayan, çözüm bulan, kalbe dokunan odur.

Hz. Ali (ra) ne güzel buyurmuş: “İki şey aklın göstergesidir: konuşurken düşündüğün söz ve susarken düşündüğün hâl.” Gerçek akıl, gereksiz konuşmalarla değil, anlamlı susmalarla büyür.

Dinleme: Karşıdakine Değil, Kendine Saygıdır

Bir başkasını dinlemek, sadece ona saygı değil; kendine nezakettir. Çünkü dinlemek, sabırdır. Beklemeyi, anlamayı, yargılamadan kabul etmeyi öğretir. Dinleyen, sadece kelimeleri değil, kalpleri duyar. Bu yüzden dinlemeyen insanlar çoğunlukla yalnız kalır; çünkü kendilerinden başka kimseyi duyamazlar.

Eğitimde Susma Alanları Açılmalı

Okullarda, evlerde, toplantılarda “konuşma alanları” kadar “susma alanları” da olmalı. Gençler susarak düşünmeyi, dinleyerek anlamayı öğrenmeli. Çünkü sürekli dışa yönelmek, içi boşaltır. Oysa içe dönmek, kişiyi olgunlaştırır.

Özet:

Bu makalede, modern çağda kaybolan “susma ve dinleme sanatı” ele alınmıştır. Konuşma odaklı bir toplumda insanların kendilerini ve başkalarını duyamadığı vurgulanmış; susmanın acizlik değil, deruni farkındalığın bir göstergesi olduğu anlatılmıştır. Özellikle gençlerin, haftada bir saat bile olsa susarak iç dünyalarına yönelmeleri gerektiği ifade edilmiştir. Dinlemek, hem anlayış hem de insanî bir olgunluk olduğu için, eğitim sistemine “susma ve dinleme eğitimi” eklenmesinin önemi vurgulanır. Makale, susarak düşünmenin, dinleyerek olgunlaşmanın erdemini hatırlatır.

 




EN BAHTİYAR KİMDİR? KABRE GİDEN YOLDA EN DOĞRU YOLCU

EN BAHTİYAR KİMDİR? KABRE GİDEN YOLDA EN DOĞRU YOLCU

 

“En bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebedîyesini, hayat-ı dünyevîye için bozmasın, malayani (faydasız) şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip, misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp, saadet-i ebediyeye girsin.”Risale-i Nur**

*******

Hayat, sürekli akan bir nehir gibi bizi bir menzilden diğerine sürükler. Fakat her akışın bir nihayeti vardır. İnsan için o nihayet, dünya ile âhiret arasındaki eşik olan kabirdir. İşte o eşiği huzurla geçen, “en bahtiyar” olandır.

Dünyayı Âhirete Kurban Etmek mi, Âhireti Dünyaya Feda Etmek mi?

Risale-i Nur’da geçen bu mühim hakikat, zamanın en tehlikeli tuzağına işaret eder: Dünya sevgisiyle âhireti unutmak. İnsan, ebedî bir hayat için yaratılmıştır. Ancak günlük telaşlar, geçici lezzetler ve bitmeyen arzular içinde bu hakikati gözden kaçırabilir. Hayat-ı dünyevîye, ebedî bir saadeti kazandıran bir vasıta iken, maksat hâline gelirse insanın ebedî yurdunu yıkıma uğratabilir.

Hayat-ı Ebedîye ve Hayat-ı Dünyevîye Dengesi

Bahtiyar insan; geçici olanı kalıcı olana feda etmeyen, âhireti merkeze alan bir dengeyi kurabilen kimsedir. Evet, dünya küçümsenecek bir yer değildir; ancak onun kıymeti, âhirete olan hizmeti nispetindedir. Tarlada çalışmak değerli olabilir ama asıl olan, o tarlada hangi tohumların ekildiğidir. Dünya, âhiret için bir tarla gibidir. Eken kazanır, unutan kaybeder.

Malayaniyle Ömrü Telef Etmek

Zaman, sermayemizdir. Lakin bu sermaye çoğu kez, faydasız meşgalelerle (malayani) harcanır. Sosyal medya bağımlılığı, lüzumsuz eğlenceler, nefsânî tutkularla geçirilen saatler… Bunların çoğu insanın kalbine gaflet serper. Oysa en kıymetli anlar, insanın ahireti için yaşadığı anlardır.

Kendini Misafir Bilmek

Risale-i Nur’un en latif hakikatlerinden biri, insanın dünyada bir misafir olduğu hakikatidir. Misafir, misafirhanenin sahibine göre hareket eder. Bu dünya bir misafirhane ise, sahibi de elbette Allah’tır. Misafir, kendini ev sahibi gibi görmez. Sahiplenmez. Kibirlenmez. İsyan etmez. Vazifesini yapar, emaneti korur, vaktini değerlendirir ve veda eder. İşte bahtiyar olan da böyledir.

Kabir Kapısını Selâmetle Açmak

Kabir, insanın ebedî yolculuğuna açılan kapıdır. O kapı ya bir zindana, ya bir cennete açılır. Kabri huzurla aşmak isteyen, bu dünyada ilâhî emirleri öncelemelidir. Hayatı, nefsin ve hevânın değil, Kur’an’ın rehberliğinde yaşamalıdır. Çünkü kabir kapısını selametle geçen, saadet-i ebediyeye adım atar. O saadet, dünyada kazanılır. Bahtiyarlık, o kapının ardındaki nurdur.

Özet:

Bu makale, Risale-i Nur’da geçen “En bahtiyar odur ki…” ifadesini merkeze alarak insanın dünyadaki imtihanını ve ebedî hayat yolculuğunu anlatmaktadır. Dünyaya aldanmayan, âhireti unutmayan, ömrünü faydasız işlerle tüketmeyen ve kendini misafir bilerek Allah’ın emirlerine göre yaşayan kimsenin, kabri selametle açıp ebedî saadete kavuşacağı vurgulanmıştır. En bahtiyar, en çok âhireti düşünen ve ona hazırlıklı olandır.

 

 




KABRİ AYDINLATAN NUR: İNSANIN SON MENZİLİNE DOĞRU

KABRİ AYDINLATAN NUR: İNSANIN SON MENZİLİNE DOĞRU

“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
(bk. el-Akidetu’t-Tahaviye,1/169; Ahmed b. Hanbel, el-Akide, s.64-76; el-lalekâî,  İtikadu ehli’s-sünne, 1/156, 158, 166-şamile.)

Kabri aydınlatan nur.
Kabri cennet veya cehenneme çeviren hal ve fiiller.

********

İnsan bu dünyaya bir misafir olarak gönderilir. Her misafirin dönüşü olduğu gibi, insanın da vakti geldiğinde asıl yurduna, ebedî âleme dönüşü mukadderdir. Bu dönüşün ilk durağı kabirdir. Kabir; dıştan bakıldığında bir toprak çukurudur, ancak hakikatte ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.

Kabir Nedir?

Kabir, bedenin toprağa emanet edildiği, ruhun ise berzah âlemine adım attığı ilk menzildir. Bu menzil öyle bir yerdir ki; dıştan sükûnet gibi görünürken, içinde ya rahmetin solukları, ya da azabın uğultuları vardır. Peygamber Efendimiz (sav), “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurarak, bu hakikati veciz bir şekilde özetlemiştir.

Kabri Aydınlatan Nur Nedir?

Kabrin karanlığını delip geçen ve onu nurlandıran şey, dünyada yapılan salih amellerdir. Namaz, oruç, sadaka, güzel ahlâk, zikir, Kur’an tilaveti, tevazu, hakka hürmet ve batıla düşmanlık gibi fiiller kabirde insanın yoldaşı olur.

Resûlullah (sav) buyurur:

> “Kişi kabre konulduğunda salih amelleri onun yanına gelir. Namaz baş ucuna, oruç sağ yanına, sadaka sol yanına ve diğer hayırlar ayak ucuna gelir. Azap melekleri hangi yönden gelirse gelsin, bu ameller onu korur.” (el-Lâlekâî, İtikâdu Ehlissünne, 1/156, bak. https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/kisi-kabre-konuldugunda-namazi-orucu-yaptigi-iyilikleri-onu-korur-anlaminda-bir-hadis-var-midir%3famp )

Özellikle gece kalkıp gizli bir şekilde kılınan teheccüd namazı, sırf Allah rızası için yapılan iyilikler, Kur’an’la dost olmak ve mümin kardeşini sevindirmek, kabirde nur olarak insana yansır.

Kabri Cennet Bahçesine Dönüştüren Hâl ve Fiiller

İman ve Tevhit: En büyük nur, Allah’a olan sağlam inançtır. Kabirde ilk sorulacak sorular “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne?” olacaktır. Bu sorulara kalpten gelen imanla cevap verebilenin kabri genişler ve cennet pencereleri açılır.

Salih Ameller: Günahı terk etmek kadar, hayrı tercih etmek de önemlidir. Kullara faydalı olmak, hayırlı evlat bırakmak, ilimle meşgul olmak ve sadaka-i câriye gibi kalıcı iyilikler, kabirde de devam eden ışık kaynağıdır.

İhlas: Riyanın karanlığına karşı, ihlasın aydınlığı vardır. Allah için yapılan her iş, kabirde bir kandil olur.

Sabır ve Şükür: Musibetlere sabır ve nimetlere şükür, ruhun kabir kapısında huzurla karşılanmasına vesile olur.

Kabri Cehennem Çukuruna Dönüştüren Sebepler

İmansızlık veya şirk: Kalpteki inançsızlık, kabri dar ve karanlık yapar.

Günahların ısrarla işlenmesi: Namazı terk etmek, faiz, gıybet, kibir, zulüm gibi büyük günahlar kabirde azaba sebep olabilir.

Haksızlık ve kul hakkı: Kul hakkı, ahiret öncesinde kabirde de azabın başlangıcı olabilir.

İsraf, nankörlük ve gaflet: Dünyevîleşme ve ahireti unutmak, kabri daraltır, azabı ağırlaştırır.

İbretlik Bir Misal

Bir gün Ashab’dan biri sordu:
“Yâ Resûlallah! Kabrinde yalnız kalan bir insan korkmaz mı?”
Efendimiz buyurdu:
“Kur’an okuyan, onu hayatına rehber eden ve gece ibadetiyle Rabbiyle bağ kuran kişi, kabirde yalnız kalmaz. Ona cennet bahçeleri açılır.”

Nice ârif zatlar, kabre hazırlık olarak bir ömür sürmüş, ölmeden önce ölmüşlerdir. Onlar, dünyayı kabre hazırlık meydanı olarak görmüş, her geceyi “son gece”, her namazı “veda namazı” bilmişlerdir.

Sonuç: Kabre Hazırlık Bu Dünyada Yapılır

Kabir, bir son değil, sonsuzluğa açılan ilk penceredir. O pencerede karanlık ya da aydınlık görmek, bu dünyadaki tercihlerimizle şekillenir. Her bir iyilik, karanlık toprağın içinde birer yıldız gibi parlar. Her kötülük, azabın habercisi olur. Bu yüzden kabri güzelleştirmek, hayatı anlamlı ve ahiret eksenli yaşamaktan geçer.

Özet:

Bu makale, kabir hayatının mahiyetini ve onun cennet bahçesine yahut cehennem çukuruna dönüşmesinin sebeplerini ele almaktadır. Kabri aydınlatan nurun iman, ihlas, salih amel ve güzel ahlâk olduğu vurgulanmakta; kabri karartan sebepler arasında ise küfür, günah, kul hakkı ve gaflet öne çıkarılmaktadır. Makale, hem hadislerden hem de ibretlik misallerden yola çıkarak, insanı ahiret merkezli yaşamaya teşvik eder.

 




Zulme Susmak, Zalimle Yoldaş Olmaktır: Vicdanların Sınavı

Zulme Susmak, Zalimle Yoldaş Olmaktır: Vicdanların Sınavı

Bebeklerin ahı İsrail ve siyonistleri kahredip yok edecek.
Onları o çocukların kanında boğacak.
İsrail insanlık ve kuraldan değil, şiddetten ve tokattan anlar.
Susanlar ve duranlar katliama ortaktırlar.
Ney bekleniyor?
İsrailin insafı mı?
Yılandan bal beklenmez.
Böyle bir vahşette bizi kahreden ayılar değil, ayıya dayı diyen içimizdeki ayı taraftarları!!!

********

Zulüm bir coğrafyaya değil, bir kalbe çöktüğünde başlar asıl felaket. Gazze’de bebekler kanlar içinde can verirken, dünyanın dört bir yanındaki sessizlik, mazlumun feryadından daha ağır bir yankı doğuruyor. Bu sessizlik bir suç ortaklığıdır; zira sustuğunuz her zulüm, zalimi cesaretlendirir, mazlumu yalnızlaştırır.

İsrail denilen yapı, kendini meşru göstermek için tarih, din ve diplomasi maskeleriyle sahneye çıkmıştır. Oysa ardında yüz binlerce yetimin çığlığı, on binlerce annenin ağıdı ve taş üstünde taş kalmamış şehirlerin küllerinden yükselen lanet vardır. Bu bir savaş değil, vahşettir. Bu bir çatışma değil, topyekûn bir imhadır.

İsrail ve arkasındaki Siyonist akıl, sadece toprak değil, insanlık onuru üzerinden de yürümektedir. Ve ne yazık ki bu vahşetin karşısında duranların sayısı, susanlardan azdır. Oysa Kur’an, zalime meyletmeyi bile cehennemle tehdit ederken, bugünün dünyasında zalimin işlediği cinayetleri diplomasiyle aklamaya çalışan bir insanlık tiyatrosu izliyoruz.

Zulmü alkışlayan da, sessiz kalan da, “denge politikası” diyen de aynı saftadır: zalimin yanı. Bugün çocukların kanı sokaklara akarken, ekranlara düşen her bomba, sadece bir şehir değil, bir insanlık değerini de yerle bir etmektedir.

Bize düşen, “Ayıya dayı” dememek, “Susmak da bir duruştur” yalanına kanmamaktır. Çünkü bebeklerin ahı, sadece zalimi değil, susanı da yakar.
Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Zalimler için yaşasın cehennem!”

İsrail’in anlamadığı tek dil, insaf ve insanlık dili değildir. Çünkü onlar o dili terk etmiş, şiddetle konuşmayı tercih etmişlerdir. O hâlde bizim de cevabımız, dualar, direnişler, birlik ve bilinç olmalıdır. Zira ümmet bir vücut gibidir. Bir yerinden kan akarken diğer yerinin susması, o vücudun ölüm habercisidir.

Bu çağın en büyük imtihanı, vicdanla çıkar arasında yapılan tercihtir. Ya zalime karşı durarak insan kalacağız ya da kendi konforumuzun mezarında insanlığımızı gömeceğiz.

Özet:
Bu makale, İsrail’in Filistin’de yaptığı zulmü ve bu zulme karşı sessiz kalanların da bir nevi ortak olduğunu vurgulayan ibretli bir çağrıdır. Sessizliğin suç ortaklığına dönüştüğü, bebeklerin kanının zalimi boğacağı ve bu vahşetin sadece dışarıdan değil içeriden de desteklendiği anlatılır. Makale, ümmete vicdan, birlik ve direniş çağrısı yapar.

 




Sessiz Feryatlar: Gazze’de Açlıktan Ölen Çocukların Ardındaki Hakikat

Sessiz Feryatlar: Gazze’de Açlıktan Ölen Çocukların Ardındaki Hakikat

Bir Sayıdan Fazlası

Bir haber düşer ekranlara: 14 bin çocuk, 24 saat içinde ölebilir.
Sadece bir cümle.
Ama her kelimesi, insanlığın vicdanına atılmış bir tokat gibi.
Bu sayı bir istatistik değil; her biri bir anne duası, bir baba hayali, bir masum gözyaşı…
Bu dünyada, gözümüzün önünde, bilinçli bir suskunlukla çocuklar açlıktan ölüyor.

Vicdanın Suskunluğu

En acı gerçek şu: Bu ölümler “kaza” değil.
Bir depremin, bir salgının ya da doğal bir felaketin sonucu değil.
Bile isteye, planlı bir kuşatmanın, gıda ambargosunun, suskun bakışların neticesi…
Ve bu sessizlik, bombalardan daha yıkıcı.
Zira mazlumu sadece düşmanı değil, susan dostları da öldürür.

Avrupa Yeni Mi Uyanıyor?

Avrupa’nın harekete geçmesi umut verici görünse de, “çok geç” kalınmış bir uyanış değil midir bu?
14 bin masum ruhun son 24 saati kalmışken yapılan diplomatik adımlar, zamana karşı yarışabilir mi?
Vicdanın uyanışı geciktiğinde, en güzel karar bile sadece bir yas tutmaktan öteye geçemez.

Bir Dünya Sınavda

Bu çağ, bir teknolojik çağ olduğu kadar bir vicdan imtihanıdır.
Milyar dolarlık silahlarla donanan devletler, bir bebeğin mamasını ulaştıramıyor.
Her şey var, ama merhamet eksik.
Bir çocuğun açlıktan ölmesi sadece Gazze’nin değil, tüm dünyanın iflasıdır.
Zira dünya; bir çocuğun açlıktan öldüğü yerde, ahlâken çökmüştür.

İmtihanın Adı: Sessizlik

Bugün Filistin’de çocuklar açlıktan ölüyor ama aslında ölen sadece onlar değil:
Adalet duygusu ölüyor.
Merhamet ölüyor.
İnsanlık ölüyor.
Ve susan her dudak, bu ölümlere bir onay mührü basıyor.
Unutmayalım: Bir zulme karşı susmak, zulmün parçası olmaktır.

Ve Biz…

Biz bu haberleri izlerken ne hissediyoruz?
Sadece “üzülmek” yeterli mi?
Üzülmek bir duygudur; ama harekete dönüşmeyen bir duygu, sadece vicdanı uyuşturan bir tesellidir.
Bugün, dualar kadar eylemler de kıymetlidir.
Yardım kampanyalarına destek, zulmü haykıran sözler, çocukları hatırlatan paylaşımlar…
Hepsi bir damla olabilir. Ama unutma, okyanus da damlalardan oluşur.

Özet:

Bu makale, Gazze’de 14 bin çocuğun açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı dramatik durumu ele alır. Bu trajedi, sadece bir insanlık krizi değil, aynı zamanda suskunluğun, duyarsızlığın ve adaletsizliğin bir yansımasıdır. Avrupa’nın gecikmiş tepkisi, mazlum çocukların hayatını kurtarmaya yetmeyebilir. Makale, vicdanları harekete geçirmeyi, merhameti eyleme dönüştürmeyi ve zulüm karşısında susmamayı vurgular. En büyük imtihanın, susmak ya da konuşmak arasında yapılan tercihte olduğu hatırlatılır.

 

 




Ruhlar Âlemine Dönüş

Ruhlar Âlemine Dönüş

Topraktan gelen beden toprağa dönecek.
Bu hakikat, inkar edilemeyecek kadar açık.
Ama ya asıl misafir?
Ya o bedende konaklayan, nefes veren, anlam katan ruh?
Unutulan, ihmal edilen, ama asıl yolculukçumuz olan ruh nereye dönecek?

Geldiği yere mi?
Ruhlar âlemine mi?
Ve eğer dönecekse…
Nasıl dönecek?

Yolculuk Başlarken

Ruh, ezelde Rabbine “Evet!” demişti.
“Elestü bi Rabbikum – Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
“Kâlû belâ – Evet, Rabbimizsin!”
İşte o zaman ruh, bir söz verdi.
Bu dünyaya gönderildiğinde de, o sözü tutmakla yükümlüydü.
Fakat dünya, unutturuyor.
Maddî lezzetler, geçici zevkler, alışkanlıklar, gaflet örtüsü gibi sarıyor ruhu.

Ruh Büyüyor mu, Soluyor mu?

Beden yiyor, içiyor, geziyor, büyüyor.
Peki ya ruh?
O neyle besleniyor?
Onun gıdası ibadet, tefekkür, dua, hayır, doğruluk, merhamet, ilim ve hikmettir.
Bunlar yoksa, ruh zayıflar.
Bunlar çoksa, ruh parlar, büyür, olgunlaşır.

Öyleyse mesele şu:
Ruh, geldiği yere gelişmiş olarak mı dönecek?
Yoksa yıpranmış, pörsümüş, tanınmaz halde mi?

Beden toprağa kavuşurken sevinir.
Ama ruh, asıl yurduna dönerken ne hisseder?
Eğer emaneti kirletmeden, sahibine layık bir hâlde götürmüşse:
Sevinçle, sürurla, selametle…
Yok, eğer o emanet isyanla, nankörlükle, gafletle lekelenmişse:
Korkuyla, pişmanlıkla, dehşetle…

Ruhlar Âlemi Bir Başlangıç mı, Son mu?

Kabir, bir kapıdır.
Beden için toprak, ruh için ise başka bir âlem…
O âlem, ya cennet bahçelerinden bir bahçe olur,
Ya da cehennem çukurlarından bir çukur.
Ve o âlemde herkes, ruhunun dünyada ne kadar beslendiğine göre şekil alır.
Kimi nurlanır, kimi karanlığa gömülür.
Asıl mesele işte buradadır.

Hazırlık Vakti

Bedenin toprağa gideceğini hep hatırlıyoruz.
Ama ruhun da bir dönüşü olduğunu unutuyoruz.
Oysa ruh da çağrılacak.
O da “gel” denilecek.
Ve işte o gün…
Ne valiz, ne makam, ne servet, ne dost…
Sadece ruh hâliyle gidilecek.

Özet:

Bu makale, insan bedeninin topraktan gelip toprağa döneceğini hatırlatırken, asıl önem verilmesi gerekenin ruha dair olduğunu vurgular. Ruhun da geldiği yere, yani ruhlar âlemine döneceği anlatılır. Bu dönüşün nasıl olacağı ise, ruhun bu dünyada neyle beslendiğine, nasıl bir hayat sürdüğüne bağlıdır. Ruh ibadet, ilim, iyilikle beslenirse nurla döner; gaflet, günah, kibirle yaşarsa karanlıkla döner. Bedenin toprağa kavuşması gibi ruhun da öz yurduna dönerken ne durumda olacağı, insanın en önemli meselesidir. Bütün mesele burada düğümlenir: Ruh ne halde dönecek?

 




Hatırlanacak mıyız?

Hatırlanacak mıyız?

Binlerce yıl…
Dünyadan nice insanlar gelip geçti,
Kimisi büyük tahtlarda oturdu, kimisi çöl topraklarında yattı.
Kimisi tarihe adını altın harflerle yazdırdı, kimisi sadece bir gölge olarak silindi.
Ama bir gerçek var ki, toprağın altındakiler,
Üstündekilerden çok daha fazla.
Ve biz?
Biz, hangisinden olacağız?

Hatırladıklarımız ve Unutulanlar

Hatırladığımız ne kadar az insan var…
Tarihteki büyük hükümdarlar, sanatçılar, alimler, savaşçılar…
Adlarını duyduğumuzda, birer anı gibi gelirler.
Peki ya hatırlamadıklarımız?
Bütün o milyonlarca insan…
Adı hiç anılmayanlar, mezarları bilinmeyenler, hatırlanmayan hayatlar…
İsimleri unutulmuş, isimleri hiç anılmamış insanlar…
Ne kadar da çok değil mi?

Ve işte asıl soru: Biz, hangisinden olacağız?
Ve neyle hatırlanacağız?
Belki kimse adımızı hatırlamayacak.
Ama, hayatımızı, amellerimizi, kelimelerimizi, davranışlarımızı hatırlayacaklar.
Bir insanın kalbine attığı tohumlar, belki de adını duyurmasından çok daha kalıcıdır.
Ya da bir insanın kötülüğü…
Unutulmuş bir kötülük bile, yıllar sonra bile birinin ruhunda derin izler bırakabilir.
İyiye de kötüye de dair her şey, bizi hatırlatacak bir şekilde kalır.

Zamanın Kısalığı ve Hatırlanmanın Değeri

Herkes bu dünyada bir iz bırakmaya çalışır.
Büyük bir isim mi?
Yoksa bir hayır mı?
Zaman geçer, insanlar ölür, hatırlananlar silinir, fakat bir şey var:
Her şey geçici.
Fakat bir şey daha var ki, o da gerçekten hatırlanacak olanın ameller olduğudur.

Unutulmaz hatıralar, güzel bir söz, bir iyilik, bir yardımseverlik veya bir dua ile şekillenir.
Dünya, büyük bir kalabalıktır.
Ama kabir, yalnızca bir kişiye ait olacaktır.
O kabir, o yalnızlık, bir nevi, gerçek kimliğinizi test eden bir sınavdır.
O kabirden sonra ne hatırlanır?
İyi ameller mi?
Yoksa kötü ameller mi?

Hazır Mıyız?

Peki, biz buna hazır mıyız?
Hazır mıyız, o kabirde hatırlanacak bir iz bırakmaya?
Hazır mıyız, ölüme, ebedi hayata, bir sonrasına?
Hazır mıyız, hatırlanmak için?
Hazır mıyız, daha çok sevilmeye, daha çok hayır işler yapmaya, insanların gönlünde kalmaya?

İşte gerçek soru, aslında şu:
Biz, neyle hatırlanacağız?
Adımızla mı, eserimizle mi, amellerimizle mi, ya da belki sadece yaşadığımız dünyada yapmamız gereken en önemli şeyleri yapmadığımız için mi?
Hazır mıyız?

Özet:

Bu makalede, insanların dünyada bıraktığı izlerin zamanla silinmesi ve unutulması üzerine düşünülür. Hatırlananlar çok azdır, çoğu insanın adı tarihten silinir. Ancak geriye kalacak olan sadece adı değil, yaptığı amellerdir. Bir insanın hatırlanıp hatırlanmayacağı, dünya hayatındaki amellerine bağlıdır. İyi işler yapmak, kalıcı izler bırakmak ve başkalarına faydalı olmak, insanın adını unutturulmaz kılar. Ölüme yaklaşırken, aslında en önemli soru şudur: Biz neyle hatırlanacağız? Hazır mıyız, o izleri bırakmak için?

Bu makale, ölüm ve hatırlanma teması etrafında, insanların yaşamlarının anlamını ve ebedî hayatta ne şekilde hatırlanacaklarını sorgulayan bir bakış açısı sunmaktadır.

 




Sessizliğin Ardından: Bir Mevtadan Hayattakilere Nasihatler

Sessizliğin Ardından: Bir Mevtadan Hayattakilere Nasihatler

“Şimdi konuşamıyorum belki ama, eğer sesim size ulaşsaydı… Dinler miydiniz?”

Ben artık bu dünyadan göçtüm. Adımı ananlar azaldı, hatıralarım silinmeye yüz tuttu. Mezarımda sessizim. Ama eğer konuşma imkânım olsaydı, hayatta olanlara çok şey söylerdim. Şu anda sahip olduğunuz her nimetin kıymetini bilemediğinizi, her nefesin aslında geri sayım olduğunu anlatmak isterdim.

  1. Vakit Sandığınızdan Daha Hızlı Geçiyor

Ey yaşayan kardeşim, zaman çok hızlı akıyor. Sanki dün doğmuştum, bugün ise kefenime sarıldım. Saatler değil, yıllar bile bana bir göz kırpması gibi geldi. Sen hâlâ “daha zaman var” mı sanıyorsun? Hâlâ mı erteliyorsun tevbeni, namazını, affını, sevgini?

  1. Kalpleri Kırmayın, Çünkü Kabirde En Çok Onlar Konuşuyor

Hayatta iken bir gönlü kırmak kolaydı. Belki gururla, belki öfkeyle. Ama şimdi o kırılan kalplerin ağırlığı kabirde omuzlarımda. Bana bir iyilik edenin ismi kalbimde parlıyor, ama bir gözyaşına sebep olduğum kişi hâlâ huzurumu zedeliyor. Unutma: Kalp kırmak, Kâbe’yi yıkmaktan beterdir.

  1. Mal, Mülk, Mevkî… Hiçbiri Gelmedi Peşimden

Biriktirdiğim servet, çalıştığım yıllar, kazandığım itibar… Hiçbiri bu kabre giremedi. Sadece amellerim geldi yanıma. Onlar da ya bana dost oldu, ya düşman. Dünya senin sandığın kadar büyük değil; kefenin cebi yok, mezarın sarayı yok.

  1. En Çok Şunlara Hasretim: Bir Secde, Bir Dua, Bir Helalleşme

Bir daha secde edememek ne büyük bir hasret… Bir dua edememek, bir anneye sarılamamak… Bir özür dileyememek… Keşke bir kere daha “Hakkını helal et” diyebilseydim dediğim insanlar var. Onlara ulaş. Gecikme. Affet ve af dile.

  1. Ölüm, Korkulacak Bir Son Değil; Hazırlanılacak Bir Gerçektir

Ölümden kaçamazsınız. Ama ona dost gibi hazırlanabilirsiniz. Ben keşke onu gençliğimde dost edinseydim. Her gün “Bugün son günüm olabilir” diyerek yaşasaydım. Ölümü hatırlamak, hayatı güzelleştirir. Unutma: Ölümü unutan, hayatı da boşa harcar.

  1. Bir Fatiha’nın Değeri Burada Çok Büyük

Eğer bana bir iyilik yapmak istersen, bir Fatiha oku. Bir sadaka ver, bir yetimi güldür. Burada o sevaplar bir nur gibi gelir. Unutma: Kabirdekilerin dünyadakilerden hiçbir beklentisi yok, bir dua hariç…

Özet:

Bu makale, ölümden sonra konuşabilen bir mevtanın (vefat etmiş bir insanın), hayattaki insanlara iletmek istediği ibretli mesajları ve nasihatleri hayalî bir seslenişle aktarır. Vakit kıymetinin farkına varmak, kalp kırmaktan sakınmak, malın değil amelin kabre geldiğini bilmek, affetmenin ve helalleşmenin önemini kavramak gibi temel hayat dersleri, mevtanın ağzından etkileyici ve düşündürücü bir şekilde sunulmuştur. Ölümün son değil, ebedî hayata açılan bir kapı olduğu hatırlatılır. Kabirden gelen sessiz bir çığlıkla hayata dair farkındalık kazandırmak amaçlanır.

 

 




Uyuyanlar Şehri: Hakikatle Yüzleşmek

Uyuyanlar Şehri: Hakikatle Yüzleşmek

“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” buyurur Peygamber Efendimiz (asm). Bu veciz söz, sadece bir haber değil, aynı zamanda bir sarsıcı gerçektir. Her sabah gözlerimizi açtığımızda yaşadığımızı zannediyoruz. Yürüyoruz, konuşuyoruz, kazanıyoruz, tüketiyoruz… Ama gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece rüya görüyoruz da bunu hayat sanıyoruz?

Uyanık olan kimdir? Elindeki fani oyuncaklarla oyalandığını fark edemeyen mi, yoksa perdeyi aralayarak ebedi hayatın yoluna düşen mi?

Dünya, büyük bir rüya sahnesi aslında. Birçok insan kendini uyanık zannederken, gafletin içinde derin bir uykuya dalmış. Kimisi makamla, kimisi servetle, kimisi eğlenceyle meşgul… Zihinleri meşgul, kalpleri yorgun ama asıl uyanmaları gereken yere —ahirete— bir türlü gözlerini açamıyorlar. Ölüm, işte bu derin gaflet uykusunun hakiki sabahıdır. Ölümle uyanan insan, dünyada uykuda geçirdiği ömrü anlayınca, ne çok şeyin boş olduğunu, ne az şeyin kıymetli olduğunu fark eder. Ama artık dönüş yoktur.

Kimi bu uyanışı rahmetle karşılar; çünkü dünyadayken gafletle değil ibadetle yoğrulmuştur ömrü. Kimi de dehşetle uyanır; çünkü rüyada saraylarda yaşarken, gerçekte bir harabede olduğunu fark eder.

Hayat, ölüm öncesi son fırsattır. Her gün bir uyarı, her nefes bir davet, her musibet bir tokat gibidir. Ama biz, hâlâ uyanık olduğumuzu sanıyoruz. Oysa uykuda rüya gören birinin, uyanık olduğunu iddia etmesi kadar trajikomik bir iddiadır bu.

Kabir, gözlerin gerçek anlamda açıldığı yerdir. Orada gerçek görünür. Orada hayat değil, hakikat başlar. Ve orada “keşke”ler bir anlam ifade etmez. İnsan, orada geride bıraktığı her dakikanın hesabını vermekle meşguldür artık. Bir zamanlar ihmalle geçirdiği sabahlar, haramla dolu geceler, boş geçirilen gençlikler bir bir önüne gelir. Uyanmak için geçtir ama fark etmek için çok erkendir!

Öyleyse burada uyanalım. Daha gözümüz toprağa değmeden, kalbimizi toprağa değdiren o sonsuz hakikate açalım. Her sabah, son sabahımız gibi uyanalım. Her ibadet, son fırsatımız gibi eda edilsin. Çünkü asıl uyanmak, henüz uyandığımızı fark edebildiğimiz yerdedir.

Özet:

Bu makale, “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” hadisinden hareketle, dünya hayatının bir gaflet uykusu olduğunu ve gerçek uyanışın ölümle başladığını vurgular. Gerçek uyanıklığın, ahireti dünyada fark edebilmek olduğu belirtilir. Ölümden önce uyanmak için ibretle düşünmeye ve hayatı bilinçli yaşamaya davet eder.