Gençlik Bir Sermayedir: Akıbeti Görmeyen Hissin İmtihanı

Gençlik Bir Sermayedir: Akıbeti Görmeyen Hissin İmtihanı

Gençlik, insana verilen en kıymetli ve geçici bir sermayedir. Bu dönem, hayatın hem en enerjik hem de en tehlikeli devresidir. Çünkü gençlik, çoğu zaman akıldan çok hissiyata kulak verir. Hissiyat ise geçici bir lezzet için ebedî zararları göze alabilir. İşte bu yüzden gençlik, ya ebedî saadetin başlangıcı ya da uzun pişmanlıkların yurdu olabilir.

Bir Dirhem Lezzet, Bir Batman Zahmet

Bediüzzaman Hazretleri, gençliğin en büyük zaafını “bir dirhem hazır lezzeti, bir batman ilerideki lezzete tercih etmek” şeklinde özetler. Bu, insanın akıbeti göremeyen heveslerine mağlup olmasıdır. Anlık öfke, bir hayatı zindan eder. Bir dakikalık öç alma duygusu, yıllarca sürecek bir mahkûmiyetin kapısını aralayabilir. Bir saatlik sefahat, bir ömrü hüsrana çevirir.

Bugün gençlerin karşı karşıya olduğu tehlikeler; zararlı alışkanlıklar, ahlâkî çöküntüler, dijital bağımlılıklar, gayrimeşru ilişkiler gibi nice “bir dirhem lezzet” veren tuzaklarla doludur. Bunlar, sonunda pişmanlık, yalnızlık, itibarsızlık ve hatta intihar eğilimleri gibi ağır faturalarla ödenmektedir.

Nefsânîlikte Huzur Yoktur

Gençlikteki his yoğunluğu ve arzu seli, insana sahte bir özgürlük hissi verir. Oysa nefsin istediği her şeye “evet” demek, gerçek bir esaretin başlangıcıdır. Çünkü nefis, doymaz bir canavardır. Her aldığı şeyle daha fazlasını ister. En sonunda insanı boşluk, karanlık ve değersizlik duygularıyla baş başa bırakır. Nefsânî zevklerin ardında ne huzur vardır ne de hakiki bir tatmin.

İffet ve İrade: Gençliğin İzzeti

Gençliğin gerçek değeri, heveslere karşı direnişte, iffet ve iradeye sahip olmakta gizlidir. Helâl dairesinde yaşamak, nefsin arzularına set çekmek, asıl yiğitliktir. Bu da ancak güçlü bir iman, sağlam bir ahlâk ve bilinçli bir eğitimle mümkündür.

Unutulmamalıdır ki, gençliğin geçici lezzetleri için ebedî hayat ziyan edilmez. Gençlik, fani bir rüzgâr gibidir; tutmasını bilen için rahmete dönüşür, hoyrat kullanan için ise bir azaba…

Sonuç: Gençlik Bir Sermaye, Akıl Bir Rehberdir

Gençliğini Allah için kullanan, hem dünyada hem ahirette aziz olur. Ama heveslerinin peşinde koşan, ömrünün en parlak dönemini en acı bir şekilde ziyan eder. O hâlde gençlik, ya cennet yolunun fidanlığıdır ya da cehennem çukurunun kaygan toprağı… Bu tercihte ise en önemli faktör, hissin değil aklın ve imanın rehber edinilmesidir.

Özet:

Bu makale, gençliğin his odaklı zaaflarının nelere mal olabileceğini Bediüzzaman’ın tesbitleri ışığında ele alıyor. Gençliğin hissiyatla hareket etmesinin, anlık hazlar uğruna uzun vadeli acılar doğurduğu vurgulanıyor. Nefsânîliğin huzur getirmediği, gerçek izzetin iffet ve iradeye sahip olmaktan geçtiği ifade ediliyor. Sonuç olarak, gençliğin geçici heveslerle değil, akıl, iman ve sorumlulukla yönlendirilmesi gerektiği ortaya konuyor.

 

 




En Şerefli Mahkûmiyet: Kaderin Mahkûmiyeti

En Şerefli Mahkûmiyet: Kaderin Mahkûmiyeti

Sevki İlahi… Şevki İlahi… Hayat ve Hatıralar Eşliğinde

Bazı mahkûmiyetler vardır ki zincir değildir, özgürlüktür. Bazı hapsoluşlar vardır ki hapishane değil, dergâhtır. Ve bazı teslimiyetler vardır ki boyunduruk değil, şereftir. İşte kaderin mahkûmiyeti de böyledir. Dışarıdan bakanlar onu bir boyun eğiş, bir vazgeçiş gibi görebilir. Ama hakikate nüfuz edenler için bu mahkûmiyet, en yüksek bir hürriyetin, en yüce bir teslimiyetin adıdır.

Kader, insanoğlunun elinde olmayan yönlerini değil, Allah’ın ilminde yazılı olan yönlerini temsil eder. İnsan bir yolda yürür, ama o yol çok önceden çizilmiştir. İşte bu yolculuk, bir “sevk-i ilahi”dir. Her adımda, her dönemeçte bir yönlendirme, bir işaret vardır. Ve bu işaretlere kulak vermek, o yolda teslimiyetle yürümek “şevk-i ilahi”yi doğurur: Ruhun, kaderin güzergâhında huzurla yol alışıdır.

Hayat, bir nehir gibi akar. Bazen sükûnetle, bazen taşkınlıkla… Ama her zaman bir istikameti vardır. İnsan, o nehrin üzerindeki bir kayık gibidir. Kürek çeker, yön verir ama akıntıya da teslim olur. Bazı hatıralar, kaderin bu akıntısıyla hayatımıza düşer. Hiç planlamadığımız karşılaşmalar, hiç beklemediğimiz ayrılıklar, ansızın gelen nimetler ya da imtihanlar… Hepsi, kaderin sevk ettiği noktalarla örülüdür.

Hz. Yusuf’un zindanı mahkûmiyetti ama o mahkûmiyet onu Mısır’ın azizi yaptı. Hz. Musa’nın annesinin onu nehre bırakışı bir terk gibi görünse de, aslında bir ilahi koruma idi. Yunus (a.s.), balığın karnında tutsaktı ama orada Allah’a en yakın dualarını etti. Onlar, kaderin mahkûmu idiler; ama o mahkûmiyetle aslında en büyük özgürlüğe ulaştılar.

İnsan, elinden geleni yaptıktan sonra yaşadığı her hâli “kader” olarak okuyabilmeli. Kader, bahanecilik değil; bilakis teslimiyetle birlikte derin bir şükür ve tevekküldür. Çünkü kader, ne keyfi bir yazgıdır ne de karanlık bir zorbalık. O, Rahman ve Rahîm olan bir Rabbin, kuluna en uygun olanı yazmasıdır.

Bazen hayat bizi anlayamadığımız yerlere sürükler. O sürükleniş bir mahkûmiyetse eğer, bilin ki ilahi bir sevkle yönlendiriliyordur. Ve o zaman mahkûmiyet bile bir nimete, bir mertebeye dönüşür. Çünkü biz, Allah’ın kaderine mahkûmuz. Ama o mahkûmiyet bizi yüceltir, çünkü kaderin zincirleri altındayken bile Allah’ın rahmeti bizi kuşatır.

Özet:

Bu makale, kaderin mahkûmiyetini mecazi anlamda bir şeref olarak ele alır. Hayatta karşılaşılan zorlukların, imtihanların ve beklenmedik yönlendirmelerin aslında ilahi bir sevkin eseri olduğunu anlatır. Kaderin mahkûmiyeti, yüzeyde bir boyun eğiş gibi görünse de, iç yüzünde derin bir teslimiyet ve ilahi bir yükseliştir. İman edenler için bu mahkûmiyet, kalbi huzurla dolduran bir özgürlük biçim

 




Kiminle Yürürse Ona Benzer: Mizacın Kaderi ve Yönelişi

Kiminle Yürürse Ona Benzer: Mizacın Kaderi ve Yönelişi

“De ki: Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar. Rabbiniz kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir.” (İsrâ, 84)

İnsan, sadece etten kemikten ibaret bir varlık değildir. O aynı zamanda ruhuyla, aklıyla, duygularıyla ve mizacıyla yoğrulmuş eşsiz bir varlıktır. Rabbimiz Kur’an’da buyuruyor: “Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar.” Bu ayet, insan davranışlarının arka planını gösteren derin bir hakikati fısıldar bize: Her insan, iç dünyasının izini dış âleme taşır.

Kimimiz yaradılışça sakiniz, kimimiz coşkun bir nehir gibi. Bazımız detaylarda boğuluruz, bazımız büyük resmin peşindeyizdir. Kimimiz incelikli bir merhamet taşır yüreğinde, kimimiz adaletin keskin kılıcını kuşanır. İşte bu farklılıklar, insanın mizacıdır. Ve Rabbimiz, herkesi bu özellikleriyle sınar. Herkese aynı sorumluluğu vermez ama herkesi kendi mizaç çizgisi üzerinde imtihan eder.

Mizaç, kaderin bir şubesidir. Değiştiremeyiz; ama onu kullanma şeklimiz, yönlendirme biçimimiz bizim sorumluluğumuzdadır. Saldırgan mizaç, nefisle birleşirse zulme dönüşebilir; ama Allah’a teslim olursa cesaret ve kahramanlık olur. Sakin mizaç, gafletle birleşirse uyuşukluğa döner; ama hikmetle birleşirse derin tefekküre dönüşür.

“Rabbiniz kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir.” Ayetin devamı, bize bir umut ve aynı zamanda bir uyarı verir. Kim hangi mizaçla yaratılmış olursa olsun, Rab her şeyi bilmekte ve kişinin hangi yolu tuttuğunu yakinen görmekte, değerlendirmektedir. Yani kimse kendi doğasını bahane ederek yanlış yola mecbur değildir. Herkesin mizacı, doğruya yönlendiğinde bir rahmet kapısıdır.

Mizacın Aynasında İnsanlık Tarihi

Tarih, bu hakikatin canlı örnekleriyle doludur. Hz. Ömer (r.a.), öncesinde sert mizacıyla İslam’a karşıydı. Ama imanla buluşunca o keskin karakter adalete dönüştü. Firavun da güçlü bir karakter taşıyordu; ama kibriyle birleşince zulme ve helake sürüklendi. Aynı potansiyel, farklı yönelişle bambaşka bir netice doğurur.

Kendi Mizacını Tanımak: Yolculuğun Başlangıcı

İnsanın kendini tanıması, Rabbini tanımasının da kapısını aralar. Kendi mizacını, eğilimlerini, zaaflarını ve güçlü yönlerini bilen insan, onlarla nasıl baş edeceğini öğrenir. İşte gerçek kulluk burada başlar: Kendini bil, ki Rabbinin sana biçtiği rolü anlayasın.

Özet:

İsra Suresi 84. ayeti, insanın davranışlarının ve yönelişlerinin kendi mizacıyla bağlantılı olduğunu ifade eder. Her insan, kendi yaratılışına uygun şekilde hareket eder; fakat Rabbimiz, kimin doğru yolda olduğunu en iyi bilendir. Bu makale, mizacın kaderî bir yönü olduğunu, ancak yönlendirilebilir bir potansiyel taşıdığını anlatır. Doğru yönelişle her mizaç, insanı hakikate ve kulluğa götürebilir; aksi halde insan, nefsin ve hevaî arzuların kurbanı olur. İmtihan, mizacımızın ne olduğu değil, onu nasıl kullandığımızdır.

 

 




Nehirde Kaybolanlar ve Sabırla Geçenler: Talût’un İmtihanı

Nehirde Kaybolanlar ve Sabırla Geçenler: Talût’un İmtihanı

“Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2:249)

Tarihin en dikkat çekici imtihanlarından biri, Talût’un Calût’a karşı verdiği mücadelede yaşanmıştır. Bu ayet, sadece bir askeri seferi değil, insan ruhunun imtihanlar karşısındaki eğilimlerini, sabrın kudretini ve imanın zaferle olan bağını anlatan bir derstir.

İmtihan Nehirden Başlar

Talût’un ordusu, Allah tarafından seçilmiş bir liderin önderliğinde yola çıktı. Ancak savaş meydanına varmadan önce karşılarına bir nehir çıkar. Ve Talût şöyle der:
“Allah sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim ondan içerse, benden değildir. Kim bir avuç kadar içerse, o bendendir.”

Bu nehir, sadece bir su kaynağı değil; sabrın, iradenin ve sadakatin sınandığı bir imtihan noktasıdır. Yani savaş, kılıçtan önce irade meydanında başlar. Savaşı kazanacak olanlar, önce nefislerine galip gelmelidir.

İrade Kırılırsa İnanç Zayıflar

Nehrin başında ordunun büyük çoğunluğu iradesine yenilir. “Nasıl olsa susadık” deyip nehrin serin sularına gömülürler. Oysa bir avuçla yetinmek, Allah’ın emrine teslimiyetin işareti idi. Çok içenler, sayıca kalabalıktı ama ruhen çökmüştüler. Bir avuç içen azınlık ise, bedenen zayıf ama imanen güçlüydü.

İşte bu nokta bize şunu gösterir: İmtihan, hayatın görünmeyen kavşaklarında gelir. Belki küçük gibi görünen bir tercih, bizim hangi safta olduğumuzu ortaya koyar. Allah’ın imtihanı her zaman meydan okuma şeklinde değil, bazen bir bardak su kadar basit bir meselede bile karşımıza çıkar.

İman Azlıkta Değil, Direniştedir

Nehri geçen ve sabreden küçük grup, karşılarında dev Calût ordusunu görünce, zayıflar arasında korku baş gösterir:
“Bugün Calût’a karşı gücümüz kalmadı.”
Ama gerçekten inananlar şöyle der:
“Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”

Bu ifade, sadece tarihi bir söz değil; tüm zamanların iman mottosudur. Kalabalık olmak değil, haklı ve sabırlı olmak zaferin anahtarıdır. Zira Allah, nicelik değil, nitelik ister. Azlık, güçsüzlük değildir. Eğer kalpler O’nunla doluysa, azlar çoğa galip gelir.

Talût’un Kıssası: Bugüne Hitap Ediyor

Bugün de toplumlar, bireyler, davalar aynı imtihanla yüzleşiyor. Kalabalıklara özenen, nefsi isteklerinde sınır tanımayan, sabırsızca her şeye ulaşmak isteyen modern insan, “nehir imtihanını” tekrar tekrar kaybediyor. Oysa Allah, hâlâ bir avuç içenleri arıyor. Sade yaşayan, sabreden, azla yetinen, azınlıkta da olsa hakikatin safında duranları…

Özet:

Talût’un ordusunun karşılaştığı nehir, bir savaş değil, bir sabır ve sadakat imtihanıydı. Çok içenler zayıf düştü, az içenler ise kalben kuvvet kazandı. Gerçek zafer, sabırla ve Allah’a güvenerek hareket eden küçük grupların elindedir. Bu kıssa bize, zaferin sayı çokluğunda değil, iman, sabır ve ilahi destekle olduğunu gösteriyor. Her insan hayatında bir nehirle sınanır. Asıl mesele, o nehirde boğulmadan geçebilmektir.

 

 




Dönen Günler ve Değişmeyen Hakikat: İmtihanın Hikmeti ve Tarihin Şahidi

Dönen Günler ve Değişmeyen Hakikat: İmtihanın Hikmeti ve Tarihin Şahidi

“Eğer size bir yara dokunduysa, o topluma da benzeri bir yara dokunmuştur. Bu günleri insanlar arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah’ın içinizdeki gerçekten iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şehitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 140)

Tarih, sadece olmuşların değil, olacakların da aynasıdır. Kur’ân, tarihe bir ibret aynası olarak bakar; çünkü insanın fıtratı değişmez, olaylar farklı görünse de hakikat sabittir. Yukarıdaki ayet, Uhud Savaşı’nın ardından gelmiş, Müslümanlara büyük bir moral çöküntüsü yaşadıkları anda ilahi bir teselli ve tefekkür kapısı açmıştır. Ama bu ayet sadece bir dönemi değil, her dönemi aydınlatan bir nur gibidir.

Bir Yaradan Daha Fazlası: İmtihanın Derinliği

Müslümanlar, Uhud’da büyük kayıplar yaşamıştı. Daha dün Bedir’de zafer kazanmışlardı. Şimdi ise sevdiklerini toprağa vermiş, içlerinden bazıları hayal kırıklığına uğramıştı. Bu ayet, onların kalbine şunu fısıldadı: “Bugün siz yaralandınız ama unutmayın, onlar da benzer acıları yaşadı. Bu, hayatın bir kanunudur. Günler, zaferler ve hezimetler, insanlar arasında dolaşır.”

İmtihan, sadece dıştan bakıldığında bir yara gibidir. Asıl mesele, bu yaranın iç dünyamızda nasıl yankı bulduğudur. Kimimiz bu yara ile olgunlaşır, kimimiz isyanla savrulur. Ama bu günlerin dönüşü bir rastlantı değil, bir ilahi planın tezahürüdür.

Tarihin Aynasında Dönen Günler

Bu ilahi yasayı tarih boyunca defalarca görürüz. Selçuklular’ın Malazgirt’teki büyük zaferi, ardından gelen haçlı işgalleri… Osmanlı’nın İstanbul’u fethederek çağ kapatması ve yüzyıllar sonra Çanakkale’de can pahasına o ruhu yeniden savunması…

Hiçbir medeniyet daima zirvede kalmamıştır. Kudretli çağların ardından gelen çöküşler, ardından doğan yeni dirilişler… Allah günleri döndürür; çünkü sabit kalan sadece hakikat ve imandır. Devletler, kavimler, ordular gelip geçer; kalan sadece Allah’a sadık olanlardır.

Şahitlik: Zamanın İçinde Bir Sonsuzluk Nişanı

Ayetin devamı da bize çok derin bir hakikati öğretir: “Allah içinizde gerçekten iman edenleri ayırt etsin ve sizden şehitler edinsin.” Bu, sadece bir teselli değil, ilahi bir yükselişin ifadesidir. Allah, bu dönen günlerle imanları ayırır; sahte olanları eler, özü hakiki olanları ise yüceltir. Bu yüceltmenin zirvesi de şehitliktir. Şehit, sadece ölümü göze alan değil, hayatı hakka şahitlikle geçiren kişidir.

Zalimler İçin Son Yoktur, Ama Sevgi De Yoktur

“Allah zalimleri sevmez.” Bu son cümle, ayetin bütün anlamını mühürler. Zalim, günlerin dönüşüne rağmen ibret almayan, gücü geçici zanneden, hakkı ezip heva peşinde koşandır. Allah onları mühletle sınar ama sevmez. Çünkü zulüm, hem hakka hem insana ihanettir.

Özet:

Âl-i İmrân Suresi 140. ayeti, Uhud Savaşı’ndan sonra Müslümanlara verilen bir tesellidir; ama zaman üstü bir hikmeti taşır. Günlerin insanlar arasında dönmesi, zafer ve mağlubiyetin sırayla yaşanması ilahi bir sünnettir. Bu dönüş, iman edenleri ortaya çıkarır, şehitleri yüceltir ve zalimleri ayıklar. Tarih boyunca bu yasayı görmek mümkündür: Medeniyetler gelir ve geçer, ama hakkın şahitleri baki kalır. Acılar, sadece kayıp değil, aynı zamanda ilahi bir ayıklama ve terfi kapısıdır. Hakikatin tarafında olanlar, o dönen günlerin neresinde olursa olsun, sonunda kazananlar olacaktır.

 




İstemek: Kudret Kapısının Anahtarı

İstemek: Kudret Kapısının Anahtarı

“Eğer Allah vermek istemeseydi, istemek de vermezdi.”

Bu kısa ama derin hakikat, dua, niyet ve tevekkülün sırrını bir cümlede özetler. İnsanın kalbine düşen her hayırlı arzu, aslında İlâhî bir davetin yankısıdır. Kul ister; çünkü Allah diler. Kul yönelir; çünkü Rahmet çağırır. O hâlde insanın içindeki en masum temenniler bile, kaderin ince dokunuşlarıyla yoğrulmuş, rahmetin ön sözüdür.

İstekler Nereden Gelir?

İnsan bazen bir hayal kurar. Bazen bir dua eder, bir hedef belirler. “Nereden geldi bu istek içime?” diye düşünmez çoğu zaman. Oysa kalpte beliren her iyi niyet, her hayırlı murat, bir çağrıdır: “Bu yola çık. Çünkü yol var. Ve sonunda lütuf var.”

Allah bir şeyi vermek istemeseydi, onun özlemini kulunun kalbine yerleştirmezdi. Tıpkı toprakta beliren bir filiz gibi… Filiz, toprağın altında saklı olan bir tohumu işaret eder. İsteklerimiz, kalpteki İlâhî tohumların ilk yeşerme emareleridir.

Dua: Verilene Dâvet Mektubu

Dua, sadece istek değil; aynı zamanda itiraftır. Kul, “Ben acizim, Sen ise Kadîrsin” der. Bu hâl, sadece talep değil; aynı zamanda teslimiyettir. Ve her istek, eğer samimiyetle ve hayır muradıyla yapılmışsa, zaten kaderin bir satırıdır.

Bediüzzaman der ki:
“Dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semeresi uhrevîdir. Dünyevî maksatlar, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir.”
Yani, dua aslında istenilenin verilmesini değil, istenilene yaklaşma sürecinin başlamasını sağlar.

Her İstek Verilir mi?

Hayır. Çünkü bazı istekler bizim için hayırlı değildir. Fakat “istemek” fiili bile başlı başına bir lütuftur. Bazı dualar verilir; bazıları kaldırılır; bazıları ertelenir; bazıları ahirette büyük mükâfat olarak verilir. Ama hiçbir dua zayi olmaz.

Bazen bir isteğimizin gerçekleşmemesi, Allah’ın bizi koruduğu anlamına gelir. Ve bazen de bir şeyin gecikmesi, onun daha güzel bir versiyonuna kapı açar. İstemek, Rabb’e teslimiyetin bir tezahürüdür; sonucu, hikmetine bırakmaktır.

İstemeyi Bilmek: Sorumluluk ve Sır

Evet, istemek Allah’ın vermeyi murad etmesindendir. Ama bu, insanın iradesini devre dışı bırakmaz. Çünkü “istemek”, aynı zamanda niyet, yöneliş, hazırlık ve gayret demektir. Bu yüzden istemek, sadece dilde değil; amelde de olmalıdır.

Eğer Allah bize “istemeyi” lütfetmişse, bu bir davettir. Biz bu davete icabet ederken gayret göstermeli, sabretmeli, tevekkül etmeli ve neticesini hikmete bırakmalıyız. Çünkü her isteğin sonunda murad, bazen bizzat istenen şey değil, isteyeni dönüştürmektir.

Özet:

“Eğer Allah vermek istemeseydi, istemek de vermezdi” sözü, insanın kalbine düşen her hayırlı isteğin İlâhî bir yönlendirme olduğunu gösterir. Dua, muradın habercisi; istek, lütfun davetidir. Her istek verilmese de, her isteme bir değere sahiptir. Çünkü istemek, Allah’ın kuluna yönelişidir; kulun Rabbine sığınışıdır. Asıl mesele istemeyi bilmek, istemeye sadık kalmak ve sonucu Rahmân’a bırakmaktır.

 

 




İnsanın Ebed Arzusu: Fânideki Misafir, Bâkideki Asıl Yolcu

İnsanın Ebed Arzusu: Fânideki Misafir, Bâkideki Asıl Yolcu

“İnsanın ebede uzanmış emelleri, kâinatı ihata etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin envâına yayılmış arzuları gösterir ki; bu insan ebed için halk edilmiştir ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.” – Bediüzzaman Said Nursî, Sözler

İnsan garip bir varlıktır: Küçücük bedeniyle sınırlı mekânlarda yaşar ama zihni kâinatın tamamında dolaşır. Kalbi, dünyanın lezzetlerini tattıkça doymaz; daha fazlasını, daha daimîsini ister. Akıl bir anı yaşarken, ruh başka zamanlarda gezinir: mazide takılır, istikbale seyran eder. Bu neyin işaretidir?

Bu hâl, insana yerleştirilmiş ebedîlik duygusunun yansımasıdır. Fânî dünyada, bâkî arayışlar… Sınırlı ömürde, sınırsız ümitler… Bu tezat, bir yanlışlık değil; bilakis yaratılış gayesinin işaretidir.

Emel, Efkâr ve Arzu: Ebedin Elçileri

İnsanın iç dünyasında üç büyük işaret vardır:

  1. Ebedî emeller: İnsan hep ileriye dönüktür. Yaşamak ister, sevdiklerini kaybetmek istemez, sonu kabullenemez. Bu, ebed arzusudur.
  2. Kâinatı kuşatan fikirler: İnsan, aya ayak basar, yıldızları inceler, atomu parçalar. Oysa cüssesi bir sinekten küçüktür. Bu, zihninin sınır tanımadığını gösterir.
  3. Ebedî saadetin renklerine yayılmış arzular: Sevilmek, huzur bulmak, mutlu yaşamak, sevdikleriyle sonsuza kadar birlikte olmak ister. Bu arzular kısa ömürlü dünyaya sığmaz.

Bütün bunlar neyi gösterir? Bu fânî varlık, aslında bâkî için yaratılmıştır. Eğer bu arzular boşa çıkacaksa, bu kadar yüksek donanım, hikmetsiz ve anlamsız olurdu. Oysa Allah, abes iş yapmaz.

Dünya: Misafirhane, Âhiret: Ebedî Yurt

İnsan, bu dünyaya yerleşmeye değil, yolculuğa çıkmaya gelmiştir. Dünya, kalıcı bir yuva değil; konaklama yeridir. Misafirhaneler güzeldir ama ev sıcaklığı vermez. Dünya da böyledir. Güzellikleri vardır ama kalıcı değildir. Her tat, ardından bir vedayı getirir. Her sevinç, bir gölge taşır.

Dünyadaki hiçbir nimet insanın ruhunu doyurmaz; çünkü ruhun vatanı bu dünya değildir. Ruh, ebed için yaratılmıştır. Fânî olan, bâkî olanı tatmin edemez.

Bekleyişin Hikmeti: İntizar Salonu

Bediüzzaman, dünyayı bir “intizar salonu” olarak tarif eder. Bekleyen kimdir? Elbette yolcu… Neyi bekler? Sonsuzluğu, vuslatı, adaleti, rahmeti… Bu bekleyiş, tesadüf değil; bir imtihanın zeminidir.

İnsan burada sabırla, imanla, gayretle bekler. Her şeyin bir sonu olduğu gibi bu bekleyişin de bir sonu vardır. Ancak o son, sonsuz bir başlangıçtır. Kimi için cennet kapısı, kimi için pişmanlık tufanıdır.

Özet:

İnsanın iç dünyasında yer alan ebedî emelleri, kâinatı kuşatan düşünceleri ve sonsuz saadet arzuları, onun sadece bu dünya için yaratılmadığını, asıl vatanının âhiret olduğunu gösterir. Dünya, bir misafirhane ve geçici bir bekleyiş salonudur. Bu hakikat, hayatın anlamını verir ve insana yön çizer: Fânîye değil, bâkîye yönel. Dünya için değil, ebed için hazırlan.

 

 




Taş Yağmuruna Tutulan Kavim: Lut Kavminden Zamanımızdaki Sapmalara Mesajlar

Taş Yağmuruna Tutulan Kavim: Lut Kavminden Zamanımızdaki Sapmalara Mesajlar

“Ve biz onların üstüne taş yağdırdık. Uyarılanların sonu ne kötü oldu!” (A’râf, 84)

Tarihin karanlık sayfalarında, helak ile damgalanmış bir kavim vardır: Lut Kavmi.
Onlar sadece bir ahlâksızlığı değil, yaratılış fıtratına meydan okumayı tercih ettiler. Kadını bırakıp, erkeğe yönelerek sadece şehveti değil, insanlığın en temel değerlerini de çiğnediler. Bu sapma sadece bireysel bir günah değil, toplumsal bir sapkınlık haline gelmişti. Ve Allah Teâlâ, bu ahlâkî yıkıma karşı bir uyarı ve ibret olarak onları helak etti.

Lut Kavmi: Fıtratın İsyanına Karşı İlâhî Cezalandırma

Hz. Lut (aleyhisselâm), onları defalarca uyardı:
“Bu yaptığınız işi, sizden önce hiçbir ümmet yapmamıştı.” (A’râf, 80)
Ama onlar ne akla kulak verdiler, ne de vahye. Nihayet, Allah’ın emriyle melekler geldi. Gecenin bir vakti, şehir altüst edildi. Üstlerine taşlar yağdı. Onların gülüp eğlendikleri sokaklar, lanetle mühürlendi.

Bu kıssa sadece geçmiş bir hadise değil; her çağda insanlığa bir uyarıdır. Çünkü sapma tekrar ettiğinde, sonuç da tekrar edebilir.

Zamanımızdaki Lutîlik: Etiket Değişti, Günah Aynı

Bugün ise bu sapkınlık “özgürlük”, “kimlik”, “onur” adı altında pazarlanıyor. Renkli bayraklar altında işlenen fıtrat cinayeti, “seçim” kılıfıyla normalleştiriliyor. Lut kavminin yaptığı neyse, bugün yapılan da odur. Tek fark, çağdaş etiketler ve dijital desteklerdir.

Toplumlar, bu sapmayı ahlaki bir seçenek olarak görmeye başladığında, aslında kendi sonlarının zeminini hazırlarlar. Bir milletin çöküşü, sadece ekonomik değil, fıtri ve ahlâki çöküşle başlar.

Peki Neden Bu Kadar Tehlikeli?

Çünkü bu sapkınlık:

Fıtratı bozar, insanı insan olmaktan uzaklaştırır.

Aile yapısını yıkar, nesli tehdit eder.

Toplumu iffetsizliğe, hayasızlığa alıştırır.

Allah’ın gazabını çeker.

Tarih boyunca nice kavimler zulümle, inkârla helak oldu; ama Lut kavmi özel bir azaba uğradı. Çünkü yaptıkları sapkınlık, insanlık onuruna da, ilahî düzene de meydan okumaktı.

Tebliğ, Merhametle Ama Netlikle Olmalı

Elbette bu günahı işleyen insanlar tamamen düşman değildir. İnsanlar bozulabilir, ama asıl tehlike günahın normalleşmesidir. Müminin görevi, bu sapmayı ifşa etmek, ama bunu öfke değil, rahmetle yapmaktır. Hz. Lut gibi uyarıcı olmak, ama zulmetmemek gerekir.

Günahı sevmeyiz, ama günahkârı kurtarmak isteriz. Çünkü her insan tövbeye muhtaçtır. Bugün bu yoldan dönecek bir kişi, yarın bir kavmin kurtuluşuna vesile olabilir.

Ey Nefsim, Ey İnsanlık!

Lut kavminin ibret dolu sonunu tekrar hatırla. Onların şehirleri hâlâ toprak altında, ama mesajları hâlâ gökyüzünden haykırıyor:

“Fıtrata savaş açarsan, yer sana dar gelir.”

Yaratılışın hikmetini unutma. Erkek erkekle, kadın kadınla değil; erkek kadınla, rahmetle, evlilikle huzur bulur. Bu sadece inanç meselesi değil; insanlık meselesidir.

Özet:

Bu makale, Kur’an’da helak edilen Lut Kavmi üzerinden, LGBT hareketlerinin ilahi düzen ve fıtrat açısından değerlendirmesini yapmaktadır. Lut Kavmi’nin sapkınlık nedeniyle yok edilmesi, sadece tarihi bir olay değil, her döneme hitap eden bir uyarı olarak ele alınır. Günümüz LGBT akımlarının benzer sapkınlıkları modern kılıflarla meşrulaştırmaya çalıştığına dikkat çekilir. Makale, müminin bu duruma karşı tebliğ görevini merhametle ama netlikle yapması gerektiğini vurgular. Son olarak, insanlığa ve nefse “fıtrata karşı gelmenin sonu hüsrandır” mesajı verilir.

 




Aile Birliği: Hürmet ve Muhabbet Üzerine Kurulu Bir Mabet

Aile Birliği: Hürmet ve Muhabbet Üzerine Kurulu Bir Mabet

“Aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.410)

Zaman zaman çatırdayan aile yapılarının ardında, bu kadim hakikatin göz ardı edilmesi yatar: Hürmetin eksikliği, muhabbetin tükenişi… Oysa aile, sadece iki insanın bir araya gelmesi değil; iki yüreğin aynı ahlâk ve değer dairesinde, karşılıklı sevgi ve saygı ile kenetlenmesidir.

Hürmet Olmadan Muhabbet Sürmez

Muhabbet, aşkın ve sevginin latif bir çiçeğidir. Ancak bu çiçek, hürmet toprağına dikilmezse solar. Kadın, erkeğin özdeşi değil, tamamlayıcısıdır. Erkek de kadının üstünde değil, yanında bir misyonda yaratılmıştır. Kur’an’da belirtildiği gibi, “kadınlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz” (Bakara, 187). Elbise gibi birbirini koruyan, örtüp saran iki yarım…

Muhabbeti ayakta tutan hürmettir. Kadının kadim değerine, faziletine saygı duymayan bir erkek; erkeğin sorumluluğuna, merhametine değer vermeyen bir kadın, muhabbeti tüketecektir.

Muhabbet, Fani Değil, Şefkatle Kalıcıdır

Birçok evlilik, başlangıçta nehir gibi çağlarken zamanla kuruyan pınarlara döner. Çünkü muhabbet mecazî aşka dayanmışsa, zayıf bir bağ olur. Oysa Allah için, ebedî bir arkadaşlık niyetiyle kurulan muhabbet, gerçek bir sadakatin temeli olur.

Sadece güzelliğe, maddiyata, hazza dayalı sevgi çabuk eskir. Şefkat, sadakat, dua ve paylaşma üzerine kurulu bir muhabbet ise yıllandıkça kök salar.

Aile: Küçük Bir Cennet, Büyük Bir Sorumluluk

Aile bir imtihan sahasıdır. Erkek reisi olmak, emretmek değil, merhamet ve adaletle yönlendirmek demektir. Kadın hanım olmakla köle değil, yuvanın sultanı olmaktadır. Evlerimiz huzur dolu değilse, acaba hürmeti mi kaybettik? Muhabbeti şekle, rızayı zorunluluğa mı dönüştürdük?

Peygamberimiz (sav), “Sizin en hayırlınız, ailesine en hayırlı olanınızdır” buyurur. Hayrın ölçüsü, ev içinde gizlidir. Dışarıya güzel görünen nice insanlar vardır ki evlerinde zulüm rüzgarları eser. Ve dışarıdan sessiz duran nice yuvalar vardır ki içinde melekler sakindir.

Sonuç Yerine Bir Dua

Ey Rabbimiz, evlerimizi secdeyle, kalplerimizi muhabbetle, davranışlarımızı hürmetle donat. Eşler arasındaki bu mukaddes bağı sarsılmaz eyle. Zira aile, toplumun temeli; temel sağlam olmazsa, bina yıkılmaya mahkûmdur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder.” sözü esas alınarak aile içi huzurun temeli olan karşılıklı saygı ve sevginin önemi işlenmektedir. Hürmetin muhabbeti besleyen asli bir damar olduğu, muhabbetin ise şefkat, sadakat ve maneviyatla güçlendiği vurgulanır. Ailenin sadece dünya hayatı için değil, ebedî hayat için de bir imtihan ve fırsat olduğu ifade edilerek okuyucuya, sağlam bir aile inşası için ahlak, dua ve sorumluluk çağrısı yapılır.

 




Medeniyetin Gölgesinde Çöken Aile: Muvakkat Refakat, Ebedî Müfarakat

Medeniyetin Gölgesinde Çöken Aile: Muvakkat Refakat, Ebedî Müfarakat

“Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.”(Lem’alar.202)

********

Modern çağın bize sunduğu “medeniyet” paketi, dışı parlak ama içi boş bir hayat tarzını dayatmaktadır. Bu medeniyetin aileye sunduğu ise, süslü bir refakat; ancak içi boş, gayesiz, süreli bir birlikteliktir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle bu, “hayvancasına muvakkat bir refakat”tir ve ardından “ebedî bir müfarakat” gelir. Çünkü kalpleri ebedî bir hayat anlayışı değil, dünyevî hevesler birleştirmiştir.

Refakat Var, Fakat Hakikat Yok

Bugün birçok evlilik; çıkar ilişkisi, dünyevî beklenti veya geçici heyecanlar üzerine kurulmakta. İki insan, birlikte yaşamakta ama birlikte yaşlanmayı düşünmemekte. “İkimiz bir fani hayatı paylaşalım” fikri hâkim; “ikimiz bir ebedî yoldaşlığa talibiz” anlayışı ise kaybolmuş durumda.

Modern terbiye anlayışı, insanı yalnızca biyolojik bir varlık gibi görüp aileyi bir nevi sosyal kontrat olarak sunar. Sevgi ve sadakat gibi kutsal değerler, yerini bencilliğe, özgürlük maskesi altında sorumsuzluğa terk eder. Neticede o yuva, geçici bir konak olur ama ebedî bir ayrılığa dönüşür.

Terbiye-i Medeniye: Ahlâkı Unutan Bir Terbiye

Bugün “medenî” terbiye, çoğu zaman hakiki terbiyeyi öldürmektedir. Aile fertleri birbirini Allah için değil, menfaat için sever. Ne anne merhameti kalır, ne baba şefkati… Ne de eşler arasında sadakat.

Aile, dünya menfaati üzerine kurulursa, menfaat bitince yuva dağılır. Ama aile, ebedî bir hayatın başlangıcı, bir cennet mektebi olarak kurulursa, dünya ayrılıkları bile vuslatın habercisi olur. Çünkü hakiki terbiye, kişiyi ebedî hayata hazırlar; aileyi bir cennet fidanlığına çevirir.

Aile: İmanın Meyvesi Olmalı

Aile, sadece iki bedenin birleşmesi değil, iki ruhun Allah rızasında birleşmesidir. Aksi hâlde o birliktelik, hayvanlar arasında da görülen geçici bir refakat olur. Hayvandan farkı olmayan bu hayat tarzı, insanı da insanlıktan uzaklaştırır.

Bediüzzaman, “ebedî müfarakat” derken sadece bedensel ayrılığı değil, ruhların ebedî kurtuluşunun tehlikeye girdiğini vurgular. Çünkü Allah’ı tanımayan bir eş, ahireti unutan bir anne-baba, çocuklarını da gaflete sevk eder. Oysa iman, muhabbeti sonsuzlaştırır, hürmeti kalıcı kılar.

Son Söz: Ebedî Birliktelik İçin

Ey mümin kardeşim, evliliğine bir ticaret gibi değil, bir ibadet gibi bak. Eşini maddî değil, mânevî bir yoldaş olarak gör. Çocuklarını yalnız bu dünyaya değil, ahirete de hazırlamak için yetiştir. Unutma ki: Ebedî saadet, bu dünyadaki imanın ve ahlâkın meyvesidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “medeniyet terbiyesi” altında bozulan aile yapısına dair eleştirisi ele alınmıştır. Modern anlayışın aileyi geçici bir beraberlik olarak sunduğu, bunun da ebedî ayrılıkları doğurduğu belirtilmiştir. Aile yapısının ancak iman, ahlak ve Allah rızası temeliyle kalıcı hale gelebileceği vurgulanır. Ebedî hayatı hedefleyen ailelerin ise dünyada huzurlu, ahirette vuslatla mükâfatlanacağı ifade edilir. Makale, okuyucuya aileyi sadece dünya için değil, ebedî saadet için kurma çağrısı yapar.

 

 




Ailede Saadet ve Kadının Asaletine Açılan Yol: Şeriatın Nezaketinde Saklıdır

Ailede Saadet ve Kadının Asaletine Açılan Yol: Şeriatın Nezaketinde Saklıdır

“Bu zamanda aile hayatının dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir.”
(Lem’alar, s.202)

***********

Zaman, insanı savurdukça savuruyor. Modernlik adı altında gelen birçok dalga, aileyi temelinden sarsıyor. Aile hayatı zayıfladıkça birey yalnızlaşıyor, toplum parçalanıyor. Kadın, ya meta hâline getiriliyor ya da asli rolünden koparılıyor. Böyle bir çağda, Bediüzzaman’ın bu tesbiti, hakikatin kalbinden yankılanıyor: Aile saadeti de, kadının ulvîleşmesi de ancak İslam ahlâkının içinde mümkün.

Aileyi Aile Yapan Ruh: İslamî Adâb

Aile; sevgi, saygı, sadakat ve fedakârlık üzerine kurulu bir birlikteliktir. Modern toplumda bu değerler yerini menfaate, bencilliğe ve geçici hazlara bırakıyor. Oysa İslam, evlilik kurumuna hem dünyevî bir düzen hem de uhrevî bir anlam yükler. Eşlerin birbirine karşı görevleri vardır. Evlilik bir sözleşme değil, bir emanettir.

Şeriatın koyduğu hudutlar, aile fertlerinin haklarını korur. Kadının izzetini, erkeğin merhametini, çocukların masumiyetini teminat altına alır. İşte bu yüzden, şeriatın adabıyla donanmış bir aile, bu dünyanın da öte âlemin de saadetine bir anahtardır.

Kadın: Fıtratına Uygun Yükselir

Bugün kadına özgürlük adı altında dayatılan modeller, onun yaratılış hakikatine aykırıdır. Rekabet, teşhir, hırs ve gösteriş içinde kadın, özünden uzaklaşmaktadır. Halbuki İslam, kadını yücelten bir ölçü getirir: iffet, merhamet, şefkat ve vakar. Kadın; annelikte, eşlikte ve insan yetiştirmede öylesine kutsal bir yerdedir ki, cennet ayaklarının altına serilmiştir.

Kadın, şeriatın edebiyle ruhunu beslediğinde hem dünyada izzet kazanır, hem de ahirette ebedî mükâfata erişir. O zaman ne kullanılır, ne aşağılanır; bilakis korunur, saygı görür.

Modern Aile Boşlukta Yürür, Şeriat Aileye Ruh Verir

Batı kültürünün ithal modelleriyle kurulan aileler kısa sürede sarsılıyor. Çünkü zemin kaygan, çünkü bağ geçici. Şeriat ise aileye bir ibadet boyutu kazandırır. Evlilik, Allah’ın adıyla başlar; eşler birbirine Allah için sabreder. Çocuk, Allah’ın emaneti bilinir. Bu açıdan aile artık sadece bir birliktelik değil, bir mabed olur.

Şeriatsız Ahlâk, Kuralsız Sevgiye Benzer

Bugün toplumda ahlâkî çöküntülerin temelinde, dinî sınırların terk edilmesi vardır. Şeriat, hayatı dizayn ederken kalbi unutmayan bir sistemdir. Sadece kural değil, aynı zamanda rahmettir. Kadını ve aileyi hem korur, hem yüceltir.

Bu sebeple, modernleşmek adına şeriat terk edilince, kadın da aile de zarar görür. Saadetin anahtarı, Allah’ın çizdiği yoldadır. O yol ise daire-i şeriattır. O daire, hem adalet hem de merhametle çevrilidir.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’dan alınan “Bu zamanda aile hayatının dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir.” cümlesi etrafında bir değerlendirme yapılmıştır. Aile kurumunun günümüzde karşılaştığı tehlikeler, modern hayatın getirdiği çöküş ve kadının değersizleştirilmesine karşılık, İslamî ahlakın aileye ve kadına kazandırdığı izzet, sükûn ve ulviyet anlatılmıştır. Şeriatın adabı olmadan kalıcı huzur ve ulvî değerlerin gelişemeyeceği vurgulanmış, kadının ve ailenin gerçek saadetinin bu çerçevede mümkün olduğu ifade edilmiştir.

 

 




Ailede Sadakatin Sırrı: Kusurda Islah, İnadı Terk Etmekle Mümkündür

Ailede Sadakatin Sırrı: Kusurda Islah, İnadı Terk Etmekle Mümkündür

> “Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki; kadın, kocasında fenalık ve sadakatsızlık görse, o da kocasının inadına kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askerîdeki itaatın bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur…”
(Lem’alar, s.202)

Aile, bir sevgi çatısı değil sadece; aynı zamanda bir sorumluluk ve sabır mekânıdır. Her evlilik, iki ayrı ruhun tek bir yolda yürümek için verdiği iradeli bir karardır. Ancak bu yürüyüş, yol boyunca sadece çiçeklerle süslenmez; bazen dikenlere, bazen yağmura, bazen de fırtınalara maruz kalır. İşte tam da bu anlarda, aileyi ayakta tutacak olan şey, sadakat, affedicilik ve hikmetli tavırdır.

Kusura Kusurla Cevap: Yuvayı Yıkan Sessiz Felaket

Modern zamanların en büyük hatası şudur: Karşılık bekleyen fedakârlık… Eğer eşler, her kusura aynıyla mukabele etmeye kalkarsa, o ailede artık tamir değil, tahrip başlar. Tıpkı komutanına isyan eden bir asker gibi, görev bilinci zedelenir. Aile, sevgiyle kurulsa da sadakatle yaşar. Ve sadakat, en çok zorluk zamanlarında anlam kazanır.

Bir kadın, kocasının hatasını gördüğünde, onu inatla cezalandırmak yerine, bir dost ve kurtarıcı gibi davranmalıdır. Çünkü bu dünya ebedî değil; ama eşlerin beraberliğinin bir ucu ebediyete uzanır. Bugünkü bir kırgınlık, yarınki bir pişmanlığın tohumudur. Kadının yaptığı her yanlış karşı hamle, sadece erkeği değil, aynı zamanda aile ocağını ve çocukların geleceğini de sarsar.

İnat Değil Islah: Kadının Ulvî Rolü

Kadın; hayat veren, sabır taşı olan, duayı evin atmosferine katan varlıktır. Bir eşin kusurunu görmek, o kusuru yaymak veya karşılık vermek için değil; dua, anlayış ve ıslah için bir fırsattır. Çünkü kadın bu hâliyle sadece eşini değil, aynı zamanda ebedî arkadaşını kurtarmaktadır. Ve bu kurtuluş, mahşerde bir kurtuluş belgesi olabilir.

Açıklık ve teşhir, dışa yönelen bir feryattır belki. Ama bu feryat, kadını daha da yalnızlaştırır. Başkalarına beğenilmek, evdeki eşi düzeltmez; bilakis, evin çatısını çökertir. İffet, kadının en büyük izzetidir; onu pazarlık konusu yapmaksa, kendi ruhunu ipotek etmektir.

Ebedî Arkadaşlık: Birbirini Taşımakla Mümkün

Evlilik, geçici bir hoşluk değil, ebedî bir arkadaşlıktır. Cennette beraber yürümek isteyenler, dünyada sabırla yan yana durmalıdır. Eşinin hatasını bahane ederek, görevini bırakmak bir nevi gemiyi terk etmektir. Oysa kaptan batarsa, yolcu da batar. Birbirini taşımak, yük değil rahmettir. Ve bu rahmet, Allah katında karşılıksız kalmaz.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’dan alınan “Kadın, kocasında fenalık görse de sadakatini bozmaz; kusurunu ıslaha çalışmalıdır” meali üzerine, aile içindeki sadakat, sorumluluk ve ıslah anlayışı ele alınmıştır. Özellikle kadının, eşinin hatasına karşılık vermek yerine, sabır ve hikmetle davranmasının aile saadeti açısından taşıdığı öneme vurgu yapılmıştır. Açıklık ve başkalarına kendini beğendirme çabası gibi tutumların ise aileyi yıprattığı ve kadını zarara uğrattığı anlatılmıştır. Ailede saadet ve ebedî arkadaşlık, ancak karşılıklı vazifeleri hakkıyla yerine getirmekle ve ıslah niyetiyle mümkündür.

 

 




Zevk Görünümlü Azaplar: Meşru Daire Dışındaki Lezzetlerin Gizli Bedeli

Zevk Görünümlü Azaplar: Meşru Daire Dışındaki Lezzetlerin Gizli Bedeli

> “Aziz hemşirelerim! Kat’iyen biliniz ki daire-i meşruanın haricindeki zevklerde, lezzetlerde; on derece onlardan ziyade elemler ve zahmetler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kuvvetli delillerle, hâdisatlarla ispat etmiştir.”
(Lem’alar, 24. Lema)

*********

İnsanoğlu, dünyaya sadece yaşamak ve lezzet almak için gelmedi. Kalbine derin bir ebediyet arzusu konuldu; ruhuna sonsuzluğu arama duygusu verildi. Ancak bu fıtri duygular, nefsin gösterdiği suni zevklerle tatmin olmaz. İşte bu yüzden, meşru sınırlar dışına çıkan her haz, görünüşte bir lezzet, gerçekte ise uzun vadeli bir azaptır.

Haricî Zevklerin Gizli Tuzakları

Meşru dairenin dışındaki eğlenceler, haram bakışlar, israf yüklü yaşam tarzları, başta tatlı görünse de, sonunda kişiyi ruhen çökertir, manen tüketir. Kalp tatmin olmaz, ruh doymak bilmez, vicdan rahatsız olur. Birkaç dakikalık keyif, günlerce sürecek pişmanlıkların kapısını aralayabilir.

Tıpkı parıltılı bir tuzağa koşan kuş gibi, insan da şeytanın cilalı sahte hazlarına aldanır. Ama yakalandığında anlar ki, özgürlük sandığı şey esarettir. Zevk sandığı şey bir imtihanın maskelenmiş hâlidir.

Meşru Daire: Rahmetin Emniyet Alanı

Meşru daire dardır ama huzurludur. İnsan bu sınırlar içinde hem nefsini terbiye eder hem de gerçek lezzetlerin farkına varır. Aile içindeki sevgi, helal rızıkla kazanılmış bir lokma, Allah rızası için edilen bir tebessüm… Bunların her biri, haram dairedeki yapay keyiflerden çok daha kalıcı ve derin tatlar verir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Haramda bir lezzet varsa, sonunda yüz elemi vardır.” Oysa helalde, hem dünya hem ahiret saadeti vardır. Nefsaniyetin çağırdığı her haram haz, bir bakıma insana “kendini unut” derken; meşru zevkler, “kendini tanı, Rabbini bul” diye fısıldar.

Kadınlara Özel Bir Hitap: Hemşirelik ve İffet Arasındaki İnce Bağ

Alıntı, özel olarak “aziz hemşirelerim” ifadesiyle kadınlara seslenmektedir. Kadınlar, toplumun iffet ve merhamet mihveridir. Şefkatli yürekleriyle yalnız aileye değil, toplumun ruhuna da yön verirler. Bu yüzden onların meşru daireye bağlı kalması, sadece şahsi saadetleri için değil, toplumun huzuru için de bir teminattır.

Kadın, fıtraten ince ruhlu, derin hissiyatlı bir varlıktır. Dış dünyanın hoyrat ve aldatıcı hazlarına kapıldığında, en çok zarar gören yine kendi ruhudur. Çünkü ruhu yaratılıştan hassastır; haramın kiri, onun üzerinde daha derin izler bırakır.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’dan alınan “meşru daire dışındaki zevklerde on kat fazla elem ve zahmet vardır” hakikati ışığında, sahte hazların tehlikeleri ve meşru yaşamın huzuru işlenmiştir. Haram zevklerin kısa süreli tatmin verdiği ama uzun vadede kalbi, vicdanı ve ruhu yaraladığı; buna karşılık meşru dairedeki helal hazların hem dünya hem de ahiret saadeti kazandırdığı anlatılmıştır. Özellikle kadınlara hitapla, iffetli yaşamın kişisel ve toplumsal huzura katkısı vurgulanmıştır. Gerçek lezzetin, nefsin değil, ruhun doyumuyla mümkün olduğu öğütlenmiştir.

 

 




İzzetli Bir Duruş: Kadının Haysiyetini Korumak ve Kanaatle Yaşamak

İzzetli Bir Duruş: Kadının Haysiyetini Korumak ve Kanaatle Yaşamak

> “Hemşirelerim! Mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi için serseri, ahlâksız, Frenk-meşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle… kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız.”
(Lem’alar, 24. Lema)

*********

Zamanın akışıyla değişen hayat şartları, insanları kendi fıtratına zıt tercihlere mecbur bırakabiliyor. Özellikle kadınlar, geçim sıkıntısı, yalnızlık ya da toplumsal baskı gibi sebeplerle, hakikat ve haysiyet çizgisinden taviz verebiliyor. Bediüzzaman Said Nursî’nin bu uyarısı, sadece bir nasihat değil, aynı zamanda bir izzet manifestosudur.

Kadının İffeti, Ailenin Haysiyeti, Toplumun Şerefi

Bir milletin ahlak ve fazileti, kadınların taşıdığı iffetin derecesiyle doğru orantılıdır. Kadın, yalnızca bir eş, bir anne değil; toplumun ruhunu şekillendiren bir irade ve izzet timsalidir. Bu yüzden onun eğilmesi, sadece bir bireyin değil, bir milletin ruhen çöküşüdür.

İşte bu açıdan, geçim sıkıntısı bahanesiyle, ahlâksız ve dinden uzak bir erkeğin tahakkümünü kabul etmek; kadının kendi izzetine, fıtratına ve haysiyetine karşı işlediği bir zulüm olur. Bu, “bir lokma ekmek uğruna ruhu satmak” gibi bir bedel ödetir insana.

Fıtratın İlmine Dönüş: Kanaat ve İktisat

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği “iktisat ve kanaat” kadının fıtratına yerleştirilmiş en büyük hazinedir. Köy kadınları gibi mütevazı bir şekilde kendi emeğiyle geçinmek, hem onurlu hem de İslamî ölçülerle daha üstündür. Böyle bir duruş, dışarıdan küçük görünse de iç dünyada sonsuz bir izzetin kaynağıdır.

Kadın, “evleneyim de her ne pahasına olursa olsun başımı sokacak bir yer bulayım” düşüncesine değil; “iffetimle yaşar, kanaatle ayakta dururum” duruşuna sahip olmalıdır. Çünkü gerçek saadet, rızada ve sabırda saklıdır.

Boşanma Kolaycılığı ve Toplumsal Çöküş

Günümüzde küçük bir anlaşmazlıkta hemen “mahkemeye gitmek, boşanmak” çözüm gibi sunulsa da, bu süreçlerin özünde bir aile felaketi, bir toplumsal çürüme yatar. Şeref-i millî ve haysiyet-i İslâmiyeyi koruyan, zorluklar karşısında kaçmak değil; sabırla, dua ile ve hikmetli yaklaşım ile çözüm üretmektir. Kadının fedakârlığı, bazen bir evi değil, bir nesli kurtarır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “maişet için ahlâksız bir kocanın tahakkümüne girmektense kanaatle yaşamak” şeklindeki uyarısı merkeze alınmıştır. Kadının haysiyeti, iffeti ve izzetinin korunmasının, sadece şahsi değil, toplumsal bir önem taşıdığı vurgulanmıştır. Meşru geçim yolları ve kanaat, kadının ruhunu korurken, aileyi ve toplumu da ayakta tutar. Keyfî boşanma eğilimlerinin İslami haysiyeti zedelediği belirtilmiş; sabır, dua ve ıslah gayretiyle aile huzurunun mümkün olduğu anlatılmıştır. İzzetli duruşun en büyük güç olduğu vurgulanarak, kadına iffetli bir özgürlük anlayışı sunulmuştur.

 

 




Fıtraten Mübarek: Kadının Yüksek Ahlâkı ve İfsadla Savaş

Fıtraten Mübarek: Kadının Yüksek Ahlâkı ve İfsadla Savaş

> “Mübarek taife-i nisaiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi fısk ve sefahette dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar, daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesud bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlukturlar.”
(Lem’alar, 24. Lema)

*******

Kadın; yaratılışı itibariyle merhametin, fedakârlığın ve yüksek ahlâkın mücessem halidir. Onun fıtratı, geçici zevklerde değil; kalıcı değerlerde mesuttur. Kadın, doğası gereği aileye, sevgiye ve sadakate meyillidir. Bu fıtrî yöneliş, onu İslam terbiyesi içinde bir şefkat abidesi, bir aile direği, bir toplum mimarı yapar.

Kadının Değerini Tahrif Eden İfsad Komiteleri

Tarih boyunca kadının bu yüksek ve ince yapısı, daima istismar edilmek istenmiştir. Modern zamanlarda ise “özgürlük” maskesi altında, kadının iffetini, haya duygusunu ve aile kurucu rolünü sarsmaya çalışan ifsad komiteleri, onun tabii kabiliyetlerine aykırı sahte roller biçmeye kalkmıştır.

Kadını, kendi yaratılışına zıt olarak dünya zevklerine sürüklemek, bir fıtratı çürütmek, bir toplumun temelini dinamitlemektir. Çünkü kadın ifsad olduğunda, sadece bir birey değil; bir nesil, bir medeniyet kaybolur.

Kadının Gerçek Sahası: İslam Terbiyesi ve Aile Yuvası

Kadın; modern vitrinlerde tüketilen bir meta değil, İslam’ın terbiye halkasında incelikli bir mürebbiyedir. O, fıskın değil, faziletin zeminidir. İslam terbiyesi, kadını küçük düşüren değil; yücelten, mahviyet içinde onurlandıran bir mekteptir.

Kadının yaratılışına uygun olan; anne olmak, eş olmak, kalpler inşa etmek ve karakterler yoğurmaktır. Bunlar zayıflık değil, Allah’ın kadına özel lütfettiği manevî saltanat alanlarıdır.

Mübarekleri Koruma Duası

Bediüzzaman’ın duasıyla bitirelim: “Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsun! Allah bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin.” Bu dua bir temenni değil; bir mücadele çağrısıdır. Hem kadınlara hem topluma düşen görev, kadının bu fıtrî izzetini korumak, sahip çıkmak ve nesillerin ahlâkî bekasını garanti altına almaktır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın kadınların fıtratına dair tesbiti merkeze alınmıştır. Kadının, fısk ve sefahate değil; yüksek ahlâka ve İslami aile yapısına uygun yaratıldığı vurgulanmıştır. Kadını ifsad etmeye çalışan ideolojik akımlar ve “özgürlük” kisvesindeki tahribatlar eleştirilmiş; İslam terbiyesinin kadına gerçek izzet ve huzuru sunduğu ifade edilmiştir. Makale, kadını bir vitrin süsü değil; bir ahlâk meşalesi olarak tanıtan dua ve temenniyle son bulmuştur.