Ona Ancak Temizlenenler Dokunabilir

Ona Ancak Temizlenenler Dokunabilir” – Vâkıa 79 Üzerine Hikmetli Bir Tefekkür

> “لَا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ”
“Ona ancak temizlenenler dokunabilir.”
(Vâkıa Suresi, 56/79)

Kur’ân-ı Kerîm’in bu veciz ayeti, zahiri ve batıni temizliğin, Allah kelamına yaklaşmadaki merkezî rolünü vurgular. Görünüşte sadece bir “dokunma” fiili gibi gözükse de, derin manada bu “dokunuş”, kalple, ruhla ve niyetle gerçekleşen bir temasın şifresidir. Ayet, sadece fiziki temizliğe değil, manevî arınmaya da işaret eder.

  1. Temas Değil, Temessül: Kur’ân’a Yaklaşmanın Manevî Boyutu

Burada geçen “mess” kelimesi, Arapçada yüzeysel bir dokunuşu değil, yakınlık, ilişki, temas kurma anlamına gelir. Ayetteki “mutahharun” (temizlenmişler) ise hem abdestli ve gusüllü olan bedenî temizlik sahiplerini, hem de gönlünü şirkten, riyadan, kibirden ve günahlardan temizlemiş olan ruh sahiplerini ifade eder. Zira Kur’ân’a sadece mürekkep ve kâğıttan bir kitap gibi yaklaşanlar, onun nurunu anlayamaz. O nur, ruhu arınmış gönüllere yansır.

  1. Kur’ân’a Dokunmak: Kalbe ve Hayata Temas Etmektir

Kur’ân’a dokunmak, sadece onu raftan almak ya da bir hat sanatı gibi estetik görmek değildir. Asıl dokunuş, onu anlamak, yaşamak ve hayatına geçirmektir. Temiz kalpler, Kur’ân’la irtibat kurduğunda sadece bilgi değil, hikmet alır. Temiz niyetlerle yaklaşanlar için Kur’ân, bir kitap olmaktan çıkar, bir rehber, bir ışık, bir sır kapısı haline gelir.

  1. Neden “Mutahharûn”? Neden Sadece Temizler?

Çünkü Kur’ân, ilahi kelamdır; saf bir kaynaktır. Nefislerin kirlettiği eller, niyetlerin kararttığı kalpler bu saf kaynağı bulandırabilir. Nasıl ki bir mücevherin parıltısı, ancak temiz bir camdan görünür; öyle de Kur’ân’ın nurani hakikatleri, gönül camı berrak olanlara görünür. Bu ayet, bizlere hem bir emir hem de bir ölçü sunar: “Eğer Kur’ân’dan istifade etmek istiyorsan, önce kendini arındır.”

  1. Zahiri ve Bâtıni Temizlik: İkisi Birden Gerekli

İslam’da temizlik, sadece el yüz yıkamak değildir. İç âlemin temizliği, dış temizlik kadar hatta daha da önemlidir. Kur’ân’a abdestsiz dokunmamak bir edep olduğu gibi, riyasız, kibirsiz ve şirkten arınmış bir kalple yaklaşmak da bir farzdır. Ayet bize iki katlı bir mesaj verir: Bir, Kur’ân’a bedenen temiz bir halde dokun; iki, Kur’ân’a kalben arınmış olarak yönel.

  1. Kur’ân, Kirli Elleri ve Kalpleri Kabul Etmez

Bugün Kur’ân’ı bilgiyle yorumlayanlar çok; ama onu hikmetle yaşayanlar az. Çünkü onu gerçekten “dokunanlar”, temizlenenlerdir. Modern çağın tozlu yollarında, Kur’ân’a el sürebilmek için sadece elimizi değil, kalbimizi de yıkamamız gerekiyor. Çünkü Kur’ân, sadece göze hitap etmez; gönle temas eder. Ona pis kalple dokunulmaz; çünkü o nurdur, hidayettir, Allah’ın kelamıdır.

Özet:

Bu makalede, Vâkıa Suresi 79. ayetinin “Ona ancak temizlenenler dokunabilir” ifadesi, hem zahiri (bedeni) hem de batıni (manevi) temizlik açısından ele alındı. Kur’ân’a gerçek anlamda dokunmak; kalben arınmak, niyeti düzeltmek ve onun nuruna saf bir gönülle yönelmektir. Ayet, bizlere bir edep ölçüsü ve bir manevi terbiye dersi verir: Kur’ân, temiz kalplerin kitabıdır. Ona yaklaşmak, arınmayı şart koşar.

*********

Geçmişten Günümüze Ecdadın Kur’ân-ı Kerîm’e Karşı Tutum ve Tavrı

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın kelamı olarak insanlığa gönderilmiş en yüce rehberdir. Bu ilahi kitap karşısında kim nasıl durmuşsa, hayatı da ona göre şekillenmiştir. İslâm ecdadı, Kur’ân’a sadece bir kitap olarak değil; hayatın ta kendisi olarak bakmış ve onu baş tacı etmiştir. Onların Kur’ân’a olan tavrı, sadece bir saygıdan ibaret değil; bir imanın tezahürü, bir ahlâkın kaynağı ve bir medeniyetin mayası olmuştur.

  1. Ecdad Kur’ân’ı Sadece Okumadı, Yaşadı

Osmanlı’dan önceki Selçuklu ve Abbâsî dönemlerinde de görüldüğü gibi, ecdad Kur’ân’ı sadece mushaf halinde muhafaza etmedi; onu hayatlarına hâkim kıldı. Savaşta Kur’ân’dan güç aldılar, barışta onunla adaleti sağladılar, medreselerde onu merkez kılarak ilmi yaydılar.

Kur’ân, sadece mihraplarda tilavet edilmedi; mahkemede hüküm verdi, çarşıda ahlâkı şekillendirdi, sarayda tevazuu öğretti, meydanda cesareti telkin etti.

  1. Hürmetin En Yüksek Seviyesi: Zahiren ve Bâtınen Saygı

Kur’ân-ı Kerîm’e karşı ecdadın gösterdiği saygı, hem şeklen hem de kalben en üst düzeydeydi. Onlar, Kur’ân’a abdestsiz el sürmez, onu yüksek bir yere koyar, okumadan önce edeple hazırlanırdı. Kur’ân okunduğunda konuşulmaz, dinlenirken huşû gösterilirdi. Çünkü bu Kitap, Allah’ın sesi gibiydi onlar için.

Ecdat için bu, bir şekil değil; şuur meselesiydi.

  1. Kur’ân Medeniyeti: Mimariye, Sanata ve İlme Yansıyan Ruh

Ecdadın Kur’ân’a olan bağlılığı sadece bireysel düzeyde kalmadı; bir medeniyete dönüştü. Camilerin kubbelerine âyetler nakşedildi, mezar taşlarına âyetler kazındı, medreselerde tefsir ilmiyle hayat yeniden yorumlandı. Kur’ân, mimaride, musikide, edebiyatta, hat sanatında en yüce kaynak oldu.

Kur’ân’ı merkeze alan bu anlayış sayesinde bir “Kur’ân medeniyeti” doğdu. Her satırda Allah, her nakışta tevhid, her taşta ahiret yankılandı.

  1. Kur’ân’a Hizmet Bir Şeref Sayıldı

Mushaf yazan hattatlar, yazdıkları harfleri önce abdestle, gözyaşıyla yazdı. Bir harf hatalı olmasın diye günlerce tek bir sayfa üzerinde çalışan müzehhipler vardı. Kur’ân’ı ezberleyen hafızlar, yalnızca hafıza değil; kalbiyle de muhafaza ederdi.

Medreselerdeki müderrisler, Kur’ân tefsiri anlatırken “âyet okuyorum, söz değil” edasıyla, her kelimeye dikkat ederdi. Ecdadın zihninde ve kalbinde Kur’ân, kelimelerden ibaret değildi; hayatı kodlayan, yön veren bir hikmet kaynağıydı.

  1. Zamanla Zayıflayan Tavır ve Bugünkü Sorumluluğumuz

Ne yazık ki zamanla bu yüksek hürmet ve derin kavrayış, yerini şekilciliğe ve gaflete bıraktı. Kur’ân evlerde asıldı ama anlaşılmadı, okundu ama yaşanmadı. Medeniyetimizin Kur’ân merkezli özü, modern hayatın kabuğunda kaybolmaya başladı.

Bugün yapılması gereken, ecdadın Kur’ân’a olan tavrını yeniden diriltmek, onu şekil olarak değil, şuur olarak hayatımıza katmaktır. Çünkü Kur’ân sadece geçmişin değil, ebediyetin rehberidir.

Özet:

Bu makalede, İslâm ecdadının Kur’ân-ı Kerîm’e karşı gösterdiği derin saygı, yaşama biçimi ve medeniyet anlayışı ele alındı. Kur’ân, sadece okunup geçilen bir kitap değil; hayatı şekillendiren bir ilahi kılavuz olarak görülmüş, bireyden devlete kadar her alana yön vermiştir. Bugün bizlere düşen, bu tavrı yeniden kuşanmak ve Kur’ân’ı kalplerimizde, hayatlarımızda yeniden hakim kılmaktır.

 




İŞİTEN VE GÖREN KALP: Kur’ân’da Duyuların Hikmeti Üzerine Bir Tefekkür

İŞİTEN VE GÖREN KALP: Kur’ân’da Duyuların Hikmeti Üzerine Bir Tefekkür

Giriş
Kur’ân-ı Kerîm, insanın duyu organlarına çokça dikkat çeker. En çok tekrar edilen ikili “es-sem‘ ” (işitme) ve “el-bas̱ar” (görme) kavramlarıdır. Bu iki duyu, insanın dış âlemle bağlantısını kurmasının yanı sıra, hakikati tanımasında ve ilahî mesaja muhatap olmasında da anahtar rol oynar.

Kur’ân, sadece fizikî görme ve işitmeye değil, kalp gözüyle görmeye, hikmetle işitmeye ve bu duyuları hakka şahit kılmaya davet eder. Bu makalede, Kur’ân’da geçen işitme ve görme ile ilgili kavramlar, muradifleri ve bunların insanın iç dünyasındaki yankısı incelenecektir.

  1. İşitme: Hakikatin Kapısı
    Kur’ân’da “sem‘ ” kelimesi, “duymak, işitmek” anlamında geçer. Ancak Kur’ân’ın ifade ettiği işitme, sadece sesin kulağa ulaşması değildir. Ayetlerde geçen “onlar işitirler ama anlamazlar” ifadesi (bak.Enfâl, 8/22) gibi uyarılar, işitmenin kalple gerçekleşmesi gerektiğine işaret eder.

Nitekim:
“Andolsun, biz cehennem için birçok cin ve insan yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha sapıktırlar.” (A’râf, 7/179)

Bu ayet, işitme duyusunun kullanılmamasının bir tür manevî sağırlık olduğunu ortaya koyar. Kulak, sadece bir organ değil, vicdanın sesini duyma aracıdır.

  1. Görme: Zahirin Ötesi
    Görmek Kur’ân’da “bas̱ar” ve “ru’yet” gibi kelimelerle ifade edilir. Ancak Kur’ân, sadece gözü değil, “basîret” kelimesiyle kalp gözünü de nazara verir:
    “De ki: Bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar, basîret üzere Allah’a davet ederiz.” (Yusuf, 12/108)

Buradaki “basîret”, eşyanın hakikatini, hikmetini ve sonunu görebilmek demektir. Kur’ân, sadece görüleni değil, görünmeyeni de görmeye çağırır.
“O sizin yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Şûrâ, 42/27) gibi ayetler, Allah’ın her şeyi gördüğünü hatırlatarak insana sorumluluk yükler.

  1. Kalbin Gözleri ve Kulakları
    Kur’ân’da geçen “Efelem yesîrû fi’l-ardi fe tekûne lehum kulûbun ya‘kılûne bihâ ev âzânun yesme‘ûne bihâ?” (Hac, 22/46) ayetinde, görme ve işitme organlarının değil, kalbin işlevi vurgulanır:
    “Onların yeryüzünde dolaşmaları gerekmez miydi ki, kalpleriyle düşünsünler, kulaklarıyla işitsinler? Çünkü gözler kör olmaz, ama göğüslerdeki kalpler kör olur.”

Bu ayet, zahirî duyu organlarından ziyade bâtınî duyulara dikkat çeker. Kalp körleşirse, göz görse de hakikati algılayamaz. Kulak duysa da manayı kavrayamaz.

  1. Duyuların Hesabı
    Kur’ân’da bir başka önemli vurgu ise bu duyuların ahirette sorgulanacağıdır:
    “Şüphesiz ki kulak, göz ve kalp; bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ, 17/36)

Yani insan sadece ellerinden ve ayaklarından değil, neyi duyduğundan, neyi gördüğünden ve neyi düşündüğünden de hesaba çekilecektir. Duyular, birer emanet ve şahittir.

  1. Anlamın Katmanları: Muradifler Üzerinden Tefekkür
    Kur’ân’da işitme için sem‘, istimâ‘, enîn (inleme), nezîr (uyarıcı sesi duyma); görme için bas̱ar, ru’yet, nazr, şehâde (şahit olmak), basîret gibi farklı kelimeler geçer.

Bu muradifler, aynı anlam etrafında farklı derinlikler kazandırır. Örneğin “sem‘”, duymak; “istimâ‘”, dikkat kesilerek işitmek; “enîn”, içten gelen duygusal bir inleyiştir. Aynı şekilde “bas̱ar”, görmek; “nazr”, bakmak; “basîret”, hikmetle görmektir.

Bu, Kur’ân’ın insan duyularına biçtiği manevi anlamın çok katmanlı bir şekilde ele alındığını gösterir.

SONUÇ: GÖZLERİN VE KULAKLARIN TANIKLIĞI
Kur’ân, gözü ve kulağı sadece fizikî varlıklar olarak değil, kalbin dışarıya açılan pencereleri olarak değerlendirir. Görmek ve işitmek; anlamak, hissetmek ve doğruya yönelmek için verilmiştir. Fakat bu duyular kullanılmadığında, insan manen sağır ve kör olur.

Kur’ân, bizden sadece bakmayı değil, görmeyi; sadece duymayı değil, işitmeyi ister. Zira bu duyular, bir gün şahitlik edecektir. O gün, hakikati gören ve duyanlar kurtulacak, gaflet içinde yaşayanlar ise duymazlıktan geldikleri gerçeklerle yüzleşecektir.

ÖZET
Bu makalede, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “işitme” ve “görme” ile ilgili ayetler, muradif kelimeler ve bu kavramların manevi derinlikleri ele alınmıştır. Kur’ân, duyu organlarını sadece fiziksel birer araç değil, ahlaki ve manevi sorumluluk taşıyan emanetler olarak değerlendirir. İşitmek ve görmek, kalple bağlantılıdır. Bu duyular, ahirette sorguya çekilecek ve insanın en büyük şahitleri olacaktır. Kur’ân, bizi gören ve işiten kalplerle yaşamaya çağırır.

 

 




ŞEYTANLA, FİRAVUNLA VE FİRAVUNCUKLARLA BARIŞILMAZ: Hakkı Tahrif Edenlerle Uzlaşmanın Bedeli

ŞEYTANLA, FİRAVUNLA VE FİRAVUNCUKLARLA BARIŞILMAZ: Hakkı Tahrif Edenlerle Uzlaşmanın Bedeli

Giriş: İmanla İnat Arasındaki Hat
Kur’ân-ı Kerîm’de en çok zikredilen kıssalardan biri Hz. Mûsâ ile Firavun arasındaki mücadeledir. Bu mücadele, sadece bir peygamberle bir zalim kralın çatışması değil, hak ile bâtılın ebedî mücadelesidir. Aynı şekilde Hz. Âdem ile şeytan arasındaki düşmanlık da bireysel bir sürgün meselesi değil, kıyamete dek sürecek bir hak-bâtıl savaşının ilk adımıdır. Bu yüzden Kur’ân, şeytanla dostluk kurmamayı emreder; zalimlerle uzlaşmamayı, onların tuzaklarına karşı teyakkuzda olmayı öğretir.

  1. Şeytanla Barış, Nefse Teslimiyettir
    Şeytanın adı “âdûvvün mübîn” yani “apaçık düşman” olarak geçer. Onun düşmanlığı, sadece bir isyana sebep oluşuyla sınırlı değildir. Asıl düşmanlığı, insanı da kendi isyanına ortak etmek istemesindedir.
    “Şüphesiz ki şeytan sizin düşmanınızdır. Öyleyse siz de onu düşman edinin.” (Fâtır, 35/6)

Şeytan, insana dostmuş gibi yaklaşır; vesvese verir, güzel gösterir, tembelliği ve gafleti telkin eder. Onunla barışmak, hakikatte onun tahakkümüne girmektir. Oysa iman, teslimiyetle beraber irade ister. Şeytanla barışmak, bu iradeden vazgeçmektir.

  1. Firavunlar ve Firavuncuklar: Zamanın İlahlaşmış Egoları
    Firavun, “ben sizin en yüce rabbinizim” (Nâziât, 79/24) diyerek kibirle kendini ululayan bir modeldir. Ama Kur’ân, bu tipin sadece bir şahsa ait olmadığını gösterir: Zamanın her döneminde, hakikate düşmanlık eden “Firavuncuklar” vardır.

Bu küçük Firavunlar, kimi zaman bir rejim, kimi zaman bir ideoloji, kimi zaman bir makam yahut şahıs olarak ortaya çıkar. En belirgin özellikleri, insanları hakikatten uzaklaştırmak ve kendilerine kulluk ettirmektir. Onlarla barışmak, imanî tavizlerin başlangıcıdır.
“Zalimlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur.” (Hûd, 11/113)

  1. Barış Çağrısına Cevap: Ama Kiminle?
    Kur’ân barışı teşvik eder ama zalimle barışı değil, adil olanla barışı önerir.
    “Eğer onlar barışa meylederlerse sen de meylet.” (Enfâl, 8/61)
    Bu ayetin bağlantı noktası, düşmanın barışa gerçekten istekli olması, ihanet taşımaması ve adalet üzere olması şartınadır. Zulmün temsili olan kişi veya yapılarla barış, zulme ortaklıktır.

Şeytanla uzlaşmak, onunla iş tutmak değildir. Firavunla barışmak, Mûsâ’nın davasını terk etmektir. Onlar hakikatle çatışan taraf olduklarından, onların gönlü alınmaz; onlar tevbeye davet edilir, uymazlarsa mücadeleye devam edilir.

  1. Tarihten Ders: Barışın Bedelini Ödeyenler
    İslâm tarihi, zalimlerle uzlaşmanın acı örnekleriyle doludur.  iktidarlarla çıkar birliği kuran; İslâm’ı kendi siyasi emellerine araç eden liderler…

Ve bir de, hak uğruna canını feda eden Hüseyinler, Yunuslar, Mevlanalar, Bediüzzamanlar… Onlar, Firavunlaşmış yapılara boyun eğmediler; şeytanın vesvesesine aldanmadılar.

  1. Mücadele Bitmedi, Biçim Değiştirdi
    Bugün şeytan yalnızca vesvese veren bir varlık değil; ekranlarda, siyasette, sosyal medyada, fikirde ve modada dolaşan bir şebeke gibi çalışıyor. Firavuncuklar, sadece saraylarda değil; ekranlarda, kürsülerde, influencer hesaplarında, “algı” düzeneklerinde geziyor.

Bunlarla uzlaşmak, onlara pay vermek, hakkı eğip bükmektir. Oysa Kur’ân şöyle uyarır:
“İstedikleri şudur: Sen tâviz veresin ki, onlar da tâviz versinler.” (Kalem, 68/9)

Bu ayet, hak sahibinin asla eğilmemesi gerektiğini bildirir. Çünkü eğilenin ardında hak değil, taviz ve felaket vardır.

SONUÇ: HAK YOLCULARI BARIŞI DEĞİL, HAKKI TERCİH EDER
Şeytanla, Firavunla ve Firavuncuklarla barışmak, kısa vadeli bir rahatlık; uzun vadeli bir felakettir. İman, taviz kabul etmez. Hakikat eğilip bükülemez. Zalimlerle mücadele bir seçenek değil, bir sorumluluktur.

Unutmamalıyız: Hz. Mûsâ, bir asa ile Firavun karşısına dikildi; çünkü arkasında Allah vardı. Biz de hak üzere isek, az da olsak galibizdir. Öyleyse şeytanla dostluk değil, cihad; Firavunla uzlaşma değil, mücadele gerekir.

ÖZET
Bu makalede, Kur’ân’da geçen şeytan, Firavun ve onların günümüzdeki temsilcileriyle uzlaşmanın neden mümkün olmadığı anlatıldı. Şeytan, hakikate düşmandır; Firavun ve benzeri zalimler, ilahlık taslayan sistemlerin sembolleridir. Onlarla barış, imanî tavizlere ve zulmün meşrulaşmasına yol açar. Kur’ân, hakikatten sapmadan, zulme meyletmeden yaşanması gereken bir mücadele ahlâkını emreder. Hak yolda olan, asla taviz vermez. Çünkü hak, eğilmez.

 

 




KONUŞAN AYETLER: Kur’ân’da Dil, Lisan ve Anlamları Üzerine Hikmetli Bir Yolculuk

KONUŞAN AYETLER: Kur’ân’da Dil, Lisan ve Anlamları Üzerine Hikmetli Bir Yolculuk

Giriş
Kur’ân-ı Kerîm, insanın varlık âlemindeki yerini ve hakikatle bağını kuran ilahî bir hitaptır. Bu hitap, lafzıyla Arapça olmakla beraber, anlamıyla evrensel bir derinliğe sahiptir. Kur’ân’da “dil” ve “lisan” üzerine çokça durulması, insanın konuşma kabiliyeti ile sadece diğer varlıklardan ayrılmadığını, aynı zamanda emaneti taşıyan, vahyi anlayan bir varlık olarak sorumluluk yüklendiğini gösterir.

Bu makalede, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen lisan, dil, nutk, kelâm, kavl, beyan, hitâb gibi kelimeler ve bunların muradifleri (eşanlamlıları) üzerinden insanın diliyle olan imtihanı ve bu kelimelerin hikmetli çağrışımları ele alınacaktır.

  1. LİSAN: Kimliğin Aynası
    Kur’ân’da “lisan” kelimesi hem mecaz hem hakikat anlamıyla kullanılır. “Ve min âyâtihî ḫalḳu’s-semâvâti ve’l-arḍi veḫtilâfu elsinetikum ve elvânikum.” (Rum, 30/22) ayetinde, farklı dillerin ve renklerin Allah’ın ayetlerinden olduğu bildirilir. Burada “elsine”, “lisanlar” demektir.

Bu, dilin sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda ilahî bir kudretin yansıması olduğunu gösterir. Lisan, bir topluluğun kimliğidir; hafızası, kültürü, hatta kaderidir.

  1. KAVL ve NUTK: Sözün Sorumluluğu
    Kur’ân’da “kavl” kelimesi yüzlerce kez geçer. “Kavl-i sedîd”, “kavl-i meysûr”, “kavl-i leyyin” gibi ifadeler, sözün muhtevasının, üslubunun ve zamanlamasının ne kadar önemli olduğunu ortaya koyar.

Hz. Musa’ya Firavun’a giderken “ona yumuşak söz söyleyin” (Tâhâ, 20/44) denilmesi, hakikatin bile kaba bir dille söylenmemesi gerektiğini ifade eder.
Ayrıca Kur’ân, “nutk” kelimesiyle insana konuşma kabiliyeti verildiğini ifade eder: “Allemehü’l-beyân.” (Rahman, 55/4). Beyan, sadece konuşmak değil, anlamı yerli yerince ifade etmektir.

  1. BEYAN ve KELÂM: Hakkı Anlatmak
    Kur’ân’ın kendisi de “beyan”dır. “Hâzâ beyanun li’n-nâs.” (Âl-i İmrân, 3/138). Yani bu kitap, insanlar için bir açıklamadır. Dilin hakikate hizmet ettiği yer işte tam da burasıdır.

Allah’ın kelâmı olan Kur’ân, aynı zamanda kelimelerin anlamını tayin eden bir mihenk taşıdır. İnsanın kelâmı ise ya hakka hizmet eder ya da bâtıla.

  1. DİLİN AHLAKI: Sözün Şahidi Kalp Olmalı
    Kur’ân, dili sadece bir ifade vasıtası değil, bir ahlâk meselesi olarak ele alır. “Bir söz söylemez ki, mutlaka yanında gözetleyen yazıcı bir melek hazır bulunmasın.” (Kâf, 50/18). Bu, dilin amele dönüştüğü noktayı gösterir.

Zira yalan, gıybet, iftira, laf taşıma gibi olumsuz dil kullanımları, sadece birer günah değil, aynı zamanda toplumu çürüten illetlerdir. Kur’ân, “sözün en güzeliyle söyleyin” buyurarak (İsrâ, 17/53) iletişimin aynı zamanda bir ibadet olduğunu vurgular.

  1. FARKLI LİSANLAR, TEK MESAJ: VAHİY DİLİ
    Kur’ân Arapça indirilmiştir. “Biz onu Arapça bir Kur’ân yaptık ki anlayasınız.” (Zuhruf, 43/3). Ancak bu, evrensel mesajın sadece Araplara ait olduğu anlamına gelmez. Kur’ân’da geçen “lisan”, sadece etnik değil; kültürel, tarihî ve manevi bir dildir.

Bugün Kur’ân, yüzlerce dile çevrilmiştir; ama özünde beyanın ve kelâmın birliği vardır. Dil farklı olabilir ama hakikat birdir.

SONUÇ: DİL, EMANETTİR
Kur’ân, dili bir nimet olarak sunar ama aynı zamanda bir emanet olarak da görür. Bu emanetin hakkını vermek; doğru, hikmetli, adil ve merhametli konuşmaktan geçer. Dil; hakikati haykıran bir şahit de olabilir, yalana perde çeken bir araç da…

İnsana düşen, dilini Kur’ân’ın terazisinde tartmak ve kelimeleri hak üzere sarf etmektir.

ÖZET
Bu makalede, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen lisan, dil, kelâm, beyan, nutk ve kavl gibi ifadeler incelenmiştir. Bu kelimeler, insanın konuşma kabiliyetinin sadece bir iletişim aracı olmadığını; ahlâkî, kültürel ve ilahî bir sorumluluk taşıdığını göstermektedir. Kur’ân, dili hikmetle kullanmayı, sözü güzel söylemeyi ve konuşmayı bir ibadet olarak sunar. Her bir kelimenin hakikatle bağı vardır ve dil, emanettir.

 




Uyku: Ölümün Sessiz Kardeşi

Uyku: Ölümün Sessiz Kardeşi

“Allah, ölüm vakitleri geldiğinde insanları vefat ettirir, ölmeyenleri de uykularında ölmüş gibi yapar. Ölümüne hükmettiklerini tutar, diğerlerini ise belli bir süreye kadar (hayata) salar. Kuşkusuz bunda iyice düşünenler için dersler vardır.” Zümer.42.
Uyku ölümün küçük kardeşidir.
Uyku ile kişi ölüme bir hazırlık yapmaktadır.
Adeta akşam uykuda ölümün prova ve hazırlığını yapan kişi, sabah dirilip meşguliyetine devam eder.
Aynı hal dönüşü olmayan ve mesguliyeti son bulan hale kadar devam eder.
Adeta uyku ile kafesten çıkan kuşun oda içinde dolaşmasından sonra, ölüm ile evin dışına çıkar, odayı terk eder.

********

İnsan gündelik hayatın koşuşturmasında, sabahları uyanmanın ne büyük bir mucize, geceleri uyumanın ne derin bir sır olduğunun farkında değildir. Oysa Kur’ân, uykuyu sadece biyolojik bir ihtiyaç değil, ölümün küçük bir provası olarak tanımlar. Geceyi örtü, uykuyu ise istirahat ve teslimiyet olarak gösterir.

Uyku bir ölüm provasıdır.
Gece çöktüğünde ruh, tıpkı kafesinden çıkan kuş gibi beden kafesinden ayrılır; dolaşır, gezinir, farklı sahneler görür. Fakat sabah olduğunda tekrar kafesine, yani bedene geri döner. Bu hâl her gece tekrarlanır, tâ ki dönüşü olmayan o son geceye kadar…

> “Uyku ölümün küçük kardeşidir.”
Çünkü her gece bir veda, her sabah bir yeniden diriliştir.

İnsanoğlu, her sabah gözünü açtığında aslında kendisine bir kez daha “dirilme izni” verilmiş demektir. O sabah uyanamayanlar ise bu dünyadaki mesaisini tamamlamış, ebedî hayata doğru yola çıkmışlardır.

Nasıl ki uyuyan birine dış âlem kapalıysa, ölüm de dış âlemin büsbütün kapanması gibidir.
Ama fark şuradadır:
Uykudan sonra uyanma kesindir, ölümden sonra ise hesap kesindir.

> Uyku bir nevi dünyadan çekilme,
Ölüm ise dünyadan gitme halidir.

Ve ne gariptir ki her gece, insan isteyerek kendini uykunun koynuna bırakır.
Bu, Allah’a olan güvenin, teslimiyetin bir nişanesidir.
Ama ölüm gelince, kişi çoğu zaman istemez.
Oysa Allah’ın izni olmadan bir yaprak bile düşmezken, ölüm de bir vakit ve hikmetle gelir.

Uykunun rahmeti ne kadar açık ki, ona hazırlanırken insan yastığını düzeltir, bedenini rahat ettirir. Peki ya ölüme hazırlık?
Yastığı düzeltmek kolaydır, ama niyeti düzeltmek, kalbi arıtmak, hesaba hazır olmak daha zordur.

> Her gece yatmadan evvel “ölüm tatbikatı” yapan insan, her sabah gözünü açtığında kendisine tanınmış bir mühletin farkında olmalı:
“Bu sabah dirildim. Acaba bu sabah son sabahım mı?”

Özet:

Kur’ân, uyku ve ölümü aynı potada değerlendirerek, her geceyi ölümün gölgesi, her sabahı dirilişin habercisi olarak sunar. İnsan, uykuyla her gece bir ölüm provası yapar. Bu gerçek, hayatı anlamlandırmak, ölüme hazırlanmak ve her sabahı bir fırsat bilmek için derin bir tefekkür vesilesidir. Zira uyku geçici, ölüm kalıcı ayrılıktır.

 




Bir Nefes Sıhhat, Bir Lokma Huzur: Devlet, Sağlık ve Vahdet Üzerine

Bir Nefes Sıhhat, Bir Lokma Huzur: Devlet, Sağlık ve Vahdet Üzerine

Giriş

Kanunî Sultan Süleyman’ın dillere pelesenk olmuş şu sözleri, çağlar ötesinden günümüze adeta bir nasihat gibi yankılanır:

> “Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.”

> “Saltanat didükleri ancak cihân gavgasıdur / Olmaya baht u sa’âdet dünyede vahdet gibi.”

Bu beyitler sadece bir padişahın yaşlanınca söylediği duygusal sözler değil, bir ömrün, bir medeniyetin, hatta insanlık tarihinin en kıymetli hakikatlerini özetleyen hikmetli sözlerdir. Zira bu dizelerde hem bir dünya görüşü, hem bir hayat muhasebesi, hem de derin bir tecrübe yatmaktadır.

Devlet mi? Sıhhat mi?

Birinci beyitte, “devlet” kelimesi hem siyasi otorite hem de servet anlamında kullanılmıştır. Lakin padişah, bütün kudretine rağmen “bir nefes sıhhat”in devletin de üstünde olduğunu dile getirir. Çünkü en büyük sarayda bile nefes alamayan biri için o saray, bir tür hapishaneden farksızdır.

Bugün modern tıp ilerlese de, insanların ruhu daralmakta, nefesleri kesilmektedir. Milyonları yöneten liderlerin dahi en büyük arzusu, “biraz daha sağlıklı kalmak”tır. Bu da gösteriyor ki insanın gerçek zenginliği ne taht ne taçtır, sadece “sağlıklı bir nefes”tir.

Cihânın Kavgası ve Saltanatın Sırrı

İkinci beyitte ise “saltanat” kelimesi sadece siyasi iktidarı değil, dünyevi ihtirasları temsil eder. Cihan kavgası, insanların makam, mevki, servet, güç peşinde koşarken içine düştükleri anlamsız mücadeledir. Oysa asıl baht ve saadet, “vahdet”tedir; yani birlik, bütünlük ve tevhid anlayışındadır.

Bu vahdet; ailede huzur, toplumda barış, ümmette birlik ve insanın kendi iç dünyasında dinginlik demektir. Zira insanın içi parçalanmışsa, dışta kurulacak hiçbir düzen ona mutluluk getirmez.

Modern Dünya, Eski Hakikat

Bugünün dünyasında insanlar devlete, servete, güce ulaşmak için didinmekte; ama çoğu zaman sağlıklarını, ailelerini, huzurlarını kaybetmektedir. Kapitalist düzen insana şöyle fısıldar: “Daha fazlasını kazan, daha yükseğe çık.” Oysa gönül bir başka lisanla konuşur: “Bir lokma huzur, bir nefes sıhhat, bir dostluk gölgesi yeter…”

Toplumlar, çok şeye sahip olup da birbirine düşman kesilmişse; bu, vahdetin kaybıdır. Vahdet olmadan servetler harap olur, saraylar yıkılır. Ama vahdet varsa, çölde bir çadır bile cennet kadar huzur verebilir.

Hikmetli Sonuç: Sahip Olmadan Sahip Olmak

Kanunî’nin sözleri bize şunu öğretir: Bazen hiçbir şeye sahip değil gibi görünürken her şeye sahip olabiliriz. Bir nefes sıhhatin, bir yudum suyun, bir dost tebessümünün değerini bilenler için dünya zaten bir saltanattır.

Ama bunun yolu, nefsin değil hikmetin izinden gitmektir. Çünkü gerçek saltanat, kalbin sultanlığında gizlidir. Ve hakiki zenginlik, insanın Allah ile, kendisiyle ve çevresiyle barış içinde yaşamasındadır.

Özet

Kanunî Sultan Süleyman’ın şu iki beyiti:

Dünyanın en değerli varlığının “bir nefes sıhhat”,

En büyük saadetin ise “birlik ve vahdet” olduğunu anlatır.

Makam, servet, güç gelip geçicidir. Ama sağlık ve huzur, insanın asıl sermayesidir. Bu makale, maddi ve manevi dengeleri hatırlatarak okuyucuyu iç muhasebeye davet eder. Dünya hayatının çetin kavgasında, en kıymetli şeyin farkında olmayı öğütler: Bir nefeslik sıhhat, bir gönüllük muhabbet ve hakikatle kurulmuş bir birlik…

 




Dermanı Olmayan Dükkân: Kâinatın Çarşısında Bir Yolculuk

Dermanı Olmayan Dükkân: Kâinatın Çarşısında Bir Yolculuk

> “Turfe dükkân-ı hikemdir bu kühen tak-ı felek / Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı”

(Bu eski felek kubbesi, garip hikmetler dükkânıdır / Ne ararsan bulunur, dertlere deva hariç.)

Giriş: Koca Bir Dükkân, Sonsuz Bir Hazine

Bu beytin ilk bakışta bir sitem taşıdığı sanılır. Lakin dikkatle okunduğunda içinde hem bir hakikat, hem de derin bir tefekkür çağrısı olduğu görülür. Şair, kâinatı bir “hikmet dükkânı”na benzetir. Bu dükkânda her şey bulunur; yıldızlardan böceklere, akıldan hayale, taşa, ota kadar… Ama bir tek şey eksiktir: Dertlerin hakiki devası.

Bu ifade, insanoğlunun kadim bir açlığını, doyurulamayan bir ihtiyacını dile getirir. Zira dünya her şeye sahiptir ama insanın iç sıkıntısına, ruh sancısına tam anlamıyla deva olacak bir şey sunamaz. Peki neden?

Her Şey Var, Ama Derman Yok

Modern dünya, teknolojide zirveye çıkmış, tabiatı çözmüş, DNA’yı okuyup genleri dizayn edebilmiş; ama insanın kalbindeki boşluğu dolduramamıştır. O yüzden psikiyatri klinikleri dolup taşarken, lüks hayatlar içinde depresyon artmaktadır. Çünkü bu “hikmet dükkânı”nda her şey vardır, ama “derde deva” yalnızca yaratıcıya yönelişle elde edilir.

Beyitteki bu ifadeyi, Mevlâna’nın şu sözleri tamamlar gibidir:

> “Nice nice ilimler öğrendin, peki kendini öğrendin mi?”

Kâinattaki bilgi bir hazineyse, onun haritası insandadır. Ve insan, kendini tanımadan bu kâinat dükkânından bir şifa çıkaramaz.

Kühen Tak-ı Felek: Eskimiş Gibi Görünen Sonsuz Hikmet

“Kühen tak-ı felek” ifadesiyle kastedilen bu dünyanın eskiliği, aslında onun kadimliği ve hikmet yüklü geçmişidir. Feleğin takı, yani gök kubbe, belki yaşıyla eskimiş görünür; ama o eski tezgâhta her gün yepyeni hikmetler dokunmaktadır.

Bilim her geçen gün yeni keşifler yapar; ama her keşif, yeni bir bilinmezliğe açılır. Hikmet dükkânı tükenmez çünkü bu dükkânın sahibi sonsuz kudret sahibidir. Bu bakımdan, kâinattaki bu muazzam çeşitlilik ve nizam, insana yalnızca bilgi değil, “acziyetini ve muhtaçlığını” da öğretir.

Hakiki Deva: Kimin Elinde?

İşte bu noktada asıl soru doğar: “Dert var ama deva nerede?”

Eğer deva yalnızca eczanede, teknolojide, parayla satın alınabilecek nesnelerde olsaydı; en zenginler en huzurlu olurdu. Ama tarih bize gösteriyor ki, bazen bir dağ başındaki çoban, bir saray sahibinden daha huzurludur.

Çünkü dert maddî değil, manevîdir. Dolayısıyla deva da maddeyle değil, mânâyla verilir. Bu mana ise, kalpteki “yaratıcıya sığınış” ve “hikmete teslimiyet” ile elde edilir.

Sonuç: Derdin Devası Derde Düşmekte Gizlidir

Kâinat, Allah’ın hikmetini sergilediği bir tezgâhtır. İnsan bu dükkânda dolaşır, hayret eder, öğrenir, şaşar ve arar. Lakin en kıymetli cevher, çoğu zaman gözden saklı durur: İnsan, yaratıldığı gayeyi anlamadan hakiki devayı bulamaz.

Bu yüzden, dertli olmak bazen en büyük nimettir. Çünkü dert, insana Rabbini aratır. Ve ancak o arayış içinde, insana gerçek şifa verilir.

Özet

Bu makalede, “Turfe dükkân-ı hikemdir bu kühen tak-ı felek / Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı” beyti üzerinden şu mesajlar vurgulandı:

Kâinat, hikmetlerle dolu bir dükkândır; her şey bulunur ama insanın iç sıkıntısına tam deva yalnızca Allah’ın rahmetindedir.

Modern dünya bilgi ve imkân sunar ama ruhun devasını veremez.

Dertli olmak, Rabbine yönelmenin kapısı olabilir.

Hakiki huzur, dışta değil, içte aranmalıdır.

Dermanı bulmak için önce derdin hakikatini idrak etmek gerekir.

 

 




Bû da Geçer Yâ Hû: Fânilikte Teslimiyetin Sırrı

Bû da Geçer Yâ Hû: Fânilikte Teslimiyetin Sırrı

Giriş: Bir Cümlelik Hikmet

İnsan hayatı bazen bir kelimeye, bazen bir cümleye sığar. İşte bu cümlelerden biri de gönüllerde yankılanan şu sözdür:

> “Bû da geçer yâ Hû.”
(Bu da geçer, ey O [Allah]!)

İlk bakışta sade, kısa ve mecalsiz bir teselli gibi duran bu söz; aslında derin bir tevekkül, geniş bir hikmet ve yıkılmaz bir sabır ifadesidir. Hem elemli günlerde bir merhem, hem de sevinçli vakitlerde bir uyarıdır.

Sultanların Aynasına Yazılan Hikmet

Rivayet olunur ki, bir padişah, ne zaman üzüntüye kapılsa moral bulmak, ne zaman gurura kapılsa dizginlenmek için bir söz aramış. Bilgeler ona tek bir cümle yazıp sunmuşlar:
“Bû da geçer yâ Hû.”

Sevindiğinde: “Geçecek…”
Üzüldüğünde: “Geçecek…”
Zenginleştiğinde: “Geçecek…”
Yoksullaştığında: “Geçecek…”

Zira dünyada hiçbir hal baki değildir. Sevinç de elem de misafir gibidir; gelir, kalır, gider. Bu söz, dünyayı sabitlemeye çalışan insana, onun geçiciliğini hatırlatır. Böylece kalp, ne sevinçte şımarır, ne kederde yıkılır.

Fâniliğin Farkındalığı

İnsan, unutmaya meyyal bir varlıktır. Unutur ki hatırlasın. Unutur ki tekrar dönsün. “Bû da geçer yâ Hû” sözü, bize şu üç temel hakikati fısıldar:

  1. Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez.
    Ne dert ne sevinç, ne güç ne zayıflık… Her şey devran eder.
  2. Varlıkta da yoklukta da aşırılığa kapılma.
    Çünkü bu âlem denge üzeredir. İmtihan devam eder.
  3. Gerçek sabır ve teslimiyet, O’na (Hû’ya) yönelmekledir.
    Sözdeki “Yâ Hû”, Allah’a sığınma çağrısıdır. Yalnız O kalıcıdır, diğerleri gölgedir.

Modern İnsanın Unuttuğu Hakikat

Bugünün insanı teknolojide, bilimde, lükste ilerlemiş olabilir; ama sabırda, teslimiyette ve tevekkülde zayıflamıştır. En küçük sarsıntılarda yıkılan ruhlar, geçiciliğin farkında olmadıkları için kırılırlar.

“Bû da geçer” diyen bir gönül, depresyona girmeye dirençlidir. Çünkü bilir ki, karanlık gece sonsuz değildir. Gün yeniden doğacak, çiçek yeniden açacak, kalp yeniden sevecektir.

Ama “Yâ Hû” demeyen bir zihin, bu geçiciliği yalnızlığa ve anlamsızlığa dönüştürür. İşte burada inanç devreye girer:
Geçer, çünkü Allah’tan gelir.
Geçer, çünkü Allah’a döner.
Geçer, çünkü kalıcı olan yalnız O’dur.

Sonuç: Geçiciliğin İçinde Kalıcılığı Aramak

“Bû da geçer yâ Hû” sözü, sadece bir sabır ifadesi değil; aynı zamanda bir varlık felsefesidir. Geçici olanı tanıyıp, kalıcı olana yönelmenin kapısıdır. Kim ki bu söze sığınır, o kişi sevinçte kibirlenmez, hüzünde kırılmaz. Çünkü bilir ki:
Dünya fanidir, hâller geçicidir; baki olan sadece Allah’tır.

Özet

Bu makalede, “Bû da geçer yâ Hû” sözünün anlamı ve taşıdığı derin hikmetler ele alınmıştır. Ana fikirler şunlardır:

Bu söz, dünyanın geçiciliğini hatırlatarak hem sevinçte denge hem kederde umut verir.

“Yâ Hû” ifadesi, geçiciliğe karşı kalıcının (Allah’ın) hatırlanmasını sağlar.

Teslimiyet, tevekkül ve sabır gibi manevî değerlerin merkezindedir.

Modern çağda unuttuğumuz bir sabır ve sükûnet ilacıdır.

Son söz:
Geçmeyecek hiçbir hâl yoktur. Geçiciliği bilmek huzurdur, kalıcıya yönelmek saadettir.

 




Tarihi Kirletenler ve İhaneti Meşrulaştıranlar: 27 Mayıs’ın Kara Gecesi

Tarihi Kirletenler ve İhaneti Meşrulaştıranlar: 27 Mayıs’ın Kara Gecesi

“27 Mayıs’ın tüm aktörleri ve mağdurları, darbeyi azmettirenlerin CHP ve İnönü olduğu konusunda hemfikir. ‘Milli Şef’in mason kimliğiyle tanınan arkadaşı Selim Sarper de darbeden 6 ay önce yaptıkları gizli bir toplantıda İnönü’nün darbe olacağını ve Menderes ile arkadaşlarının da idam edileceğini söylediğini aktarıyor. Sarper’in notlarında şu bilgiler var: “İnönü söz alarak konuşmaya başladı… İhtilal gerçekleştikten sonra devlet reisi, başvekil, bakanlar askeri mahkemede yargılanacak, vatana ihanet ve birçok suistimalden dolayı idam edilecektir. Her biriniz ayrı ayrı bu toplantının sonuç bildirisini imzalayarak yemin ederek göreve başlayacağınızı bilmelisiniz.”
Yalan söyleyen tarih utansın.
Korkakların kahraman gösterildiği bir asırda yaşamaktayız.
Kirliliklerin ve ihanetlerinde bir gün mutlaka açığa çıktığı zamanlardayız.[1]

********

Tarih sadece galiplerin yazdığı bir masal değil, mazlumların kanıyla yazılmış acı bir hakikatler kitabıdır. 27 Mayıs 1960 sabahı, tankların gölgesinde milletin iradesi gasp edilirken, yalnızca bir hükümet değil, bir milletin haysiyeti de idam sehpasına gönderildi.

Bugün birçok belge ve tanıklık şunu gösteriyor ki, bu kanlı senaryonun baş mimarları görünürde askerler olsa da perde arkasında bir başka karanlık akıl vardı: CHP ve onun efsanevi(!) lideri İsmet İnönü. “Milli Şef” unvanıyla anılan bu isim, yıllarca özgürlük ve demokrasi söylemleriyle halkın gözünü boyadı, fakat asıl gayesi kendi ideolojik vesayetini sürdürmekti.

Selim Sarper’in notları ve tanıklıkları artık sır değil: Darbeden altı ay önce yapılan gizli toplantılarda, Menderes ve arkadaşlarının akıbeti çoktan karara bağlanmıştı. “İhtilal olacak, yargılama yapılacak, idam edilecekler.” Bu kadar net, bu kadar acımasız…

Peki, bu nasıl bir vicdandı ki, halkın oylarıyla seçilmiş bir başbakanın asılmasını soğukkanlılıkla planlayabildi? Bu nasıl bir anlayıştı ki, siyasî rekabetin ötesine geçip düşmanlığa, ihanete dönüştü? Kimin elinde Kur’an, kimin gönlünde iman vardı?

Bugün hâlâ o karanlık dönemin aktörleri “kahraman” gibi sunulabiliyor. Oysa gerçek kahraman, darağacına yürürken bile milletine dua eden Menderes’ti. Gerçek ihaneti ise, göz göre göre işlenen bu sinsi planlarda, milletin iradesine darbe vuran sözde aydınlar, politikacılar ve medya mensupları yaptı.

Tarihi kirletenler, yalnızca hakikati gömenler değil, yalanı yüceltenlerdir. Ve bu yalanların nesilden nesile taşınması, bir milletin hafızasını zehirler. Bugün susanlar, yarın “biz bilmiyorduk” diyemeyecekler. Çünkü zaman, hakikatin mühürlü sandığını açmıştır.

Ey hakikat yolcusu! Unutma ki, korkaklar hiçbir zaman tarih yazamaz. Onlar, yazılan sahte tarihlerin arkasına saklanır. Fakat hakikat er geç haykırır: “Zalimlerin yazdığı tarih, yalancının dilinde büyür; ama mazlumun duasında boğulur.”

Özet:
Bu makale, 27 Mayıs 1960 darbesinin perde arkasında yer alan CHP ve İnönü’nün rolünü, belgeler ve tanıklıklar eşliğinde ortaya koyarken, tarihin nasıl kirletildiğine ve ihanetin nasıl meşrulaştırıldığına dikkat çekmektedir. Makale, milletin iradesine darbe vuranlara karşı vicdanî ve fikrî bir duruş çağrısı yapar; gerçek kahramanlık ile ihanet arasındaki çizgiyi netleştirir.

 

 

[1] https://www.yenisafak.com/gundem/inonu-6-ay-once-idam-edilecekler-dedi-4709697

https://www.yenisafak.com/gundem/27-mayistaki-chp-abd-ittifaki-4710471




BAKILAN AMA GÖRÜLMEYEN: VARLIĞI HER ŞEYDEN ZAHİR OLANIN UNUTULUŞU

BAKILAN AMA GÖRÜLMEYEN: VARLIĞI HER ŞEYDEN ZAHİR OLANIN UNUTULUŞU

İnsanın Gözünden Allah’ın Aşikâr Varlığına Dair Bir Tefekkür Makalesi

İnsan garip bir mahlûk… Göz önündekini göremez, kulağı duyması gerekeni işitemez hâle gelir bazen. Öyle ki, varlığı her şeyden daha açık olan, hatta varlıkların varlık sebebi olan bir Yaratıcının mevcudiyetinden şüphe eder. Güneşe gözünü kapatıp sonra da “güneş yok” demeye benzer bu tavır. İşin daha garibi ise bu tutumun sadece birkaç bireye ait olmayıp, kimi zaman çağlar boyunca devam eden bir tartışma konusu hâline gelmesidir.

Halbuki insan aklına emanet edilen idrak kabiliyetiyle bir damla suya, bir yaprağın dizilişine, gökyüzünde akıp giden yıldızlara baksa; tüm bu nizam, intizam ve hikmetin kendiliğinden olamayacağını anlar. Çünkü her şeyde bir maksat, her maksatta bir ölçü, her ölçüde bir kudret vardır. Ve bu kudret, kendisini perde arkasından değil; eseriyle, sanatıyla, kelâmıyla açıkça ilan etmektedir.

Ne var ki, insan bazen bu varlığın açıklığı içinde kör olur. Nimetin içindeyken nimet vereni unutmak gibi bir gaflete düşer. Tıpkı denizde olup da suyun farkında olmayan balık misali… Hayatının her ânında Rabbiyle muhatapken, O’nu aramak için uzaklara gider. Bir ömür boyu “acaba var mı?” sorusuyla oyalanır, kendisini meşgul eder. Oysa asıl mesele “O’nu ne kadar tanıyorum?” sorusunda gizlidir.

Evet, Allah’ın varlığı inkâr edilemeyecek kadar açık ve zahirdir. Fakat O’nu bilmek, sadece varlığını kabul etmekle sınırlı değildir. Asıl gaye, O’nu tanımakta, marifetullaha ulaşmaktadır. Zira tanımak arttıkça sevgi artar, sevgi arttıkça kulluk tat kazanır. O’nu inkâr eden kişi elbette bir kayıptadır. Ancak O’nu tanıdığını zanneden ama gereğiyle tanımayan kişi de büyük bir eksiklik içindedir.

İnsana düşen, gözünü dışa değil içe de çevirmektir. Çünkü dış âlemde gördüğü her şey, iç âleminde yankılanır. Kalpte O’na ait bir pencere açıldığında, evren O’nunla anlam bulur. İşte o zaman bir yaprak düşerken bile “O” konuşur, bir çiçek açarken bile “O” hatırlatılır.

ÖZET:
Bu makalede, Allah’ın varlığının evrende her şeyden daha açık ve zahir olduğu hâlde, tarih boyunca bu konuda şüpheye düşülmesi ele alınmıştır. İnsanların gafletle bu hakikati inkâr edebildiği, fakat asıl maksadın sadece varlığı tasdik değil, O’nu gereğiyle tanımak (marifetullah) olduğu vurgulanmıştır. Varlıkla temas hâlinde olan insanın içe dönerek Yaratıcısını daha derin tanımasının, hem kulluk hem de hayat açısından hakiki kemal olduğu anlatılmıştır.

 

 




Çoğalınız ki İftihar Edeyim”: Neslin ve Nesebin Hikmeti

Çoğalınız ki İftihar Edeyim”: Neslin ve Nesebin Hikmeti

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş:

تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا فَاِنّٖى اُبَاهٖى بِكُمُ الْاُمَمَ –اَوْ كَمَا قَالَ–
“Teneâkehû tekâserû fe innî ubâhî bikumul umem – ev kemâ kâl.”
   Yani “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim.”

Bu nebevî beyan sadece evlenmeye ve çoğalmaya bir teşvik değildir. Aynı zamanda insan hayatının, aile müessesesinin ve toplumun devamlılığı açısından çok derin hikmetleri barındırır. Bugün modern dünyada nüfusun azalması, aile yapısının çözülmesi ve bireyselliğin kutsanması gibi olgular göz önüne alındığında, bu hadis-i şerifin ne kadar ileri görüşlü bir uyarı olduğu daha da iyi anlaşılmaktadır.

Aile: Varlığın Temeli ve Fıtratın Gıdası

İnsan fıtratı yalnız yaşamaya değil, birliktelik ve çoğalmaya meyyaldir. Aile kurumu, yalnızca neslin devamı için değil; merhametin, fedakârlığın, sevginin, sadakatin ve sabrın öğrenildiği en temel okuldur. Çocuk, sadece dünyaya gelmekle kalmaz; bir karakter, bir ruh, bir mana kazanır.

Bu bakımdan Peygamber Efendimiz’in “çoğalınız” emri, sadece sayı olarak artmayı değil; kaliteli, şahsiyetli, hayırlı nesiller yetiştirmeyi de içine alır. Zira Efendimiz (asm) başka bir hadisinde, “Salih evlat, insanın amel defterine sürekli sevap yazdıran sadaka-i câriyedir.” buyurmuştur.

İftihar Edilecek Bir Ümmet: Sayı mı, Şuur mu?

“Ben sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” buyruğu, aslında sorumluluk yükleyen bir övgüdür. Zira o iftihar, sadece sayıdan dolayı değil, o sayı içerisindeki kaliteden, ihlastan ve ümmet şuurundan dolayıdır.

Bugün ümmet-i Muhammed (asm) milyarlarca kişiden oluşsa da, kardeşlik şuurunun, adaletin, merhametin, hikmetin ne derece temsil edildiği sorgulanmalıdır. Çoğalmak, ancak hak ve hakikatin taşıyıcısı salih nesillerle anlam kazanır.

Modern Zamanın Krizi: Çocuksuzluk ve Nesil Endişesi

Günümüzde bazı toplumlarda “çocuk yapmama”, “tek çocukla yetinme”, “kariyer için evliliği geciktirme” gibi bireysel tercihler yaygınlaşmıştır. Fakat bu tercihler uzun vadede, yalnızlaşmış bireyler, yaşlanan nüfus, çöken sosyal bağlar ve ahlaki değer erozyonu gibi ciddi neticeler doğurmaktadır.

Halbuki Peygamber Efendimiz (asm), bu hadisle bize hayatın fıtrî yolunu gösterir: Evlenmek, aile kurmak ve hayırlı nesiller yetiştirmek. Bu, sadece kişisel bir görev değil; toplumsal ve hatta ümmet çapında bir vazifedir.

Her Çocuk Bir Umuttur

Her doğan çocuk, yeni bir dua, yeni bir sabır, yeni bir rahmet vesilesidir. İnsan dünyaya sadece yaşamak için değil; yaşatmak, iz bırakmak, hayırda yarışmak için gelir. Her çocuk, anne babasına dua eden, amel defterini açık tutan bir bereket kapısıdır.

İşte bu yüzden Resul-i Ekrem (asm), “çoğalınız” derken, sadece niceliğe değil, aynı zamanda nitelikli bir ümmet inşasına da işaret etmektedir.

Son Söz: Hatırlanmak mı, Yaşatmak mı?

Bu hadisin ışığında şunu sormalıyız: Biz, neyi büyütüyoruz? Neyi çoğaltıyoruz? Sadece maddi mal ve konforu mu, yoksa hayırlı bir nesli mi? Her çocukla, Peygamberimizin iftihar edeceği bir ümmete katkı mı sağlıyoruz, yoksa sadece kendi nefsimizin arzularını mı yaşıyoruz?

Unutmayalım ki, bir evlat; bir duanın meyvesi, bir sabrın semeresi ve bir ümmetin umudu olabilir. Yeter ki onu ihmal etmeyelim, eğitelim, sevelim ve yaşatalım.

Özet:

Bu makalede, Peygamber Efendimiz’in “Çoğalınız, ben sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” hadisi üzerinden evlilik, aile ve neslin devamı meselesi işlenmiştir. Hadisin hikmeti; sadece biyolojik çoğalma değil, ümmetin salih ve kaliteli bireylerle güçlenmesi olarak yorumlanmıştır. Modern toplumların karşılaştığı aile yapısının bozulması, doğum oranlarının düşmesi gibi problemler karşısında bu hadis, hem uyarıcı hem de yön gösterici mahiyettedir. Her çocuk, sadece bir can değil; ümmetin geleceği ve dua kaynağıdır. Asıl iftihar edilecek şey, sayıdan çok, o sayının taşıdığı değerlerdir.

 

 




Emniyet, Hürmet ve Muhabbet Üçgeni: Ailenin Sırr-ı Saadeti

Emniyet, Hürmet ve Muhabbet Üçgeni: Ailenin Sırr-ı Saadeti

“Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimi bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık; o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar.”
(Lem’alar, 24. Lem’a, Bediüzzaman Said Nursî)

Aile, toplumun çekirdeği; fertlerin huzur bulduğu, sevgiyi, güveni ve sadakati öğrendiği mukaddes bir mekândır. Fakat bu mukaddes yapının ayakta kalabilmesi, sadece maddî değil, manevî sütunlara da bağlıdır. Bediüzzaman bu sözünde, ailenin huzur ve saadet temelini “emniyet-i mütekabile”, yani karşılıklı güven; “samimi hürmet” ve “muhabbet” olarak üç ana esas üzerine inşa eder. Bu üç sütun sarsıldığında, ailenin çatısı çatırdamaya başlar.

Karşılıklı Güven: Ailede Emniyetin Temeli

Bir eş, diğerine güvenmediğinde; zihnine şüphe düştüğünde; kalbine vesvese girip sadakatin yerine vehim yerleştiğinde, o evde huzur kalmaz. Karşılıklı emniyet, gözlerin ve gönüllerin sadakatle perdelendiği bir hayâ atmosferinde nefes alır.

Tesettür, sadece bir kıyafet değil; aynı zamanda emniyetin, iffetin ve karşılıklı sadakatin bir teminatıdır. Kadının iffeti, erkeğin gözünün korunmasına; erkeğin iffeti, kadının kalbinin itminanına hizmet eder.

Hürmet: Sevginin Koruyucu Zırhı

Ailedeki hürmet, aşkın cilasıdır. Zamanla değişen fiziki güzellikler değil; kalpte duyulan derin saygı, birlikteliği daim kılar. Açık saçıklık ve teşhircilik, bu saygıyı zedeler. Zira bir eşin mahremiyeti herkesin nazarına sunuluyorsa, o eşin gözünde ayrıcalıklı olmanın değeri düşer. Hürmet kırıldıkça, sevgi de cılızlaşır.

Samimi bir hürmet, kalbin derinliklerinden gelen bir kabuldür. Eşler birbirini sadece dünyada değil, ahirette de yoldaş görecek şekilde sever ve sayar.

Muhabbet: Kalbin Derin Bağı

Muhabbet, ruhların birbirine tutunduğu görünmeyen ama sarsılmaz bir bağdır. Fakat bu sevgi, mahremiyet duygusu korunmadığında zedelenir. Açık saçıklık, sadece dış gözleri değil; eşlerin birbirine duyduğu hususi sevgiyi de etkiler. Teşhir edilen bir güzellik, artık sır olmaktan çıkar. Herkesin baktığı bir şey, eşin gözünde kıymetini kaybeder.

Aşk, sır ister. Sevgi, özeldikçe derinleşir. Eşler arasında paylaşılan mahremiyetin kutsallığı bozulduğunda, kalpteki muhabbet de sıradanlaşır.

Modern Dünyada Tesettür ve Aile Krizi

Modern çağ, özgürlük adına mahremiyeti zedelemekte, teşhir kültürünü yaygınlaştırmakta, aileleri buhranlara sürüklemektedir. Boşanmaların artması, aldatmaların sıradanlaşması, sadakatin zayıflaması, aslında bu emniyet-hürmet-muhabbet üçlüsünün yara almasından kaynaklanmaktadır.

Tesettür, sadece bir dinî vecibe değil; aynı zamanda ailenin iç huzurunu ve karşılıklı sadakati koruyan hikmetli bir kalkandır. Bediüzzaman’ın bu sözü, sadece geçmiş zamanlara değil, bugünün yaralı aile yapısına da güçlü bir reçete sunar.

Son Söz: Göz Değil, Gönül Kazansın

İffet, mahremiyet ve edep; ailede sadakatin zırhıdır. Kadın da erkek de, mahremiyetine dikkat ederek sadece eşine özel kalmayı bir fazilet olarak görmelidir. Bir ailede karşılıklı güven varsa, samimi bir hürmet hâkimse ve içten gelen bir muhabbet yaşanıyorsa, o yuva gerçek saadeti yakalamış demektir.

Ve unutulmamalıdır: Güzellik gözle değil, gönülle takdir edilirse kıymetlidir. Ve gönlün sevdiği, gözün baktığından daha kalıcıdır.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Bir ailenin saadeti karşılıklı güven, hürmet ve muhabbetle devam eder” sözü üzerinden, aile yapısının manevi temelleri ele alınmıştır. Tesettürsüzlük ve açık saçıklığın bu temelleri nasıl zedelediği, eşler arasındaki güveni, saygıyı ve sevgiyi nasıl yıprattığı açıklanmıştır. Aile saadetinin devamı için mahremiyetin korunması, iffetin yüceltilmesi ve samimi muhabbetin canlı tutulması gerektiği vurgulanmıştır. Netice olarak, ailede gözlerin değil, gönüllerin kazanması saadetin anahtarıdır.

 

 




Denge Üzerine Kurulan Bir Hayat: Ailede Küfüv Meselesi

Denge Üzerine Kurulan Bir Hayat: Ailede Küfüv Meselesi

“Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani birbirine münasip olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır.”
(Lem’alar, 24. Lem’a, Bediüzzaman Said Nursî)

Evlilik, sadece iki bedenin değil, iki ruhun, iki hayatın ve iki dünyanın birleşmesidir. Bu birliktelik, sadece dış görünüş veya ekonomik seviye üzerine bina edilirse, kısa ömürlü olur. Asıl sağlam temel, “küfüv” yani “denk olmak” üzerine kurulmalıdır. Ve Bediüzzaman’a göre bu denkliklerin en mühimi, diyanet yani iman, takva ve dini anlayışta denkliktir.

Evliliğin Temel Taşı: Ruhsal ve İnançsal Uyum

İki insanın evlenmesi, zahirde kolay bir birliktelik gibi görünse de, asıl mesele bâtındadır. Eşlerin inanç dünyaları, ahiret anlayışları, ibadet disiplini ve hayata bakış açıları birbirinden çok farklıysa, bu fark zamanla bir uçuruma dönüşebilir.

Mesela biri sabah namazına kalkarken diğeri buna anlam veremiyorsa, biri harama karşı hassasken diğeri umursamıyorsa, birinin kalbi Allah korkusuyla titrerken diğeri gaflet içinde yaşıyorsa — bu denklik bozulmuş demektir. Ve bu bozukluk, zamanla muhabbete, sadakate ve huzura zarar verir.

Zahiri Değil, Batını Eşleştirin

Modern çağ, evliliklerde “denk”liği yalnızca maddî ölçülerle değerlendirmeyi öğütlemektedir: Gelir düzeyi, fiziksel çekicilik, sosyal statü, kariyer gibi. Hâlbuki bu unsurlar değişken ve geçicidir. Gerçek ve kalıcı olan, insanın inanç yönü ve ahlaki duruşudur. Zira beden yaşlanır, mal tükenir, şöhret solar… Fakat iman ve takva, insanın ömür boyu taşıdığı ve ölümle daha da yücelen hazineleridir.

Diyanet Denkliği: Ahlak, İbadet ve Hedef Birliği

Bir evlilikte eşlerin ikisinin de namaz kılması, haram-helal duyarlılığı taşıması, ibadete birlikte yönelmesi, Kur’an ve sünnet ışığında yaşama gayesi gütmesi; ortak bir “diyanet kimliği” oluşturur. Bu ortaklık, onları sadece dünyada değil, ahirette de birbirine yakın tutar. Çünkü bu tür bir denkliğe sahip evlilikler, sadece dünya evliliği değil, ebedî bir yoldaşlık vadeder.

Bu sebeple, bir eş seçerken sadece göz değil, kalp ve akıl da devreye girmelidir. Çünkü hayat yolculuğu uzun ve meşakkatlidir. Bu yolda yoldaşınız, ruhunuza yabancıysa, bedenler birlikte olsa da ruhlar yalnız kalır.

Zıddiyet, Zorlayıcı Bir İmtihandır

Eğer eşler arasında diyanet farkı varsa, birinin gayreti diğerinin gafletiyle törpülenir. Biri hayra koşarken diğeri onu yavaşlatır. Bu da zamanla manevî yalnızlığa ve kırgınlıklara yol açar. İslam’ın evlilikte tavsiye ettiği küfüv ilkesi, işte bu tür sürtüşmelerin önüne geçmek içindir. Ruhların aynı yöne baktığı, kalplerin aynı Rabbe bağlı olduğu bir evlilik, hem huzur getirir hem de karşılıklı olarak imanı besler.

Sonuç: Aynı Seccadeye Baş Koymak

Birlikte aynı sofraya oturmak güzeldir ama birlikte aynı secdeye varmak, asıl saadettir. Aynı kıbleye yönelen iki kalp, fırtınalı günlerde bile birbirine tutunur. Ve işte gerçek küfüv budur: Kalpleri aynı Allah’a bağlı iki insanın, bu dünyada ve ahirette birbirine dost ve eş olması.

Özet:

Bu makalede, evlilikte “küfüv” yani eşler arasında denkliğin önemi Bediüzzaman’ın sözü ekseninde ele alınmıştır. Denkliğin asıl merkezi, ekonomik, kültürel ya da fiziksel değil, diyanet (dinî ve imanî) noktasıdır. Eşler arasında inanç, ibadet ve ahlak bakımından benzerlik varsa evlilik uzun ömürlü ve huzurlu olur. Aksi halde manevî uçurumlar ortaya çıkar. Sonuç olarak, eş seçiminde iman ve takva denkliği öncelenmeli; evlilik sadece dünya değil, ahiret yoldaşlığı niyetiyle kurulmalıdır.

 




Ebediyete Uzanan Bir Yolculuk: Kadın ve Erkeğin Hakiki Refikliği

Ebediyete Uzanan Bir Yolculuk: Kadın ve Erkeğin Hakiki Refikliği

“Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka; yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır.”
(Lem’alar, 24. Lem’a, Bediüzzaman Said Nursî)

Modern dünyanın evliliğe bakışı büyük oranda yüzeyseldir. Kadın ve erkek arasındaki bağ, maddî menfaat, fizikî çekim, sosyal beklenti veya geçici duygular zemininde kurulmakta ve yine aynı zeminlerde dağılmaktadır. Hâlbuki İslâm’ın nazarında evlilik, sadece bu fânî hayatı değil, ebedî saadeti hedefleyen bir ittifaktır.

Dünya İçin Değil, Ebediyet İçin Kurulan Bir Ortaklık

Kadın ile erkek arasında kurulan bağın en derin boyutu, onların birbirlerinin sadece dünyada değil, ahirette de yoldaşı olabilmesidir. Evlenen iki insan, yalnızca geçim ortağı değil; aynı zamanda cennete birlikte yürüyen iki yolcu, aynı secdede aynı Rabbe yönelen iki kuldur.

Bu bakış açısı, evliliği kutsal ve kalıcı bir bağ haline getirir. Aksi halde, evlilik yalnızca günlük ihtiyaçları karşılamak için kurulursa, ilk sarsıntıda çöker. Zira dünya fanidir, maddî bağlar da öyle. Oysa ahiret için yapılan bir birliktelik, sarsılmaz bir temel üzerine kuruludur.

Muhabbetin Kaynağı: Ruhların İttihadı

Kadın ve erkeğin birbirine duyduğu derin muhabbet, sadece bedenî ihtiyaçlardan kaynaklanmaz. Asıl kaynak, ruhların tanışıklığıdır. Birbirini Allah için seven, birbirinin imanını koruyan, ibadette birbirine destek olan eşler; bu dünyada birbirine güç, ahirette birbirine yoldaş olurlar.

Kadın, kocasının sadece yemek ve ev işlerini gören bir varlık değildir. Erkek de sadece evin geçimini sağlayan bir araç değildir. Her ikisi, Allah’ın kulluğunda ve ebedî saadeti kazanmada birbirinin tamamlayıcısıdır.

Hayatın Her Merhalesinde Refiklik

Bediüzzaman, kadını “refika-i hayat” olarak tanımlar. Bu tanım, yalnızca dünya için değil, ebediyet için de geçerlidir. Kadın, erkeğin hayat yolculuğunda yanında duran, onu tamamlayan, onunla birlikte düşünen, hisseden, dua eden bir yoldaştır.

Bu sebeple evlilik, karşılıklı fedakârlık, sabır, sadakat ve dua ile güçlenir. Ne sadece romantizmdir ne de kuru bir zorunluluk. Evlilik, iki kulun Allah’a birlikte yürüdüğü bir seyr-i sülûktur.

Cennetlik Eş Olabilmek

Kur’an, salih erkekler ve saliha kadınların “cennette eşleriyle birlikte ebedî kalacaklarını” müjdeler. Bu, evliliğe yüklenen en yüce anlamdır. Eşler, eğer bu dünyada birbirine takvada yardımcı olurlarsa, Rabbimiz onları ebedî bir hayat arkadaşlığına layık görebilir.

Ne büyük bahtiyarlıktır ki bir kadın, ahirette de eşini görebilecek, bir erkek, cennette de eşine “refikam” diyebilecektir.

Sonuç: Dünya ve Ahiret Refikliği

Kadın ile erkek arasındaki ilişki, sadece geçici arzularla şekillenirse hem dünya hayatı ziyan olur hem de ahiret dostluğu kaybedilir. Lakin bu ilişki, iman, muhabbet ve takva temelinde inşa edilirse, hem dünya saadeti doğar hem de ahiret selameti kazanılır. O zaman evlilik, geçici bir birlik değil, ebedî bir yol arkadaşlığına dönüşür.

Özet:

Bu makalede, kadın ve erkek arasındaki ilişkinin yalnızca dünyevî bir ortaklık olmadığı; bilakis ebedî hayatı da kapsayan kutsal bir refiklik olduğu vurgulanmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle kadın, erkeğin sadece dünya hayatında değil, ahiret hayatında da yol arkadaşıdır. Bu anlayış, evliliği basit bir sözleşme olmaktan çıkarıp, ibadet mahiyetine dönüştürür. Gerçek huzur ve saadet, bu dünya ile sınırlı olmayan, Allah rızasına dayanan birlikteliklerde mümkündür.

 

 




Helâl Dairesinde Yaşamak: Kullukta Lezzeti Aramak

Helâl Dairesinde Yaşamak: Kullukta Lezzeti Aramak

“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler)

İnsan hayatı iki dairede geçer: Helâl ve haram. Helâl, Allah’ın rızasına uygun, insanın fıtratına uygun, huzura götüren yoldur. Haram ise nefsin aldatıcı ve geçici arzularının peşinden sürüklenerek girilen, ruha azap, kalbe yük olan çıkmazlardır. Oysa ki helâl dairesi, insanın aradığı gerçek keyfi, huzuru ve güveni fazlasıyla sunar.

Helâl Dairesi: Rahmetin Genişliği

Bazı insanlar, dinin yasakladığı şeyleri hayatı daraltan bir zorluk gibi görür. Oysa bu bir aldanıştır. Çünkü Allah, kullarına haram ettiklerinin kat kat fazlasını helâl kılmıştır. Göz için helâl bakışlar, kulak için helâl sözler, kalp için helâl sevgiler vardır. İnsanın ihtiyacı olan gerçek zevkler, helâl çerçevede hem ruhu doyurur hem de kalbi yormaz.

Bir damla haram su, bin okyanus helâl su varken, niçin tercih edilsin? Bir lokma haram kazanç, helâl rızık varken, niçin alınsın? Çünkü helâlin içinde dua, bereket ve huzur gizlidir; haramda ise pişmanlık, kaygı ve manevi bir yara vardır.

Kulluk: Lezzetli Bir Şeref

İnsan, yaratılış itibarıyla bir asker gibidir. Bu askerlik, emir almaktan öte bir şereftir. İnsan, Rabbine kul olunca, nefsinin esiri olmaktan kurtulur. Allah için yaşamak, Allah namına vermek ve almak, insanı yüceltir. Çünkü insan, eşyaya ve hayata Allah’ın gözüyle bakmaya başlar. Bu da kulluğun hem lezzet hem huzur veren tarafını gösterir.

Her sabah uyanmak bir nefer gibi yeni bir görev almaktır. Her nimet, Rabbin lütfu bilinciyle alınır. Her musibet, bir imtihan olarak görülür. Ve bu hayat tarzı, insana dünya cennetini yaşatır.

İstiğfar: Kusura Rağmen Rahmete Sığınmak

Her insan hata yapar. Kullukta zaaf gösterebilir. Fakat önemli olan, kusuru fark edip Rabbine yönelmektir. Bediüzzaman’ın duasında olduğu gibi:

> “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et.”

İstiğfar, kulun kendini düzeltmek için attığı en samimi adımdır. Çünkü Allah Teâlâ, kulunun günahından vazgeçip yönelmesini ister. Ve affetmeye her an hazırdır.

Hayatın Vazifesi: Allah Namına Yaşamak

İnsanın gerçek vazifesi, her işini Allah için yapmasıdır. Bir söz söylerken, bir lokma yerken, bir adım atarken niyet Allah için olursa, sıradan işler bile ibadet değerine ulaşır. O zaman insan, hayatın her alanında sükûnet bulur. Çünkü ne yaptığı değil, kimin için yaptığı önemli hâle gelir.

Ve bu niyetle yaşayan insan, emaneti olan canı teslim edene kadar hem emniyette yaşar hem de ebedî hayat için hazırlanmış olur.

Sonuç: Kullukta Huzur, Helâlde Lezzet

Helâl, insana yeten geniş bir dairedir. Harama yönelmek hem nefsin aldanışı hem de ruhun yıkımıdır. Kulluk ise bir yük değil, bir şereftir. İnsan, bu şerefli görevi Allah hesabına yaparsa, hem dünya hayatı anlam kazanır hem de ebedî saadetin yolu açılır. Hayatın gayesi, Allah için yaşamak ve her nefeste O’na kul olabilmektir.

Özet:

Bu makalede, insanın hayatını helâl dairesinde yaşamasının ne kadar geniş, huzurlu ve yeterli olduğu vurgulanmaktadır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, Allah’ın farzları az ve hafif, kulluk ise tarif edilemez derecede lezzetli ve şereflidir. İnsan, asker gibi Allah namına hareket ettiğinde, hem hayatına anlam katar hem de huzura erer. Kusurlar karşısında istiğfarla sığınmak ise, kulluğun doğal bir yönüdür. Sonuç olarak, harama hiç lüzum yoktur; helâlde saadet ve kullukta gerçek özgürlük vardır.