Fem-i Selim, Fehm-i Selim, Kalb-i Selîm: Hakkı Söyleyen, Hakkı Anlayan ve Hakkı Seven

Fem-i Selim, Fehm-i Selim, Kalb-i Selîm: Hakkı Söyleyen, Hakkı Anlayan ve Hakkı Seven

Orantılı olarak birbirlerinden ayrılmayan ve birbirlerini besleyip destekleyen üç unsur.

İnsanı insan yapan unsurlar sadece et ve kemik değildir.
İnsan, konuşmasıyla, anlayışıyla ve kalbiyle bir bütündür.
Ne dil, ne akıl, ne de kalp tek başına yeterlidir.
Bunlar ancak selim, yani arınmış ve düzgün olduklarında insana kemal kazandırır.

İşte bu yüzden, kadim İslâm irfanı üç temel fazileti birlikte zikreder:

Fem-i Selîm: Doğru ve temiz konuşan bir ağız,

Fehm-i Selîm: Doğru anlayan bir akıl,

Kalb-i Selîm: Şirkten, kibirden, kin ve hasetten arınmış, Allah’a yönelmiş bir gönül.

Bu üçü, bir bedenin farklı uzuvları gibi birbirine bağlıdır.
Biri eksikse diğerleri de tam işleyemez.

Fem-i Selîm: Hakkı Konuşan Lisan

Ağızdan çıkan söz, kalbin ve aklın tercümanıdır.
Fem-i selîm, insanın dilini yalandan, gıybetten, iftiradan korumasıdır.
Kur’an buyurur: “Doğru söz söyleyin!”
Çünkü söz, kalpteki imanın şubelerindendir.

Sözlerimizde nezaket, doğruluk ve hikmet yoksa, fem-i selîm kaybolmuş demektir.
Ve unutulmamalıdır: Ağızdan çıkan, sahibinin karakterini ilan eder.

Fehm-i Selîm: Hakkı Anlayan Akıl

Anlayışta selamet yoksa, sözler karmaşık, hükümler yanlış, neticeler acı olur.
Fehm-i selîm; önyargısız, adil, hikmetli bir anlayış demektir.
Zahirin ardındaki hakikati görebilen bir basirettir.
Bediüzzaman der ki:

> “Her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir.”
İşte bu sözü anlayabilecek basirete fehm-i selîm denir.

Kalb-i Selîm: Hakkı Seven Gönül

Kur’an, kurtuluşun şartını bildirirken şöyle der:

> “O gün ne mal fayda verir ne evlat; ancak Allah’a kalb-i selîm ile gelenler müstesna.”
(Şuarâ, 88-89)

Kalb-i selîm, hastalıklardan arınmış, yalnızca Allah’a yönelmiş bir kalptir.
Haset, riya, kin, kibir gibi hastalıklardan temizlenmiş,
imanla dolmuş bir gönüldür.
O kalp, Rabbini sever, mahlûkata merhamet eder.

Üçü Bir Arada: Ya Hepsi Ya Hiçbiri

Sadece doğru konuşmak yetmez.
O söz doğru bir anlayıştan gelmeli, temiz bir kalpten doğmalıdır.
Zira bazı sözler doğrudur ama yerinde değildir.
Bazı anlayışlar zekice görünür ama merhametsizdir.
Bazı kalpler samimi gibi görünür ama menfaat peşindedir.

Bu yüzden, fem-i selîm, fehm-i selîm ve kalb-i selîm bir arada olmalıdır.
Bir müminin kemali, bu üç uzvun birlikteliğindedir.
Dili doğru söylemeli, aklı hikmetle anlamalı, kalbi Allah ile atmalıdır.

Makale Özeti:

Bu makalede, İslâm irfanında önemli bir yeri olan üç selim vasıf üzerinde durulmuştur: Fem-i Selîm (doğru sözlü dil), Fehm-i Selîm (hikmetli anlayış) ve Kalb-i Selîm (arınmış gönül). Bu üç unsur, bir müminin kemale ermesinde temel yapı taşlarıdır. Dil, akıl ve kalp; birbirini tamamlayan, doğruluk, hikmet ve ihlası besleyen üç kaynaktır. İnsan ancak bu üçüyle birlikte gerçek anlamda hakikate yaklaşabilir ve Allah’a selim bir şekilde dönebilir.

 

 




Kalb-i Selîm: Mahşerde Geçen Tek Pasaport

Kalb-i Selîm: Mahşerde Geçen Tek Pasaport

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ
Yevme lâ yenfe’u mâlun velâ benûn(e)
İllâ men eta(A)llâhe bikalbin selîm(in)

O günde ki ne mal fayda verir o gün, ne evlat.
Ancak Allah’a, şirkten ve şüpheden arınmış bir gönülle gelen faydalanır.”
Şu’arâ Suresi 88-89. Ayet

Ruhî-i Bağdadî diyor ki; “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler, Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler…”
“Ey hoca; sanma ki senden altın ve gümüş isterler,
Hiçbir şeyin fayda vermeyeceği günde, tertemiz ve sapasağlam bir kalp isterler.”

*******

İnsan, fıtraten biriktirmeye meyillidir. Mal toplar, evlat yetiştirir, mevki arar. Oysa öyle bir gün vardır ki, hiçbir servet, hiçbir makam, hiçbir dost, hatta evlat bile fayda vermez. Bu gerçek, Kur’ân’da Şu’arâ Suresi’nin o sarsıcı ayetleriyle ilan edilir:

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlat; ancak Allah’a selîm bir kalple gelen başka.”
(Şu’arâ, 88-89)

Bu ayet, dünya hayatının temel yanılgısını bir cümlede özetler: Zannedilir ki sahip olduklarımız bizi kurtaracaktır. Oysa gerçek sermaye, dışımızda değil içimizdedir. Kalbimiz… Ama ne kalp? Hastalıklardan, şirkten, riyadan, kibirden arınmış; selîm, yani sağlam, saf ve teslim olmuş bir kalp.

Ruhî-i Bağdâdî’nin hikmetli beyti de bu ayetin çağlar ötesinden gelen yankısı gibidir:

“Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler,
Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler…”

Yani sanma ki senden altın ve gümüş istenecek. O büyük hesap gününde tek geçerli değer, selîm bir kalptir. Ne kadar isabetli ve derin bir uyarı…

Kalb-i Selîm Nedir?

Kalb-i selîm; sadece biyolojik bir organ değil, ahlâkî ve mânevî bir merkezdir. O kalp; Allah’tan başkasına boyun eğmeyen, kin tutmayan, riyâ gütmeyen, kibirlenmeyen bir kalptir. Dünyevî kirlerden temizlenmiş, ahiret yurduna hazırlanmış bir yürek…

iman kalbe yerleşmişse, o kalpte istikamet doğar.
O halde kalb-i selîm, istikametin, sadakatin ve teslimiyetin ürünüdür.

Dünyada Kazanmak mı, Mahşerde Geçmek mi?

Dünya imtihan yeridir. Burada mal da evlat da imtihan vesilesidir. Nice insanlar mallarıyla övünürken Allah katında iflâs etmiş sayılırlar. Nice babalar evlatlarıyla gururlanırken mahşerde onlardan kaçacak hâle gelirler. Çünkü o gün, herkes sadece kendi hesabıyla meşgul olacaktır.

İşte o zaman, kalbine bakılacak insanın… Malına, evine, nüfuzuna değil. Kalb-i selîm ile gelen, mahşer kalabalığında sırat gibi ince bir çizgiden selametle geçecektir.

Nasıl Elde Edilir?

Selîm kalp, bir ömürlük terbiyenin meyvesidir. Tevbe ile yıkanır, zikirle parlar, tefekkürle derinleşir. Her gün kendine şu soruyu soran kişi bu yola girer:

> “Bugün kalbime ne kattım ve ondan neyi temizledim?”

Riyadan bir parça attıysan, o gün kazançlısın. Kibirden bir iz sildiysen, ne mutlu sana. Gönlünü Allah’a yöneltip insanlara merhametle baktıysan, kalbin selîm olmaya doğru bir adım daha atmıştır.

Son Söz Yerine

Hesap gününde geçerli tek belge, selîm bir kalptir. Ne kadar ibadet yaptığımızdan çok, nasıl bir kalple yaptığımız sorulacaktır. Ne kadar kazandığımızdan çok, neyle kirlendiğimiz sorgulanacaktır. Bu yüzden her insanın en önemli meselesi kalbini korumaktır. Çünkü:

“Kalbin selâmetsizliği, ahiretin iflâsıdır.”

Makale Özeti:

Kur’ân’da belirtildiği üzere, kıyamet gününde mal ve evlat fayda vermeyecek, sadece selîm (sağlam, temiz, Allah’a teslim olmuş) kalp geçerli olacaktır. Ruhî-i Bağdâdî de bu gerçeği şiirsel bir dille ifade eder. Kalb-i selîm, dünyevî kirlerden arınmış, riyadan, kibirden uzak, ihlâslı bir kalptir. Ahiretteki kurtuluş, bu kalbin derecesine bağlıdır. Müminin asıl çabası, dışı değil içi güzelleştirmek ve kalbini selîm hâle getirmektir.

 




Razı Olmak ve Razı Edilmek: Sonsuz Huzurun Anahtarı

Razı Olmak ve Razı Edilmek: Sonsuz Huzurun Anahtarı

يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُࣗ ﴿٢٧﴾
اِرْجِعٖٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚ ﴿٢٨﴾
فَادْخُلٖي فٖي عِبَادٖيۙ ﴿٢٩﴾
وَادْخُلٖي جَنَّتٖي
“Ey imanın huzuruna kavuşmuş insan!
Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak rabbine dön.
Böylece has kullarımın arasına sen de katıl.
Cennetime gir!”
Fecr Suresi – 27-30 .

Aslında bütün mesele o değil mi?
Kulun Allah’tan ve Allah’ın kulundan razı olması.

*****

Dünya, bir arayışın sahnesidir. Her insan huzuru, mutluluğu, güveni ve anlamı bulmak ister. Kimi bu arayışı servette, kimi makamda, kimi de sadece dahildeki sessizlikte dener. Oysa asıl huzur, Kur’an’ın en müjdeli seslenişlerinden biri olan şu hitapta gizlidir:

> “Ey itminana (kalbi huzura) ermiş nefis!
Rabbine dön; O’ndan razı, O da senden razı olarak.
Seçkin kullarım arasına katıl.
Cennetime gir.”
(Fecr, 27-30)

Bu ayet, bir hayatın nihai neticesidir. Allah’ın kuluna hoşnutlukla seslenmesi ve onu ebedî cennetine davet etmesi… Bu, sadece bir mükâfat değil, yaratılışın en derin gayesinin ilanıdır:
Kulun Rabbinden razı olması, Rabbin de kuldan razı olması.

Razı Olmak: Kalbin Teslimiyeti

“Razı olmak”, sadece kabullenmek değildir. Bu, içten gelen bir tevekkül, derin bir güven, Allah’ın her takdirine içten bir rızadır. Başına gelen sıkıntıya, kayba, zorluğa rağmen “Rabbim bilir” diyebilmektir.

Razı olan kul, kendi arzularını Allah’ın iradesine tercih etmez. Onun duası Hz. İbrahim gibidir:

> “Ben Rabbimden razıyım; O’nun hükmüyle sükûn bulurum.”
“Eğer bana düşen ateşse, o da güzeldir; çünkü O istedi.”

Razı Edilmek: Rabbimizin Rızasına Erişmek

İnsanın Allah’tan razı olması bir yönlü sevgidir. Ama Allah’ın kulundan razı olması… İşte asıl hedef budur. Bu, kulluğun en yüksek mertebesidir.

Rabbimizin rızası, yalnızca çok ibadet etmekle değil; ihlâs, tevazu, sabır ve istikamette ısrarlı olmakla kazanılır. Ayet bunu şöyle tarif eder:

> “Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.” (Beyyine, 8)
Rıza makamı.

Allah’ın razı olduğu kullar; dünya hayatında sabreden, şükreden, riyadan uzak duran, günahla mücadele eden, ama en önemlisi Allah’a gönülden bağlananlardır.

Mesele Ne Cennet Ne de Cehennem…

İbn Kayyim der ki:

> “Gerçek kulluk, sadece cenneti istemek ya da cehennemden korkmak değildir. Asıl kulluk, Allah’ın rızasını aramaktır.”

Cennet, Allah razı olduğu için güzeldir. Cehennem, Allah’ın gazabını yansıttığı için korkunçtur. O hâlde asıl mesele, Allah’ın razı olduğu bir kul olabilmekte gizlidir.

Bunun için bazen bir özür, bazen bir gözyaşı, bazen bir sabır anı, bazen küçük bir ihlâslı dua kâfi gelebilir. Yeter ki kalp, O’nunla barışık olsun. Yeter ki kul, Rabbini sevip O’na güvenmeyi öğrensin.

Son Söz Yerine

Hayatın sonunda en büyük başarı; Allah’ın seni huzuruna çağırdığı o anı duyabilmektir:

> “Ey huzur bulmuş kul… Gel!”

Ne bir alkış, ne bir tören, ne bir madalya… Sadece Rabbinden gelen bu sıcak hitap…
İşte asıl mesele budur.

Makale Özeti:

Fecr Suresi’nin 27-30. ayetlerinde bildirilen “Ey huzur bulmuş nefis” hitabı, kulun Allah’tan, Allah’ın da kuldan razı olduğu yüksek bir mertebeye işaret eder. Razı olmak, Allah’ın takdirine gönülden teslimiyetle boyun eğmektir. Razı edilmek ise, ihlâs, sabır ve sadakatle Allah’ın rızasına ulaşmaktır. Cennet bile bu razılık hâlinin bir neticesidir. Asıl mesele, bu dünyada Allah’tan razı yaşayıp, ahirette Allah’ın rızasını kazanmış olarak huzura alınabilmektir.

 




Doğruluk Yıkılmaz Bir Kaleye Benzer

Doğruluk Yıkılmaz Bir Kaleye Benzer

“Sual: Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
Cevap: Doğruluk.

Sual: Daha?
Cevap: Yalan söylememek.

Sual: Sonra?
Cevap: Sıdk, ihlâs, sadâkat, sebat, tesanüd.

Sual: Yalnız…
Cevap: Evet…

Sual: Neden?
Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan
kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır?

Ziya Paşa der ki:
İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah

**********

İnsana ilk lazım olan şey nedir?

Bu soru, sadece bir ahlak dersi değil, bir hayat pusulasıdır.
Cevabı da son derece sade ve ezelîdir: Doğruluk.

Bediüzzaman Hazretleri’nin kısa ama özlü şekilde ifade ettiği bu diyalog, aslında insanın hem bireysel hem de toplumsal kurtuluşunun temelini ortaya koyar. Çünkü küfrün mahiyeti yalan üzerine, imanın özü ise doğruluk üzerinedir. Yani hakikat ile bâtıl arasındaki fark, sıdk ile kizb (doğruluk ile yalan) kadar keskindir.

Doğruluk: İmanın Dili

Doğruluk; kalpteki imanın dildeki tercümesidir. Allah’a gerçekten iman eden biri, yalanla yaşayamaz. Çünkü yalan, hakikatin çarpıtılması, güvenin zehirlenmesi, insanlığın sarsılmasıdır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurur:

> “Şüphesiz doğruluk hayra, hayır da cennete götürür.
Bir kimse doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğruluktan ayrılmayan) yazılır.
Yalan ise fücura (günahkârlığa), fücur da cehenneme götürür.”
(Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 105)

İman eden bir insan, yalanla izzet bulamaz. Çünkü Allah doğru olanın yardımcısıdır, yalancının değil.

Sadâkat: İmtihanın Adıdır

Sadâkat, imanın devamıdır. İnandığın hakikate sabırla bağlı kalmaktır. Rüzgârlar ne kadar sert eserse essin, gönül direğini kırmamaktır.
Sadâkat; zorlukla test edilir, imkânsızlıkla ölçülür.

Hz. Ebubekir’in “Sıddîk” unvanı, doğrulukta zirve oluşunun ve Resulullah’a olan sarsılmaz sadâkatinin bir neticesidir. O, Mekke’nin alaycı fısıltılarına karşı, Allah Resulü’nün söylediği her kelimeye kalbiyle “evet” demiştir.

Ziya Paşa ne güzel söyler:

> “İnsana sadâkat yaraşır, görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah.”

Sadâkat; bazen yalnızlığa mal olur, bazen hapsi göze aldırır, bazen de ömrü çileyle yoğurur. Ama sonunda, sadâkatin mükâfatı ilahî rızadır.

Sıdk ve Tesanüd: İman Kalesinin Harcı

Bir cemiyetin dirliği ve dengesini sağlayan harç, sıdk ve tesanüddür. Doğruluk sarsıldığında, güven yıkılır. Güven yıkıldığında birlik çözülür.
Birlik çözüldüğünde toplumda çatlaklar baş gösterir.

Bediüzzaman bu açıdan şöyle der:

> “Hayatımızın bekası; imanın, sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.”

Yani doğruluk, sadece kişisel bir fazilet değil, aynı zamanda toplumsal bir istikrar vesilesidir. Yalancılık yayılırsa aile dağılır, cemiyet çözülür, ümmet zayıflar. Ama sıdk ve sadâkat üzerine inşa edilen birlikler yıkılmaz kalelerdir.

Sonuç: Küfür Yalandır, İman Doğruluktur

Küfür, en büyük yalandır. Allah’ı, ahireti, hakikati inkâr etmek; var olanı yok saymaktır. Bu yüzden küfrün mahiyeti yalandır.
İman ise var olanı tasdik etmektir. Hakikati kabul etmektir. Bu yüzden imanın mahiyeti sıdktır.

Kıyamet günü, hesap günü, herkesin gizli niyetleri ortaya çıktığında, kurtaran yalnızca doğruluktur.

> “Bu, doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür.”
(Maide, 119)

O hâlde, hayatı doğrulukla yaşamak sadece güzel bir ahlak değil; ebedî kurtuluşun yegâne yoludur.

Makale Özeti:

Makale, insan için en gerekli ahlaki temel olan doğruluğun (sıdk) önemini anlatıyor. Doğruluk, imanın dildeki tezahürü, sadâkat ise bu imanın istikametteki devamıdır. Peygamberimizin hadisleri, Bediüzzaman’ın tesbitleri ve Ziya Paşa’nın dizeleriyle desteklenen bu makale; hem bireysel hem toplumsal anlamda sıdk, sadâkat ve tesanüdün önemine dikkat çekiyor. Yalan, küfrün bir vasfı; doğruluk ise imanın bir alametidir. Sonuç olarak, insanın hem dünyada hem de ahirette kurtuluşu, doğruluğa sarılmakla mümkündür.

 




Selamet Yolu: İslâmiyet ve Teslimiyet

Selamet Yolu: İslâmiyet ve Teslimiyet

“İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dahilde nizâ ve husumet istemez.”
“Demek selamet ve emniyet, yalnız İslâmiyet’te ve imandadır.”
“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder…”

*******

İslâm; sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir huzur iklimidir.
Kelime kökü olan “selm” ve “silm”, barış, güven ve selamet anlamlarını taşır.
Bu yönüyle İslâmiyet, insana hem iç âleminde bir barış, hem de toplumda bir emniyet vadeder.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle özetler:

> “İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dahilde nizâ ve husumet istemez.”

Gerçek İslâm anlayışı; kavga değil kardeşlik, öfke değil merhamet, düşmanlık değil uhuvvet üretir. Müslüman; emniyet veren kişidir. Hakk’a teslim olan, halkla barışık yaşar.

İmanın Zincirleme Tesiri

İmanın insan hayatına etkisi sadece kalpte değildir; düşünceden davranışa kadar tüm alanları kapsar. Bu tesiri Bediüzzaman şöyle sıralar:

> “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”

Bu cümle, bir manevî zinciri ifade eder:

İman, kalpte Allah’ı birlemekle başlar.

Tevhid, Allah’tan başka hiçbir güç olmadığını kabul ettirir.

Teslim, o güce gönül huzuruyla boyun eğmeyi getirir.

Tevekkül, her şeyin Allah’tan olduğunu bilerek endişeden uzak bir güven hâlidir.

Saadet-i dareyn, yani dünya ve ahiret saadeti, bu zincirin sonunda bir neticedir.

Modern dünyanın karmaşasında insanlar neyi arıyor? Huzur.
Ancak o huzur, ne bankalarda ne ekranlarda var. Gerçek selamet, sadece imanla başlayan ve teslimiyetle derinleşen bir yolculukla mümkündür.

İç Kargaşadan Dış Kavgaya: Niza’nın Sebebi

Bugün toplumun en derin yaralarından biri “dahilde nizâ ve husumet”tir. Aile içinden ümmet coğrafyasına kadar pek çok alanda çekişme, bölünme ve kutuplaşma yaşanıyor.
Halbuki İslâm, iç kargaşayı asla istemez. Çünkü bu, selamet dinine aykırıdır.

İman kalplere yerleştiğinde kin yerine af, bencillik yerine kardeşlik gelir.
Teslimiyet, mü’mini sabırlı ve sakin kılar. Tevekkül, onu sarsılmaz ve metin tutar.
O yüzden hakiki bir mümin, kavgayla değil şefkatle yaşar.

Selamet ve Emniyetin Adresi: İslâm

Bediüzzaman’ın şu sözü her şeyi özetler:

> “Demek selamet ve emniyet, yalnız İslâmiyet’te ve imandadır.”

Güvenli bir toplum, huzurlu bir kalp ve sağlıklı bir akıl; İslâmî esaslara göre hayat bulan fertlerin eliyle yeşerir.
Zira İslâm; insanı kendisine, insanlara ve Rabbine barış içinde yaşatmak ister.
Bunun yolu da teslimiyetle iman etmektir.

Sonuç: Teslimiyetle Gelen Huzur

İslâmiyet, sadece bir bilgi değil, bir yaşam biçimidir.
İçinde kavga değil barış; husumet değil muhabbet vardır.
İmanla başlayan bu yolculuk, tevhid ile berraklaşır, teslimiyetle huzur bulur, tevekkülle kökleşir ve sonunda her iki dünyada saadeti getirir.

Bu zamanda en büyük huzur, imanla Allah’a teslim olmuş bir kalpte saklıdır.
Çünkü selamet oradadır, emniyet oradadır, insanlık oradadır.

Makale Özeti:

Bu makale, İslâmiyet’in barış ve selamet dini olduğunu, gerçek huzurun ise imanla başlayıp teslimiyet ve tevekkülle derinleştiğini ifade eder. Bediüzzaman’ın “iman-tevhid-teslim-tevekkül-saadet” zinciri temel alınarak, hem bireysel hem toplumsal huzurun İslâmî esaslarla mümkün olduğu ifade edilir. İç huzuru olmayanın dışa da huzur veremeyeceği belirtilerek, hakiki selamet ve emniyetin ancak İslâmiyet’te bulunabileceği sonucuna ulaşılır.

 

 




Ölümün İki Yüzü: Dehşet ve Rahmet

Ölümün İki Yüzü: Dehşet ve Rahmet

İnsanın en büyük hakikati: ölüm.
Ne zenginliğe bakar, ne gençliğe. Ne sınır tanır ne zaman.
Kapıyı çaldığında ne bir saniye erken gelir, ne bir saniye geç kalır.
Ancak ölüm, her insan için aynı şekilde gelmez.
Kimine rahmet, kimine dehşet olur.

Kur’an Ölümün İki Yüzünü Haber Veriyor

“Ant olsun şiddetle çekip alanlara…”
(Nâziât, 79:1)
“Yumuşaklıkla, kolaylıkla çekip alanlara…”
(Nâziât, 79:2)

İki farklı melek tasviri…
Birincisi zalimlerin, kafirlerin, günahkârların canını alan meleklerdir.
Ruhlarını bedenlerinden çekerken, dikenli telin etten sökülmesi gibi acı verirler.
Diğeri ise müminlerin, salihlerin canını alan meleklerdir.
Onların ruhlarını, tereyağından kıl çeker gibi kolay ve huzurlu şekilde alırlar.

Bu fark, hayatın sonunda değil, aslında hayatın içinde başlar.
Nasıl yaşadıysan, öyle ölürsün.
Nasıl öldüysen, öyle diriltilirsin.

Ölüm, Bir Son Değil Başlangıçtır

Ölüm, ebediyete açılan bir kapıdır.
Dünya denilen misafirhaneden sonsuzluk yurduna geçiştir.
Ama bu geçişin yolu, yolcunun kalbine göre şekillenir.
İmanla yoğrulmuş, sabırla süslenmiş, takvayla korunmuş bir kalp,
ölümle beraber rahmete erer.

Ne mutlu o ruhlara ki, melekler onu karşılayıp şöyle der:

> “Ey huzura kavuşmuş nefis! Rabbine dön! O senden razı, sen de O’ndan razı olarak. Gir cennetime…”
(Fecr, 89:27-30)

Ama gafletle geçen bir ömrün sonu da kolay değildir.
O vakit ölüm, insanı yakalayan bir dehşet olur,
azapla başlayan bir ayrılığa dönüşür.

Yaşarken Ölümü Unutma ki Ölürken Unutulmayasın

İnsan ölüme ne kadar hazırlıklıysa, ölüm ona o kadar dost olur.
Her gün sabah kalkarken,
her gece uykuya dalarken,
biraz ölüme yakın yaşamalı insan.
Zira ölüm gafilin cezası, ârifin vuslatıdır.
Kim Allah’a yürümek için hazırsa, ölüm ona gelin gecesi gibi gelir.

Ölümden Korkmak mı? Hazırlıksızlıktan Kork!

Ölümden korkmak değil, ölüme hazırlıksız yakalanmaktan korkmalı.
Zira ölüm, aslında Allah’ın lütfuyla cennete geçiş bileti de olabilir.
Ama bu bilet, dünyada yapılan hazırlıkla alınır.
Namazla, sabırla, helâl lokmayla, kul hakkından kaçınmakla…
Yoksa ölüm, rahmet değil, pişmanlık olur.

Makale Özeti:

Bu makale, Kur’an’da Nâziât Sûresi’nin ilk ayetleriyle ifade edilen ölümün iki farklı yüzünü işler: biri zalim ve inkârcılar için dehşet, diğeri müminler için rahmettir. Ölüm bir yok oluş değil, ebedi bir hayata geçiştir. Nasıl yaşarsak öyle öleceğimiz gerçeğiyle, hayatı gafletle değil, hazırlıkla geçirmek gerektiği anlatılır. Ölümden değil, ona hazırlıksız olmaktan korkulması gerektiği ibretle anlatılır.

 




VAHŞET VE DEHŞET

VAHŞET VE DEHŞET

“Filistinli kadın doktor, İsrail saldırısında 10 çocuğundan 9’unu kaybetti
Gazze Şeridi’nin güneyindeki Han Yunus kentinde bulunan Nasır Hastanesi’nde çalışan Filistinli kadın doktor, İsrail saldırısında 10 çocuğundan 9’unu kaybetti.”

Gün olmuyor ki, Gazzede çocuk, kadın, masum siviller ölmüş olmasın.
Günde yüzden fazla insanın şehit haberi geliyor.
Bir itin ölümüne göz yaşı döküp ayağa kalkan dünya bunda, burada sessiz,sakin,suskun, normal hal alıp duygusuzlaştık, his duyguları körelmiş, körleşmiş.
İsrail bu zulmüyle insanlığın kodlarını değiştirdi, Dna’sı bozuldu.
İnsanlığını yitirdi.
“Yıkılasın ey İsrail / Enkazını göreyim / Sana ülke diyenin / Yüzüne tüküreyim!”
Tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne Tükürün.
Biz dahi tükürüyoruz.
Yaşasın zalimler için cehennem.

**********

Zulme Sessizlik: İnsanlığın İmtihanı

Dünya, Gazze’de bir annenin 10 evladından 9’unu toprağa verdiği bir sabaha daha uyandı.
Böyle sabahlara “uyanmak” denir mi bilinmez… Belki de bu bir uykudur, insanlığın vicdanî uykusu.

Her gün ortalama 100’ün üzerinde masum can, bombalarla paramparça oluyor.
Kimi kundakta, kimi okul çantasını taşıyordu.
Kimi ekmek almak için sıradaydı, kimi namazda yakalandı.
Ama ortak nokta şu: hepsi masumdu, hepsi suçsuzdu.

Zulüm Kurumsallaştı, Sessizlik Meşrulaştı

Dünya, bir köpeğin açlıktan ölmesini “kriz” olarak görüp kampanyalar başlatırken,
aynı dünya Gazze’de her gün katledilen çocuklara sırtını dönüyor.
İsrail’in bu pervasızlığı sadece bombaların değil, suskun kalplerin, körleşmiş gözlerin ve körelmiş vicdanların eseridir.

> “Bir tek itin ölümüyle sarsılan insanlık, bin çocuğun ölümüne susarsa, orada insanlıktan bahsedilemez.”

Zulüm öyle bir noktaya vardı ki, artık sadece bedenler değil,
insanlığın DNA’sı da hedef alındı.
Kodlar bozuldu. Şefkatin yerine kin, merhametin yerine menfaat yerleşti.
Ve en korkuncu: bu vahşet normalleşti!

Sessiz Kalmak, Taraf Olmaktır

Zulmü durduramayan bir toplum en azından lanetlemeli, en azından rahatsızlık duymalıdır.
Hadis-i şerifte Efendimiz (sas) şöyle buyurur:

> “Bir kötülük görürseniz elinizle düzeltin. Buna gücünüz yetmezse dilinizle karşı koyun. Buna da gücünüz yetmezse, kalben buğzedin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim)

Bugün bu kalbî buğzun bile izine rastlamak zorlaştı.
İsrail bombalarken, dünya ekran başında maçı konuşuyor.
Gazze yanarken, diller lüksü tartışıyor.
Zulüm göğe yükseliyor ama yer, suskun.

Zalimlere Karşı Direniş, İnsanlığa Sadakattir

Zalimlere karşı söz söylemek, insanlığa duyulan saygının ifadesidir.
Zulüm karşısında tarafsız kalmak, aslında zalimin yanında durmaktır.
Bu yüzden şu sözler zamanın vicdanını tokatlar:

> “Tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne! Tükürün!”

Zira zalime merhamet, mazluma ihanettir.
Bu yüzden;
“Yıkılasın ey İsrail, enkazını göreyim!” diyen yürekler yalnızca Filistin için değil, insanlık onuru için haykırıyor.

Bir Gün Elbet…

Zalimler için kurulmuş tuzaklar vardır.
Mazlumun ahı, arşa çıkar ve Rabbin adaleti şaşmaz.
Bugün toprak altında gömülen çocukların hesabı, elbette sorulacaktır.
Çünkü:

> “Yaşasın zalimler için cehennem!”

Ve o gün geldiğinde, susanlar da konuşacak.
Ama ne fayda… Konuşmanın artık bir anlamı kalmadığında…

Makale Özeti:

Bu makale, İsrail’in Gazze’de işlediği zulmün sadece bölgesel bir trajedi değil, küresel insanlık krizi olduğunu gösterir.
Her gün öldürülen yüzlerce masumun karşısında dünyanın suskun kalması, vicdanların körleşmesini ve zulmün meşrulaşmasını göstermektedir. Makale, zalime karşı ses yükseltmenin insanlığa sadakat olduğunu, susmanın ise zulme ortaklık anlamı taşıdığını ifade eder. Efendimiz’in sözleriyle desteklenen çağrı, insanlığı yeniden vicdanla yüzleşmeye davet eder: “Zalimlerin o hayasız yüzüne tükürün!”

 

 




KULA BELA GELMEZ HAK YAZMADIKÇA, HAK BELA YAZMAZ KUL AZMADIKÇA

KULA BELA GELMEZ HAK YAZMADIKÇA, HAK BELA YAZMAZ KUL AZMADIKÇA

İnsan başına gelen musibetlerle değil, o musibetlere verdiği tepkilerle sınanır. Her zorluk, her sıkıntı ve her bela, aslında kaderin gizli bir kelamıdır. Ne bir fazlası olur ne de bir eksiği… İşte bu derin hakikati özlü bir söz ne güzel dile getirir: “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça, Hak bela yazmaz kul azmadıkça.”

Bu söz, kader ile kulun iradesi arasındaki ince dengeyi, hikmetli bir teraziye koyar. Allah, adildir ve zulmetmez. O’nun yazdığı her kader, ya bir ikaz, ya bir arınma, ya da bir terakki vesilesidir. Kul azmadıkça, haddi aşmadıkça, yoldan çıkmadıkça bela kapısını çalmaz. Zira bela, bazen ikazdır; gafleti sarsar, kalbi uyandırır. Bazen kefarettir; hataların silinmesine vesiledir. Bazen de terfidir; sabrın mükâfatı, imtihanın neticesidir.

Kur’an’da geçen şu ayet ne kadar manidardır:
“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle kazandığınız şeyler yüzündendir; ama Allah çoğunu affeder.” (Şûrâ, 30)

Yani musibetler, çoğunlukla insanın kendi nefsine ettiği zulmün sonucudur. Zulüm, sadece başkalarına yapılan haksızlık değil; aynı zamanda insanın kendi ruhuna, aklına ve vicdanına ettiği haksızlıktır. Nefsinin arzularına uyan, ilahi hudutları çiğneyen, kalbini katılaştıran kişi, belanın davetçisidir. Ama yine de Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir; birçok hatayı örter, birçok belayı geri çevirir.

Bela bazen bir aynadır. Kul kendi hâlini göremediğinde, Allah ona bir ayna gönderir; ya bir hastalık, ya bir iftirâ, ya da bir kayıp… Bu aynada kişi, kendini görür. Kimisi pişman olur, tevbe eder, yola gelir. Kimisi de inkâr eder, isyan eder, daha da azgınlaşır. İşte bu noktada bela ya rahmete dönüşür ya da gazaba…

Büyükler der ki: “Musibet, hakikati öğretir.” Çünkü bollukta unutanlar, darlıkta hatırlar. Sağlıkta azanlar, hastalıkta döner. Zenginlikte kibirlenenler, fakirlikte tevazuya bürünür. Allah, kulunu sevdiği için onu bazen nimetiyle değil, sıkıntısıyla terbiye eder. Çünkü gerçek dönüş, acıyla olur; gafletten uyanış, çileyle başlar.

Öyleyse kul, başına gelen her bela karşısında önce kalbine dönmeli: “Ben nerede yanlış yaptım?” diye sormalı. Ardından Rabbine dönmeli: “Ya Rabbi, beni affet ve bu belayı hayra çevir.” demeli. Çünkü Allah, belayı yazansa, kaldıracak olan da O’dur. Yeter ki kul, hatasını fark edip dönsün.

Özet:
Bu makalede, “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça, Hak bela yazmaz kul azmadıkça” sözünün hikmetli anlamı üzerinde durulmuştur. Bela, kaderin izniyle gelir ve çoğu zaman kulun kendi hatalarının neticesidir. Ancak Allah’ın rahmeti, kulun hatalarını affeder; bela da bir terbiye, bir arınma, bir dönüş vesilesi olabilir. Kul, musibet karşısında isyan yerine murakabe ve tevbe yolunu seçerse, bela rahmete dönüşür.

 

 




Tevafukat Mucizesi: Kur’ân Satırlarında İlâhî Ahengin İzleri

Tevafukat Mucizesi: Kur’ân Satırlarında İlâhî Ahengin İzleri

Kur’ân-ı Kerîm, sadece mânâ yönüyle değil, lafız, tertip, sayısal ve yapısal düzeniyle de mucizevi bir kitaptır. Bu mucizelerden biri de “tevafukat”tır. Tevafuk, Arapça asıllı bir kelime olup “birbirine uygun düşme, rast gelme, denk gelme” manalarına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’deki tevafukatlar ise, ilâhî bir kasd ve iradenin eseri olan, harflerin, kelimelerin ve ayetlerin olağanüstü bir düzen ve ahenk içinde yer almasıdır.

Bediüzzaman Said Nursî ve Tevafuk Mucizesi

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın mucizeliğini göstermek adına, özel bir dikkatle yazdırdığı “tevafuklu Kur’ân” ile bu hususa dikkat çekmiştir. Hafız Ali, Hüsrev Efendi gibi talebeleriyle birlikte Kur’ân’ı el yazmasıyla istinsah ettirmiş ve özellikle “Allah” lafzının mushaf boyunca mucizevî biçimde birbirine denk geldiğini göstermiştir. Öyle ki, bir sayfada geçen “Allah” lafızları dikey veya yatayda birbirine paralel olarak sıralanmakta, gözle görünür bir simetri teşkil etmektedir. Bu, herhangi bir insanın kasıtlı olarak yapamayacağı, hatta yazarken bile zor fark edilen bir tevafuktur.

Kelime ve Rakam Tevafukları

Kur’ân’da bazı kelimeler, hayatın ve varlığın dahili dengesiyle birebir örtüşecek sayılarda geçer. Örneğin:

Yevm (gün) ,Seb‘u semâvât (yedi gök) , ıman-Küfür, Melek-Şeytan, Dünya-Ahiret, Hayat-Ölüm gibi zıt anlamlı kelimeler eşit sayıda yer alır.
Bu sayısal tevafuklar, Kur’ân’daki bilinçli yerleştirmenin ve Rabbânî tertibin izlerini taşır.

Kur’ân’ın Kâinatla Olan Tevafuku

Kur’ân’daki tevafukat sadece kendi içinde değil, aynı zamanda kâinatın işleyişiyle de örtüşmektedir. Kur’ân, kâinattaki ilahi ahengin lafızlara ve kelimelere bürünmüş halidir. Ay, güneş, gece, gündüz, rüzgâr, bulut, deniz gibi unsurların Kur’ân’da geçtiği yerler ve sayılar, birer işaret fişeğidir. Rabbimiz, kelimelerle evreni, ayetlerle kainatı konuşturmuştur. Bu yüzden Kur’ân’ı okuyan, kâinatı okur. Kur’ân’ın lafzındaki tevafukat, tabiatta da ilahi ölçü ve dengeyi gösterir.

Tevafukatın Hikmeti ve İbret Tarafı

Kur’ân’daki tevafukat, insana bir çağrıdır: Bu kitap gelişi güzel bir beşer eseri değildir. Her harfi bir maksatla, her kelimesi bir mânâ ile yerleştirilmiştir. Bütün kâinatı bir araya getirseniz, bu kitap gibi bir kitap yazamazsınız. Çünkü bu kitap, sonsuz ilim ve hikmet sahibi bir Zât’ın kelâmıdır. Tevafukat, Kur’ân’ın zahirî mucizesi; mânâdaki derinliklerin bir penceresidir. Okuyana, ibret gözüyle bakana mucizevî bir işarettir.

Tevafuklu Kur’ân Mushafları ve Şahitlik

Risale-i Nur talebeleri tarafından yazılan “tevafuklu Kur’ân” mushafları, bu mucizevi düzeni gözle görünür hale getirerek bir nevi Kur’ân’ın mucizesine şahitlik belgesi hükmündedir. Bu mushaflar, Kur’ân’ın hem lafzında hem tertibinde ilahi bir kudretin izini taşıdığını gösteren somut delillerdir. Her bir sayfa, adeta “Bu kitap insan sözü değildir” diye haykırır.

Özet:

Kur’ân-ı Kerîm’deki tevafukat, ilahî kelâmın sadece mânâsında değil, lafzında da mucizevi olduğunu ortaya koyan bir işarettir. “Allah” lafzının sayfalar boyunca dizilişi, bazı kelimelerin eşit sayıda geçmesi ve evrenle örtüşen ifadeler, Kur’ân’ın harf harf bir iradenin eseri olduğunu gösterir. Bediüzzaman Hazretleri’nin tevafuklu Kur’ân çalışması da bu mucizeye dikkat çekmek içindir. Bu tevafukat, iman edenlere huzur, tefekkür edenlere hayret ve düşünenlere birer delildir: “Bu, Allah’ın kelâmıdır.”

 

 




Sözler: Zihinsel Bir Tasavvur Değil, Kalbî Bir Şehadettir

Sözler: Zihinsel Bir Tasavvur Değil, Kalbî Bir Şehadettir

Risale-i Nur’un “Tarihçe-i Hayat ” isimli eserinde geçen şu cümle, hem bir manifestodur hem de bir hakikati ilân eden yüksek bir idrakin ifadesidir:

> “Yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.”

Bu ifade, Risale-i Nur’un ortaya koyduğu tefekkür tarzını ve iman metodunu özetleyen bir hakikat pusulasıdır. Her bir cümlesi, akıl ve kalbi birlikte tatmin eden bir tevhid burcudur. Çünkü iman sadece “inanıyorum” demek değil, varlığı ve hayatı Allah hesabına okuma sanatıdır.

  1. Tasavvur Değil, Tasdiktir

Tasavvur, bir şeyi zihinde canlandırmaktır. Fakat tasdik, o şeyi hakikat olarak kabul ve ikrardır. Risale-i Nur’da iman, zihinsel bir varsayım veya hayal değil; kalbî bir kabul ve marifetle yoğrulmuş bir tasdiktir. Yani Allah’a inanmak, bir olasılığı düşünmek değil; her şeyin O’na delil olduğuna şehadet etmektir.

  1. Teslim Değil, İmandır

Teslimiyet, bazen aklın anlamadığı şeye boyun eğmesi demektir. Lakin iman, aklın ve kalbin birlikte “Evet, hakikat budur” diyerek tasdikidir. Risale-i Nur’un inşa ettiği iman, körü körüne bir teslim değil, delillerle kuvvetlenmiş bir yakîndir. Kur’an’ın “kalpleri mutmain eden” hakikatlerini gösteren bir nurdur.

  1. Marifet Değil, Şuhuddur

Marifet, bilgi seviyesinde bir tanıma hâlidir. Ancak şuhud, gözle görmüşçesine bir idraktir. Risale-i Nur’un sunduğu deliller, Allah’ı sadece bilgi olarak tanıtmakla kalmaz; her zerrede O’nun isimlerini göstererek kalbe adeta “gözle görme”ye yakın bir yakin verir. Bu yüzden marifet değil, şehadettir.

  1. Taklit Değil, Tahkiktir

Taklit, başkasından görerek inanmaktır. Tahkik ise araştırarak, anlayarak, özümseyerek iman etmektir. Risale-i Nur, taklitten tahkike geçişin okuludur. Körü körüne değil; akıl, kalp ve ruhun birlikte şahitlik ettiği bir imanı telkin eder. Bu, müminin imanını sarsılmaz bir kal’a hâline getirir.

  1. İltizam Değil, İz’andır

İltizam, dıştan bir bağlılık ve kabullenmedir. İz’an ise içte yerleşmiş, vicdanda kökleşmiş bir hakikat kabulüdür. Risale-i Nur, Müslümanların kalplerinde iz’anı yerleştirir. Öyle ki kişi, “Bu böyledir” demez sadece; “Bunun başka türlüsü olamaz” diyecek kadar yakin kazanır.

  1. Tasavvuf Değil, Hakikattir

Tasavvuf, seyr ü sülûk yoluyla hakikate ulaşmaya çalışan bir metottur. Lakin Risale-i Nur doğrudan hakikatin kendisini gösterir. Aracısız, doğrudan Kur’an’dan beslenen bir tefekkür ile iman hakikatlerini ortaya koyar. Tasavvuf yolu güzeldir, ama Risale-i Nur hakikati doğrudan kalbe indiren bir mekteptir.

  1. Dâvâ Değil, Dâvâ İçinde Bürhandır

Dâvâ, bir iddiadır. Bürhan ise o iddianın delilidir. Risale-i Nur, yalnızca “Allah vardır” demez; bu sözün binlerce delilini ortaya koyar. Her bir Söz, her bir Lem’a, her bir Şuâ bir delil, bir hüccet, bir bürhandır. Bu yönüyle Risale-i Nur, iman davasını ispatlayan hakikatler mecmuasıdır.

İbret: Sözler, Kalpte Dirilen Bir Hakikattir

Bu beyan, Risale-i Nur’un bir kitap değil, bir hayat olduğu anlamına gelir. Okuyanı sadece bilgilendirmez; dönüştürür, inşa eder, diriltir. Bu sözler yalnızca satırlarda değil, sadırlarda yaşamaya başlar. İmanı bilgi olmaktan çıkarır, bir şuura ve idrake dönüştürür.

ÖZET:

Risale-i Nur’daki “Sözler” sadece zihinsel tasavvurlar değil, kalbî tasdiklerdir. Körü körüne bir teslimiyet değil, tahkikî bir imanı ifade eder. Bu eserler, okuyucusunu taklitten tahkike, iltizamdan iz’ana, marifetten şehadete taşır. Risale-i Nur, dâvâ değil; dâvâ içinde yüzlerce bürhan sunar. Bu yönüyle hakikatin doğrudan kalbe indirildiği bir iman mektebidir. Sözler; imanla uyanan, iz’anla yoğrulan ve şuhudla sarsılmaz hâle gelen bir hakikat şehadetidir.

 

 




Türkiye’de Yüz Yıl İçerisinde Faili Meçhuller ve Entrikalar: Derin Sessizliklerin Çığlığı

Türkiye’de Yüz Yıl İçerisinde Faili Meçhuller ve Entrikalar: Derin Sessizliklerin Çığlığı

Türkiye’nin son yüz yılı, görünür tarih kitaplarının satır aralarında kaybolmuş binlerce “faili meçhul”le ve karanlık dehlizlerde çevrilmiş “entrikalar”la örülüdür. Her dönem kendi rengini verirken, değişmeyen şey; hakikatin üstünü örten sis, masumların ardında bırakılan sessiz çığlıklar ve “derin” ellerin izidir.

Bu coğrafyada cinayetler işlenmiş, suikastlar yapılmış, dosyalar kapatılmış ama milletin vicdanı hiçbirini kapatamamıştır. Bazı isimler unutulmuş olsa da arkada bıraktıkları sızı, hâlâ toplumun hafızasında yaşamaktadır.

Karanlıkta Kalan İsimler, Karanlıkta Bırakılan Hakikatler

Ali Şükrü Bey’in 1923’teki suikastıyla başlayan bu uzun liste, Uğur Mumcu, Hrant Dink, Eşref Bitlis, Turgut Özal, Muhsin Yazıcıoğlu, Gaffar Okkan, Necip Hablemitoğlu gibi birçok isme kadar uzanır. Bu isimlerin her biri, sadece bir birey değil; bir fikrin, bir duruşun, bir vicdanın sembolüdür.

Kimileri “devlet sırrı” adıyla örtüldü, kimileri “gizli belge”lerle unutturuldu. Ancak toplumun zihninde hep aynı soru yankılandı: “Kim yaptı?” Bu sorunun cevabı kadar önemli olan şey, neden yapıldığıdır.

Çünkü bu cinayetlerin çoğu, fikirleri susturmak, yönleri değiştirmek, korku salmak, istikameti bozmak içindi. Kimi zaman bir suikastla bir dava ortadan kaldırılmak istendi. Kimi zaman bir gazeteciye kurşun sıkılarak hakikatin sesi susturulmak istendi.

Entrikalar: Derin Planların Sessiz Aktörleri

Faili meçhuller sadece silahlı saldırılarla değil, aynı zamanda itibar suikastlarıyla, kumpas davalarla, medya linçleriyle de işlendi. Bazıları ömür boyu “hain” yaftasıyla yaşamak zorunda bırakıldı; yıllar sonra beraat ettiğinde ise ne toplum ne vicdan iade-i itibar etti.

1970’ler ve 80’ler, darbe hazırlıklarıyla birlikte örtülü operasyonların arttığı yıllardı. 1990’larda JİTEM iddiaları, Susurluk kazası, Beyaz Toroslar dönemi ve köy boşaltmaları, devlet içinde “devlet dışı” yapıların izini gösterdi.

2000’ler ve sonrasında ise daha rafine yöntemlerle, dosya klasörleri ve istihbarat raporlarıyla işlenen “hukuk kılıklı” entrikalar devreye girdi. Balyoz, Ergenekon gibi süreçler; delillerin manipüle edildiği, bazı suçların meşrulaştırıldığı, bazı gerçeklerin ise göz göre göre örtüldüğü yıllar oldu.

İbret: Güç Değil, Adalet Kalıcıdır

Bütün bu hadiseler bizlere bir hakikati fısıldar: Güç geçicidir, zulüm kendi kendini tüketir ama adalet, hakikat ve vicdan ebediyen ayakta kalır. Bir milletin gerçek bekâsı, tankla tüfekle değil, adaletle korunur. Aksi hâlde koca devletler, içinden çürür; mazlumların ahıyla temelinden sarsılır.

İslam tarihinde Hz. Ömer’in “Dicle kenarında bir koyun kaybolsa, hesabı benden sorulur” anlayışı; modern Türkiye’de “üzerine toprak atılan her hakikatin altından başka bir ihanet çıkar” gerçeğiyle yüzleşir. Faili meçhuller, yalnızca bir cinayet değil; milletin hafızasına saplanan hançerdir.

Sonuç: Sessizleri Duymak, Susturulanları Hatırlamak

Toplum olarak bize düşen, bu “meçhuller”i unutmamak ve unutturmamaktır. Her bir dosya yeniden açılmasa bile, her bir vicdan yeniden uyanmalıdır. Zira tarih, hakikatini kaybederse, kendisini tekrar etmeye mahkûm olur.

ÖZET:

Son yüz yıl, Türkiye’de faili meçhul cinayetlerin, karanlık entrikaların ve derin yapıların gölgesinde geçti. Bu olaylar, sadece bireyleri değil; fikirleri, davaları ve milletin vicdanını hedef aldı. Adaletin ötelenmesi, toplumu içten içe çürüttü. İbret verici olan, güçlülerin değil; hak ve adaletin baki olduğudur. Bu makale, tarihin karanlık sayfalarında unutulmaması gerekenleri hatırlatmak ve sessizliğe gömülmüş çığlıklara kulak vermek içindir.

 

 




ÇİLE: Ruhun Miracı, Nefsin İmtihanı

ÇİLE: Ruhun Miracı, Nefsin İmtihanı

Çile, ters orantılı olarak nefsin alçalırken, ruhun yükselmesidir.
Çile ruhun basamağıdır.. Ruhun miracıdır.
Çile, emir aleminden gelen ruha, madde,beden ve nefsin dayelik yapıp emzirmesi, annelik yapıp bağrına basmasıdır.
Çile, ilahi aşkın mayalanmasıdır.
Çile, eriyip buharlaşmak, ruhun beden kafesinden çıkıp alemlere kanat çırpmasıdır.
Çile, sonsuzluğa kanat açmaktır.

********

Hayat, çileyle yoğrulmuş bir hakikatin adıdır. İnsan, bu dünyaya yalnızca yaşamak, tatmak ve tüketmek için gönderilmemiştir. Onun var oluş gayesi; ruhun terakkisi, kalbin saflaşması ve nefsin tezkiyesidir. Bu yüce yolculukta çile, bir yük değil; aksine bir yücelik vesilesidir. Çünkü çile, ters orantılı bir mucizedir: Nefis alçalır, ruh yükselir. Beden ağlar, kalp güler. Dünya daralır, mana genişler.

Çile, ruhun basamağıdır. Her gözyaşı bir damla arınmadır. Her sancı, bir doğumun habercisidir. Peygamberler, evliya ve asfiya zümresi, en ağır çileleri yaşamış, ama en yüce makamlara da onlar ulaşmıştır. Çünkü çile, ruhun miracıdır. O miraca çıkamayanlar, hakiki vuslata da eremez.

Madde, beden ve nefs, ruha zıt görünse de çile vesilesiyle birer terbiye mekânı olur. Emir âleminden gelen ruh, bu dünyada bedenin bağrında çileyle yoğrulur. Nefis, ruha emziren bir anne gibi olur; onunla mücadele ederek ruhu güçlendirir. Nefsin oyunları, sabrın kılıcıyla bozguna uğradıkça, ruhun göğsü genişler, kalbi saflaşır.

Çile, ilahi aşkın mayasıdır. Acılarla hamlaşan gönüller, aşk ile mayalanır. Seven bilir ki, vuslat çilesiz olmaz. Mevlana’nın yanışı, Yunus’un gözyaşı, Hallac’ın feryadı, bu aşkın en parlak numuneleridir. Gerçek aşk, bedel ister. O bedel de çileyle ödenir.

Çile, eriyip buharlaşmak gibidir. Nefis buharlaşır, ruh saf su gibi arınır. Çile, ruhun beden kafesinden çıkarak âlemlere kanat çırpmasıdır. Kimi zaman bir hastalık, kimi zaman bir yalnızlık, kimi zaman bir ihanet… Ama her biri ruhu cilalar, benliği törpüler, kalbi arıtır.

Ve sonunda çile, sonsuzluğa açılan bir kapıdır. Dünyanın dar yollarından geçerek, ebediyetin genişliğine ulaşmaktır. O yüzden büyükler, “çilesiz kemalat olmaz” derler. Çünkü her çile, bir derstir; her yara, bir arınmadır.

Özet:
Bu makalede çilenin, nefsin alçalışı ve ruhun yükselişiyle nasıl ters orantılı bir hakikat oluşturduğu anlatıldı. Çile; ruhun miracına, ilahi aşkın mayalanmasına, beden kafesinden kurtuluşa ve ebedi hakikate açılan bir kapıya dönüşmektedir. Nefisle mücadele ve sabırla yoğrulan her çile, insanı Allah’a yaklaştıran birer basamak olmaktadır.

 




Samimiyetin ve Niyetin Kerameti: Cemaatin Şahs-ı Manevîsi

Samimiyetin ve Niyetin Kerameti: Cemaatin Şahs-ı Manevîsi

“Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus, lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.”
Tarihçe-i Hayat. 183

********

İnsan tek başına yaratılmadı. Yalnız bir hayattan ziyade, bir cemiyet içinde varlık kazanan, manasını bulan bir mahiyette yaratıldı. Kardeşlik, dostluk ve cemaat ruhu, insanın iç dünyasını besleyen, kalbini kuvvetlendiren, ruhunu yükselten sırlardır. Ve bu cemaatin ruhunu ayakta tutan, bazen bir velînin kerametinden daha güçlü “niyet-i hâlisa”, “samimiyet” ve “uhuvvettir”.

Velâyetin Ötesinde Bir Keramet: Niyetin Kudreti

Bazen bir velînin kerameti, bir suyun yürümesi yahut bir gaybî haber olabilir. Fakat bir insanın ihlasla, sadece Allah rızası için attığı bir adım, bazen o kerametlerden daha aziz olabilir. Çünkü Allah, samimi bir kulunun niyetini öyle büyütür ki, küçük bir ameli koca bir sevap dağını netice verir. Hadîste buyurulduğu gibi: “Ameller niyetlere göredir.”

Öyleyse en büyük keramet, belki de görünmeyen ama içtenlikle yapılan bir secde, bir duadır. Niyet saf olursa, amel bereketlenir. Samimiyetle atılan bir adım, nice kerametlerin kapısını aralayabilir.

Lillah İçin Uhuvvet: Manevî Bir İklim

Uhuvvet, yani kardeşlik; hele ki Allah için olanı, nurdan bir bağdır. Araya menfaatin, siyasetin, nefsin, gururun girmediği bu bağ, bir cemaatin şahs-ı manevîsini oluşturur. Bu manevî şahsiyet, bireylerin toplamından daha fazlasıdır. O kadar ki, bu şahs-ı manevî, bir veliyy-i kâmil gibi Allah’ın inayetine mazhar olur.

Böyle bir birliktelikte, bireylerin zayıflıkları birbirini örtüp güçlendirdiği gibi, ihlas ve samimiyet de bir manevi enerji oluşturur. Herkesin duası, diğerinin duasına omuz olur. Her bir ferde gelen inayet, cemaatin diğer fertlerine de sirayet eder. Böylece birlikten doğan manevî kuvvet, maddî kuvvetleri bile aşar.

Samimî Tesanüdün Kerameti

Zaman gösterdi ki, inançla ve ihlasla bir araya gelen küçük topluluklar, dev dalgaları durdurabildi. Çünkü aralarında samimiyet vardı, tesanüd (dayanışma) vardı. Birbirlerinin hatasını örtüp faziletlerini öne çıkarıyorlardı. Nefislerini değil, davalarını öne koyuyorlardı. Böyle bir ortamda Allah’ın inayeti tecelli eder.

Çünkü Allah’ın yardımı, topluluklaradır; samimi, ihlaslı, birbirine kenetlenmiş topluluklara. Böyle bir cemaatte bulunan herkes, hem bireysel gelişimini tamamlar hem de ümmetin büyük hizmetinde hissedar olur.

Sonuç: Keramet Bekleme, Niyetini Düzelt

Bu çağda keramet arayanlara en büyük cevap şudur: Samimi ol. İhlaslı ol. Lillah için sev. Cemaat ruhuyla yaşa. Bu, en büyük keramettir. Çünkü görünmeyen bir ihlas, bin görünen kerametten daha kıymetlidir. Ve böyle bir manevî cemiyet, yalnız bu dünyada değil, ahirette de saadet kapılarını aralayacak kudrette olur.

ÖZET:

Asıl keramet, samimi niyet ve ihlastadır. Allah için kurulmuş kardeşlik bağları ve bu bağlardan doğan cemaat ruhu, bir velînin kerametinden daha etkili bir manevî kuvvet oluşturabilir. Böyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi, Allah’ın yardımına mazhar olur ve iman hizmetlerinde büyük neticelere vesile olur. Keramet arama, ihlasla yaşa; mucize bekleme, samimiyetle adım at.

 

 




İnsanın Sırrı: Bir Nevî İken Binler Nevî Olmak

İnsanın Sırrı: Bir Nevî İken Binler Nevî Olmak

“Fatır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok mahsülat aldırır ve bir sahifede çok kitapları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azîmdendir ki, Cenab-ı Hak, insan nevini, binler nevîleri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevîleri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi, kuvalarına, latîfelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevî iken binler nevî hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halîfesi ve kainatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.
İşte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayesi ve zenbereği, müsabaka ile, hakîki îmanlı fazîlettir. Fazîleti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdîliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.”
(Tarihçe-i Hayat. 164.

*********

Cenab-ı Hak, kudretini ve hikmetini göstermeyi sever. Çünkü O’nun sanatındaki her detay, İlâhî isimlerinin bir aynasıdır. Bu sebeple, bir zerrede kâinatı, bir çekirdekte ağacı, bir sayfada binler kitap hükmünü icra eder. Aynı sırra binaen, insan da bir fert iken, binler vazifeyi deruhte eden bir mahiyete sahiptir.

  1. İnsan: Kudret ve Hikmetin En Parlak Tecellisi

Bir arıya sadece bal yapmak düşer. Bir kuşun görevi gökyüzünde süzülmektir. Fakat insana baktığımızda, hem arı gibi üretici, hem kuş gibi yükselen, hem düşünür, hem hisseder, hem yönetir, hem de dua eden bir varlık görürüz. İnsanın mahiyetine konulan istidatlar, onu sadece bir varlık değil, binler varlığın merkezi hâline getirmiştir.

İşte bu yüzden, insanın yaratılışına sınır konulmamıştır. Akıl, kalp, ruh, his, hayal, şuur gibi nice latîfelerle sonsuz makamlarda gezebilecek bir donanıma sahiptir. Bu da onu hayvanattan ayırmış, halîfe-i arz, sultan-ı zîhayat yapmıştır.

  1. İnsanlığın Dinamosu: Fazilette Müsabaka

Ancak bu derece tenevvü ve farklılaşmanın bir mayası olmalı. Nedir bu maya? Müsabaka içinde fazîlettir. Yani insan, kendi içindeki cevheri başkalarıyla kıyaslayarak değil, fazilette yarışarak inkişaf ettirmelidir. Takva, ihlas, marifet, sabır, hizmet gibi meziyetler, bu fazilet yarışının zeminidir.

İnsanlığı ileriye taşıyan asıl rekabet, ne kadar çok mal veya makam kazanmakta değil; ne kadar ahlâk, ilim ve iman kazanmakta aranmalıdır. Zira fazilet ortadan kalkarsa, insan hayvana bile rahmet okutacak bir zulme dönüşebilir.

  1. Fazîleti Kaldırmanın Bedeli

Eğer bu fazilet kaldırılırsa, beşerin mahiyeti bozulur. Akıl, nefsin esiri olur; kalp, vicdansızlaşır; ruh, karanlığa gömülür. Bu da insanı, hilafetten azledilmiş bir varlık hâline getirir. İnsanı insan yapan; faziletteki terakki, kemaldeki yarış ve ruhtaki inkişaftır.

Dolayısıyla bu istidadın kıymeti ancak iman ve marifetullah ile açığa çıkar. Aksi hâlde insandaki bu büyük kabiliyet, tıpkı nükleer enerjinin zararlı kullanımı gibi, yıkıma sebep olur.

Sonuç ve İbret

İnsan, kudretin ve hikmetin en yoğun yansımasıdır. Kendi mahiyetini keşfetmek, yaratılış gayesini anlamakla mümkündür. Bunun yolu ise fazilette yarışmak, imanda derinleşmek ve aklı, kalbi ve ruhu beraberce işletmektir. Zira insanın “bir nevî iken binler nevî hükmüne geçmesi” bu ilâhî gayeye yönelmesiyle mümkündür.

ÖZET:

İnsan, sıradan bir canlı değil; binler vazifeyi deruhte edebilecek bir mahiyette yaratılmıştır. Bu üstünlüğünün sırrı ise, faziletteki yarış ve imanda derinleşmededir. Fazileti kaldırmak, insanın asli mahiyetini kaybetmesine ve felakete sürüklenmesine yol açar. Dolayısıyla insan, hem yaratılış sırrını hem de hilafet makamını ancak iman ve faziletle sürdürebilir.

 

 




Rabbini Tanıyan Kalbin Derin Talebi

Rabbini Tanıyan Kalbin Derin Talebi

“Evet, bana öyle bir Halık ve Rab lazım ki, en küçük hatırat-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı rûhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı ahirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp ahireti yerine kuracak; hèm sineği halk ettiği gibi semavatı da îcad edecek; hem güneşi semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete malik olsun. Yoksa, sineği halk edemeyen, hatırat-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı rûhumu işitemez. Semavatı halk etmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise, benim Rabbim Odur ki, hem hatırat-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı ahirete tebdil edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar, “Haydi gir” der.” Tarihçe-i Hayat. 116

*******

“Bana öyle bir Rab lazım ki, hem kalbimi bilir, hem Cenneti hazırlar.”

İnsan, mahiyeti gereği küçük bir varlık gibi görünse de, kalbiyle âlemleri kuşatacak bir derinliğe, ruhuyla ebediyet arzusuna sahiptir. Ne gözbebeğindeki bir zerreyi unutan bir yaratıcıyı ister; ne de kalbinin en derin arzusuna sağır kalan bir Rabbe razı olur. Çünkü insanın fıtratı, sadece bu dünyada tatmin olmayacak kadar büyüktür.

Bediüzzaman’ın “Bana öyle bir Halık ve Rab lazım ki…” diye başlayan ifadeleri, insan ruhunun en derin yerinden gelen bir tefekkür feryadıdır. Bu, sıradan bir inanç beyanı değil, akıl, kalp ve ruhun birlikte dile getirdiği bir ihtiyaç itirafıdır.

  1. İnsan, Sadece Bir Canlı Değildir

İnsan, sadece yemek yiyen, nefes alan, yaşayan bir canlı değil; düşünen, arayan, soran, dua eden, hayret eden bir varlıktır. Kalbinin hatıraları, ruhunun sessiz duaları vardır. Ve bu derinlikteki sesleri ancak her şeyi bilen ve her şeyin iç yüzünü gören bir Zât işitebilir.

Böyle bir Zât, sadece fizikî evreni değil, kalp alemini de idare etmelidir. O ki, sineği yarattığı gibi, yıldızları da yaratmalıdır. Çünkü “büyük-küçük” O’nun kudreti karşısında eşittir.

  1. Saadet-i Ebediye Arzusu

İnsanın içindeki ebediyet arzusu, geçici dünya ile tatmin olmaz. Bu arzunun sahibi, onu bu dünya için değil, sonsuzluk için yaratmıştır. İşte bu nedenle “Rabbim, dünyayı kaldırıp yerine ahireti kuracak” kudrette olmalıdır.

İman, sadece geçmişi kabullenmek değil, geleceği de Allah’a teslim etmektir. Geçmişte güneşi semaya çakan Zât, gelecekte Cenneti kurabilir. Zerreleri gözbebeğinde yerleştiren Zât, kalbimizin dualarına da cevap verir.

  1. Tevhid ve Teslimiyetin Zirvesi

Bu tefekkür, insanı tevhid noktasına taşır. Artık ne aracıya, ne şirke, ne de sebeplere iltifat eder. Kalbini de, geleceğini de sadece O’na teslim eder. Böyle bir teslimiyet, insana “izzet” ve “itminan” verir.

Sonuç ve İbret

Bugün insanlık, teknolojinin sağır makineleri içinde boğulurken, içten içe hâlâ şöyle bir Rab aramaktadır:
Hem sineği yaratsın hem yıldızları;
Hem kalbimi bilsin hem cenneti hazırlasın;
Hem dua eden ruhumu işitsin hem “Haydi gir” desin…

Çünkü insan, ancak böyle bir Rab ile teselli bulur.

ÖZET:

İnsan kalbi ve ruhu, sadece maddî ihtiyaçlarla tatmin olmaz. En gizli duasını işiten, en büyük arzularını yerine getirebilecek kudrette bir Rabb’e muhtaçtır. O Rab, hem sineği yaratacak kadar ayrıntılı, hem de dünyayı ahirete tebdil edecek kadar muazzam bir kudretin sahibidir. Böyle bir Rab, sadece varlıkların yaratıcısı değil; aynı zamanda kalbin dostu ve saadet-i ebediyenin de tek sahibidir. İman, bu büyük teslimiyeti ve güveni yaşamaktır.