Emanete Hıyanet: Ene’nin Unutulan Vazifesi ve Kozmik Korku

Emanete Hıyanet: Ene’nin Unutulan Vazifesi ve Kozmik Korku

“Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse o vakit emanette hıyanet eder

وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا

altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. “
Sözler. 30. Söz

*********

> “Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse o vakit emanette hıyanet eder.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 30. Söz

Ene: İlâhî Kudrete Ayna mı, Yoksa Sahte Bir Malik mi?

İnsanlık, kendisine emanet edilen ene (benlik) vasıtasıyla Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakla mükelleftir. Ene, İlâhî tecellîlere ayna olmak için verilmiş bir ölçü birimi, bir manivela gibidir. Lakin bu emaneti doğru anlamayan kişi, kendi varlığını mana-yı harfiyle (Allah’a işaret eden bir pencere olarak) değil de mana-yı ismiyle (kendi adına ve kendinde var zannederek) görmeye başlarsa, emanete hıyanet etmiş olur.

İşte bu hıyanet, Kur’an’ın “قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا” (Aldanıp Nefsini kirleten hüsrana uğramıştır) ayetinin tehdit ettiği ruhî iflasa yol açar.

Enaniyetin Dalalet Üreten Yüzü

Ene kendini malik sandığında, üç büyük sapmaya zemin hazırlar:

  1. Şirk: Kendisini malik zannederek, Allah’ın mutlak mülkünü parçalara ayırır ve mahluklara dağıtır.
  2. Dalalet: Varlığın anlamını kendi bakışına göre şekillendirir; hakikatin kaynağını unutur.
  3. Hıyanet: İlâhî emanet olan fıtratı kendi nefsine rehin bırakır, hakikatin yolundan sapar.

Bu yüzden enaniyet, dalaletin ana kaynağı, şirkin ilk kapısı ve ilahlık vehminin çıkış noktasıdır.

Kozmik Bir Korku: Semavat, Arz ve Cibal Neden Ürktü?

Kur’an’da anlatıldığı gibi, Allah Teâlâ emaneti (sorumluluk ve bilinç) göklere, yere ve dağlara teklif ettiğinde hepsi çekinmiş ve ürkmüştür. Çünkü bu emanetin içinde, ene sırrı ve serbest irade gibi büyük hakikatler saklıdır.

Bediüzzaman, bu ürkütücü durumun hakikatini şöyle açıklar:
Semavat ve arz ve cibal, “farazî bir şirk” ihtimalinden dahi korkmuşlar. Çünkü eğer ene, kendini malik sanırsa:

İlahlık vehmine kapılır.

Başkalarını da ilahlaştırır.

Kâinatın düzenini şirke alet eder.

Yani bu farazî bir şirk değil, potansiyel bir helak kaynağıdır. Dağların, göklerin, yerin bile çekindiği bu sorumluluk, insanın eline verilmiş ve maalesef çokları tarafından da suistimal edilmiştir.

Hakiki Kurtuluş: Enenin Vazifesini Hatırlaması

Ene, ancak kendi yaratılış hikmetini hatırlarsa, asli görevine döner:

Kendine malik olmadığını, Malik-i Hakikî’nin Allah olduğunu anlar.

Kendini tanımakla Rabbini tanımaya yönelir.

“Ben kimim?” sorusuna “Allah’ın bir kuluyum” cevabını verir.

Böylece emanete hıyanet değil, sadakat göstermiş olur. O zaman da ne arz, ne gök, ne de dağlar ürker. Çünkü insan emanetin kıymetini bilmiş, ona sadakatle riayet etmiştir.

Özet:

Bu makalede, insanın yaratılışına yerleştirilen ene adlı emanetin doğru anlaşılmazsa nasıl dalalet, şirk ve hıyanete yol açacağı izah edilmiştir. Bediüzzaman’a göre, ene kendini malik sanarsa, İlâhî nizamı dağıtır, şirke kapı açar.
Bu yüzden Kur’an’daki “emaneti yüklenme” kıssasında, semavat, arz ve cibal dahi bu emaneti üstlenmekten çekinmiştir.

Kurtuluş, enenin kendisini Allah’a bakan bir ayna olarak görmesiyle mümkündür. O vakit benlik, ilahî hakikatin hizmetine girer, şirk ve hıyanet yok olur. İşte o zaman insan, dağları bile korkutan bir emanete sadakat göstermiş olur.

 




Varlık Mertebeleri: Mümkinâtın Gölgesi ve Vâcibin Nuru

Varlık Mertebeleri: Mümkinâtın Gölgesi ve Vâcibin Nuru

“Evet, Kur’ân, şeriatın müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi’ ve kesretli ilimlerini, tarîkatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini kendi ilminin denizinden akıttığı gibi; daire-i mümkinâtın hakiki hikmetini ve daire-i vücûbun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gàmızasını o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor.”
Sözler. 25. Söz.

“mümkinatın vücudu, vâcibin nurundan bir gölge olduğu cihetle, vehmî bir mertebededir. Vâcibin emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sâbit ve müstakar kalır. Demek mümkinatın vücudu bizzat hakikî bir vücud-u haricî olmadığı gibi, vehmî veya zâil bir zıll de değildir. Ancak, Vâcibü’l-Vücudun icadıyla bir vücuttur.”
Mesnevî-i Nuriye. 117.

**********

  1. Mukaddime: Varlık Denen Hakikat Nedir?

İnsan zihni, var olan her şeyi “mevcut” zanneder. Oysa varlığın bir hiyerarşisi ve ontolojik mertebeleri vardır. İşte bu noktada, İslamî kelam ve tasavvuf geleneği içinde şekillenen daire-i vücûb ve daire-i mümkinât kavramları devreye girer.
Bediüzzaman Said Nursî, bu iki daireyi Kur’ânî tefekkür ve marifet penceresinden değerlendirmiş; insan idrakine sarsıcı bir tevhidî bakış açısı kazandırmıştır.

  1. Daire-i Vücûb: Zâtı ile Vâcip, Varlığı Zorunlu Olan

Vâcibü’l-Vücud, yani varlığı zatı gereği olan tek Zât Allah’tır. O’nun varlığı:

Ezelîdir: Başlangıcı yoktur.

Ebedîdir: Sonu yoktur.

Zatîdir: Başka hiçbir sebebe, illete bağlı değildir.

Zarurîdir: Yokluğu düşünülemez.

Bediüzzaman bu varlık dairesini “daire-i vücûb” olarak isimlendirir. Bu dairede yalnızca Allah vardır. O’nun dışındaki her şey mümkün mertebededir.

  1. Daire-i Mümkinât: Olabilirlik Mertebesi ve Gölge Varlıklar

Mümkinât, yani mümkün varlıklar, kendi başlarına var olamazlar. Varlıkları:

Muhtaçtır: Kendi kendilerine var olamazlar.

Mümkündür: Olabilir de olmayabilir de.

İzafîdir: Gerçek varlıkları yoktur, Allah’ın yaratmasıyla varlık kazanırlar.

Hudûsîdir: Sonradan var edilmişlerdir.

Bediüzzaman’a göre mümkinatın vücudu, “Vâcibin nurundan bir gölge” gibidir. Kendi zatından değil, Allah’ın emriyle ve yaratmasıyla bir “haricî vücut” kazanır.

  1. Vehmî Gölge Değil, Zıllî Varlık: Ne Gerçek, Ne Hiçlik

Bazı bâtınî yorumlarda, mümkinatın vücudu tamamen vehmî yani hayal ürünü olarak görülmüştür. Ancak Bediüzzaman bu noktada itidalli bir çizgi çizer:

> “Mümkinatın vücudu bizzat hakikî bir vücud-u haricî olmadığı gibi, vehmî veya zâil bir zıll de değildir.”

Yani, ne tamamen gerçek ne de tamamen hayaldir. Bu varlıklar, Allah’ın kudretiyle yaratıldıkları için, zıllî (gölgesel ama yaratılmış) bir varlığa sahiptir. İşte bu denge, hem vahdet-i vücûd gibi mutasavvıf yorumlardan hem de maddeci anlayışlardan ayrışır.

  1. Kur’ân’ın Varlık Tasnifi: İlmin Denizinden Akan Marifet

Bediüzzaman’ın ifadesiyle Kur’ân:

Daire-i mümkinâtın hikmetini, yani kâinatın akıl almaz düzenini ve ahengini anlatır.

Daire-i vücûbun ilmini, yani Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları ve mutlaklığı gibi meseleleri ders verir.

Daire-i âhiretin marifetini, yani gaybî âlemleri, ölüm sonrası hayatı ve ebediyet yurdunu haber verir.

Tüm bunları tek bir denizden, yani İlâhî İlim ve Kudret deryasından akıtır.

  1. Tevhidin Zirvesi: Mümkinâtın Aynasında Vâcibin Tecellisi

Bu varlık tasnifi, yalnız felsefî bir düşünce değil, hakikatin merkezidir. İnsan, daire-i mümkinât içinde yer aldığını ve varlığının zatî değil, Allah’ın icadı olduğunu idrak ettiğinde:

Gururdan kurtulur.

Tevhide yönelir.

Aczini ve fakrını bilir.

Şükür ve ubudiyetle gerçek kulluğa ulaşır.

Varlığı mutlaklaştıran modern insanın, kendi zayıflığını “hakikî bir varlık” gibi sunması, en büyük metafizik sapmadır. Oysa insan bir gölgeler âleminde yaşamaktadır ve o gölgeler, tek bir Nur’un yani Allah’ın kudretiyle görünür hale gelmektedir.

Özet:

Bu makalede, daire-i vücûb (Allah’ın mutlak varlığı) ile daire-i mümkinât (yaratılmış varlıklar) arasındaki farklar ele alınmıştır.

Vâcibü’l-Vücud olan Allah’ın varlığı zatî ve zorunludur.

Mümkinâtın varlığı ise izafî, yaratılmış ve Allah’a muhtaçtır.

Mümkinat ne tamamen gerçek ne de hayalidir; Allah’ın kudretiyle bir zıllî varlık kazanır.

Bu bakış açısı, insanı gururdan arındırır, tefekküre yöneltir ve tevhidi marifetle derinleştirir. Varlığın anlamı bu tevhid ekseninde şekillenir ve insan, kendi aczini ve ubudiyetini idrak ettikçe Hakk’a yaklaşır.

 




Taşeronluk Tuzakları: Hegemonya Oyununun Kürtler Üzerindeki Karanlık Gölgesi

Taşeronluk Tuzakları: Hegemonya Oyununun Kürtler Üzerindeki Karanlık Gölgesi

  1. Giriş: Hakkı Terk Eden, Batılın Oyuncağı Olur

Tarih boyunca hak dava taşımayan her hareket, bir süre sonra güçlülerin elinde taşeron bir araca, yönsüz bir fırtınaya dönüşmüştür. Din, akıl ve vicdan gibi asli referanslarını yitiren her oluşum; ya emperyal güçlerin oyununda bir piyon olur ya da kendi halkına zulmeden bir despotizme dönüşür.

Bugün, PKK’nın üst düzey yöneticilerinden Besê Hozat’ın itiraf niteliğindeki açıklamaları bu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir. Hozat’ın sözleri, sadece bir strateji değişikliği değil; aynı zamanda ideolojik bir iflâsın, ahlâkî bir savruluşun da ilanıdır.

  1. İsrail’in Hegemonya Planı ve Ortadoğu’nun Yeniden Dizaynı

Ortadoğu, yüzyıllardır jeopolitik oyunların, mezhep ve etnik kışkırtmaların, böl-parçala-yönet stratejilerinin sahnesi olmuştur. Bu sahnede en çok kullanılan aktörlerden biri de, Kürt halkı olmuştur. Ne acıdır ki, Kürtler defalarca bu planların bir parçası yapılmış, özgürlük ve kendi kaderini tayin hakkı gibi yüce kavramlar, emperyalizmin maskesi hâline getirilmiştir.

Besê Hozat, “Bölgenin dizaynı İsrail’in güvenliği ve çıkarları temeline oturtuluyor” diyerek bu oyun planını itiraf etmiştir. İsrail’in hedefi:

İran, Türkiye ve Arap dünyasını dengeleyecek bir tampon güç oluşturmak,

Sınırları parçalayarak istikrarsız mikro yapılar tesis etmek,

Kürt unsurları kullanarak İsrail’in etki alanını genişletmek.

Bu, ne Kürt halkının menfaatinedir ne de bölgenin selameti için hayırlıdır.

  1. PKK’nın Dönüşümü: Sözde Devrimden Fiilî Taşeronluğa

Kuruluş yıllarında marksist-leninist çizgide sözde “devrimci” bir yapılanma olarak ortaya çıkan PKK, yıllar içerisinde:

İslâmî değerleri yok sayan,

Aile yapısını ve gelenekleri parçalayan,

Kadını savaş makinesine dönüştüren,

Gençleri silahlandırarak ölüme süren, bir anarşi odağına dönüşmüştür.

Son aşamada ise, Batı’nın güvenlik aparatlarına entegre olmuş, İsrail ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket eden bir paralı vekil güç hâlini almıştır.

Hozat’ın açıklamaları, bu dönüşümün artık gizlenemeyecek noktaya ulaştığını göstermektedir. PKK, bugün ideolojik değil; kiralanabilir, kullanılabilir, vazgeçilebilir bir yapı hâlindedir.

  1. Kürt Halkı: Araçsallaştırılan Bir Milletin Sessiz Çığlığı

Kürt halkı, İslam ümmetinin aziz ve kahraman bir parçasıdır. Selahaddin Eyyubi gibi bir mücahid-i ekberin torunları, bugün emperyal güçlerin taşeronu olan yapılarda istismar edilmekte, kandırılmakta ve kurban edilmektedir.

Bu halkın gerçek kurtuluşu:

Batılı projelerde değil,

Seküler ütopyalarda değil,

İsrail’in güvenlik mimarisinde hiç değil, Ancak İslam kardeşliğinde, adaletli bir İslâmî idarede ve ümmet şuuru içinde mümkündür.

  1. Sonuç: Kime Hizmet Ediyorsan, Ona Dönüşürsün

Bugün PKK’nın içine düştüğü durum; “Yalnız Allah’a kul olmayan, her şeye kul olur” hakikatini bir kez daha teyit etmektedir.
Kudüs işgal altındayken İsrail’le aynı masaya oturan, mazlum Kürt halkını Batı’nın çıkarları için feda eden hiçbir yapı ne “özgürlükçü” olabilir ne de “temsilci”.

Bu toprakların çocukları, İslam’ın adalet güneşi altında bir araya gelmedikçe ne Kürt ne Türk ne Arap kurtulur. Kurtuluş, ancak Kur’ân’ın rehberliğinde, vahdet şuuruyla mümkündür.

Özet:

Bu makalede, PKK yöneticisi Besê Hozat’ın açıklamaları üzerinden İsrail’in Ortadoğu’daki hegemonik planları ve Kürt halkının bu planda nasıl araçsallaştırıldığı ele alındı.

PKK, sözde devrimci çizgisinden saparak Batılı güçlerin taşeronu hâline gelmiştir.

İsrail’in güvenliği için bölgede Kürtleri “tampon güç” olarak kullanma niyeti açıkça itiraf edilmiştir.

Kürt halkının gerçek kurtuluşu Batı’da değil; İslam kardeşliği ve ümmet şuuru içindedir.

PKK’nın bu savruluşu, ideolojik iflasın ve misyon kaybının göstergesidir.

Son söz: Hak’tan sapanın sonu, Batıl’a kulluk ve halkına zulümdür.

 




Allah’ı da Hal’ Ettik: Bir Asırlık Sessiz Devrim ve Dinle Siyaset Arasındaki Kopuş

Allah’ı da Hal’ Ettik: Bir Asırlık Sessiz Devrim ve Dinle Siyaset Arasındaki Kopuş

Bir asırdır dinden ve ahlaktan soyutlanan ve dinle siyaset yapanlar ise, dini siyasete alet yapma, suçlamasıyla suçlandı.
Bu durumda din ve ahlak mı siyasetten çıkartılıp uzaklaştırıldı yoksa siyaset mı dine mesafeli durdu?
Veya kim ve neden korunmaya çalışıldı?
Yoksa dindar kesim yönetimden uzaklaştırılarak keyfi küfri bir yönetim mi arzu edildi?

Nitekim,Refik Ahmet Sevengil 1929’da, tam da M. Kemal’in muhalefeti tasfiye edip bütün ipleri eline aldığı bir dönemde, “Uyanış” dergisinde şöyle yazmıştı;

“Imparatorla beraber Allah’ı da hal’ettik.”

Yani; “Sultan’la-Padişahla birlikte Allah’ı da tahtından indirdik.”

Allah’ı yerinden indirip kendini onun yerine otutturma çabasındaki Şeytanî bir kibir.
Firavunca bir davranış.
O varsa ben de varım hamlığı ve ahmaklığı.

********

  1. Başlangıçta Ne Oldu? Din mi Siyasetten Uzaklaştı, Siyaset mi Dinden?

Modern Türkiye’nin kuruluş süreci, yalnızca siyasî bir rejim değişikliği değil; aynı zamanda bir medeniyet değişimi, hatta bir inanç devrimi olmuştur. Bu dönüşümde, dinin siyasetten uzaklaştırılması bir tercih değil, planlı bir tasfiye hareketidir.

Sorun; dinin siyasette suistimali değil, dinî değerlerin siyasî alanı şekillendirme kudretine duyulan korkudur. Zira din; sadece bir vicdan meselesi değil, hayatın bütün alanlarına nüfuz eden bir muhasebe ve murakabe sistemidir. Bu ise keyfî ve ideolojik iktidarların işine gelmez.

  1. “Dini Siyasete Alet Etmek” Yaftası: Hakikat Mi, Maskeli Bir İnkâr Mı?

Son bir asırda en sık duyduğumuz suçlama: “Dini siyasete alet etmek.”

Peki soralım:

Dini siyasete alet edenler mi dışlandı,

Yoksa dini siyasetin dışında bırakarak, ahlâksız bir meşruiyet üretmeye çalışanlar mı galip geldi?

Aslında bu suçlama, dine bağlılığı olan insanları siyasetten uzak tutmak için bir paravan, bir sindirme aracıdır.

Zira eğer mesele gerçekten “dinin suistimali” olsaydı, en çok dindar olmayanların bu konuda yargılanması gerekirdi. Çünkü tarih, dini araçsallaştıranların değil, dine teslim olanların yargılandığı örneklerle doludur.

  1. “Allah’ı da Hal’ Ettik”: Refik Ahmet Sevengil’in İtirafı Ne Anlatıyor?

Refik Ahmet Sevengil, 1929’da şöyle diyordu:

> “İmparatorla birlikte Allah’ı da hal’ ettik.”

Bu ifade; bir siyasetçinin gafı değil, bir dönemin ideolojik şuuraltının dışa vurumudur.

Buradaki “Allah’ı hal’ etmek”, sadece dinin değil; Allah’ın hayatın merkezinden çıkarılmasının, ilahsız bir sistem inşasının, seküler bir ilahsızlık rejiminin açık ilanıdır. Dindarların değil; Tanrı’yı!? bile yönetime rakip görenlerin zihniyetidir bu.

Bu zihniyetin sonucu:

Cuma hutbelerinde padişahın adı silinmiş, Allah’a dua edilen bir makam kaldırılmış,

“Allah devletin koruması altındadır” gibi ironik kanunlar çıkarılmış,

Dinî eğitim neredeyse yasaklanmış, ezan susturulmuş, Kur’an Arapça okunamaz hâle getirilmiştir.

Bu, ne sekülerizm ne özgürlük… Bu; din düşmanlığıdır.

  1. Korunan Neydi? Kim Kime Karşı Korumaya Alındı?

Aslında din siyasete değil; siyaset dine karşı korunmaya çalışılmıştır.
Zira dinin siyasete yön vermesi; adaletsizliği, haksız kazancı, ahlâksız yöneticiyi sorgulayan bir denetim mekanizmasıdır. Bu da müstebitleri rahatsız eder.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan sistem, İslam’ın değil, Batı’nın ahlâksız seküler değerlerinin devletleştirilmesini esas almıştır.
Kur’an, yönetimden dışlanmış; yerine pozitivist yasalar konulmuş, halktan gelen itirazlar ise “irtica” yaftasıyla susturulmuştur.

Sonuçta yönetimden uzak tutulan sadece dindarlar değil, hakikat, vicdan ve adalet olmuştur.

  1. Bugün Ne Oldu? Dün Suçlananlar, Bugün Hâlâ Yargıda

Dindarların yönetime gelmeye başlamasıyla birlikte, eski vesayet sisteminin kalıntıları yeniden “dini siyasete alet ediyorlar” yaygarasını yükseltmiştir. Oysa asıl sorun hâlâ şudur:

Siyaset dine mi dayanacak?

Yoksa din, siyasetin vitrin süsü mü olacak?

Bugün yaşananlar, dinin merkezde olmadığı hiçbir sistemin ahlâken ayakta kalamayacağını göstermektedir.

  1. Sonuç: Dinsiz Siyaset, Ahlâksız İktidar Doğurur

Bir asırdır devam eden bu mücadele, sadece siyasi değil; imanla küfür, hak ile bâtıl arasında bir varoluş mücadelesidir.

Dini siyasetten ayırmak isteyenler, aslında:

Adaletsizliği gizlemek,

İslâmî denetimi ortadan kaldırmak,

İslâm’a dayalı bir halk iradesini susturmak istemiştir.

Ama unutulmamalı ki:

> “Allah’ı hal’ ettik” diyenler, bir gün hesap verirken “sizi yöneten kimdi?” sorusuyla karşılaşacaklardır.

Özet:

Bu makalede, son bir asırda Türkiye’de dinin sistematik olarak siyasetten dışlanması, dindarların yönetimden uzaklaştırılması ve din düşmanı ideolojilerin devletleştirilmesi ele alındı.

“Dini siyasete alet etme” söylemi, dindarları yönetimden uzaklaştırmak için kullanıldı.

Refik Ahmet Sevengil’in “Allah’ı da hal’ ettik” ifadesi, seküler devrimci zihniyetin özünü yansıttı.

Siyaset, dine değil; din, siyasete karşı koruma altına alındı.

Bu süreçte din dışlandı, ahlak çöktü, vicdan susturuldu.

Son söz: Dinsiz siyaset ahlâksız, ahlâksız siyaset ise zulme kapı aralar. Hakikî adalet ancak Allah’ın hükmüne dayanarak tesis edilebilir.

 




Sanatı Görüp Sanatkârı İnkar Etmek: Bilim mi, Körlük mü?

Sanatı Görüp Sanatkârı İnkar Etmek: Bilim mi, Körlük mü?

  1. Bilim Adamı mı, Film Adamı mı?

Bir bilim adamı düşünün…

Mikroskopa eğiliyor, bir hücrenin içinde dönen müthiş sistemleri inceliyor.
Teleskopla göğe bakıyor, galaksiler arası dengeyi ölçüyor.
Matematiğe dalıyor, her şeyi kapsayan bir formül peşinde koşuyor…

Ve sonra diyor ki: “Bu muhteşem düzen tesadüfen oluştu.”

Bu söz, bilimin değil, kör inancın ürünüdür.

Zira sanat görüldüğü hâlde sanatkârı inkâr etmek; ilme değil, cehâlete delildir.
Bir tabloyu görünce ressamı; bir şiiri duyunca şairi; bir bina görünce mimarı akla getiren insan,
kâinat gibi muhteşem bir eseri görünce neden Müessiri hatırlamaz?

Bu sorunun cevabı bilimde değil, niyette gizlidir.

  1. Sanat Sanatkârsız Olmaz: Aklın En Temel İlkesi

Fıtratın sesi şunu söyler:
Her eser bir ustayı gösterir.
Her kitap bir yazarı, her plan bir mühendisi işaret eder.

Kâinattaki her varlık birer mektup gibidir.
İnsanın DNA’sından, arının petek geometrisine kadar her detayda,
sonsuz bir kudretin ve ilmin imzası vardır.

Bir saat kendi kendine olmaz da,
insan gibi kompleks bir varlık nasıl tesadüfen olsun?

Eğer bilim adamı gerçekten dürüstse,
bilgisi onu imanla secdeye götürmelidir.

  1. İnkâr Eden Bilim Adamı mı, Aklı İhanete Uğrayan Adam mı?

İnkârcı bilim adamı, aslında bir bilgi sahibi değil, vicdan yoksunudur.

Zira o;

Gözle görür ama kalple hissetmez,

İnceler ama tefekkür etmez,

Formüller kurar ama varlıkla bağ kurmaz.

Bu yüzden onun ilmi, kendisine yük olur.
Bilgi, sorumluluk getirir; ama o bilgiyi inkâr perdesiyle örter.

Kur’an’ın deyimiyle:

> “Onların kalpleri vardır, ama onunla anlamazlar. Gözleri vardır, ama onunla görmezler.” (A’râf, 179)

Gerçek bilim adamı bilgiyi Allah’a götüren bir köprü olarak kullanır.
İnkârcı ise o köprüyü kendi altına alıp egosunu yüceltmek ister.

  1. Sanata Aşık, Sanatkâra Kör: Bu Ne Yaman Çelişkidir?

Kimi bilim insanları tabiatın güzelliğine hayran olur:

Nebulaların renkleri,

Canlılardaki simetri,

Ekosistemdeki denge…

Ama bu hayranlık, Allah’ı anmaya gelince susar.

Bu; tıpkı bir resme aşık olup ressamı inkâr etmek gibidir.
Ya da bir müziğe hayran kalıp bestekârı yok saymak gibi…

Sanata hayran olup sanatkâra kör kalmak, ya cehaletin ya da kibrin eseridir.

  1. Bilim İmanı Red Değil, Takviye Eder

Asıl bilim, Allah’ı inkâr etmez. Bilakis:

Yıldızları seyrederken secdeye götürür,

Atomları okurken hayretle “Subhanallah” dedirtir.

Newton, Kepler, Galileo ve Einstein gibi nice büyük bilim adamı,
ilimleri arttıkça hayranlıkları da artmıştır.

> “İlmin azı Allah’tan uzaklaştırır, çoğu ise yaklaştırır.” – Francis Bacon

Demek ki sorun, bilimde değil, bilimi niyetle yönlendiren zihinlerde…

Sonuç ve Hikmet:

Bir bilim adamı;

Allah’ın yarattığı varlıkları inceler,

O’nun koyduğu kanunları çözer,

O’nun verdiği akılla keşfeder.

Ve eğer bunu yaparken Allah’ı tanımıyorsa,
bilim adamı değil, sadece veri toplayan bir teknisyendir.

O hâlde:

> Sanatı inkâr eden sanatsever olmaz, sanatkârı inkâr eden bilim adamı olamaz.

Özet:

Bu makalede, bilim ile iman arasındaki ilişki, inkârın bilimle değil; niyetle ilgili olduğu vurgulanarak işlendi.
Sanatı görüp sanatkârı tanımamak, hakikati örten bir körlüktür.
Gerçek bilim adamı, kâinatın delillerini inceleyerek Allah’a ulaşır.
İnkârcı bilim adamı ise sahip olduğu bilgiyi Allah’a ulaşmak için değil, egosunu tatmin için kullanır.
Bilim, ancak imanla birleştiğinde anlamlı bir değere ulaşır.

 

 




Sessiz Alkışlar ve Kanlı Sahne: İdamlarla Kirlenen Vicdan

Sessiz Alkışlar ve Kanlı Sahne: İdamlarla Kirlenen Vicdan

Tarih, sadece yaşanmış olaylar silsilesi değil; insanlık onurunun sınandığı büyük bir vicdan terazisidir.
1960 darbesi sonrası yaşanan idamlar, bu terazinin ibresini kıracak kadar ağır bir lekedir.
Menderes’in son sözleri, bir devlet adamının değil, bir milletin vicdanı adına konuşan mazlumun haykırışıdır:
“Biliyorum bizi asacaksınız ama tarih bizi değil, bizi asanları yargılayacak!”

Ne hazindir ki, o gün bu infazları durdurabilecek makamlar, suskun kaldılar.
Kimi iki yüzlü siyaset adına, kimi korkudan, kimi de halkın alkışını bekleyen bir vicdansızlıkla…

Güce Tapmak mı, Hakka Dayanmak mı?

İnönü’ye atfedilen şu söz tarihin tokadını suratımıza vurur:

> “Halkımız güce, silaha tapar. Korkaktır, çabuk kabullenir.”
Bu söz, sadece bir siyasetçinin halkını küçümsemesi değil; bir milletin zaaflarını kullanarak onu kendi iradesine mahkûm etmektir.

Peki, ne oldu?
Silaha mahkûm bir toplum oluşturuldu.
Adalet yerine korku hâkim oldu.
Ve bir millet, yıllarca kendi iradesiyle seçtiği liderin idamına seyirci kaldı.

İdamlar Bir Hüküm Değildi, Bir Gösteriydi

Yassıada Mahkemeleri, adaletin değil, intikamın perdesi altında oynanan bir siyasi tiyatroydu.
Menderes’in, Zorlu’nun ve Polatkan’ın idamı, suçtan ötürü değil,
bir zihniyetin, bir halk iradesini cezalandırma arzusunun sonucuydu.

Ve bu süreçte en büyük darbeyi hukuk değil, vicdan aldı.

Mazlumun Ahı, Zalimden Alınır
Zulüm ile abat olunmaz.
Evet, o gün alkışlayanlar vardı.
Ama bugün o alkışlar unutuldu, o infazlar ise hâlâ bir milletin kalbinde açılmış yara olarak duruyor.

Tarih, zalimlere mühlet verir ama ebedî beraat vermez.
Bugün hâlâ Menderes denince bir hüzün, bir kırgınlık, bir pişmanlık hissediliyorsa,
bu, o infazların sadece bir cana değil, bir inanca, bir ümide, bir millete yapıldığını gösterir.

Bugün Ne Yapmalı?

Bugün görevimiz sadece geçmişe ağlamak değil, aynı yanlışlara düşmemektir.
Adaletin, hukukun ve vicdanın önünde eğilmeyen her siyaset, eninde sonunda tarihin çöplüğüne atılır.
Devlet aklı, halk iradesi ve hak duygusu birlikte işletilmezse, geçmişteki kanlı tiyatrolar farklı perdelerde yeniden sahnelenebilir.

Bugün, bir millet olarak yapmamız gereken, “Kimden gelirse gelsin zulme karşı, kime yapılırsa yapılsın adaletle yan yana durmaktır.”

Makale Özeti

Bu makale, 1960 darbesi sonrası idam edilen Adnan Menderes ve arkadaşlarının yaşadığı zulmü ve o dönemdeki siyasetçilerin iki yüzlü tavırlarını ele alır. Özellikle İnönü’nün halkı küçümseyen ve güce tapan bir toplum tasvirine karşı, hak ve adaletin esas alınması gerektiği anlatılır.
İdamlar bir adalet değil, bir sindirme operasyonuydu.
Makale, bu tür yanlışların tekrar etmemesi için toplumsal hafızanın diri tutulması, adaletin araç değil amaç olarak görülmesi gerektiğini savunur.

*********
Bak:

https://www.yenisafak.com/gundem/siz-idam-edin-halk-korkaktir-cabuk-kabullenir-4712684