Ene: Kâinatın Tılsımını ve Esma-i İlahiyenin Hazinesini Açan Anahtar

Ene: Kâinatın Tılsımını ve Esma-i İlahiyenin Hazinesini Açan Anahtar

“Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkül-küşadır, bir tılsım-ı hayret-fezadır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar.”
Sözler. 30. Söz

İnsanlık tarihi boyunca felsefeciler, sûfîler ve arifler bir hakikatin peşinden koştular: “Ben kimim? Neden varım? Bu kâinat neyi anlatıyor?” Bu sorulara verilen her cevap, bir anahtarı arayan yolculardı. Bediüzzaman Said Nursî ise bu anahtarın “ene” yani “benlik” olduğunu ifade eder. Ama bu, sıradan bir benlik değil; içinde kâinatın sırlarını ve İlâhî isimlerin hazinelerini taşıyan, çözüldüğünde hem insanın hem de kâinatın manasını aydınlatan muazzam bir tılsımdır.

Ene: Esma-i Hüsna’nın Misalî Bir Ölçeği

Cenab-ı Hakk’ın “künuz-u mahfiye” olarak tanımladığı Esma-i Hüsna’sı —yani gizli hazineleri— insanda “ene” vasıtasıyla tanınır hale gelir. Nasıl ki güneşin ışığı aynada yansıyınca görülür, ene de Allah’ın isimlerine bir ayna olur. İnsan, kendi içindeki şefkat hissiyle Rahman ismini, ilimle Alîm ismini, adaletle Adl ismini tanır. Ama bu, o sıfatların insana ait olduğu anlamına gelmez. Aksine, bu duygular ve mahiyetler sadece İlâhî olanı tanımak için insana verilmiş ölçülerdir.

Ene; “ben” diyen bir temsildir ama bu temsil, mutlak hakikati anlamak için geçici bir levhadır. Allah, kuluna “kendinden bir şey varmış gibi” gösterir, ta ki kul kendinde olmayanı tanısın.

Kâinatın Tılsımı da Ene ile Açılır

Kâinat, ilk bakışta birbirinden kopuk hadiselerin yaşandığı, milyonlarca yıldızın boşlukta savrulduğu dev bir sistem gibi görünür. Ancak dikkatli bir göz, her şeyin birbiriyle bağlantılı, ölçülü, anlamlı ve maksatlı olduğunu fark eder. Bu anlam ve maksada ulaşmanın yolu, dışa değil içe, yani “ene”ye yönelmekle mümkündür.

Çünkü ene, kâinattaki düzenin anlaşılması için insana verilen şifreleyici bir cihazdır. Senin acziyetin, yaratılmışlığını gösterdiği gibi; kâinattaki her şeyin de yaratılmış olduğuna delil olur. Senin sınırlı gücün, mutlak kudrete olan ihtiyacı gösterdiği gibi; bütün mahlukatın da aynı Kudret’e bağlı olduğunu anlamaya yarar. Bu farkındalık, kâinatı anlamlı kılar. Artık yıldızlar boşlukta değil, Allah’ın emriyle dizilmişlerdir. Dağlar tesadüfen değil, hikmetle yerleştirilmiştir. Atomlar bile başıboş değil, İlâhî iradenin izinde dönmektedir.

Muamma Açıldıkça Marifet Doğar

Ene’nin içindeki tılsım açıldıkça insan, aslında kendinde bir hiçlik ve acizlik olduğunu idrak eder. Ama bu hiçlik, onu umutsuzluğa değil, sonsuz olan Zât’a yönlendirir. Ene’nin tılsımı, benlik davasını bırakıp kulluk hakikatine teslim olmakla çözülür. Ve bu çözülme; insanın yaratılış gayesini, kâinatın hikmetini ve Allah’ın isimlerini birlikte açar.

Sonuç: Kendi İçindeki Anahtarı Tanıyan, Kâinatın Kapılarını Açar

İnsana verilen “ene”, hem Allah’ın isimlerini tanımak hem de kâinatın sırrını çözmek için yaratılmış ilahî bir ölçü, mecazî bir temsildir. Onun hakikatine ulaşmak, sadece bireysel bir gelişim değil; aynı zamanda varlığın bütününe dair bir uyanış demektir. Ene’yi çözen, hem kendini hem de kâinatı tanır; hem mahlûk olduğunu bilir, hem de Hâlık’ına giden yolu bulur.

Özet

Bu makalede, “ene” kavramının Esma-i Hüsna’nın ve kâinatın sırlarının anlaşılmasındaki merkezi rolü işlenmiştir. Ene, insanın benlik idrakidir; fakat bu idrak, İlâhî isimlere misal teşkil etmek üzere verilmiş mecazî bir cihazdır. Ene’nin doğru anlaşılması, hem insanın kulluk hakikatine ulaşmasını hem de kâinatın anlamını kavramasını sağlar. Böylece ene, hem bir tılsım hem de o tılsımı açan anahtar olur.

 

 




Ene: İlâhî Sıfatların Aynası ve İnsandaki Sonsuz Derinlik

Ene: İlâhî Sıfatların Aynası ve İnsandaki Sonsuz Derinlik

“Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede mündericdir.”
— Sözler, 30. Söz

İnsan, dıştan bakıldığında et ve kemikten ibaret zayıf bir mahlûk gibi görünse de; iç âlemine, ruhuna, kalbine ve vicdanına bakıldığında, öyle sırlar taşır ki kâinat bile onun içinde anlam kazanır. Ve bu sırların en büyüğü, “ene” denilen mahiyettir.

Ene: Bir Ayna, Bir Misal, Bir Anahtar

Ene; yani insanın “ben” demesi, sıradan bir sahiplenme duygusu değil, İlâhî bir sırrın yeryüzündeki en derin tecellisidir. Çünkü ene, Allah’ın bütün sıfat ve şuunatını anlamaya açılan bir pencere gibidir. İnsan aczini fark ettikçe Allah’ın kudretini, fakrını anladıkça Allah’ın rahmetini hisseder. Kendi cüz’î iradesini görünce, Allah’ın mutlak iradesini tanır. İşte bu karşılaştırmalı farkındalık; insanı marifetullah’a götüren bir yol, bir mi’yardır.

Yani, insanın “ben seviyorum” demesi, “Cenab-ı Hakk’ın Vedûd isminin bir gölgesi var bende” demektir. “Ben istiyorum” demesi, “Allah’ın Murîd ismi tecelli etmiş” demektir. “Ben biliyorum” sözü, Alîm isminin bir zerresine işaret eder. Böylece ene, İlâhî sıfatların anlaşılması için verilmiş bir örnekleme cihazı, bir temsilî harita gibidir.

Ene’nin Taşıdığı Derinlik ve Tehlike

Ancak bu ince cihaz, doğru okunmazsa insanı sapkınlığa da götürür. Zira ene, İlâhî sıfatlara ayna olmak için yaratılmışken, kişi bu sıfatları kendine ait zannederse, ene bir hırs ve kibir kaynağına dönüşür. Kendini mutlak kudret ve irade sahibi görmeye başlar. Firavunlaşır, nemrutlaşır.

Ene’nin hakikati, kendinde mutlak bir şey olmadığını fark etmektir. Onun kıymeti, Allah’ın sıfatlarını yansıtmasındandır. Ene, yoklukta varlığın izini süren bir işaret levhasıdır. Kendini ilah yerine koyan değil, O ilaha ayna olmaya çalışan bir hal üzere yaşarsa, bütün mahlûkatın içinde en kıymetli varlık hâline gelir.

İnsan Neden Bu Kadar Derin Bir Sırla Donatılmıştır?

Çünkü insan, hilafet makamına adaydır. Yeryüzünün halifesi olmak, sadece güçlü olmakla değil; anlamak, temsil etmek ve adaletle hükmetmekle olur. Allah’ın sıfatlarını bir derece idrak edip, bu sıfatlara yaraşır bir duruş göstermekle olur. Ene’de dercedilmiş olan o binlerce hâl, his ve kabiliyet; insana bu hilafet sorumluluğu için verilmiştir.

Kalpteki merhamet, Allah’ın Rahîm ismine; zihindeki hikmet, Hakîm ismine; vicdandaki adalet hissi, Adl ismine birer işarettir. İnsan, bu sıfatları kendi nefsinde tatbik ettikçe, İlâhî sıfatları tanır ve O’na yaklaşır.

Sonuç: Ene’yi Tanıyan Rabbini Tanır

Ene, bir sırdır; hem esrarengiz bir kilit hem de ebedî hazineyi açan anahtardır. Onun içinde saklı binlerce hâl, sıfat ve his, İlâhî isimleri tanımanın yollarıdır. Doğru kullanıldığında insanı meleklik mertebesine çıkarır; yanlış yönlendirildiğinde şeytanlık çukuruna iter. Ene, nefsin merkezinde duran en kritik cihazdır: Ya marifetullahta derinleşen bir ayna olur ya da gaflette kaybolan sahte bir put.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “ene” kavramı üzerinden insanın İlâhî sıfatlara nasıl bir ayna olduğu ele alınmıştır. Ene; Allah’ın sıfatlarını bir derece anlamaya yarayan, insanın fıtratına yerleştirilmiş misalî bir ölçüdür. Bu cihaz, doğru kullanıldığında marifetullah kapısını açar; yanlış anlaşıldığında ise kişiyi benliğe, kibire ve dalalete götürür. Dolayısıyla ene’yi tanımak, hem insanın kendini hem de Rabbini tanıması açısından hayati öneme sahiptir.

 

 




Ene: Kâinatın Anahtarı ve İnsanın İmtihanı

Ene: Kâinatın Anahtarı ve İnsanın İmtihanı

“Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki Hallak-ı kâinat’ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.”
Sözler. 30 söz

“Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır.”
— Sözler, 30. Söz

İnsan, kâinat içre bir zerre gibi küçük; fakat taşıdığı sırlar cihetiyle âlem kadar büyüktür. Nefsi ona hem perde hem pencere; hem zincir hem anahtar olur. Ve ona “ene” namıyla öyle bir sır emanet edilmiştir ki, bu küçük kelime, büyük hakikatleri açan tılsımlı bir kilittir.

Kâinat Kapıları ve Ene’nin Tılsımı

Zâhirde kâinatın kapıları herkese açıktır: Güneş herkese doğar, rüzgâr herkesi serinletir, çiçek herkes için kokar. Fakat bâtında, bu görünenler ardında yatan manalar, maksatlar ve hakikatler herkese açılmaz. Bu sırlar, kalbin ve aklın derinlerine işlenmiş bir anahtarla; yani “ene”nin doğru okunmasıyla açılır.

Ene (benlik), ilk bakışta sıradan bir kavram gibi görünse de, hakikatte sonsuz bir derinliğe açılan bir kapıdır. Ene’nin asıl maksadı, insanın kendisini Yaratan’a nisbetle tanımasıdır. Bu da onu mutlak kudret, ilim, irade gibi sıfatlara bir ayna kılarak olur. İnsan kendi “ben”iyle Allah’ın “Ben”ini tanır. Kendi sınırlı ilmiyle, Allah’ın sonsuz ilmini fark eder. Bu cihetle ene, bir ölçü aletidir; marifet terazisidir.

Ene’nin Sapması: Hazineyi Unutturur

Fakat ene, bir tılsımdır. Doğru okunmadığında kişiyi karanlık bir gaflete sürükler. Ene, kendisini mutlak zannettiğinde, yaratılış maksadının aksine bir yola girer. Kendine ait olmayan ilim, kudret ve mülkü sahiplenmeye başlar. Bu da onu en yüksek makamlardan, en derin sapmalara sürükler. Firavunlar, Nemrutlar, modern şirk ve egoizmler hep bu yanlış okumanın ürünüdür.

İşte bu noktada ene, Allah’a açılan bir anahtar değil, hakikate kapanan bir perde hâline gelir. Halbuki ene, “ben” demekle değil, “Sen varsın” demekle kemal bulur.

Ene’yi Anlamak Kâinatı Anlamaktır

Ene, doğru anlaşıldığında yalnızca insanı değil, kâinatı da aydınlatır. Çünkü insan, kâinatın küçültülmüş bir misalidir. Kalbinde rahmetin, aklında hikmetin, vicdanında adaletin birer tecellisi vardır. Bu da gösterir ki ene’nin sırrı çözüldükçe, bütün âlemin sırları da bir bir çözülmeye başlar.

Kâinattaki her şeyin manasını bilen biri, kendisini bilen biridir. Ve kendisini tanıyan biri, Rabbini tanır. Ene, bu tanımanın hem başlangıcıdır hem de yoludur.

Bir İmtihan Vesilesi Olarak Ene

Ene, insana verilmiş bir emanet ve imtihan vesilesidir. Ya onu bir ilâh gibi görüp kulluğu terk eder ya da onu bir kul gibi görüp Halık’ına teslim eder. Birincisi insanı şeytanın yoluna, ikincisi peygamberlerin izine yönlendirir. Bu açıdan ene, insanın cennete veya cehenneme yolculuğunun pusulasıdır.

Sonuç: Ene’yi Tanı, Âlemi Anla, Rabbini Bil

Ene, basit bir kelime değil; derin bir hakikat, gizli bir hazinedir. Onu anlayan, sadece kendisini değil; bütün âlemi anlar. Onu yanlış kullanan, kendine put yapar. Doğru kullanan ise onunla Yaratan’ına pencere açar. Ene, yalnızca “ben” demek değil; “ben acizim, fakirim; Sen ise Kudret ve Rahmet Sahibisin” diyebilmenin şuurudur.

Özet

Bu makale, insanın nefsi içinde saklı olan “ene”nin hakikatini ve bu sırrın kâinatla ilişkisini ele almıştır. Ene, kâinatı anlamaya yarayan ilâhî bir anahtar, fakat aynı zamanda insanı gaflete sürükleyebilecek bir tılsımdır. Doğru okunursa insan Rabbini tanır, yanlış okunursa benliğine tapar. Dolayısıyla ene, hem marifetin kapısı hem de imtihanın merkezidir. Onu bilen, kendini ve Rabbini tanır; bilmeyen, hem kendine hem kâinata yabancı kalır.

 

 




Zerrelerin Yolculuğunda İlâhî Kanunların Tecellisi

Zerrelerin Yolculuğunda İlâhî Kanunların Tecellisi

 

“Kanun-u rububiyet, kanun-u kerem, kanun-u cemal, kanun-u rahmet, kanun-u hikmet, kanun-u adl, kanun-u ihata-i ilmî gibi pek çok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer ism-i a’zam ve o ism-i a’zamın tecelli-i a’zamını gösteriyor. Ve o tecelliden anlaşılıyor ki sair mevcudat gibi şu dünyadaki tahavvülat-ı zerrat dahi gayet âlî hikmetler için kaderin çizdiği hudut üzerine kudretin verdiği evamir-i tekviniyeye göre hassas bir mizan-ı ilmî ile cevelan ediyorlar. Âdeta başka yüksek bir âleme gitmeye hazırlanıyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mektep, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduğuna bir hads-i sadıkla hükmedilebilir.,
Sözler. 30. Söz

İnsanlık, maddeyi çözmeye çalışırken onu yalnızca fiziksel yapı ve hareket düzleminde anlamaya çalıştı. Oysa bir zerreyi dahi anlamak, onu idare eden ilâhî kanunları idrak etmekle mümkündür. Bediüzzaman’ın bu veciz beyanı bize gösteriyor ki, maddenin ve bilhassa zerratın (atomların) hareketleri yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ilâhî bir iradenin, bir kudretin, bir rahmetin ve bir hikmetin izlerini taşır.

Zerrede Tecelli Eden İsimler

Bir atomun en basit hareketi bile; arkasında Rubûbiyet (terbiye edicilik), Kerem (cömertlik), Cemal (güzellik), Rahmet (şefkat), Hikmet (gaye ve fayda üzerine yaratılış), Adl (denge ve adalet) ve İlm-i Muhît (her şeyi kuşatan bir ilim) gibi yedi kudsî ismin kanunlarının yansımasını taşır. Bu kanunlar, kâinatta görülen düzene yalnızca sebep değil, aynı zamanda manevî bir güzellik ve anlam da katmaktadır.

Zerre, dışarıdan bakıldığında küçük ve şuursuz görünse de, onun hareketinin arka planı âdeta ilâhî bir laboratuvar gibidir. Kâinat çapında geçerli olan bu kanunlar, her bir zerrede -tıpkı bir hologramın bütün resmi içinde barındırması gibi- bütün isimlerin tecellilerini yansıtır.

Tahavvülat-ı Zerrat: Değişim, Dönüşüm ve Terbiye

Zerreler sürekli hareket halindedir. Onlar bir cisimden başka bir cisme geçerken, bir hâlden başka bir hâle girerken, bu dönüşüm başıboş bir serserilik değil; kaderin çizdiği sınırlar içinde, ilâhî bir ilmin terazisiyle ölçülmüş, hassas bir nizama göre gerçekleşmektedir.

Bu hareketlilik, onların başka bir âleme hazırlandığını düşündürür. Tıpkı bir askerin eğitim süreci gibi… Her geçtikleri canlı beden, onlara yeni bir görev, yeni bir terbiye verir. Bu bedenler birer meşher (sergi yeri), mektep (okul), kışla (askerî eğitim yeri) ve aynı zamanda misafirhane (geçici konaklama yeri) gibidir.

Zîhayat Cisimler: Zerratın Talim Gördüğü Mektepler

Zîhayat (canlı) bedenler, zerrelerin girdiği ve birer anlam kazandığı mekânlardır. Bir hücrede görev alan atom, o organizmanın bir parçası olarak belirli bir faaliyeti yerine getirir. O faaliyet, onu sıradanlıktan çıkarır; “emir kulu” bir hizmetkâra dönüştürür. İlâhî sistemin bir askeri hâline gelir.

İşte bu yönüyle, canlı bedenler, kendilerine hizmet eden zerreleri de nurlandırır, ebedîliğe hazırlar. Zerreler, bu geçici vazifelerle manevî bir kıymet kazanır. Bu da, dünyadaki maddî varlığın yalnızca dünya için değil, âhiret için de bir hazırlık süreci olduğunu gösterir.

İlâhî Kanunların Görünen Uçları

Söz konusu yedi ilâhî kanun —rububiyet, kerem, cemal, rahmet, hikmet, adl ve ilim— sadece teori değil, zerrelerin hayatında bizzat müşahhas olarak gözlemlenebilir. Bir hücrenin içinde dengeli bir biçimde yer alan elementlerde adl, o elementin başka bir varlığa faydalı hâle gelmesinde kerem, vücutta mükemmel bir düzende işlemesinde hikmet, canlılara şifa ve besin olarak yansımasında rahmet ve bunların hepsinin arkasındaki eşsiz tertipte ihata-i ilmî tecelli eder.

Bu yönüyle zerrelerin hareketi, sanki perde arkasında tecelli eden bir ism-i a’zamın (Allah’ın en büyük ismi) nurundan yansımış birer yıldız parıltısı gibidir.

Sonuç: Zerrenin Değeri, Onun Vazifesindedir

Madde küçüldükçe manevî derinlik artar. Bir zerrede dahi Rahman’ın isimleri tecelli ediyorsa, onun hareketi başıboş olamaz. Her bir zerre; ebediyet yolcusu bir asker, bir talebe, bir memur gibidir. Zîhayat bedenlerde aldığı eğitim, onu yalnızca fizikî değil, manevî olarak da dönüştürür.

Ve her bir zerre, kudret kalemiyle yazılmış bir harf gibidir. Onu okuyan, arkasındaki ilmi, rahmeti, hikmeti, adaleti ve güzelliği görür. Görmeyen ise yalnızca toz zerresi zanneder.

Özet

Bu makale, Bediüzzaman’ın 30. Söz’deki derin bir pasajı üzerine kaleme alınmıştır. Zerrelerin hareketi sadece fiziksel değil, arkasında yedi kudsî ilâhî kanunun (rububiyet, kerem, cemal, rahmet, hikmet, adl, ilm-i ihata) izlerini taşıyan manevî bir seyirdir. Zîhayat cisimler ise bu zerrelerin terbiye gördüğü birer mektep gibidir. Zerreler bu dünyada geçici görevlerle manevî kıymet kazanır ve âhiret âlemine lâyık hale gelir. Bu durum, ilâhî isimlerin tecellisinin en küçük maddede bile apaçık göründüğünü ispat eder.

 




Zerrelerin Talimi: Geçici Bedenlerde Ebedîlik Yolculuğu

Zerrelerin Talimi: Geçici Bedenlerde Ebedîlik Yolculuğu

“Tahavvülat-ı zerratın ve zîhayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binasına lâyık zerreler olmak için hayattar ve manidar olmaktır. Güya cism-i hayvanî ve insanî hattâ nebatî; terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki camid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdeta bir talim ve talimata mazhar olurlar, letafet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle âlem-i bekaya ve bütün eczasıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler. “
Sözler. 30.söz.

“Tahavvülat-ı zerratın ve zîhayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi zerreleri nurlandırmaktır…”
Sözler, 30. Söz

İnsan, çoğu zaman sadece kendini eğitenin Allah olduğunu zanneder. Oysa Allah, sadece insanı değil, en küçük maddeleri bile terbiye eder, öğretir, dönüştürür ve yüceltir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle cansız zerreler, canlı bedenlere girerek sanki birer “talebe” gibi eğitilirler. Onlar için beden bir okul, bir kışla, bir misafirhane olur. Bu geçici âlemde gördükleri vazifeler, onları ebedî âlemin mimarisine uygun hâle getirir. Bu, kudretin ve rahmetin en ince tezahürlerinden biridir.

Zerrelerin Yolculuğu: Cansızlıktan Canlılığa

Bir zamanlar bir taşta, bir suda, bir toprağın derinliğinde camid yani cansız olan bir zerre, kaderin sevkiyle bir canlı bedenin içine alınır. Belki bir yaprakta klorofil olur, sonra o bitkiyi yiyen bir koyunun bedeninde bir damla kana karışır, oradan bir insan bedenine geçer. Bu yolculuk, öyle basit bir dönüşüm değil; bir terbiye sürecidir.

O camid zerre, canlı organizmanın içinde görev alarak bir nevi ruh kazanır. Artık onun hareketi şuursuz değil, şuurluca düzenlenmiş bir sistemin parçası hâline gelir. Bu süreçte, zerre adeta bir ilâhî mektepte eğitilir. Görev alır, nizamlı çalışır, bir düzen içinde varlığa hizmet eder.

Hayatın İçinde Eğitim: Bedenler Birer Kışla ve Mektep

Zerrelerin hayvanî, nebatî ve insanî bedenlere girmesi, onların ebedî âleme hazırlanmalarının bir adımıdır. Tıpkı bir askerin eğitilmek için kışlaya alınması, bir talebenin bilgi almak için okula girmesi gibi… Bu bedenler, geçici olmalarına rağmen zerrenin ruhuna ebediyet dersi verir.

Bir başka deyişle, Allah bir taşı sadece taş olarak bırakmaz; onu terbiye eder, işlev kazandırır, değer verir. Çünkü ebedî âlem, sadece ruhlar için değil; o ruhlara hizmet etmiş, görev bilinciyle çalışmış atomlar, moleküller ve zerreler için de hazırlanmıştır. Bu da rahmetin sonsuzluğunu gösterir.

Nurlanmak Ne Demektir?

Zerrelerin “nurlanması”, onların karanlık ve bilinçsiz hâllerinden çıkıp mânâ kazanması, hikmetli bir vazifeye sahip olmalarıdır. Her görev, onlara bir nur kazandırır. Çünkü hizmet etmek, Hakk’a yakınlaştırır. Zerrenin yaptığı hizmet, onu sıradan bir madde olmaktan çıkarır; o artık bir memur olur. O vazifesiyle, âlem-i bekada, yani ahiret âleminde bir yer edinmeye liyakat kazanır.

Bu nur, fiziksel bir ışık değil; hikmet ve manâ nurudur. Ebediyetin kapısını açan bir liyakattir. Dünya mektebinde geçen her zerre, eğer Allah’ın kudretine ve rahmetine teslim olmuşsa, bir gün “dar-ı ahiretin hayattar eczası” olmaya hazır hale gelir.

Dünya: Sadece İnsan İçin Değil, Zerre İçin de İmtihan Yeri

İnsanın dünyaya imtihan için geldiği gibi, zerreler de geçici olarak bu dünyaya görevli gönderilmiştir. Onlar da kendilerince bir imtihandadır. İnsanların onları nasıl kullandığı, hangi sistemde görev aldıkları, hangi canlılara hizmet ettikleri gibi faktörler, onların uhrevî değerini belirler.

Zerre, Allah’a hizmet ettikçe; kulluk görevinde bulunan bir bedene destek oldukça nurlanır. İşte bu yüzden, insana verilen her nimet, her organ, her hücre, aynı zamanda bir şahitlik vesilesidir. Onlar sadece insana değil, kendilerine de hizmet etmektedirler; çünkü bu hizmetle terakki ederler.

Sonuç: Zerrelerin Sessiz Yolculuğu, Sonsuz Âleme Açılan Kapıdır

Bir zerre, ne kadar küçük görünse de, Allah’ın eğitiminden geçtikten sonra büyük hakikatlere kapı açar. Hayatın içinde görev alarak, şuursuzluk karanlığından hikmet nuruna geçer. Dünya onun için bir mekteptir, bir kışladır. Her görev, onu ebedî bir âleme taşır. Bu sebeple, en küçük şeyde bile büyük mânâlar saklıdır. Tefekkür eden göz, her zerrenin arkasında Rahmân’ın imzasını görür.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “tahavvülat-ı zerrat” yani zerrelerin dönüşümü üzerine kurduğu hakikatler işlendi. Cansız zerrelerin canlı bedenlerde görev alarak eğitildiği, nurlandığı ve uhrevî hayata layık hâle geldiği anlatıldı. Dünya, sadece insanlar için değil, zerreler için de bir terbiye yeri, bir mektep ve bir imtihandır. Her vazife, zerrenin ruhunu parlatır ve onu ebedî hayata hazırlar.

 

 




Bir Zerrenin Şehadeti: Kudretin Sırrı ve Vahdetin Delili

Bir Zerrenin Şehadeti: Kudretin Sırrı ve Vahdetin Delili

“Evet zerre, acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü’l-vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü’l-vücud’un vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan zatın ehadiyetine şehadet eder. Yani zerre kimin ise gezdiği bütün yerler de onundur.”
Sözler. 30. Söz

*******

“Evet zerre, acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla… Vâcibü’l-vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi… her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle… Vâcibü’l-vücud’un vahdetine… şehadet eder.”
Sözler, 30. Söz

İnsan, büyüklükte değil, anlamakta ve idrak etmekte ulvileşir. Bazen devasa yıldızların yapamadığını bir zerre ile anlayabilir. Çünkü zerre, Hâlık’ının izini taşır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir zerre, öyle hikmetli bir vazifeyle hareket eder ki, taşıdığı sırlarla insanı hayrette bırakır. Acz içinde, şuursuz bir şekilde işleyen bu zerre, aslında en büyük şahitliklerden birini yapmaktadır: Allah’ın varlığına, birliğine ve her şeyin sahibi olduğuna dair şehadeti…

Zerrenin Aczi İçinde Azamet

Zerre; yani atom yahut parçacık… Kendi başına ne bir iradesi, ne bir şuuru, ne de bir bilgisi vardır. Oysa her canlının bedeninde, her hücrenin içinde, her maddenin yapısında birer işçi gibi çalışır. Gözü görmeyen bu zerreler, göz olur. Akıldan mahrum bu parçacıklar, beyin olur. Sesi bilmeyen zerreler, kulak olur. Üstelik bu işleri her defasında aynı düzenle, kusursuzca yapar.

Bediüzzaman bu noktada şöyle bir hakikate işaret eder: Şuursuz olan şuurlu işler yapıyorsa, o işin arkasında mutlaka bir İlâhî irade ve kudret vardır. Çünkü kendi başına hiçbir şeyi yapamayacak derecede aciz olan bir varlık, bilinçli ve hikmetli işler yapamaz. İşte bu sır, “zerre Vâcibü’l-Vücud’a kat’î şehadet eder” hükmünü doğurur.

Zerre, Her Yerde Aynı Emri Dinliyor

İkinci bir nokta ise, zerrenin “her yerde çalışması”dır. Bir insan hücresinde görev yapan bir karbon atomu ile bir dağ taşındaki karbon atomu aynı fiziksel yasalarla hareket eder. Aynı düzene uyarlar. Her ortamda o ortama uygun olarak vazifeye girişirler. Ne orada yabancılık çekerler, ne burada acemilik… Her yerde işini bilir gibi davranır. Bu ise tek bir elden idare edildiklerini, her yerin aynı kudrete ait olduğunu gösterir. Yani zerre sadece Allah’ın varlığına değil, birliğine de şehadet eder.

“Zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.”

Bu cümle çok derin bir fıtrat kanunu ifade eder. Diyelim ki bir asker, dünyanın her yerindeki karargâhlarda aynı üniforma ve komutla hareket ediyor. Bu neyi gösterir? O asker sadece kendisine ait değildir. O, tüm o karargâhların tek bir merkeze ait olduğunun delilidir. İşte zerre de böyle bir askerdir. Gittiği her ortamda, adeta “Ben kimden emir alıyorsam, bu çevre de onundur!” der. Yani zerre kiminse, mekân da onundur.

Bu hakikat, maddeci felsefeyi yıkan, tevhidi ayakta tutan sarsılmaz bir delildir. Tesadüf, kör kuvvet, şuursuz tabiat gibi uydurulmuş sebepler; bu kadar isabetli, dengeli ve hikmetli işleri yapamaz. Ancak bütün kâinata hükmeden bir Allah’ın emriyle bu işler yürür.

Modern Bilim ve Zerrenin Lisanı

Bugün modern bilim atomaltı parçacıkları çözmeye çalışıyor. Kuantum fiziğiyle maddenin derinliklerine indikçe şu gerçek ortaya çıkıyor: Bilinçsiz zannettiğimiz varlıklar, bilinçli bir düzene hizmet ediyorlar. Bir elektronu ne yönlendiriyor? Bir proteini nereye gitmesi gerektiğini kim bildiriyor? Bu sorular, zerrelerin dilini dinlemeyi gerektiriyor. O zerreler ki, “La ilahe illallah” demektedir. Hem de en sade, en sessiz ve en kesin şekilde.

Sonuç: Zerrenin Şahitliğiyle Kâinatın Sahibi Tanınır

Bir zerrenin şahitliği, bazen bin kitabın anlattığından daha kuvvetli olabilir. Çünkü o zerre, kudreti, hikmeti ve birliği bir arada gösterir. Onun sessiz hareketi, âlemin sahibine sessiz bir secdedir. Ve bu secde, insana da bir davettir:
“Ey insan! Zerre kadar acizsin ama eğer iman edersen, bir zerre gibi kudretli bir nizama dâhil olursun.”

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 30. Söz’de ifade ettiği “zerre” meselesi üzerinde duruldu. Şuursuz bir zerrenin, şuurlu işler yapmasıyla Allah’ın varlığına; her ortamda aynı düzene uymasıyla ise O’nun birliğine şahitlik ettiği ifade edildi. Zerre kiminse, o zerreyi içinde barındıran bütün mekânlar da onundur. Bu hakikat, insanı iman ve tefekküre davet eden büyük bir delildir.

 

 




Ene: Cennetî Tûba ile Cehennemî Zakkum Arasında İnsan

Ene: Cennetî Tûba ile Cehennemî Zakkum Arasında İnsan

“Evet ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûba ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.”
Sözler, 30. Söz

İnsan, varlıklar içinde en mükerrem olanıdır; aynı zamanda en müphem, en karmaşık ve en tehlikeli potansiyele de sahip olandır. Bu potansiyelin merkezinde “ene” yani “benlik” bulunur.
Bediüzzaman Said Nursî, 30. Söz’de ene’yi öyle bir şekilde tarif eder ki, bu tarif insanlık tarihine dair bir özeti içinde taşır. Ona göre ene, hem Cennet’i netice veren bir “şecere-i tûba”nın (nurani cennet ağacının), hem de Cehennem’i netice veren “şecere-i zakkum”un (azap ağacının) çekirdeğidir. Yani insanın benliği, hem bir kıyamet sebebi, hem bir cennet vesilesi olabilir.

Ene’nin İki Yüzü: Aynalık ve Sahiplenme

Ene, yaratılışta bir ölçü birimi olarak insanın mahiyetine yerleştirilmiştir. Bir ‘ayna’ hükmünde olup Allah’ın sıfatlarını anlamak için verilmiştir. “Ben nasıl görüyorsam, Allah da her şeyi görür.” gibi kıyaslarla Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını anlamak mümkündür. Ene’nin bu yönü, onun bir ayna olduğunu gösterir. Ayna, gösterir ama sahiplenmez. Ayna, yansıtır ama müdahale etmez.

Ne var ki ene, bu aynalık görevini unutup kendini müstakil ve mutlak bir varlık zannetmeye başlarsa, işte o zaman “ene” bir çekirdekten koca bir zakkum ağacına dönüşür. Bu da şeytanî benliğin başlangıcıdır. Firavunluk, Nemrutluk, Karunluk gibi zulüm, kibir ve inkâr bu anlayıştan doğar. İnsan benliği, Allah’a ait olan kudret, ilim, malikiyet gibi sıfatları kendine isnad ettikçe, o çekirdek büyür, dallanır ve insanlığı ifsad eden bir ağaca dönüşür.

Tûba’nın Çekirdeği: Tevazu ve Tevhid

Eğer ene, kendi hiçliğini anlar; varlığının ve kudretinin Allah’tan geldiğini kavrarsa; bu sefer o benlik “şecere-i tûba”nın çekirdeği olur. Bu durumda insan, Cenâb-ı Hakk’ın acz, fakr ve kusur aynası olur. Kibirden arınmış, tevazu ile dolu bir kul olur. Benliğini Allah’a ayna yapmak, insanı gerçek insan kılar. Çünkü ayna, gösterdiği şeyi sahiplenmez. Bu benlik tarzı, insanı başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere bütün enbiyanın ve evliyanın izinden gitmeye sevk eder.

Tarihte Ene’nin İzleri: Âdem ve İblis

Ene’nin doğru veya yanlış kullanımına dair tarihin ilk iki örneği Hz. Âdem ve İblis’tir. Hz. Âdem, hatasını kabul edip tevbe etmiş; benliğini Allah’a teslim etmiş ve tûba ağacını büyütmüştür. İblis ise “Ben ondan üstünüm” diyerek ene’yi kutsamış, kendine ait zannetmiş ve cehennemî bir zakkum ağacına dönüşmüştür. Bediüzzaman bu farkı net bir şekilde ortaya koyar. Yani mesele düşmekte değil, düşüş sonrası tutumda gizlidir.

Günümüzde Ene: Bireyselcilik ve Ego Çağı

Modern çağın temel hastalığı, benliğin yüceltilmesidir. “Sen değerlisin!”, “Sen her şeyin merkezindesin!” gibi söylemler, aslında ene’nin ilahlaştırılmasıdır. Bu tür telkinlerle büyütülen nesiller, hakikati değil arzularını merkeze alır. İnsanlık, ene’yi sahiplenmenin bedelini ruhsal çöküşlerle, toplumsal dağılmalarla ödemektedir. Oysa hakiki saadet, ene’nin gerçek sahibini tanımasındadır: “Ben mahlûkum, O Hâlık’tır. Ben kulum, O Rabbimdir.”

Sonuç: Ene’nin Terbiyesi ile İnsanlık Terbiye Olur

Bediüzzaman’ın bu cümlesi bir özdür: İnsanlık tarihinin bütün dal ve budakları, ene isimli bir çekirdeğin neşv ü nema bulmasından ibarettir. İnsanoğlu ya bu çekirdeği zakkum yapar, yeryüzünü cehenneme çevirir; ya da tûba yapar, yeryüzünü cennete hazırlar. Bu seçim her bireyin kalbinde, niyetinde ve benliğinde başlar.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Ene, tûba ve zakkumun çekirdeğidir” veciz ifadesi temel alınarak insan benliğinin iki yüzü incelendi. Ene, Allah’ın sıfatlarını anlamaya yarayan bir ölçü iken, sahiplenildiğinde insanı helake götüren bir hastalığa dönüşür. Hz. Âdem ve İblis örnekleriyle bu fark gözler önüne serilirken, modern çağın benlik putu ile bu mesele yeniden gündeme gelmektedir. Kurtuluş ise ene’nin terbiye edilmesi, tevazu ve tevhid ile Cenâb-ı Hakk’a yönelmesindedir.

 

 




Ene’nin İstilası: İnsanın İçindeki Ejderha

Ene’nin İstilası: İnsanın İçindeki Ejderha

“Evet ene; ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken mahiyeti bilinmezse tesettür toprağı altında neşv ü nema bulur, gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letaifiyle âdeta ene olur.

   Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip o ene, enaniyet-i neviyeye istinad ederek şeytan gibi Sâni’-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder.

   Sonra kıyas-ı bi’n-nefs suretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer.

اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظٖيمٌ

mealini gösterir. “
Sözler. 30. Söz

> “Evet ene; ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken mahiyeti bilinmezse tesettür toprağı altında neşv ü nema bulur, gittikçe kalınlaşır… Sonra kıyas-ı bi’n-nefs suretiyle… Gayet azîm bir şirke düşer.”
— Sözler, 30. Söz

İnsan, hakikatin aynası, kâinatın miftahı, sırlar âleminin anahtarı olarak yaratılmıştır. Fakat bu yüksek vazife ona “ene” adı verilen ince bir çizgi, zarif bir elif, sadece bir farazî hat üzerinden verilmiştir. Ene; kendisi hakiki bir varlık değil, İlâhî hakikatleri anlamak için kıyas unsuru olarak yaratılmış hayalî bir ölçüdür.

Ancak mesele burada bitmez. Zira insan, bu “farazî” olanı “hakiki” zannederse, işte o zaman bir hakikat aynası iken zulmet üreticisine dönüşebilir. Ene, haddini aştığında ince bir çizgi olmaktan çıkar, bir manevî ejderhaya dönüşür. Ve insanın bütün latifelerini, duygularını ve benliğini yutar.

Farazî Olanın Hakiki Sayılması: En Büyük Aldanış

Ene, aslında bir ölçüdür; ilmin, kudretin ve diğer İlâhî sıfatların idrak edilebilmesi için insana verilen bir misaldir. Ancak insan, bu ölçüyü “asıl” kabul ettiğinde ve kendini her şeyin merkezi sanmaya başladığında benlik merkezli bir algı inşa eder. Bu algı, önce bireysel düzeyde, sonra da toplumsal ve hatta tarihî düzeyde asabiye-i neviyeye (ırkî ve millî enaniyete) dönüşür.

Artık sadece bireysel ene değil, toplumsal ene konuşmaya başlar. Ve bu kolektif benlik, Cenab-ı Hakk’a ait olan mülkü ve tasarrufu esbaba, yani görünürdeki sebeplere taksim eder. Allah’ın mülkünde başka müstakil güçler vehmedilir. Bu vehim, Kur’ân’ın tarif ettiği üzere büyük bir zulüm olan şirke kapı açar:

> “Şüphesiz ki şirk, en büyük zulümdür.”
(Lokman Suresi, 13)

Ene’nin Deşifre Edilmesi: Marifetin Şartı

Bu nedenle Bediüzzaman Hazretleri, ene’nin mahiyetinin bilinmesini, kâinatın tılsımının çözülmesinde anahtar kabul eder. Zira ene anlaşılmazsa, insan kendi gölgesine tapar; görünmeyeni görmez olur. Halbuki ene, sadece bir kıyas vasıtası olarak anlaşılırsa, Allah’a giden yolu gösteren bir işaret levhası olur.

İnsanın “ben” demesi; “Ben varım, çünkü bir Yaratanım var” sonucuna götürmeli. Aksi halde “Ben varım, her şey bana bağlı” gibi bir zan, onu kibir ve tuğyana sürükler.

Zulümden Marifete: İki Yolu Ayıran İnce Hat

Ene, insan için bir imtihan vesilesidir. Ya marifetullaha köprü olur ya da benlik dağında bir put halini alır. Onun kalınlaşması; kibre, taassuba, zulme ve şirk karanlığına giden yoldur. İnce ve zarif mahiyeti korunursa, hikmet ve hidayet feneri olur.

İşte bu yüzden, insanın kendi içindeki bu ejderha ile yüzleşmesi gerekir. Ene’nin gerçek mahiyetini bilmek, kendini bilmekle başlar. Kendini bilen, Rabbini de bilir.

Özet

Bu makalede, insanın mahiyetine konulan “ene”nin başlangıçta ince ve farazî bir çizgi olduğu; fakat hakikati bilinmezse büyüyerek insanın tüm benliğini istila ettiği anlatılmıştır. Ene’nin yanlış anlaşılması, bireysel ve kolektif boyutta büyük bir şirk tehlikesine kapı açar. Doğru anlaşılması ise Allah’ın isim ve sıfatlarına giden bir marifet yoludur. İnsan, enesini tanıdıkça Rabbini tanır; enesini putlaştırırsa zulmün karanlığına düşer.

 

 




Zerrede Tecelli Eden Kudret: Havadan Gelen İlahi Mühür

Zerrede Tecelli Eden Kudret: Havadan Gelen İlahi Mühür

“Evet, havanın her bir zerresi, her bir zîhayatın cismine, her bir çiçeğin her bir meyvesine, her bir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilatları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, faraza çuha makinesi gibi olsa bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hâkeza… O binaların, o cisimlerin programları birbirinden başkadır. Şimdi şu zerre-i havaiye, bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar, gider. “
Sözler. 30. Söz

İnsanoğlu büyük hakikatleri ararken çoğu kez gözünü göğe, dağlara, yıldızlara diker. Oysa en büyük hakikatlerden biri, burnumuzun ucundaki zerrelerde gizlidir. Şimdi dikkatle bak: Bir hava zerresi, minicik bir parçacık, görünmez bir misafir… Ama o görünmezlik içinde görünmeyeni gösteren bir işaret levhasıdır.

Zerrelerin Sessiz Secdesi

Bir hava zerresi, bir çiçeğin ta en iç tabakasına girer; sonra bir böceğin solunumuna karışır; bir çocukta ciğer olur, bir meyvede tat. Her seferinde farklı bir yapıya girer ama asla karıştırmaz. Ne narı incir zanneder, ne ciğeri yaprakla karıştırır. Her yerde tam yerini bulur ve görevini eksiksiz yapar.

Sahi, bu nasıl bir isabetsizliktir?

Eğer o zerrede ilimsiz, şuursuz, kör bir tesadüf olsaydı, bir nar meyvesine girdiğinde portakal üretirdi. Ama hayır! Zerre şaşırmaz, sapmaz, saptırmaz. Çünkü onun arkasında, onu yönlendiren bir Kudret-i Sâni, bir İlmin sahibi, bir Hakîm-i Mutlak vardır.

Kudretin Parmak İzi: Havadaki Hikmet

Bir makine düşünün: Çuha üretmek için ayarlanmış. Aynı makineyle şeker yapılamaz. Ama hava zerresi, hem çuha gibi lifli bir meyvede, hem kristalize şeker gibi taneli bir meyvede aynı ustalıkla çalışır. Zira onun kendisi değil, üzerinde çalışan kudret esas faildir.

İşte burada tecrübi ilim susar, fıtrat ilmi konuşur. Çünkü bu kadar karmaşık programları ayırt eden, her yapıya uygun şekilde davranan şuursuz bir parçacığın, bir Rabb-i Rahîm’in emrine bağlı çalışmasından başka izahı kalmaz.

Her Zerrede Bir İman Dersi

Bediüzzaman, burada zerrenin işleyişi üzerinden çok büyük bir sırrı ifşa ediyor: Küçükte görünen, büyüğün anahtarıdır. Hava zerresiyle Cenab-ı Hakk’ın ilim, hikmet ve kudret sıfatları tecelli ediyor. Ve o zerre, adeta bir iman dersi okutuyor:

> “Ey insan! Ben şuursuzum ama işimi şaşırmam. Çünkü ben, seni de beni de yaratan sonsuz bir kudretin emrindeyim. Ben görevimi bilir ve giderim. Peki ya sen? Senin içine bırakılan ruh zerresi, acaba neyle meşgul?”

Özet

Bu makalede, bir hava zerresinin farklı canlı ve nesnelerde ayrı ayrı programlara uygun şekilde kusursuz çalışması anlatılmış; bunun ancak İlahi bir kudret, ilim ve irade ile açıklanabileceği vurgulanmıştır. Zerrelerin şaşmaz işleyişi, Allah’ın birliğine, hikmetine ve rububiyetine işaret eder. Bu basit gibi görünen ama sonsuz hikmetler taşıyan olay, insanın imanını derinleştiren ve tefekkürünü artıran bir ders niteliğindedir.

 

 




Nur Üzerine Nur: Allah’ın Nuru ve Kalpteki Misbah

Nur Üzerine Nur: Allah’ın Nuru ve Kalpteki Misbah

> “Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. Lamba cam bir fanus içindedir. Cam, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Lamba, doğuya da batıya da nispet edilmeyen mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Onun yağı, neredeyse kendisine ateş değmese bile ışık verir. Nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna iletir. Allah insanlara temsiller verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”
(Nur Suresi, 35. Ayet)

Allah’ın Nuru Ne Demektir?

Bu ayet, Kur’an’ın en derin, en hakikat yüklü ayetlerinden biridir. İslam âlimleri tarafından “Ayetü’n-Nur” olarak adlandırılır ve ilahi tecellinin, hidayetin ve marifetin sembolü kabul edilir. Ayette geçen “Allah göklerin ve yerin nurudur” ifadesi, hakiki ve mecazi olmak üzere iki yönlü değerlendirilmiştir.

Ehli Sünnet kelam alimleri, özellikle Eş’arî ve Mâturîdî ekoller, bu ayeti teşbih ve mecaz yoluyla yorumlamışlardır. Zira “nur” kelimesi Allah’ın zatı hakkında tevil edilmeden zahirî anlamıyla anlaşılırsa, Allah’a cisim isnadı gibi tehlikeli bir anlayış doğabilir. Bu sebeple şu şekilde izah edilmiştir:

İmam Ebu Mansur el-Mâturîdî der ki:
“Buradaki ‘nur’, hidayet, ilham, marifet, hakikatleri gösterme manasınadır. Allah’ın nuru, kendisinden başkasının sahip olamayacağı, varlıkların varlıklarını sürdürebilmesini sağlayan bir hakikattir.”

İmam Fahruddîn er-Râzî, bu ayet üzerine uzun uzun tefsir yaparak şöyle der:
“Allah Teâlâ’nın ‘nur’ oluşu, varlıkların hem zâhir hem bâtın boyutlarını aydınlatan bir hakikattir. Güneş gözleri açtığı gibi, Allah’ın nuru kalpleri açar.”

Nur Üstüne Nur Ne Demektir?

Ayette geçen “nurun alâ nur” yani “nur üstüne nur” ifadesi, ilahi hidayetin mertebelerini, kalbin saflaşmasıyla gelen manevi derinlikleri ve marifetullahın art arda gelen feyizlerini temsil eder. Bu ifadenin bazı yorumları:

Nur birinci mertebede iman nurudur. Kul, Allah’a inanır.

İkinci nur, marifet nurudur. Kul, Allah’ı tanımaya başlar.

Üçüncü nur, muhabbet nurudur. Kalp, Allah’la ünsiyet bulur.

Dördüncü nur, tevhid nurudur. Kul, Allah’tan başka hiçbir şeyi görmez olur.

Bu hallerin tamamı, Allah’ın dilediğini nuruna iletmesi ile mümkündür. Nurun sahibi, nurun yolunu da gösterir.

Mübarek Zeytin Ağacı ve Yağın Parıltısı

Tefsirlerde, “ne doğuya ne batıya ait olmayan zeytin ağacı”, insanın fıtratını, ariflerin kalbini ya da Risalet Nuru’nu sembolize eder. Bu ağacın yağı ise, ilhamı, fıtri hidayeti, aklıselimi temsil eder. Bu yağın “nereye değse yanacak gibi olması”, zaten hakikate meyilli bir ruhun Allah’ın nuru ile parlamaya hazır olduğunu gösterir.

Hadislerde Ayetü’n-Nur

Bazı hadislerde Efendimiz (s.a.v.) bu ayetin tefsirine dair işari yorumlar yapmıştır:

“Allah’ın nuruyla bakan müminin ferasetine dikkat edin.” (Tirmizî)
– Bu hadis, Allah’ın nurunun kulun kalbine sirayet edebileceğini gösterir.

“Allah sizin suretlerinize değil, kalplerinize bakar.” (Müslim)
– Kalpteki nur, kalbin aydınlığı, Allah’ın nazargâhıdır.

Kalp Kandili ve Zahir-Batın Dengesi

Ayetin misali şudur: Kalp bir kandilliktir, içinde bir lamba (iman) vardır. O lamba bir cam fanustadır, yani şeffaf bir nefs içinde parlar. O fanus yıldız gibi parlar, çünkü nefs temizlenmiştir. Lambayı yakan ise zeytin yağı gibi saf fıtrat, vahiy, Risalet nuru ve Allah’ın tevfikidir.

Bu öyle bir nurdur ki, kalbi sıradan bir beden parçası olmaktan çıkarır; onu arşın bir aynası, nurun yansıdığı bir merkez haline getirir.

Özet

Nur Suresi 35. ayeti, Allah’ın göklerin ve yerin “nuru” olduğunu beyan eder. Ehli Sünnet kelamına göre bu nur, zatî değil, mecazîdir: Allah, varlıkların vücut bulmasını sağlayan ve hakikatleri aydınlatan ilahi hidayet, marifet ve kudret kaynağıdır. Ayette geçen misal, insan kalbinin nasıl bir nur kandili gibi işleyebileceğini simgeler. Hadislerde de bu mana desteklenmiştir: Kalp, iman ve marifetle doldukça “nur üstüne nur” olur. Allah, dilediğini bu nura eriştirir ve her şeyi hakkıyla bilir.

 

 




Kalpte Taayyün Eden Hakikat: Arşa Sığmayan, Kalbe Sığan Sır

Kalpte Taayyün Eden Hakikat: Arşa Sığmayan, Kalbe Sığan Sır

“Yere ve göğe sığmam. Fakat, mümin kulumun kalbine sığarım.” Hadis-i Kudsi

> Ne yer bana sığar, ne gök. Lakin mümin kulumun kalbine sığarım.”

Bu hadisin lafzî olarak anlaşılması, yani “Allah kalbe sığar” ifadesinin cismânî bir yer tutma anlamında yorumlanması, ehli sünnet itikadına aykırıdır. Zira Allah mekândan ve zamandan münezzehtir:

> “O, hiçbir şeyin benzeri değildir.” (Şûrâ, 11)
“Allah, her şeyi kuşatandır, ama hiçbir şey O’nu kuşatamaz.” (Bakara, 255)

Dolayısıyla burada kastedilen “sığmak” maddî değil, tecellî etmek, taayyün etmek, ma’rifetle bilinmek anlamındadır.

Murad Nedir?

Bu hadisten murad; Allah’ın, yarattığı mekânlara sığamayacak kadar aşkın (müteal) olduğu hâlde, kalbini arıtan bir müminin gönlünde marifetiyle, muhabbetiyle ve tecellisiyle varlık bulmasıdır.

Allah’ın kalbe sığması; orada tevhid nurunun, muhabbetin, takvanın, ihlasın, yani ilahi sıfatların yansımalarının zuhur etmesidir. Kalp, Allah’a ait olan bu sıfatlara bir ayna gibi dönüştüğünde, Cenab-ı Hak orada marifetiyle tanınır.

Kalp: İlahi Tecellî Mekânı

Kur’an’da da, kalbin anlayış ve idrak merkezi olduğu sıkça vurgulanır:

“Onların kalpleri vardır; fakat onunla anlamazlar.” (A’râf, 179)

“Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur.” (Ra’d, 28)

Kalp, sadece bir et parçası değil; insanın hakikatle temas ettiği, nurla dolduğu, Rabbiyle konuşabildiği mânevî bir merkezdir.

> “Kalp, Arş-ı Rahman’ın yeryüzündeki temsilcisidir.”

Mümin Kalbi Nasıl Bu Makama Erişir?

  1. Tevbe ve Tezkiye: Kalp önce günahlardan arınmalıdır. Kirli bir kalpte nur parlamaz.
  2. Zikir ve Tefekkür: Sürekli Allah’ı zikreden bir kalp, zamanla ilahi feyze açık hâle gelir.
  3. İhlas ve Takva: Allah için yapılan işler, kalbi saflaştırır. Samimiyet, nuru çağırır.
  4. Aşk ve Marifet: Allah’ı sevmek ve tanımakla, kalp artık başka bir hakikate kapı açar.

Böyle bir kalpte artık sadece Allah’ın zikri, sevgisi ve marifeti hüküm sürer. İşte bu kalp, “yere göğe sığmayan Rabbin” ilahi tecellîsine mekân olur.

Kalbini Arş Yapanlara Selam Olsun

Kalbini temizleyen, içinde kin, kibir, riya, şehvet barındırmayan, sadece Allah’a açan müminler… Onlar yere göğe sığmayan Rabbin, “sırrını” taşıyan yeryüzü emanetçileridir.

Bu hadis, müminin sorumluluğunu da ihtiva eder. Kalbinde Allah’ın nazarı varsa, artık her işte, her sözde ve her düşüncede Allah’ı hesaba katması gerekir. Bu, sadece bir marifet hali değil, aynı zamanda ağır bir emanettir.

Bu konuda İmamı Rabbani şöyle der:
Yer ve gök, imkan dairesine dahildir. La mekani [mekansız] olan, mekana sığmaz. Bi-çun olan, çünde aram eylemez. [Allahü teala, yaratılanda yerleşmez]. Müminin kalbi mekansızdır. Niçin ve nasıldan beridir. Onda sığışma mütehakkıktır [tahakkuk edendir].

Bu sığmadan murad, vücut mertebesinin kendisi değil, sureti, örneği sığmaktadır. Kendisinin sığması düşünülemez.

Özet

“Yere göğe sığmam ama mümin kulumun kalbine sığarım” hadisinde Allah’ın kalbe maddi anlamda sığması değil, mânevî olarak tecellî etmesi anlatılır. Ehli sünnet alimleri bu hadisi ilahi marifet ve muhabbetin kalpte yerleşmesi olarak yorumlamışlardır. Kalp, temizlenip Allah’a yöneldiğinde, bir tefekkür mabedi, bir arş aynası hâline gelir. Bu makama eren kalp, Allah’ın nazar ettiği bir sır taşıyıcısıdır.

 

 




Bir Yolcunun Hatıra Defteri: Nereden Geldim, Nereye Gidiyorum?

Bir Yolcunun Hatıra Defteri: Nereden Geldim, Nereye Gidiyorum?

> “Ey insan! Nereden gelip nereye gittiğini ve ne için yaşadığını düşündün mü hiç?”
– Hikmet defterinden bir soru…

Evvelden Evvel: Yoklukta Var Edilen Mana

Bugün 65 yaşındasın. Bir sene önce 64’tün, on yıl önce 55… Fakat 66 yıl önce neredeydin? Cevap: Henüz bu dünyada yoktun. Ama mutlak bir yoklukta da değildin.

Kur’an der ki:

> “İnsanın üzerinden henüz anılmaya değer bir şey olmadığı bir zaman geçmedi mi?”
(İnsan Suresi, 1)

İnsan ruhu, ezelde Rabbine verdiği bir sözle tanındı:

> “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediklerinde, ‘Evet, şahidiz’ dediler.”
(A’râf Suresi, 172)

Senin hakikatinin tohumu, ruhlar âleminde, Rabbini tanıyarak atıldı. Henüz bedenin yoktu. Akıl, kalp ve duyguların yaratılmamıştı ama “irade-i ilahi” seni bilmekteydi. Senin için bir takvim başlamıştı bile.

Rahimde Geçen Karanlık Aylar

Bedenin, annenin rahminde nutfe (damla), sonra alaka (embriyo), sonra mudğa (bir çiğnemlik et parçası) olarak şekillendi. Ruhun, üç kırkıncı gününde bedenine üflendi. Artık ruh ve bedenin birleştiği andı o.

Kalbin çarpmaya, aklın şekillenmeye, duyguların titreşmeye başladı. Ama hâlâ bu dünya hakkında bir bilgin yoktu. Bir bebek olarak gözlerini açmadan önce sen, annende ilahi rahmetle korunuyordun.

Dünya Hayatı: Ruhun Bedenle İmtihanı

Doğdun. Ağladın. Sonra güldün. Sonra konuştun. Okudun. Gördün. Sevdin. Aldandın. Aldattın. Aradın. Buldun. Kaybettin. Ve şimdi… 65 yaşında geriye dönüp bakıyorsun.

Hayat bir yolculuktu, hem de öyle bir yolculuk ki:

Ruhunla geldin, ama bedenle tanındın.

Kalbinle duydun, ama akılla yön buldun.

İmtihanlarla piştin, ama sabırla direndin.

Kalbin çoğu zaman seni Allah’a çağırdı. Akıl bazen seninle tartıştı. Nefs fısıldadı, şeytan vesvese verdi. Ama her secde, kalbin hatırlamasına yardım etti.

Bugün bu satırları okuyorsan, hâlâ ölmeden önce ölmek fırsatın var.

Ölüm: Yolculuğun Dönüm Noktası

Ölüm… Aslında son değil. Ruhun bedenden ayrıldığı, kabre ilk adımın atıldığı yeni bir başlangıç.

Beden toprağa döner. Ama senin gerçek “benliğin” olan ruh, bu sefer berzah âlemine geçer. Tıpkı rahimdeyken bu dünyayı bilmediğin gibi, şimdi bu dünyadayken o âlemi de bilemiyorsun.

Rivayetlerde, ölüm ânı mümin için şöyle tarif edilir:

> “Ruhu, bir testiden su döker gibi kolayca çıkarılır. Cennet kokuları ona getirilir, kabri cennet bahçelerinden bir bahçeye döner.”

Ama gafletle geçen bir ömür, kabirde zor geçebilir. Kabir ya cehennem çukurlarından bir çukur, ya da cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Hadis)

Kıyamet ve Sonsuzluk: Varılacak Son Durak

Kabirden sonra ba’sü ba’de’l-mevt, yani yeniden diriliş vardır. Mahşer meydanı, hesabın görüldüğü yer olur. O gün her şey ortaya çıkar. Kalbin neye bağlıydı, gözün neyi aradı, aklın kime secde etti? Bunların karşılığı alınır.

Eğer bu dünya yolculuğunda Allah’ı tanımış, kul hakkı gözetmiş, salih ameller işlemişsen, cennet seni bekler. Cennet, yalnız mükâfat değil, Allah’a vuslatın makamıdır.

> “O gün bazı yüzler Rablerine bakıcıdır.” (Kıyame, 22–23)

İşte asıl sığınak, asıl kavuşma oradadır.

Özet:

Bu makalede, 66 yıl öncesinden itibaren insanın yaratılış öncesi hâli, rahimdeki serüveni, dünya hayatındaki imtihanı, ölüm sonrası yolculuğu ve sonsuz âlemdeki akıbeti anlatıldı.
İnsan, ruhlar âleminde tanındı, rahimde şekillendi, dünyada imtihana tabi tutuldu, öldüğünde asıl yurduna dönecek bir misafirdir.
Beden fânidir ama ruh, akıl, kalp ve irade ile ebedî yolculuğa hazırlanan insana, hayat bu gerçeği hatırlatmak için verilmiştir.

 

 




Zerrelerin Hareketi: Kudretin Kalemiyle Yazılan Kâinat

Zerrelerin Hareketi: Kudretin Kalemiyle Yazılan Kâinat

“Tahavvülat-ı zerrat; Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır. Yoksa maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket değildir.”

Sözler. 30. Söz

> Her bir zerre, bir harf gibidir; ama harf değil, satırdır. Satır değil, kitapçık gibidir. Çünkü her biri, sonsuz ilmi ve hikmeti yansıtan bir sanat mucizesidir.

Görünmeyen Âlemdeki Büyük Harfler

İnsanoğlu, gözle görebildiği şeylerle meşguldür çoğu zaman. Fakat gerçek sırlar, görünmeyen âlemde gizlidir. Maddi gözle bakıldığında, atomlar (zerreler) sadece küçük parçacıklar, hareket eden noktalar gibi görünür. Ama iman gözüyle bakıldığında, her bir zerre, Nakkaş-ı Ezelî’nin kaleminden çıkan bir harf, bir kelime, bir ayet gibidir.

Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Tahavvülat-ı zerrat, Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudretiyle, kâinat kitabında yazılan âyât-ı tekvîniyenin ihtizazatıdır.”

Yani, atomların dönüşü, boş bir hareket değil; bir yazı, bir kelime, bir nakıştır.

Tabiat mı Yazar, Kudret mi?

Materyalistler (maddiyyun) ve tabiatçılar (tabiiyyun), bu hareketleri tesadüfle, fiziksel zorunluluklarla, kör kuvvetlerle izah etmeye çalışırlar. Fakat bu görüş, tıpkı anlamlı bir kitap gördüğünde onu rüzgârın sayfaları karıştırmasıyla yazılmış zannetmek gibidir.

Bir zerre, bir hücreye giriyor, onu tanıyor, emir alıyor, yerini biliyor. Bir gıda molekülü, karaciğerden geçiyor, kanın içine giriyor, kalbe uğruyor, gözün retinasına yerleşiyor.

Bu kadar hassas, şuurlu, planlı hareket; kör tabiatla açıklanabilir mi?

Kalem-i Kudret: Sonsuz İlimle Yazıyor

Atomlar, sabit değil. Devamlı bir cevelan, bir ihtizaz içindedirler. Bu hareket, bir kararsızlık değil, bir imtizaçtır (uyumdur). Çünkü:

Her bir zerre, Allah’ın izniyle hareket eder.

Nereye gideceğini bilir gibi davranır. (Çünkü ona bir emir verilmiştir.)

Görevini tamamlayıp yer değiştirir. Tıpkı bir hattatın kalemini kaldırıp başka harfe geçmesi gibi.

Bu yüzden Bediüzzaman, atomun hareketini sadece “fizikî” değil, “manevî” bir yazım süreci olarak yorumlar. Zerrelerin hareketi, kudret kaleminin yazmasıdır.

Bir Zerrenin Şahitliği

Bir arı hücresindeki atom, bir nar tanesindeki atom, bir kar tanesindeki atom… Aynı malzeme ile bambaşka san’atlar işleniyor. Bu ise:

İlmin sonsuzluğunu,

Kudretin mutlaklığını,

İradenin ezeliliğini gösteriyor.

Bir zerrenin girdiği yerde rastgele değil, bilerek, seçerek ve yerli yerince hareket etmesi, onun bir fail-i muhtar (seçimli bir kudret) tarafından sevk edildiğini gösterir.

O halde bir atomun bile şuurluca hareket ettiği bir kâinatta, insanın şuursuz yaşaması düşünülemez.

Eşya Konuşur, Zerreler Anlatır

Atomlar sessiz gibi görünür. Ama hakikatte konuşurlar.

“Beni göndereni tanı!” der.

“Benim yaratılış gayemi oku!” der.

“Tesadüf değilim, kaderin harfiyim.” der.

İşte iman gözüyle bakıldığında, her şeyin bir dili olduğu anlaşılır. Bir çiçeğin atomu bile şu mesajı verir:

> “Ben basit bir madde değilim. Kudretin bir harfiyim. Benim hareketim, manasız değil; ayetler yazılıyor üzerimden.”

Özet:

Bu makale, atomların (zerrelerin) hareketinin, görünürde fiziksel olsa da aslında kudret kalemiyle yazılan bir ilahi yazı olduğunu ortaya koymaktadır.
Materyalistlerin ‘tesadüf’ dedikleri şey, hakikatte ilim, irade ve kudretin planlı bir tecellisidir.
Her zerre, Allah’ın bir ayeti gibidir. Onların hareketi, kainat kitabında yazılan bir mânânın cümleleridir.
İnsan, bu muazzam yazıyı okuyacak akıl, kalp ve iman ile donatılmıştır. Okumamak, inkâr etmek değil sadece gaflettir; ama gafletin bedeli, kör tesadüfe esir olmaktır.

 

 




Duygu-Suzluk ve Dua Arasında Ümmetin Hali

Duygu-Suzluk ve Dua Arasında Ümmetin Hali

Ne bekleniyor?
Neyi bekliyoruz?
Gazze’lilerin bitmesini mi?
Yoksa ümmetin bitmesini mi?
Neden suskunuz?
Belki de duy-gu-susuz!
Bu durum İsraile güç veriyor.
Ve de pervasız.
Hadiste ki; Vehn mi?
Yoksa Zekeriya Peygamber gibi mi;
“Kâle rabbi innî vehene-l’azmu minnî veşte’ale-rra/su şeyben velem ekun bidu’â-ike rabbi şekiyyâ(n)”
“Yalvara yakara şöyle demişti: “Rabbim! Doğrusu ben öyle perişan bir haldeyim ki, kemiklerim zayıfladı, eridi; başımdaki saçlar ihtiyarlıktan dolayı beyaz alevler gibi tutuştu. Rabbim! Ben sana hangi konuda dua ettiysem hiçbir zaman bedbaht ve mahrum olmadım.” Meryem. 4.

*********

Neyi bekliyoruz?
Gazze yanarken, çocukların haykırışı göğe yükselirken, taş duvarlar altında ezilen sadece bedenler değil; ümmetin vicdanı, duyarlılığı, ümidi de eziliyor. Bir sessizlik hâkim sokaklara, ekranlara, sosyal mecralara… Bu sessizlik, masumların çığlıklarından daha çok yankı buluyor gökte.

Neyin sonunu bekliyoruz?
Gazze’nin mi? Ümmetin mi? Yoksa vicdanımızın tamamen tükenmesini mi?

Artık çoğumuz sadece ekran başında bekliyoruz. Haber bültenlerinde sayılar artıyor: “Ölenlerin sayısı 5000’i geçti… 10.000 oldu…” Sayılar… Rakamlar… Ama her biri birer can, birer bebek, bir anne, bir baba… Ve biz bu rakamları geçip giden birer istatistik gibi izliyoruz. Çünkü duygu-suzuz. Belki de gerçekten duy-gu-suzuz… Belki de sadece aklımız çalışıyor ama kalbimiz iflas etti.

Suskunluk bir tercih değil artık, bir alışkanlık. Alıştık çünkü. Mazlumlara ağlamaya, ama sonra da sofraya oturup günlük hayatımıza devam etmeye alıştık. İşte bu alışkanlık, bu uyuşma hali İsrail’e cesaret, zalimlere pervasızlık kazandırıyor.

********

Vehn Hadisi: Güç Çok, Gönül Zayıf

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), bir gün şöyle buyurmuştu:

> “Neredeyse ümmetler birbirlerini sofraya çağırır gibi üzerinize üşüşecekler.”
Ashab sordu: “Biz az mı olacağız o gün, ey Allah’ın Resûlü?”
Efendimiz şöyle buyurdu:
“Hayır, bilakis çok olacaksınız. Lakin siz bir selin sürüklediği çerçöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu çıkaracak ve sizin kalbinize vehn yerleştirecek.”
Sahabe sordu: “Vehn nedir ey Allah’ın Resûlü?”
Efendimiz buyurdu:
“Dünya sevgisi ve ölüm korkusu.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 5)

Vehn… Dünya sevgisi ve ölümden korkmak. Tam da çağımızın ruhunu anlatan kelime. Bugün ümmetin acizliği, zalimlere karşı suskunluğu sadece fiziki yetersizlikten değil; manevî tükenmişlikten kaynaklanıyor. Silahımız var ama irademiz yok. Bilgimiz var ama hikmetimiz yok. Sosyal medyada sesimiz var ama kalbimiz sessiz.

*********

Zekeriya’nın Sessizliği: Bir Çöküş Değil, Bir Diriliş

Ama bütün sessizlikler tükeniş değildir. Kur’ân, bize başka bir sessizliği de anlatır. Hz. Zekeriya’nın sessizliğini… Bir dua halinde yapılan sabırlı bekleyişi…

> “Kâle rabbi innî vehene-l’azmu minnî veşte’ale-rra’su şeyben velem ekun bidu’âike rabbi şekiyyâ(n)”
“Rabbim! Kemiklerim zayıfladı, saçlarım bembeyaz oldu. Ama ben Sana dua etmekten hiç ümidimi kesmedim.” (Meryem, 4)

Zekeriya Peygamber de çökmüştü, bedeni güçsüzdü. Ama onun çöküşü bir ümitsizlik değil, bir dua direnişiydi. Zira o, dua etmekten hiç vazgeçmemişti. İşte burada iki tür bekleyişin ayrımı beliriyor:

Biri duygu-suz bir bekleyiş: Teslim olmuş, vazgeçmiş, dünya sevgisiyle bağlanmış.

Diğeri dua ile bekleyiş: Sabırlı, sessiz ama kararlı. Ve sonunda Allah’ın inayetiyle yeşeren bir mucize: Yahya.

Ümmetin Dirilişi Duada Saklı

Bugün Gazze, bir vahşetin adı değil sadece. Aynı zamanda ümmetin aynası. Onlara bakan, aslında kendini görüyor. Ne kadar acizleştiğimizi, ne kadar sessizleştiğimizi, ne kadar vehn hastalığına yakalandığımızı…

Ama hâlâ umut var. Eğer Zekeriya gibi dua etmeye dönersek… Eğer sessizliğimiz yakarışa dönüşürse… Eğer bedenimiz değil, kalbimiz secdeye varırsa…

İşte o zaman ümmet yeniden ayağa kalkar. Çünkü bizim silahımız sadece top, tüfek değil; asıl silahımız duadır. Kalpten gelen, gözyaşıyla yıkanan, sarsılmaz bir yakarış…
Ve de fiiliyata geçilerek…

Sonuç ve Özet

Bugün suskunluk bir çöküş, bir duygu kuraklığıdır. Zalimler, ümmetin bu sessizliğinden cesaret alıyor. Hadiste bildirilen “vehn”, yani dünya sevgisi ve ölüm korkusu, bu hale gelmemizin en büyük sebebi. Oysa Hz. Zekeriya’nın duası, bizlere başka bir yol gösteriyor: Ümitsizliğe düşmeden, dua ederek Allah’a yönelmek.

Gazze’nin çığlıkları sadece yardım değil, uyanış çağrısıdır. Ve bu çağrıya verilecek en güçlü cevap; eylemle, bilinçle ve dua ile olur.

Makale Özeti:

Gazze’deki zulüm karşısında ümmetin suskunluğu “duygu-suzluk”la açıklanabilir.

Peygamberimiz (s.a.v.), ümmetin bu hale geleceğini “vehn” hadisiyle haber vermiştir: Dünya sevgisi ve ölüm korkusu.

Zekeriya Peygamber’in duası ise umutsuzluğa kapılmadan dua etmenin örneğidir.

Ümmetin tekrar dirilişi, içten yakarış, bilinçli gayret ve kalpten gelen dua ile mümkündür.

 

 




Ene’nin Pençesinde: Küçük Âlemde Tağut, Büyük Âlemde Tabiat

Ene’nin Pençesinde: Küçük Âlemde Tağut, Büyük Âlemde Tabiat

> “Evet şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tağutlardandır.”
— Sözler, 30. Söz

Ene: Allah’a Açılan Kapı mı, Yoksa Tağut’un Pençesi mi?

İnsana emanet edilen en kıymetli hakikatlerden biri olan “ene” (benlik), doğru anlaşılmazsa en büyük tehlikelerin de kaynağı olabilir. Ene, kendisiyle İlâhî sıfatlara kıyas yapılarak Allah’ı tanımak için bir ayna hükmündedir. Lakin bu ayna kirlenirse, nefsini ilahlaştıran bir put haline dönüşebilir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle ene, küçük âlem olan insanın içindeki bir tağuttur. Tabiat ise büyük âlemde aynı fonksiyonu görür. Her iki yapı da şeytanın dalalet planında merkezi bir rol oynar.

Şeytanın Gaga ve Pençesi: Ene

Şeytan, enenin kendisine güvenen, her şeyi kendine mal eden, “Ben yaptım, ben bildim, ben düşündüm” diyen gururlu halini bir silah gibi kullanır.
İnsanın aklını, gurur ve benlik üzerine bindirir, yükseğe kaldırır, sonra oradan aşağı atar. Artık insan:

Ne aklıyla doğruyu bulabilir,

Ne de kalbiyle hakikate ulaşabilir.

Çünkü ene gürleşmiş, ejderha gibi olmuş, kendisini her şeyin ölçüsü zannetmiştir.

Dinsiz Felsefenin Tuzağı: Tabiat ve Ene İlahı

Ene, eğer İlâhî kudreti tanımak için bir ölçü, bir vâhid-i kıyasî (ölçü birimi) olarak kullanılmazsa, yaratıcıyı inkar eden bir merkeze dönüşür.
Bu tür ene sahipleri:

Tabiatı yaratıcı sayar,

Sebepleri kudretle karıştırır,

Kendi nefsini her şeyin ölçüsü kabul eder.

Bu yüzden dinsiz feylesoflar, ene’nin ve tabiatın bu zehirli yüzüyle büyülenir, akıllarıyla dalalete düşerler. Şeytan, bu körlüğü sever. Çünkü aklın putlaştığı yerde, vahiy susar.

Tağut: Hakk’ı Örten Her Şey

Kur’an’da “tağut”, Allah’tan başka her türlü sapma, azgınlık ve putlaşma demektir. Küçük âlemde ene, insanı Allah’tan koparıyorsa bir tağuttur. Büyük âlemde tabiat, kudreti Allah’a vermeyip sahte sebeplere yüklüyorsa yine bir tağuttur.

O halde insanın en büyük düşmanı, dışarıda değil, içindedir:

Nefsinde büyüyen “ene”

Etrafında abartılan “tabiat”

Bu iki tağutla mücadele etmeyen biri, şeytanın tuzaklarından asla kurtulamaz.

Kurtuluş Yolu: Ene’nin Teslimiyeti

Ene, ancak emanet bilinciyle, benlikte hiçlik sırrıyla hakiki mecrasına döner.
Nasıl ki bir ayna, ışığı gösterip kendini unutturursa;
Nasıl ki bir pusula yön gösterir ama yönün kendisi olmazsa;

İnsan da “ben” derken aslında:

> “Beni yaratanı bilmek için bu benliği aldım.” diyebilmelidir.

Bu ise iman, marifet ve teslimiyetle mümkündür.

Özet:

Bu makale, insanın “ene” (benlik) duygusunun nasıl bir tağut haline dönüşebileceğini ve şeytanın eneyi nasıl bir pençe gibi kullanarak insanı dalalete sürüklediğini açıklamaktadır.
Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat, Allah’tan uzaklaştıran iki büyük tuzak olarak karşımıza çıkar.
Kurtuluş yolu, eneyi hakikati anlamada bir ölçü birimi olarak kullanmak, onu Allah’a teslim etmek ve tabiatın arkasındaki kudreti görmekle mümkündür.
Ancak bu şekilde insan, şeytanın tuzaklarından, enenin gururundan ve tabiatın gafletinden kurtulabilir.