Cehennem Gibi Cennet, Cennet Gibi Cehennem: Kalbin Hali Âlemi Nasıl Yansıtır?

Cehennem Gibi Cennet, Cennet Gibi Cehennem: Kalbin Hali Âlemi Nasıl Yansıtır?

“Hatta Cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için asiye kâfirin Cehennem-i manevîsine nisbeten Cennet gibidir.”
(Mesnevî-i Nuriye, s. 228)

Dünya ve âhiret, zıt kutuplarla örülmüş bir imtihan sahnesidir. Ateşle suyun, zulmetle nurun, Cennetle Cehennem’in hakikati yalnızca maddî boyutla sınırlı değildir. Bazen görünürdeki bir ateş, içinde nur saklarken; dıştan nimet gibi görünen bir hayat, derin bir mânevî azabın örtüsünü taşıyabilir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu sözü, sadece mahşer gününe değil, daha bu dünyada başlayan bir iç hakikate dikkat çeker: Gerçek azap ve gerçek huzur, çoğu zaman kalpte başlar. Kalbi ilim ve marifetle nurlanmış bir mü’min için, hatta bedenî bir azap olan cismanî Cehennem bile; inkâr ve gafletle kararan bir ruhun içinde bulunduğu mânevî Cehennemden daha hafif ve hatta Cennet gibi gelebilir. Çünkü o mü’min bilir ki, her ateş onun için değil; her zorlukta bir rahmet gizlidir.

Tarih boyunca nice mü’minler vardır ki, bedenleri ateşlere atılmış, ama ruhları serinlikte kalmıştır. Hazret-i İbrahim (as) ateşe atıldığında, “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol” emriyle o ateş bir Cennet bahçesine dönüşmüştü. Zira oradaki serinlik, yalnızca dış şartların değil, kalbin Allah’a olan yakininden doğmuştu. İşte ârif mü’minin sırrı buradadır: O, dış dünyada neyle karşılaşırsa karşılaşsın, iç dünyası Cennet kadar huzurludur.

Bunun zıddı da mümkündür. Zenginlik, rahatlık, şöhret gibi dışarıdan nimet gibi görünen hayatlar, kalbi inkârla kararmış bir insan için mânevî bir Cehennem olur. Günahın zevki tükenince, geriye sadece vicdan azabı, yalnızlık ve korku kalır. Bu ruh hâli, bedenî bir azap yaşamasa da içten içe kavrulan bir azaptır. Kalbi imanla dolu olmayan bir insan için, dünya nimetleri bile dar bir zindan halini alır. Çünkü kalp, Rabbini tanımadığı müddetçe hiçbir lezzet ona huzur veremez.

Nitekim, zindanda Kur’an’ı düşünen bir mü’minin iç dünyası nurla dolar; saraylarda Allah’tan gafil yaşayan bir kimsenin iç dünyası ise karanlıklarla kaplanır. Bu yüzden, gerçek Cennet de Cehennem de önce kalpte başlar.

Manevî Cehennem, gafletin, inkârın, boşluğun, amaçsızlığın ve nefsin esaretinde geçen bir ömrün cezasıdır. Bu azap, kimse fark etmese de sahibini için için yakar. Çünkü kalp, kendisine takılan yaratılış gayesine aykırı hareket ettikçe, ruh sıkılır, varlık daralır, hayat çekilmez hâle gelir. İşte bu hâl, asiye kâfirin mânevî Cehennemidir.

Ârif mü’min ise, musibetlerde Allah’ın kudretini, hastalıklarda rahmetini, belalarda hikmetini gören kimsedir. O bilir ki, Allah dostlarının yolu çiçeklerle değil, dikenlerle doludur. Fakat o dikenler, Allah için sabredildiğinde Cennet’e dönüşür. Cismanî Cehennem bile, Allah için çekilen bir imtihan olursa, içindeki ruh Cennet’te yaşar.

Bu hakikat, bize hayatın dış yüzüne aldanmamayı öğretir. Zorlukları sabırla ve tevekkülle karşılayan, iç dünyasını Kur’an ve imanla nurlandıran bir mü’min, dünyanın en zor şartlarında bile huzur bulabilir. Buna karşılık, ne kadar dıştan rahat ve lüks bir hayat yaşasa da kalbi Allah’tan uzak olan kişi, kendi içinde derin bir boşluk ve azap hisseder.

Çünkü ruhun gıdası iman, huzurun kaynağı marifettir. Kim Allah’ı tanırsa, her şey ona dost olur; kim Allah’tan gafil olursa, nimetler bile onun için azaba dönüşür.

Özet:

Bu makalede, Mesnevî-i Nuriye’de geçen “Cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için… Cennet gibidir” ifadesi temel alınarak, iç huzurun imanla, iç azabın ise inkârla doğrudan ilişkili olduğu ifade edilmiştir. Kalbin Allah ile buluştuğu bir durumda bedenî sıkıntılar bile ruhu yormazken, kalbi gafletle kararmış bir kimse için en rahat hayat bile mânevî bir azaba dönüşebilir. Gerçek Cennet de Cehennem de insanın içinde başlar. Öyleyse huzuru dışta değil, kalpte ve imanda aramak gerekir.

 




İman ve Küfür: Ebediyetin Çekirdekleri

İman ve Küfür: Ebediyetin Çekirdekleri

“iman, manevî bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi manevî bir cehennemin tohumunu saklıyor.

   Nasıl ki küfür, cehennemin bir çekirdeğidir. Öyle de cehennem, onun bir meyvesidir.

   Nasıl küfür, cehenneme duhûlüne sebeptir; öyle de cehennemin vücuduna ve icadına dahi sebeptir.”
Sözler. 28. Söz.

********

Çekirdekte Saklı Hakikat: İman Bir Cennet Fidanıdır

İnsan, dünyada yaptığı her tercih ile ahiretini inşa eder. Bu tercihler, bazen bir niyet, bazen bir bakış açısı, bazen de bir inanç sistemi olarak görünür. Fakat Bediüzzaman’ın bu ifadesiyle, bu tercihler sadece geçici tavırlar değil, ebedî bir hakikatin çekirdekleridir.

İman, Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve kadere olan samimi bir teslimiyettir. Bu teslimiyetin içinde; güven, sevgi, teslimiyet, itaat, şükür ve ümide dair sayısız manevî meyve barınır. İşte bu meyveler, imanın kalpte ektiği bir cennet bahçesinin tomurcuklarıdır.

Dünyada huzur, vicdanda ferahlık, akılda istikamet, kalpte rahmet şeklinde yeşeren bu tohumlar, ebediyette cennetin hakiki çiçekleri olarak açacaktır.

Küfür: Cehennemin İçten Gelen Ateşi

Bunun zıddı ise küfürdür. Küfür, sadece “inkâr” değil; hakikate sırt çevirmek, hidayeti reddetmek, ilâhî nizamı görmezden gelmek demektir. Bu tercih ise sadece dıştan değil; insanın özünden bir kararmadır. Kalbi, aklı ve ruhu çoraklaştıran bir inkârdır.

İşte bu yüzden küfür, sadece cehenneme götüren bir yol değil, aynı zamanda cehennemin ruhî temelidir. Çünkü zulmün, isyanın, nankörlüğün, gafletin ve inkarın özü küfürde gizlidir. Cehennem, küfürle ruhunu karartanların iç dünyasının yansımasıdır.

Nasıl bir ağacın çekirdeğinde gelecekteki dallar ve yapraklar gizliyse, küfürde de cehennemin zehirli alevleri saklıdır. Ahirette o iç yangın, dışta bir azap olarak tecelli eder.

Mekânlar, Manaların Aynasıdır

Burada önemli bir sır daha vardır: Cennet ve cehennem sadece dış mekânlar değildir. Onlar, insanların iç dünyasının ve ahlâkî sermayesinin dışa yansımasıdır. Cennet; merhamet, iman, şükür, takva ve sabrın tecellisidir. Cehennem ise zulüm, küfür, kin, isyan ve kibirin zuhurudur.

Bu noktada denebilir ki: “İnsan iç dünyasında neyi büyütürse, ahirette onunla karşılaşacaktır.” Bu yüzden iman eden bir kalp cenneti beklemez; zaten iç dünyasında cennetin tohumlarını taşır. Küfürde ısrar eden bir ruh da cehennemi çağırmaz; zaten onun içinde cehennem kök salmıştır.

Bu Dünya Ekin Yeridir, Ahiret Hasat Zamanıdır

Hadîs-i şerifte buyrulur: “Dünya, ahiretin tarlasıdır.” İnsan, dünya tarlasına ne ekerse, ahirette onu biçecektir. İman eken, cennet meyvesi; küfür eken, cehennem dikeni bulacaktır. Buradan anlaşılıyor ki iman sadece “doğru bir inanç” değil; doğru bir varoluş biçimidir. Ve bu varoluş biçimi, ebedî saadetin mukaddimesidir.

Küfür Neden Cehennemi Gerektirir?

Bazı kimseler şöyle düşünebilir: “Küfür etmiş olsa bile, kişi kötülük yapmasa neden cehenneme girsin?”
Cevap: Çünkü küfür, Allah’ın sonsuz rahmetini, hikmetini, adaletini reddetmektir. Her şeyi O’ndan bilmeyi terk edip kendine, tesadüfe ya da hiçliğe havale etmektir. Bu ise varlığa karşı derin bir haksızlık, hilkate karşı büyük bir isyandır. Bu bakış açısı, ebediyeti de inkâr ettiği için ehl-i küfür kendi cehennemini hazırlar.

Özet:

Bu makalede, iman ve küfür kavramlarının ebedî sonuçları ele alındı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle iman, manevî bir cennet çekirdeğidir; huzur, ferahlık ve ebedî saadet doğurur. Küfür ise cehennemin tohumu gibidir; iç yangınla başlar, dış azapla biter. Cennet ve cehennem sadece mekân değil, insanın manevî hâlinin sonuçlarıdır. Kim iç dünyasında neyi beslerse, ahirette onunla karşılaşacaktır. İmanla yaşayanlar, hem dünyada hem ebediyette cenneti bulur. Küfürde ısrar edenler ise, kendi ruhunda yaktığı ateşi ahirette cehennem olarak yaşar.

 

 




Cismaniyetin Sırrı: Maddede Tecelli Eden Mana

Cismaniyetin Sırrı: Maddede Tecelli Eden Mana

“Cismaniyet, en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mizâna çekecek âletler, cismaniyettedir.”
— Sözler, 27. Söz

Madde Ruhsuz Değil, Mana Yüklüdür

İnsan bedeni çoğu zaman sadece fiziksel varlığımız olarak değerlendirilir. Etten, kemikten, kandan ibaret bir yapıya endekslenir. Ancak Kur’anî bakış açısında, beden sadece bir taşıyıcı değil; ilâhî sıfatların tecelli ettiği en câmi’ ve en parlak bir aynadır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, cismaniyetimiz; Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir laboratuvar gibidir. Gözümüzde Basîr ismi, kulağımızda Semî ismi, dilimizde Kelâm ismi, kalbimizde Vedûd ismi tecelli eder. Her uzuv, her duyu ve duygu, Rahmân’ın bir hazinesine kapı aralar. Bu yönüyle insan bedeni, sadece fizikî bir varlık değil; mananın ete kemiğe bürünmüş şeklidir.

Bedenin Kıymeti: Terbiye ile Ortaya Çıkar

Cismaniyet, fıtrat olarak çok yönlü ve çok fonksiyonludur. Hem hayvani hislerle donatılmıştır hem de melekî duygularla. Bu yüzden beden, terbiye edilirse melekleri geçebilir, edilmezse hayvandan da aşağı bir hâle gelebilir.

Bedenin bu “câmiiyet” (kuşatıcılık) vasfı, onu hem büyük bir potansiyel hem de büyük bir imtihan vasıtası yapar. Beden, ibadetin sahnesidir. Secde eden alnımızla, infak eden elimizle, yürüyen ayağımızla, tefekkür eden aklımızla Allah’a kulluk ederiz. Demek ki beden, sadece nefsi tatmin aracı değil; kulluğun en zahirî ve şeffaf vitrinidir.

Hazâin-i Rahmetin Tartıldığı Teraziler: Duyular ve Organlar

Cismaniyetin bir diğer yönü ise, rahmet hazinelerinin anlaşılması ve tartılması için birer ölçü birimi olmasıdır. Açlık olmasa rızkın kıymeti bilinmez, hastalık olmasa şifanın değeri anlaşılmaz. Yani göz varsa “görmek nimeti” tecelli eder, kulak varsa işitme lütfu bilinir.

İnsandaki her organ, Allah’ın bir nimetini tartar, ölçer ve fark ettirir. Bunlar olmazsa nimetlerin farkına varılamaz. Bu yüzden beden, şükür için yaratılmış bir ölçüm cihazıdır. Her nimet bir şükrü gerektirir, ve bu şükrü eda edecek âletler de cismaniyettedir.

Ruh-Beden Dengesi: Ne Ruhçu Ne Maddîci

İslam, insanı sadece “ruh” olarak gören ruhçu anlayışları da, sadece “madde” olarak gören materyalist düşünceleri de reddeder. İnsan, ruh ile bedenin birleşiminden meydana gelen mükemmel bir terkiptir. Bediüzzaman’ın da vurguladığı gibi, cismaniyet ihmal edilemez çünkü:

> “En câmi’ ayna cismaniyettir.”

Ruhun tekâmülünde bedenin rolü büyüktür. Secde eden bir ruhun kıymeti, secde eden alınla ortaya çıkar. Gözyaşı döken bir kalbin değerini, göz ve gözyaşı taşır. Bu yüzden maneviyat, sadece dahili bir tefekkür değil; bedensel bir aksiyonla tamamlanır.

Cennette Bedenle Yaşanacak Ebedî Hayat

İlginçtir ki İslam’da cennet hayatı sadece ruhlara değil, bedenlere de vaat edilmiştir. Bu da gösteriyor ki cismaniyet, sadece geçici bir elbise değil; ebedî hayatta da anlamı olan bir varlıktır. Demek ki bedenin değeri, onun ebedî âleme dahi lâyık bir yönü olduğundandır.

Özet:

Bu makalede cismaniyetin (bedenin) Kur’anî ve hikmetli yönü ele alındı. İnsan bedeni, Allah’ın isim ve sıfatlarının en kapsamlı ve zengin şekilde tecelli ettiği bir aynadır. Bedenimiz, hem kulluğun sahnesi hem de nimetlerin tartıldığı bir mizan gibidir. Ruh ve beden birlikte terbiye edilir, ibadetlerle kemale erer. Cismaniyetin kıymeti onun geçici değil; ebedî âleme lâyık bir cevher olmasından gelir. Bu yönüyle beden, ilâhî kudretin ve rahmetin gözle görünen, hissedilen bir ayetidir.

 




Zaman Üstü Bir Yolculuk: Şeriatın Evrensel Hakikati ve Mezheplerin Hikmeti

Zaman Üstü Bir Yolculuk: Şeriatın Evrensel Hakikati ve Mezheplerin Hikmeti

“Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiya’dan sonra şeriat-ı kübrası, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.”
– Sözler, 27. Söz

Şeriat: İnsanlığın İlâhî Kılavuzu

Şeriat, Allah’ın kullarına gönderdiği ilahi kanunlar bütünüdür. Sadece bir hukuk sistemi değil, aynı zamanda hayatın her yönüne dair ilahi rehberliktir. İnsanlık tarihi boyunca farklı kavimlere, farklı coğrafyalara ve farklı zamanlara uygun biçimde pek çok şeriat gönderilmiştir. Her biri, kendine özel şartlara cevap vermek üzere tanzim edilmiş, hakikat aynasının bir yönünü yansıtmıştır.

Fakat bu süre, Risalet zincirinin son halkası olan Hazret-i Muhammed (s.a.v.) ile tamamlanmış, onunla gelen şeriat-ı kübrâ (büyük şeriat) evrensel bir kapsayıcılığa kavuşmuştur. Çünkü bu şeriat artık, sadece bir kavme veya zamana değil; kıyamete kadar gelecek tüm insanlığa hitap etmektedir.

Neden Önceki Kavimlere Farklı Şeriatlar Geldi?

Çünkü insanlık terakki eden bir canlı organizma gibidir. İlk dönemlerde temel ahlaki kaideleri öğrenen insanlık, zamanla olgunlaştı. Tıpkı bir çocuğa önce harflerin, sonra cümlelerin, en son kitapların öğretilmesi gibi; insanlar da gelişen ihtiyaçları nisbetinde farklı hükümlerle muhatap oldular.

Bir dönem gelen şeriat, o çağın şartlarına tam cevap veriyordu. Fakat zaman değişince hükümler değişti. Bu değişim, hakikatin değil; zahiri şeklin ve uygulama biçiminin değişimiydi. Çekirdek aynıydı; ama ağaç farklı meyveler verdi.

Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Evrensel Şeriat

Hazret-i Peygamber’in getirdiği şeriat, artık zamana, mekâna ve kavme bağlı bir mesaj değildi. O şeriat, insanın özüne, fıtratına, aklına ve kalbine hitap eden, temel prensipleriyle zamanlar üstü bir hakikatti.

Bu yüzden artık yeni bir peygamber, yeni bir şeriat gelmeyecek. Çünkü bu son mesajda bütün insanlığın ihtiyaçlarını kapsayacak esaslar mevcuttur.

Fakat bu geniş kapsamlı şeriat içinde, uygulamada bazı detaylar farklılaşabilir. İşte burada mezheplerin hikmeti devreye girer.

Mezhepler: Aynı Kaynaktan Farklı Yorumlar

Mezhepler, İslâm’ın temel hükümleri üzerinde değil; fer’î meselelerde, yani detaylardaki yorum farklılıklarında ortaya çıkmıştır. Bu durum, İslam’ın donuk değil; dinamik bir yapıya sahip olduğunu gösterir.

Mesela, suyun bulunmadığı bir ortamda abdestin nasıl alınacağı, ya da seferîlikte kaç rekât namaz kılınacağı gibi detaylar mezhepler arasında farklı olabilir. Ama Allah’ın birliği, namazın farziyeti, Kur’an’ın hak oluşu gibi temel esaslarda ittifak vardır.

Mezhepler, aynı güneşin farklı pencerelerden yansıması gibidir. Işık aynı, yansıma farklıdır. Her biri bir hikmetin neticesidir; insan fıtratındaki farklılıklara bir cevaptır. Biri için kolay olan hüküm, bir başkası için ağır gelebilir. Mezhepler, bu çeşitliliği rahmetle kuşatır.

Birlikte Çoğulculuk: Mezhep Ayrılığı Fitne Değil, Zenginliktir

Tarihte bazen mezhep farklılıkları ihtilafa, hatta çatışmalara sebep olmuştur. Ancak bu, mezheplerin değil, mezhep taassubunun neticesidir. Çünkü mezheplerin varlığı, dinin evrenselliğini ve kapsayıcılığını teyit eder. Tek bir kıyafet her vücuda uymayacağı gibi, tek bir içtihat da her insanın haline hitap edemez.

Kur’an, tüm zamanların kitabı; sünnet tüm insanlığın örneğidir. Mezhepler ise bu evrensel metinlerin pratikle buluştuğu sahih yollar olarak karşımıza çıkar.

Özet:

Bu makale, tarih boyunca farklı kavimlere gelen değişik şeriatların hikmetini ve Hz. Muhammed (s.a.v.) ile gelen son şeriatın evrenselliğini açıklamaktadır. Her kavim, kendi zaman ve şartlarına göre özel hükümlerle muhatap olmuş, fakat Efendimiz (s.a.v.) ile gelen Kur’anî şeriat artık bütün zamanlara ve bütün insanlara yeter hale gelmiştir. Bu geniş çerçevede ortaya çıkan mezhepler, fer’î meselelerdeki farklı ihtiyaçlara cevap veren rahmetli içtihatlardır. Mezhep ayrılığı bir çatışma değil; İslâm’ın zenginliğinin ve kapsayıcılığının bir göstergesidir.

 

 




Emirle Var Olmak, Kanunla Sürmek: Tabiatın Sessiz Şahitliği

Emirle Var Olmak, Kanunla Sürmek: Tabiatın Sessiz Şahitliği

İnsan aklı, dış dünyaya baktığında şaşırtıcı bir düzenle karşılaşır:
Güneş doğar, yıldızlar sükût içinde döner, çiçekler mevsiminde açar, bebekler doğar, yapraklar düşer.
Her şey bir ölçü, bir kanun, bir intizam içinde işler.
Ve bu düzen, hakikatte bize seslenir:
“Ben kendiliğimden var değilim; bir irade, bir kudret, bir emir tarafından var edildim.”

Tabiat: Matbaa Gibi Ama Akılsız

Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle:

> “Tabiat, misâlî bir matbaadır, tâbi değil; nakıştır, nakkaş değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kànundur, kudret değil; şeriat-ı irâdiyedir, hakîkat-i hariciye değil.”

Bu ifadede, tabiatın ne olmadığı açıkça beyan edilir. Tabiat:

Bir sanat değildir, bir sanatkârın eseridir.

Bir kanunlar bütünü değildir, kanun koyanın iz düşümüdür.

Bir sebep değildir, bir sonucun taşıyıcısıdır.

Tıpkı bir matbaa gibi, kendiliğinden yazmaz, emirle işler, dizayn edilmiştir ama dizayn edici değildir.
Bir nakış, nakkaş olmadan nasıl var olamazsa;
Bir kanun, kanun koyucu olmadan nasıl anlam ifade etmezse;
Tabiat da ilâhî bir kudret ve iradenin yansımasıdır.

Her Şey Emirdendir, Kudretledir

Kur’an-ı Kerîm, bu gerçeği veciz bir şekilde şöyle bildirir:

> “O’nun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona sadece ‘Ol!’ demesidir. O da hemen oluverir.”
(Yâsîn Suresi, 82)

Yani yaratma, uzun süreçlerin tesadüflerle geliştiği bir mekanizma değil;
bir emirle başlayan,
bir kudretle şekillenen,
bir kanunla devam eden muazzam bir sistemdir.

Bu sistem içinde ruh da vardır.
Ruh, Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Sabit, daim, fitrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emrden, sıfat-ı irâdeden gelmiştir. Ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir.”

Yani ruhumuz da emir âleminden gelmiş, kudretle beden elbisesine büründürülmüştür.
Ruh, sadece biyolojik bir unsur değil; ilahî bir emanet, semavî bir misafir ve bu dünyada geçici bir seyyâledir.

İnsan ve Tabiat: Emirde Birleşen İki Âlem

İnsan bedeni toprağa bağlıdır, toprakla beslenir.
Ama ruhu göklere aittir, emirle var olmuştur.
Aynı şekilde tabiat da maddeye dair bir âlem görünür ama içyüzü emir ve kudretle işler.

Bu yüzden insanla tabiat arasında derin bir bağ vardır:
İkisi de bir emri yerine getirmekle var olur, bir kanunla devam eder.
Ve her ikisi de, kendi diliyle Allah’ı anlatır.

> “Göklerde ve yerde olanlar hep Allah’ı tesbih eder.”
(Hadîd Suresi, 1)

Tabiatın tesbihi, sessizdir ama derindir.
Bir çiçeğin açışıyla, bir yaprağın düşüşüyle, bir nehrin akışıyla…
Ve insanın görevi bu sessiz zikri anlamak, okumak ve şahitlik etmektir.

Son Söz: Kudreti Unutan, Kanunda Kaybolur

Eğer bir kişi bu muazzam düzeni, bu kusursuz tabiatı sadece sebep-sonuç zinciri olarak görürse;
kanunu görüp kanun koyucuyu inkâr ederse,
işte o zaman o insan, manayı kaybeder, hikmeti yitirir, kudretle bağını koparır.

Oysa bakmakla görmek arasında fark vardır.
Bakan göz, sadece görüntüyü seyreder.
Ama gören kalp, eseri değil, müessiri, sanatı değil, sanatkârı görür.

Özet

Bu makalede, tabiatın hakikatte bir yaratıcıya dayandığı; kendiliğinden değil, ilâhî bir emrin, kudretin ve iradenin yansıması olduğu anlatılmıştır. Tabiatın, matbaa gibi bir araç olduğu; yazılan değil, yazdırılan olduğu anlatılmıştır. Ruhun da âlem-i emrden geldiği ve kudretle bedenleştirildiği izah edilmiştir. Sonuç olarak insanın, tabiatı okuyarak Allah’ın kudretini, hikmetini ve sanatını idrak etmesi gerektiği, aksi hâlde kanunlar arasında anlamı kaybedebileceği belirtilmiştir.

 

 




Dört Kanatlı Yükseliş: Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür Tarîkı

Dört Kanatlı Yükseliş: Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür Tarîkı

“Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur… O tarîkler içinde, kāsır fehmimle Kur’an’dan istifade ettiğim; acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.”
– Sözler, 26. Söz

Hakikate Ulaşan Yolların Özü

İnsan, yaratılışı itibariyle hem meçhulata açık hem de mutlak bir hakikati arayan bir yolcudur. Her hakikat yolcusu gibi, o da Allah’a ulaşmak, O’nu bilmek, O’nu tanımak ister. Bu yolda çeşitli manevi yollar (tarîkatlar) vardır: Zikirle, riyazetle, hizmetle, muhabbetle yürünür. Fakat Bediüzzaman, zamanın ruhuna ve insanın haline en uygun yol olarak dört temel esas üzerine kurulu bir yolu gösterir: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür.

Bu dört esas, çağımızın kalabalık fakat ruhsuz gürültüsünde, insanın kalbini arındıran ve onu Rabbine yaklaştıran sade ama derin bir manevi yoldur. Çünkü bu dört esas, insanın gerçek kimliğini, mahiyetini ve kulluğunu hatırlatır.

Acz: Kudretin Kapısını Açan Anahtar

Acz, insanın kendi güçsüzlüğünü, sınırlılığını kabul etmesidir. İnsanın her şeye muktedir gibi görünmeye çalıştığı bir çağda, aczini kabul etmesi büyük bir teslimiyet ve kulluk ilanıdır. Acz, duanın dilidir. Aczini anlayan kişi, yardım istemeyi bilir, kibirden kurtulur ve ilahî kudrete yönelir.

İnsanın acziyetini bilmesi, onu İlâhî Kudret’e sevk eder. Zira “Ben yapamam” diyen kalp, “O yapar” diyerek tevekkül eder.

Fakr: Gerçek Zenginliğe Açılan Kapı

Fakr, insanın hakiki mülkiyetinin olmadığını, her şeyin Allah’a ait olduğunu bilmesidir. Modern çağın “tüketerek var olma” anlayışı içinde, fakr hakikati unutulmuştur. İnsan, sahip olduklarıyla değil, kendisine verilenlerle yaşadığını fark ettiğinde Rabbine şükreder.

Fakr, insanı şükre, kanaate, tevazuya götürür. Kendini malik değil emanetçi bilen insan, hayatın sırrına erer.

Şefkat: En Yüksek Merhamet Dili

Şefkat, mahlukata Allah namına merhametle bakabilmektir. Bediüzzaman’a göre şefkat, aşkın çok üstünde bir duygudur. Çünkü aşk bazen nefsânîleşebilir, fakat şefkat daima fedakârlık ister. Şefkatli insan, mahlûkata Rabbanî bir nazarla yaklaşır, affeder, bağışlar, hizmet eder.

Anne şefkati, peygamber merhameti, Allah’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin yansımasıdır. Şefkatle bakan, Allah için sever; Allah için seven, Rabbine yaklaşır.

Tefekkür: Kalbin Gözüdür

Tefekkür, yaratılanlardan Yaratıcı’ya ulaşma sanatıdır. Bir yaprak, bir karınca, bir damla su; tefekkür edenin nazarında Rabbanî bir delildir. Tefekkür eden insan, kainatı bir kitap gibi okur. Her sayfasında Allah’ın isimlerini görür.

Modern insan görür ama düşünmez; işitir ama ibret almaz. Tefekkür ise sıradanı sıradışı yapar; basit bir çiçeği sonsuz bir hikmet penceresine çevirir.

Zamanın En Emin Yolu

Bediüzzaman bu dört esası çağın ruhuna, insanın haline en uygun yol olarak görür. Bu yol, gösterişli ritüellerden ziyade kalbî bir derinliği esas alır. Üstelik umumîdir; âlim de yürür, avam da… Kadın da yürür, çocuk da… Herkes bu yolda yürüyebilir; çünkü herkes acz içindedir, fakr içindedir, şefkate muhtaçtır ve tefekkür edebilir.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’an’dan istifade ederek sunduğu acz, fakr, şefkat ve tefekkür esaslarına dayalı manevî yolu tanıtır. Her bir esasın insanın fıtratına uygunluğu ve çağın ruhuna hitap eden yönleri açıklanır. Acz insanı kudrete, fakr şükre, şefkat merhamete, tefekkür ise marifete götürür. Bu dört esas, gösterişten uzak ama derinlikli bir şekilde insanı Allah’a yaklaştıran en kısa, en emin ve en selametli yoldur.

 

 




Dua ve Tevekkül, Tövbe ve İstiğfar: Kalbin Kaderle Buluştuğu İki Yol

Dua ve Tevekkül, Tövbe ve İstiğfar: Kalbin Kaderle Buluştuğu İki Yol

“Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.”
– Sözler, 26. Söz

İrade Denilen Kıvılcım

İnsanoğlu, kaderin geniş denizinde küçücük bir sandala benzer. Ne tam anlamıyla hâkimdir hayata, ne de tamamen teslim olmuş bir nehrin akıntısında sürüklenen yaprak gibidir. İşte bu hassas denge noktasında, irade devreye girer. O küçük meyelan, yani bir tarafa meyletme, tercih etme gücü… Bazen bir duayla alevlenir, bazen bir istiğfarla sonlanır.

Kur’an’ın ve sünnetin rehberliğinde bu hakikate bakıldığında görülür ki: Dua ve tevekkül, insanın kalbini hayra yönlendirirken; tövbe ve istiğfar, şerre olan meyli kırar. Bu ikili yol, insanın iç dünyasında kaderle barışık, iradesiyle bilinçli bir hayat yaşamasının anahtarıdır.

Dua: Hayra Açılan Kapı

Dua, insanın fıtratına nakşedilmiş en samimi yöneliştir. Kul, dua ettikçe Rabbine yaklaşır. Lisanıyla, kalbiyle, haliyle hayrı ister. İşte bu yöneliş, meyelan-ı hayrı (hayra yönelimi) güçlendirir. Çünkü insan, yöneldiği tarafa meyletmeye başlar. Her “Ya Rabbi” demek, hayır kapısına bir vuruş; her “Beni affet” demek, şerre giden kapının anahtarını bırakmaktır.

Dua ve tevekkül birleştikçe, kul kendi gücünün sınırlı olduğunu anlar, İlahi Kudret’e dayanarak hem teselli bulur hem istikamet kazanır.

Tövbe ve İstiğfar: Şerre Giden Yolu Kapatmak

İnsanoğlu hataya meyilli, günaha müsait bir varlıktır. Ama asıl mesele, günahın büyüklüğü değil, ona karşı gösterilen tevazudur. Tövbe eden, aslında “Ben bu yolda yürümek istemiyorum” demiş olur. Bu meyelan, şer yolunu kesen bir set gibidir. Her “Estağfirullah”, o kötü yönelişe bir fren, bir barikattır. İstiğfar, insanın kalbini temizler, şeytanın telkinine karşı bir kalkan olur.

Kaderin İçinde Tercih, Tercihin İçinde Merhamet

Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi kader, meyelan-ı ihtiyariye (iradenin yönelimi) üzerine bina edilir. Yani insan ne tarafa yönelirse, kader de o yönde şekillenir. Bu yüzden dua etmek, tövbe etmek, sadece ahlaki bir fazilet değil, aynı zamanda kaderi yönlendiren manevî tercihlerdir.

Rabbimiz kulunun bir adımını bazen bin adımla karşılar. Onun için küçük bir yöneliş, büyük kapıların açılmasına vesile olabilir. Ama bu yönelişi meydana getiren unsurların başında samimi bir dua ve gönülden bir tövbe gelir.

Özet:

Bu makale, dua ve tevekkülün insanın hayra yönelmesini kuvvetlendirdiğini; tövbe ve istiğfarın ise şerre olan meyli kırarak kaderin hayır yönünde şekillenmesine vesile olduğunu işler. Bediüzzaman’ın 26. Söz’deki ifadesine dayanarak, dua ve tövbenin sadece ahlaki değil, kaderî sonuçları da olan önemli irade fiilleri olduğu ifade edilir. Her dua bir istikamet, her tövbe bir dönüş, her tevekkül bir teslimiyet ve her istiğfar bir temizliktir. Kul, bu dört sır ile hem kalbini temizler, hem kaderini güzelle

 




Tesadüfe Yer Yok: Kudret Delilleriyle Yaratılışın Şahitliği

Tesadüfe Yer Yok: Kudret Delilleriyle Yaratılışın Şahitliği

İnsan gözüyle bakıldığında “sıradan” gibi görünen birçok hadise, derinlemesine incelendiğinde muazzam bir ilahi nizamı fısıldar. Modern bilimin en ileri ölçüm teknikleriyle ortaya koyduğu gerçekler, rastlantının kör karanlığını değil; kudretin, iradenin ve sonsuz ilmin tecellilerini haykırır.

  1. Balinanın Devasa Bedeni ve Birkaç Damla Sperm

Yüz elli beş tonluk bir balina… Yani ağırlığı 25 fil kadar olan bir canlı. O muazzam cüsse, bir damla spermden meydana geliyor. O bir damla içinde genetik kodlar, yaşam planı, sevki ilahi davranışlar, sindirim sisteminden solunum sistemine kadar eksiksiz bir sistem yazılı. Akılsız, şuursuz atomlar nasıl olur da bilinçli bir varlık meydana getirebilir? Cevap açıktır: O’nu şekillendiren bir Kudret Eli vardır.
O da Allah’tır.

  1. Deri Yenileniyor, Ama Parmak İzleri Değişmiyor

İnsan derisi ortalama 28 günde bir tamamen yenilenir. Eski hücreler dökülür, yerine yenileri gelir. Ancak her insanın parmak izi, anne karnında oluşur ve ölene dek hiç değişmez. Bu nasıl bir denge, nasıl bir muhafaza sistemidir ki yüzlerce defa kendini yenileyen deri, kimliğini bir an bile kaybetmez?

Bu sabitlik, İlahi Kimliklendirmenin bir nişanesidir. Her insana farklı bir mühür verilmiştir. Ve bu mühür değişmez. Çünkü onu değiştiren yoktur. Onu yapan, muhafaza eden ve şahitlik ettiren, aynı Zât’tır.
O da Allah’tır.

  1. Dünya 112.000km/saat Hızla Dönüyor, Farkında Değiliz

Dünya, kendi ekseni etrafında saatte yaklaşık 1.670 km, Güneş etrafında ise ortalama 112.000 km/saat hızla döner. Bu korkunç hızda dönerken biz hiçbir sarsıntı hissetmeyiz, başımız dönmez. Camdan baksanız yaprak bile kıpırdamaz. Neden?

Çünkü bu sistem, başıboş bir mekanik değil, hassas terazilerle ölçülmüş bir kudret mühendisliğidir. Eğer bu hızda küçük bir sapma olsa, ya atmosfere savrulur ya da güneşe çakılırdık. Böylesine hassas dengeler bir irade olmadan asla korunamaz.
O da Allah’tır.

  1. Kalp, Günde 100.000Kez Atıyor, Sen Farkında Bile Değilsin

İnsanın kalbi, durmaksızın çalışır. Günde ortalama 100.000 kez atar. Yılda 35 milyon, ömür boyunca 2.5 milyar kez… Düşün ki sen bir gün boyunca sadece gözünü 100 bin kez kırpmaya çalış, mümkün değil. Ama kalbin hiç durmadan atar, seni hayatta tutar.

Kalbin senin değil. Kalbi çalıştıran, Hayy olan bir Zât’tır.
İşte O da Allah’tır.
Dilerse durdurur. Ve sen hiçbir şey yapamazsın.

Sonuç: Tesadüf Değil, Tevhid Var

Evet, gördüğümüz, hissettiğimiz ve ölçtüğümüz her şey, aslında bizi Yaratan’a götüren bir delildir. Bu kadar düzen, bu kadar denge, bu kadar hassasiyet; kör bir tesadüfün değil, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten bir Yaratıcının varlığına işaret eder.
İşte O da Allah’tır.

O hâlde bakmayı öğrenmek gerek. Gördüğünü doğru okumak gerek. Modern bilim bir bakıma Kur’anî bakış açısına dönmeye başlamışken, biz hâlâ kör tesadüflere iman edemeyiz.

Özet:

Bu makale, bilimsel verilerden yola çıkarak kainattaki olağanüstü düzenin, Allah’ın varlığına ve kudretine açık deliller taşıdığını anlatmaktadır. Balinanın yaratılışı, insan derisinin yenilenmesi, parmak izinin sabit kalması, dünyanın yüksek hızla dönmesi gibi olaylar; yaratılışın başıboş değil, hikmetli bir planla işlediğini göstermektedir. Tesadüf yoktur; her şey, “Allah vardır ve birdir”
İşte O da Allah’tır, gerçeğini haykırır.

 

 




İnsan Kalmak: Sözleşmeden Hesaba Giden Yol

İnsan Kalmak: Sözleşmeden Hesaba Giden Yol

Allah insanlara fırsat veriyor.
O da bir ömür boyunca.
Adeta, her şeyi bilen Rabbimiz; bak seni insan olarak diğer varlıklardan farklı olarak yaratıyorum.
İnsan olarak kalacağına dair bana söz veriyor musun?
Zahiren bütün ruhlar; Bela yani evet demişti.
Dünyaya geldi, insanlığın, insan olmanın, her şey emrine verilmiş olmanın nimetlerinden bir ömür boyu istifade etti.
Ancak sonunda; ya insan olarak varlığını sürdürmeye,  ya da hayvan ve daha aşağı bir dereke ve düşüşe geçerek, o bulunduğu insani ve insanlığa mensub olma makamını kaybedecektir.
Tercih insana aid.
Dilediğini tercih edebilir.
Alınan misak ve sözleşmenin yerine getirilip, insan gibi yaşayıp ve insan olarak gitmek veya hepsini ve tüm verilenleri kaybetmek.

“9-Ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi?
﴾10﴿ Ve ona iki yolu göstermedik mi?
﴾11﴿ Fakat o, sarp yolu göze alamadı.
﴾12﴿ O sarp yol nedir, bilir misin?
﴾13﴿ Köle âzat etmektir.
﴾14-16﴿ Veya bir kıtlık gününde yakını olan bir yetimi yahut aç açık bir yoksulu ­doyurmaktır.
﴾17﴿ Sonra iman edip birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve acımayı öğütleyenlerden olmaktır.
﴾18﴿ İşte bunlar hakkın ve erdemin yanında olanlardır.
﴾19﴿ Âyetlerimizi inkâr edenler ise bâtılın ve erdemsizliğin yanında olanlardır.
﴾20﴿ Onların hakkı, üzerlerine kapatılmış bir ateştir.”
Beled Suresi – 8-20.

*********

Hayat, görünüşte sıradan gibi duran bir başlangıçla açılır: bir doğum, bir nefes, bir bebek ağlaması… Ancak bu basit görünen başlangıcın ardında derin ve ezelî bir sır gizlidir. Çünkü bu doğum, sadece dünyaya geliş değildir; aynı zamanda ezelî bir sözleşmenin ifasına atılan ilk adımdır. Rabbimiz buyurur ki:

> “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
Ruhlar cevaben: “Evet, Rabbimizsin” dediler.
(A’râf Suresi, 172)

İnsan, bu söz ile Rabbine bir bağlılık, bir sadakat taahhüdünde bulunmuştur. Fakat bu bağlılığın sadece sözle kalmayacağı, bir ömürlük sınavla test edileceği daha baştan bellidir. Bu imtihanın adı “hayat”tır ve herkes için bir defaya mahsus, tek kullanımlık bir fırsattır.

İnsana Verilen Emanetler ve Sorumluluk

İnsana verilenler saymakla bitmez.
Gözler verilmiş, hakikati görsün diye.
Dudaklar ve dil verilmiş, doğruyu konuşsun, hayrı anlatsın diye.
Kalp verilmiş, sevsin, acısın, rahmetle dolsun diye.
Ve en önemlisi, akıl ve irade verilmiş ki doğruyu seçebilsin, nefsine karşı durabilsin.

> “Ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi? Ve ona iki yolu göstermedik mi?”
(Beled Suresi, 8-10)

İnsan bu donanımla başıboş bırakılmamıştır. Kendisine iki yol gösterilmiştir: biri kolay, nefse hoş gelen; diğeri ise sarp ve zorlu ama sonunda ebedî kurtuluşa çıkan yol. İşte imtihan da burada başlar.

Sarp Yol: Zor Ama Değerli

Kur’an’ın “sarp yol” dediği yol, aslında insan kalmanın, insan kalabilmenin yoludur. Çünkü insan olmak sadece bedensel bir şekil değil, ahlaki ve ruhsal bir hâldir. Beled Suresi, bu sarp yolun ne olduğunu şöyle açıklar:

Köle azat etmek (yani özgürlüğü savunmak)

Aç bir yetimi, bir yoksulu doyurmak (yani merhameti kuşanmak)

İman edip sabrı ve acımayı tavsiye edenlerden olmak (yani birlikte iyiliği yaşamak ve yaşatmak)

Bunlar kula zor gelebilir ama insanı yücelten şeylerdir. İşte hakikî insanlık burada başlar.

İnsanlıktan Düşmek: Bir Felaket

İnsan olmanın nimetlerinden istifade edip de, bu nimetin hakkını vermeyen, sadece dünyayı arayan ve kendi menfaatinden başka hiçbir şey düşünmeyen kişi; insan suretinde ama manen düşmüş bir varlık hâline gelir. Kur’an bu hali, “hayvandan da aşağı” diye nitelendirir:

> “Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdırlar.”
(A’râf Suresi, 179)

Bu düşüş, sadece ahirette değil, dünyada da kendini gösterir: kalbin katılaşması, vicdanın sönmesi, merhametin yitirilmesi… Ve nihayetinde, ebedî âlemde “üzerine kapatılmış bir ateş” ile mühürlenmiş bir azap.

Son Söz: Bir Seçim, Bir Söz, Bir Sonuç

İnsan olarak kalmak ya da insanlıktan düşmek, tercih meselesidir. Hiç kimse zorlanmaz. Herkesin önünde iki yol vardır. Ve herkes, ezelde verdiği sözle şimdi yüzleşmektedir. Bu yolculuk bir ahitle başladı; şimdi bu ahdi yerine getirip getirmeme zamanı.

İnsan olmak bir nimet…
İnsan kalmak bir mücadele…
İnsan gitmek ise bir başarıdır.

Özet

Bu makale, insanın ezelde Allah’a verdiği “insan kalma” sözünü, hayat yolculuğu boyunca nasıl bir imtihana tabi tutulduğunu ve sonunda bu sözün ya tutulup yücelik kazanılacağını ya da inkâr edilip düşüşe sebep olacağını ele alıyor. Beled Suresi’nin ışığında, insanın sahip olduğu nimetler, sorumluluklar ve nihai tercihi anlatılıyor. İnsan olmak doğuştan gelir; fakat insan kalmak irade ister. Bu iradenin sonucu ise ya ebedî kurtuluş ya da hüsrandır.

 

 




Aynaya Bakmak Zor Olsa da Gereklidir: Türkiye Solunun Dine Bakışı Üzerine Bir Muhasebe

Aynaya Bakmak Zor Olsa da Gereklidir: Türkiye Solunun Dine Bakışı Üzerine Bir Muhasebe

“Bizdeki aydınlar din düşmanı değil, İslam düşmanıdır.”
– Cemil Meriç

Bir İdeolojinin Yaralı Vicdanı

Türkiye’de “sol” olarak tanımlanan kesim, tarihi boyunca kendi içindeki çelişkilerle ve toplumsal hafızayla yeterince yüzleşememiştir. Sol ideolojinin evrensel anlamda emek, adalet ve eşitlik gibi yüce değerleri savunması gerekirken; Türkiye’deki solun önemli bir kısmı bu değerleri halkın inançlarıyla savaşarak elde edeceğini zannetmiştir.

Bu tutum, 1970’lerden itibaren daha da keskinleşmiş; “devrim” söylemi, camilere, Kur’an kurslarına ve başörtülü kadınlara karşı bir öfkeye dönüşmüştür. Oysa halkın ekseriyeti inançlıydı. Bu halkın yoksulluğu da, adaletsizlik karşısındaki suskunluğu da yine imanının sabrıyla şekilleniyordu. Ama maalesef bu iman, bazı sol çevrelerce bir cehalet aracı gibi gösterildi.

Dinsizlikten Ziyade Dine Düşmanlık

Batı’daki sol, seküler olsa bile dine savaş açmaz. Fransa’da bir solcu, kiliseye gitmeyebilir ama inanan komşusuna düşmanlık beslemez. Almanya’da bir sol partili, devletin din hizmetleriyle olan bağını koparmak istemez, sadece laik dengeyi korumak ister. Türkiye’deki sol ise çoğu zaman, dini doğrudan “gericilik”le özdeşleştirmiştir.

İşte tam bu noktada Cemil Meriç’in sözleri çarpıcıdır: “Bizdeki aydınlar din düşmanı değil, İslam düşmanıdır.” Çünkü mesele bir inanç sistemiyle aklî tartışma yürütmek değil; o inanca, onun mensuplarına ve sembollerine düşmanlık etmektir. Bu düşmanlık, bazen bir imamın hatasıyla, bazen bir tarikat mensubunun suistimaliyle meşrulaştırılır. Oysa bu yaklaşım, adalet ve fikir namusu adına büyük bir çöküştür.

Solun Önündeki Ayna: Halk ve Hakikat

Bugün solun yapması gereken şey, İslam’a ve inananlara karşı takındığı bu yabancı ve düşmanca tavrı sorgulamak, “halkın değerleri” ile barışmaktır. Sol; camiyi, ezanı, başörtüsünü, Kur’an’ı birer “gericilik sembolü” değil, bu milletin kimliği olarak kabul etmek zorundadır. Çünkü halkına rağmen yapılan siyaset ya jakoben olur, ya otoriter… Ama asla insani, vicdani, demokratik düşünce ve yönetimiyle ve kalıcı olamaz.

Eğer bir ideoloji, halkın %90’ının benimsediği kutsallara sırtını dönüyorsa, o halkın yararına çözüm üretmesi de mümkün değildir. Solun halktan kopukluğu sadece siyasi başarısızlıkla sınırlı değildir; aynı zamanda ahlaki ve kültürel bir iflastır.

Artık Türkiye’deki sol, şunu anlamalıdır: Dindar olmak gerici değil, sahici olmaktır. Din düşmanlığı ise ilericilik değil, halktan kopukluğun başka bir adıdır.

İslam’a Değil, İstismara Karşı Olmak

Evet, dini istismar edenler olmuştur, olacaktır da. Ama bu istismar, inançlara düşmanlığı mazur gösteremez. Tıpkı bir doktorun hatasının tıbba düşmanlık doğurmaması gibi… Dini temsil etmeyen kişi ya da kurumların kusurları, dini hedef almanın gerekçesi olamaz.

Sol, inançlara değil; onları istismar edenlere karşı olmalıdır. Bu ayrımı yapamadığı sürece Türkiye’deki sol, hem halkın gönlünde hem de siyasetin zemininde yer bulamayacaktır.

Özet:

Bu makale, Türkiye’deki sol kesimin tarihsel ve sosyolojik açıdan dine ve dindarlara karşı geliştirdiği düşmanca tavrı sorgulamaktadır. Solun halkın inancıyla kavga ederek değil, onunla barışarak ilerlemesi gerektiği anlatılmıştır. Cemil Meriç’in “Bizdeki aydınlar din düşmanı değil, İslam düşmanıdır” sözü üzerinden gidilerek, dine değil, istismara karşı bir duruş sergilenmesi gerektiği anlatılmıştır. Solun gerçek ilericiliği, halkın değerlerine düşmanlıkta değil, onların hakkını savunmakta gizlidir.

 

 




Suskun Taşların Fısıltısı: 1993’ün Kanlı Yüzü ve Faili Meçhuller

Suskun Taşların Fısıltısı: 1993’ün Kanlı Yüzü ve Faili Meçhuller

Türkiye yakın tarihinde derin izler bırakan faili meçhul cinayetler, şüpheli ölümler ve devlet içi karanlık yapıların faaliyetlerine dair birçok soru işaretini içinde barındırıyor.

Tarih, bazen kanla, bazen gözyaşıyla yazılır. Ama en çok da suskunlukla örtülür. Türkiye, 1993 yılında böylesi bir suskunluk girdabına çekildi. Birer birer giden aydınlar, komutanlar, liderler… Ve ardından gelen sus pus bir devlet, “tesadüf” denilerek geçiştirilen ölümler, gömülen hakikatler…

Ama taşlar konuşmasa da susmaz. Ve bu milletin vicdanı da o taşları dinlemeyi bilir.

Bir Dizi Ölüm, Bir Büyük Sır

1993 yılı, ardı ardına gelen karanlık ölümlerle başladı. Uğur Mumcu’nun 24 Ocak’ta bombayla öldürülmesiyle açılan kapı, 5 Şubat’ta Adnan Kahveci’nin şüpheli trafik kazası, 17 Şubat’ta Eşref Bitlis’in düşen uçağı ve 17 Nisan’da Turgut Özal’ın ani ölümüyle derinleşti.

Bu ölümler sadece takvim yapraklarına düşmedi; aynı zamanda Türkiye’nin kaderini de yeniden şekillendirdi. Ardından gelen 24 Mayıs 1993 tarihindeki PKK’nın 33 silahsız askeri şehit ettiği pususu, devletin zaafa uğratıldığını ve bir elin planlı şekilde düğmelere bastığını haykırıyordu.

Uğur Mumcu Ne Bulmuştu?

Gazeteci-yazar Uğur Mumcu, ölümünden önce İsrail-MOSSAD, PKK ve İran bağlantılarını araştırıyordu. “Tarikat-Siyaset-Ticaret” üçgeninde dönen karanlık ilişkileri kaleme almış, İsrail’in Ortadoğu’daki nüfuzunu artırmak adına PKK ile bazı örtülü ilişkiler kurduğunu iddia etmişti.

Aynı şekilde, Turgut Özal’ın Kürt meselesinde barışa yönelik çözüm için attığı adımlar, bazı çevreleri rahatsız etmişti. Eşref Bitlis ise, Özal’ın bilgisi dahilinde PKK ile mücadelede farklı bir strateji geliştiriyor ve dış müdahalelere karşı devlet içi direnci artırıyordu.

Adnan Kahveci ise, devlet içindeki yolsuzlukları ve kirli ağları ortaya çıkarmak üzereydi.

Tüm bu isimlerin ortak özelliği, derin yapılarla çatışmalarıydı. Ve ilginçtir ki, hepsi 1993’te, birkaç ay arayla ve “faili meçhul” kisvesiyle hayattan silindiler.

Devletin İçinde Devlet mi Vardı?

Bu ölümler, Türkiye’de derin devlet ya da “kontrgerilla” kavramını tekrar gündeme getirdi. Resmî devletin dışında ama onun gücünü kullanan illegal yapılanmalar, siyaseti dizayn etti, istikamet belirledi, çözüm arayanları susturdu.

Peki kimdi bunlar? İçeride kimdi, dışarıdan kim yönlendiriyordu?

İsrail’in, ABD’nin, NATO’nun Ortadoğu politikaları, Türkiye’de iç dinamikleri hedef alıyordu. Kimi zaman PKK ile, kimi zaman tarikat perdesi altındaki yapılarıyla yani hem sağdanhem soldan, kimi zaman medya manipülasyonlarıyla… Ama en önemlisi, kendi devlet adamlarını hedef alarak…

Suskunluğun Suç Ortaklığı

Bugün hâlâ Uğur Mumcu cinayeti aydınlatılamadı. Eşref Bitlis’in uçağının neden düştüğü belirsiz. Adnan Kahveci’nin kazası “trafik hatası” olarak kapatıldı. Turgut Özal’ın mezarı yıllar sonra açıldı ama net bir sonuç yok.
Çünkü bu faili meçhuller ile PKK’nın önü açılıyor, ona zemin hazırlanıyordu.

Adalet geciktikçe zulüm kök salar. Sessizlik çoğaldıkça korku hâkim olur. Ama bir millet hafızasını yitirmedikçe, ne zulüm kalıcı olur ne de zalim hüküm sürer.

Vicdan Susmaz, Tarih Unutmaz

Bu topraklar, şehitlerin fısıltısıyla yoğrulmuştur.
Her faili meçhul cinayet, bir milletin hafızasına kazınmış çığlıktır.

Tarihin perdesi aralandığında, karanlıkta kalanların yüzü ortaya çıkacaktır. Ve o gün, hak yerini bulacak, zulüm çökecektir.

Özet:

Bu makalede, 1993 yılında ardı ardına gerçekleşen Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis ve Turgut Özal gibi önemli isimlerin şüpheli ölümleri cihetiyle, Türkiye’nin yakın tarihindeki faili meçhul cinayetler ve derin yapılar ele alındı. Bu ölümlerin tesadüf olamayacak kadar açık ve politik etki gücü yüksek olduğu ifade edildi. Ayrıca, bu şahsiyetlerin hepsinin devlet içindeki kirli ağlara ve dış müdahalelere karşı mücadele ettikleri ortak noktasıyla, bir üst akıl tarafından tasfiye edilmiş olabilecekleri ihtimali üzerinde duruldu.

 

 




Ezelî Nazarın Gölgesinde: Kaderin Aynasında Zamanın Sırrı

Ezelî Nazarın Gölgesinde: Kaderin Aynasında Zamanın Sırrı

“Kader, ilm-i ezelîden olduğu için ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle ‘Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.’ Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.”
– Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 26. Söz

Bir İnsan Zamanla Yaşar, Bir Allah Zamanı Aşar

İnsan, zamanın mahkûmudur. Dün geçmiştir, yarın ise meçhuldür. İnsan ancak “şimdi”de yaşar; geçmişi hatırlayarak, geleceği tahmin ederek… Oysa Allah’ın ilm-i ezelîsi, bu sınırlı bakışın çok ötesindedir. **“Manzar-ı a’lâ”**dan bakar O. O makamda zaman yoktur, çünkü Allah zamanla kayıtlı değildir. O, ezelden ebede her şeyi bir anda, bir an gibi kuşatır.

Tıpkı yüksek bir dağın tepesinden bir nehrin tamamını görebilen bir kimse gibi… Biz sadece o nehirde yüzerken önümüzdeki birkaç adımı görebiliriz. Ama Allah, nehrin kaynağını da, denize kavuştuğu yeri de aynı anda görür. Bu “birden tutmak” hali, Allah’ın ilm-i ezelîsinin eşsizliğidir.

Aynadaki Zaman: İnsanın Kısa Görüşü

Bediüzzaman, kaderi zaman dışı bir aynaya benzetmez. Çünkü “biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz.” Yani biz, zamanla kayıtlı olduğumuz için, Allah’ın ilmine dışarıdan bir ayna gibi bakamayız. Onun ilminde mazi (geçmiş), hal (şimdi), müstakbel (gelecek) birdir, beraberdir. Ne geçmiş “geçmiş”tir, ne gelecek “gelecek”tir. Her şey onun katında hazır ve nazırdır.

Bu yüzden, Allah’ın kaderi ve ilm-i ezelîsi bir film kaydı gibi değildir. O, bir defa yazılmış bir senaryo da değildir. O, ezelî bir bilgi makamıdır ve bu bilgi, bizim zamanla kayıtlı bakışımızdan bağımsızdır. İnsan nasıl hareket edecekse, Allah onu zaman üstü bir şekilde bilir.

Bilgiyle Zorlamak Arasında Fark Vardır

Allah’ın ezelî ilminde bizim hangi yola gideceğimizin bilinmesi, bizim o yola zorla sevk edildiğimiz anlamına gelmez. Bir öğretmen, çalışmayan bir öğrencisinin dersten kalacağını bilir. Ama bu bilgi, öğrencinin kalmasının sebebi değildir. Sebep, öğrencinin çalışmamasıdır. Bilmek, yaptırmak değildir. İşte kaderin inceliği burada yatar.

Allah’ın **“Manzar-ı a’lâ”**dan bakışı, bizim hayatımıza derin bir anlam ve sorumluluk yükler. Çünkü biz ne yapacağımızı seçeriz; Allah ise bu tercihlerimizi bilir ve ona göre yazar. Bu bilgi ezelîdir, bizim sınırlı bakışımıza benzemez.

Kaderin Tesellisi: Zamanın Dışında Bir Merhamet

İnsan bazen geçmişe bakar, yaptığı hatalara yanar, “Keşke yapmasaydım” der. Bazen de geleceğe korkuyla bakar, “Ya kötü bir şey olursa?” diye endişelenir. Oysa kader inancı, insanı bu iki zaman diliminin yükünden kurtarır. Çünkü bilir ki: Allah her şeyi ezelden ebede kuşatmıştır ve her şey O’nun ilminde yerli yerindedir. Bu bilgi, kalbe sükûn, zihne istikamet, ruha teselli verir.

Özet:

Bu makalede, Allah’ın ilm-i ezelîsinin zamanla kayıtlı olmadığı, ezelden ebede her şeyi bir anda kuşattığı açıklanmıştır. İnsan zaman içinde yaşar, Allah ise zaman üstüdür. “Manzar-ı a’lâ” kavramı ile Allah’ın bakışının sınırsızlığı anlatılmış, insanın kader anlayışının buna göre şekillenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Allah’ın ilmi, bizim tercihlerimizi zorlamaz; sadece zaman ötesi bir bakışla onları bilir. Bu hakikat, insanı kader karşısında hem sorumlu hem de huzurlu kılar.

 

 




Kaderin Aynasında İrade ve İlim: Alın Yazısı mı, Seçim Yazısı mı?

Kaderin Aynasında İrade ve İlim: Alın Yazısı mı, Seçim Yazısı mı?

“Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil.”
– Sözler, 26. Söz, Bediüzzaman Said Nursî

İnsanlık tarihi boyunca kader meselesi, akılları meşgul eden en derin sorulardan biri olmuştur. “Benim başıma gelecekler önceden yazılmışsa, ben neden sorumlu olayım?” sorusu nice kalbi şüpheye, nice zihni karmaşaya düşürmüştür. Bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin getirdiği açıklama, meseleyi hakikat terazisinde tartarak insanı hem aklen hem kalben rahatlatır. Zira onun ifadesiyle kader, cebri değil; ilmîdir. Ve bu ayrım, bütün kader sırrını aydınlatan bir anahtardır.

Kader: Bir Bilgi, Bir Zorunluluk Değil

“Kader, ilim nev’indendir.” Yani kader, Allah’ın her şeyi kuşatan ezelî ilminden kaynaklanır. Allah, olmuşu, olmakta olanı ve olacak olanı bilir. Ama bu bilgi, bizim fiillerimizi zorlayarak gerçekleştirmez. Tersine, biz nasıl davranacaksak Allah onu bilir. İşte bu noktada “ilim, malûma tabidir” hakikati devreye girer. Yani ilim, bilinen şeye göre şekillenir; bilinen, ilme göre zorla şekillenmez.

Bir kamera düşünün; bir olayın görüntüsünü kaydediyor. Kamera o olayı kaydetti diye, olayın sebebi kamera olur mu? Elbette hayır. Allah’ın kaderi de böyledir. O, bizim ne yapacağımızı bilir; bu bilgi bizi mecbur etmez. Allah’ın ilmindeki yazı, bizim seçtiğimiz yolun önceden bilinmesidir. Yani kader, bir kader çizgisi değil; bir kader kaydıdır.

İrade: Seçimin Terazisi

İnsanı diğer mahlûklardan ayıran en büyük fark, onun irade sahibi olmasıdır. İnsan, iyilik ile kötülük arasında tercih yapma özgürlüğüne sahiptir. İrade, bir hareket noktasıdır; ancak neticeyi yaratmak Allah’a aittir. Bu yüzden “malûmun zatı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder” denilir. Yani bir şeyin dış dünyada varlık bulması, insanın iradesiyle yönelmesine ve Allah’ın kudretiyle yaratmasına bağlıdır.

Allah, kulunun neyi seçeceğini bilir. Fakat bu bilmek, kulun iradesini iptal etmez. Bu bilgi, yaratmanın ilmi bir vesilesidir, cebri bir neden değildir. Bu yüzden insan yaptığı iyilikten mükâfat, kötülükten de mesul olur.

Kaderi Bahane Etmek: Şeytanî Bir Aldanış

Bediüzzaman bir başka yerde şöyle der: “Kader, hataya değil, hidayete bakar.” Yani kaderi sadece günah ve kusurda hatırlamak, meseleyi tersinden okumaktır. Bir insan, “Kaderimde bu varmış” diyerek hatasına bahane bulursa, bu şeytanî bir kaçıştır. Oysa insan başına gelen musibetlerde kaderi görürse sabır bulur; günahlarında ise iradesine yönelirse tövbe bulur.

Bu yüzden kader, bir suç ortağı değil; bir hakikat öğretmenidir. O bize der ki: “Sen tercihini yap, ben ne yapacağını zaten biliyordum.” Ama bu bilgi, senin elinden iradeyi almaz, sadece seni bir hikmet ağına yerleştirir.

Kader, İnsanı Değil, İşi Kucaklar

Bir marangozun elindeki keresteyi işlemesi gibi, insan da kendi iradesiyle hayatını şekillendirir. Fakat nasıl ki marangozun planı ve ilmi olmadan iş tamamlanmazsa, Allah’ın kaderi olmadan da hiçbir şey olmaz. Ancak Allah’ın bilgisi, insanın fiiline eşlik eder; onu zorlamaz. Bu yüzden kader, insanı cebr altında tutmaz; sadece yaratılış planının ilmî boyutunu ortaya koyar.

Özet:

Bu makale, kaderin ezelî bir bilgi türü olduğunu ve Allah’ın her şeyi önceden bilmesinin, insanın özgür iradesini iptal etmediğini açıklamaktadır. “İlim malûma tabidir” prensibiyle, Allah’ın bilgisi insanın ne yapacağını bilmesi anlamına gelir, zorlaması anlamına gelmez. İnsan iradesiyle tercihte bulunur; Allah da bu tercihi bilir ve yaratır. Bu sebeple insan yaptığı işten sorumludur. Kader, günahın bahanesi değil; musibetin tesellisi ve hikmetin ilim penceresidir. İnsan, iradesiyle imtihana girer, kader ise bu imtihanın ilmî kayıtlarını tutar.

 

 




İstikbalin Aynası: Kur’ân ve Gelecek Haberleri

İstikbalin Aynası: Kur’ân ve Gelecek Haberleri

Zaman, bizim için geçmiş, an ve gelecekten ibarettir. Biz geleceği sadece tahmin eder, geçmişi ise ancak yaşadıktan sonra anlarız. Fakat Kur’ân, zamanı bir bütün olarak kavrayan Allah’ın kelamıdır. O, yalnızca geçmişin hikâyelerini değil, aynı zamanda geleceğin hakikatlerini de dile getirir. Zira Kur’ân, bir tarih kitabı olmadığı gibi, sıradan bir nasihat kitabı da değildir. O, ezelî olanın kelamıdır ve ezelî olan, geleceği geçmiş gibi bilir.

  1. Rumlar Yenilecek… Sonra Galip Gelecekler!

Kur’ân, gelecekten haber vermeye dair en meşhur misallerden birini Rum Suresi’nin başında verir:

> “Rumlar (Bizanslılar) yenildiler. En yakın yerde. Ama onlar bu yenilgilerinden sonra galip gelecekler. Birkaç yıl içinde…”
(Rum, 30/2-4)

Bu ayet, Bizans’ın Sâsânîler’e karşı büyük bir hezimet yaşadığı bir dönemde nazil olmuştu. Müşrikler, “Hıristiyanlar da sizin gibi ehl-i kitaptı, putperest olanlar (Sâsânîler) galip geldi, demek ki biz de sizi yeneceğiz” diyerek sevinmişti. Ancak Kur’ân meydan okudu ve geleceği haber verdi. Aradan birkaç yıl geçti ve Bizans, mucizevî bir şekilde toparlanarak zafer kazandı. Hem de Kur’ân’ın belirttiği sürede!

  1. Fetih Vaadi: Mekke’nin Kapıları Açılacak

Bir başka istikbal haberi ise Hudeybiye Anlaşması sonrasında geldi. O yıl Müslümanlar umre için yola çıkmıştı, ancak Mekke’ye alınmadılar. Görünüşte bu olay bir mağlubiyet gibiydi. Ancak hemen ardından şu ayet nazil oldu:

> “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik.”
(Fetih, 48/1)

Henüz Mekke fethedilmemişti ama Kur’ân bunu geçmiş zaman kipiyle (Mazi) bildirdi. Çünkü Allah katında bu, olmuş bitmiş bir işti. Ve nitekim iki yıl sonra Mekke, fethedildi. Böylece Kur’ân, geleceğe dair verdiği bir haberle daha hakikatin aynası oldu.

  1. İman Etmeyenler Ne Olursa Olsun İnanmayacak

Kur’ân’ın geleceğe dair verdiği haberlerden biri de inkârcıların son hali ile ilgilidir:

> “Onlar için ister uyar, ister uyarmayasın fark etmez; iman etmezler.”
(Bakara, 2/6)

Bu ayet, Mekke döneminde inen ilk ayetlerden biridir. Ve zaman içinde görüldü ki, o muhataplardan bazıları, gerçekten de son nefeslerine kadar iman etmedi.
( Tebbet suresindeki Ebu leheb gibi, 8 yıl)
Çünkü Kur’ân, kalplerin mühürlendiği bu insanları gelecekteki halleriyle tarif etmişti.

  1. Kur’ân Kıyamete Kadar Hakikat Söyleyecek

Kur’ân sadece kendi dönemiyle değil, kıyamete kadar gelecek bütün zamanlarla ilgilidir. Her çağda, her akıl seviyesine hitap eder. Herkes onda bir şey bulur. Onun şu ayeti, hem geçmişi hem geleceği kapsar:

> “Biz bu Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”
(En’âm, 6/38)

Bugün bilimsel gelişmeler, teknolojik ilerlemeler, toplumsal dönüşümler, hepsi Kur’ân’ın işaret ettiği evrensel hakikatlerle birebir örtüşür hâle gelmektedir. Ve her yeni gelişme, Kur’ân’ın çağlar üstü bir kitap olduğunu bir kez daha teyit etmektedir.

  1. Geleceği Bildiren Bir Kitap Neden İnkar Edilir?

Kur’ân, gelecekten haber vererek bize ne anlatır?

Gelecek Allah’ın ilmindedir, insanın değil.

Hakikat değişmez; dün ne doğruysa, bugün de doğrudur, yarın da doğru olacaktır.

Zalimlerin saltanatı geçicidir; hak ve adalet sonunda galip gelecektir.

Mü’minler sabrederse zafer onlarındır; bu sadece bir teselli değil, ilahî vaattir.

Bu yüzden Kur’ân, yalnızca tarihî bir referans değil, gelecek rehberidir. O, kıyamete kadar sürecek bir ışığın adıdır.

Makale Özeti:

Kur’ân-ı Kerîm, sadece geçmişin değil, geleceğin de haberlerini vermiştir. Rumların yeniden zafer kazanacağını, Mekke’nin fethini, inkârcıların iman etmeyeceğini ve kıyamete kadar Kur’ân’ın doğrularını koruyacağını bildirmiştir. Bu ayetler, Kur’ân’ın ilahî kaynaktan geldiğini ve beşer sözü olamayacağını gösterir. Kur’ân, hem bugünü hem yarını kuşatan, hakikati zamansız bir şekilde anlatan yegâne kitaptır.

 

 




Tarih Boyunca Zillet Tokadı: Hubb-u Hayatın Akıbeti ve Filistin Meselesi

Tarih Boyunca Zillet Tokadı: Hubb-u Hayatın Akıbeti ve Filistin Meselesi

“Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.”
Said Nursî
Hatta bir tükürükle dahi bozulacaktı.

**********

Mukaddes Topraklar, Mukaddes İmtihanlar

Yeryüzünde bazı topraklar, sadece coğrafî sınırlar içinde kalmaz. Onlar aynı zamanda milletlerin inanç, kimlik ve tarih şuurunun da sınırlarını belirler. Filistin, işte böyle bir topraktır. Hz. İbrahim’den Hz. İshak’a, Hz. Yakup’tan Hz. Musa’ya, Hz. Davud ve Süleyman’a kadar pek çok peygamberin yaşadığı, iz bıraktığı ve nihayetinde kabirlerinin bulunduğu mübarek bir coğrafyadır. Bu yönüyle sadece toprak değil; ilahi vahyin şahitliğini yapan bir emanet gibidir.

Yahudilik: Bir Dinin Değil, Bir Tavrın Temsili

Tarihte Yahudiler, Tevrat’a muhatap olmuş, birçok peygamberle doğrudan muamele görmüş, Allah’ın lütfuna defalarca mazhar olmuş bir millettir. Ancak bu nimet karşısında gösterdikleri tavır, çoğunlukla nankörlük, dünyevîleşme ve hevaya tabi olma şeklinde tecelli etmiştir. Bediüzzaman’ın tabiriyle, “hubb-u hayat”, yani dünya sevgisinde ve yaşama arzusunda öyle aşırıya gitmişlerdir ki, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstahak olmuşlardır.

Zira Kur’an’ın ifadesiyle onlar, peygamberlerini öldürmüş, kitaplarını tahrif etmiş ve ilahî emaneti maddî çıkar uğruna satmışlardır. Böylece dünyayı ahirete tercih eden bir zihniyetin sembolü olmuşlardır.

Tokadın Gecikme Sebebi: Millî ve Dinî Hassasiyetin Kalıntıları

Ancak Bediüzzaman, bu noktada çok önemli bir istisnaya dikkat çeker: Filistin meselesi. Bu olayda sırf dünya sevgisi değil, “enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı” olması itibariyle millî ve dinî bir hissiyatın da etkisi vardır. Yani burada, sadece menfaat değil, geçmişin kutsallığına dair bir sahiplenme duygusu da devrededir.

İşte bu yön, onların tamamen çöküp dağılmasını geciktiren bir direnç noktası teşkil etmektedir. Aksi halde, “koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamazdı” diyen Said Nursî, bu direncin doğal değil, tarihî ve manevi bir hatıraya dayandığını ifade eder.

Zilletin İlahi Adaleti

Kur’an-ı Kerim’de, İsrailoğulları hakkında pek çok ayette “zillet ve meskenet” ifadesi geçer. Zillet, sadece askerî mağlubiyet ya da siyasi eziklik değil, asıl olarak şeref ve haysiyet kaybıdır. Meskenet ise, kalbî bir çökkünlük, psikolojik bir zavallılık hâlidir.

Yahudiler tarih boyunca defalarca bu hâllere düşmüş; Babil sürgünü, Roma yıkımı, Orta Çağ kovulmaları ve modern soykırımlar hep bu kadere denk düşmüştür. Elbette bu yaşananlar hiçbir zaman mazlumların haklarını küçümseme anlamına gelmez. Ancak tarihin ve kaderin ince terazisinde, büyük nimete karşılık büyük sorumluluk gereklidir. Ve bu sorumluluk ihlal edildiğinde, cezası da o ölçüde ağır olur.

Bugünün Dersi: Kim Dünya İçin Dini Terk Ederse, Aynı Akıbete Uğrar

Bu hakikat sadece Yahudilere mahsus değildir. Dünyevîleşen her ümmet, aynı zillet tokadını yemeğe adaydır. Eğer bir millet, Allah’ın hükümlerini terk eder, dini ikinci plana atar, menfaati ilke edinirse; o zaman Benî İsrail’in akıbetiyle aynı yola girmiş olur.

Bugün Müslüman toplumlar da aynı tehlike ile karşı karşıyadır. Eğer ilahi vahiy rehberliğini kaybeder, sadece “kutsal topraklar” sloganıyla değil, hakiki imanla ayağa kalkmazlarsa; Filistin sadece coğrafi bir mesele olarak kalır ve şehit kanı, sadece siyasi bir argüman olur.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın Yahudi milletine dair tesbitinden yola çıkarak, hubb-u hayat (aşırı dünya sevgisi) ve dünyevîleşmenin nasıl bir zillet sebebi olduğu işlendi. Yahudiler tarih boyunca peygamberlere muhatap olmuş ama sorumluluğu terk etmiş, bu da onları sürekli ilahi tokatlara maruz bırakmıştır. Ancak Filistin meselesinde, sadece dünya menfaati değil; geçmiş peygamberlerin hatırasına dayanan bir millî-dinî hassasiyetin de etkisi olduğu için, yıkılışları gecikmektedir. Ders: Kim Allah’ın vahyini terk edip dünyaya meylederse, aynı zilletle karşılaşır. Bu, sadece bir milletin değil, her ümmetin imtihanıdır.