Ateşle Gelen Selamet: Hazret-i İbrahim ve İmanın Zırhı

Ateşle Gelen Selamet: Hazret-i İbrahim ve İmanın Zırhı

“Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü Cenab-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i

   İbrahim’in cismi gibi gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi gömleğini de yakmıyor.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

********

Ateş yakar. Bu, herkesin bildiği bir hakikattir. Fakat bir gün oldu ki, ateş yakmadı. Hem de en güçlü olduğu anda, en kudretli göründüğü bir zamanda. Zira o gün ateşin karşısında, yalnızca Allah’a teslim olmuş bir kalp vardı. O kalp Hazret-i İbrahim’in kalbiydi.

Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i İbrahim’in Nemrud’un devasa ateşine atıldığı ve ateşin onu yakmadığı anlatılır. Bu mucize, yalnızca fizikî bir harika değildir. Bu hâdise, imanın maddeye galebesini, teslimiyetin tabiat kanunlarını bile secde ettirebildiğini gösteren bir derstir.

Maddeye Mukavemet Veren Mana

Bediüzzaman Said Nursî bu mucizeyi şöyle açıklar: “Cehennem ateşine karşı nasıl ki iman bir zırh hükmündedir; dünyadaki ateşe karşı da, hikmet-i İlâhiye gereği, maddî bir sebep ve koruyucu bir cevher vardır.” Yani İbrahim’i ateşten koruyan sadece mucizevî bir hal değil; aynı zamanda Allah’ın yarattığı bir “madde-i maddiye”, yani fizikî bir koruyuculuk sırrıdır. Hem gömleği, hem bedeni yanmamıştır. Bu da gösteriyor ki iman ve tevekkül, yalnız manevî değil, maddî âlemde de gerçek tesirler bırakabilir.

Dârü’l-Hikmet Dünyasında Sebep ve Sonuç

Bu dünya, dârü’l-hikmettir. Yani her şeyin sebepler perdesi arkasında cereyan ettiği bir imtihan meydanıdır. Cenab-ı Hak, burada sünnetullah dairesinde icraat yapar. Bu yüzden, İbrahim Aleyhisselâm’ın ateşte yanmaması da sebepsiz değildir. İman ve teslimiyet, öyle kuvvetli bir zırh olmuştur ki ateş, kendi yaratılış vazifesini terk etmiştir. Bu, yaratılış kanunlarının değil, onları işleten Zat’ın hükmünün bir neticesidir.

Modern Ateşler ve Manevî Yangınlar

Bugün de insanlık, farklı “ateşlerle” imtihan ediliyor: kibir, şehvet, dünya hırsı, zulüm ve inkâr gibi manevî yangınlar… Bu ateşler öyle yakıcı ki, sadece ilmî ya da teknolojik araçlar değil, ancak iman, sabır ve Allah’a sığınmak gibi manevî zırhlarla korunulabilir. Nasıl ki İbrahim’i ateşin ortasında bir “bahçe-i rahmet” karşılamışsa, bugünün insanı da iman ile yanmaktan kurtulabilir.

İmanın Ateşe Sözü: “Serin Ol!”

Kur’ân’da Yüce Allah, ateşe “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol!” buyurur. Bu hitap, yalnız bir peygambere değil, onun izinden giden bütün mü’minlere bir remizdir. Yani: “Siz de imanla ateşinize hükmedebilirsiniz. Yeter ki İbrahim gibi olun.”

Özet:

Bu makale, Hazret-i İbrahim’in (a.s) ateşte yanmaması mucizesi üzerinden, imanın madde üzerindeki tesirini, sebepler dairesinde Allah’ın kudretini ve teslimiyetin insanı her türlü tehlikeden koruyabileceğini anlatır. Ateş, normalde yakar; ama Allah isterse yakmaz. Bu hakikat, modern çağın “manevî ateşlerine” karşı da bir sığınak, bir ders ve bir kurtuluş kapısı sunar: İman zırhı, her türlü ateşi serin ve selametli kılabilir.

 

 




İlmin Kalbindeki İsim: Her Fen Bir İlahî Tecellidir

İlmin Kalbindeki İsim: Her Fen Bir İlahî Tecellidir

“Her bir kemalin her bir ilmin her bir terakkiyatın her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o sanat kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

********

İlim, sanat, terakki, medeniyet… Bugün insanoğlunun hayranlıkla takip ettiği her alanın özünde bir sır, bir kaynak, bir cevher saklıdır. O cevher, Allah’ın bir isminin tecellisidir. Çünkü her hakikatli ilim, bir İlâhî ismin yansımasıdır. Ve her kemal, o ismin izdüşümüdür.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor.” Bu cümle, kainatla Kur’an arasında köprü kuran muazzam bir tefekkür çağrısıdır. Demek ki sadece Kur’an’ı değil, ilimleri de birer tecelli aynası olarak okumak gerekir.

Fenlerin Arkasındaki İsimler

Eğer fizik ilmini inceliyorsak, orada el-Kâdir isminin; kimyada el-Hâlık ve el-Mübdi’ isminin; astronomide el-Müdebbir ve el-Azim isminin; tıpta eş-Şâfî ve el-Latîf isminin bir yansıması vardır. Her bir ilim, kendi lisanınca Allah’ın isimlerinden birini anlatır. Eğer bu isim görülmezse, o ilim kuru bilgiye, yönsüz bir tekniğe ve nihayetinde hakikatsiz bir gölgeye dönüşür.

İlim, Hakikate Yürürken Yoldan Sapmamalı

Modern zamanlarda ilim, giderek Allah’tan uzaklaştırıldı. İlim adına yapılan nice keşifler, eğer İlâhî kaynakla irtibatlı değilse, güce, zulme ve istismara alet olabiliyor. Nükleer enerji, eğer “el-Hakîm” ismiyle yönetilmezse, bir şifa yerine felaket olur. Genetik ilim, “el-Hâlık” ismini unutursa, yaratılışa karşı bir isyana dönebilir.

Bu yüzden Bediüzzaman der ki: “O isimle irtibat kurmazsa o ilim nakıstır, yarımdır, hakikat değil surettir.” Yani bir sanat, bir bilim, ancak İlâhî köküne bağlı kalırsa hakikatini bulur.

İlmi Hakikate Taşımak

Hakiki medeniyet, Allah’ın isimlerini keşfetmekle mümkündür. Eğitim, fen, teknoloji; hepsi bir yolda yürür: O yol, esma-i hüsnanın yeryüzündeki tezahürüdür. Bu yüzden ilim, kullukla birleştiğinde kemale erer. Marifetullahla taçlanmayan bir bilgi, ne kadar parlak görünse de sönük bir yıldız gibidir; ışıksızdır.

Gölgeye Değil Kaynağa Yönelmek

Bugün insanlık, gölgelerin peşinde koşmakta. Hakikat ise perdelidir. O perdeleri aralayan ise iman, tefekkür ve ihlasla yapılan ilimdir. İlimde kemal, sanat ve keşifte zirve, ancak Allah’a ait olan ismin yeryüzündeki yansımasını tanımakla mümkündür.

Özet:

Bu makale, her ilmin, fennin ve kemalin özünde bir İlâhî ismin tecellisi bulunduğunu anlatır. O isme dayanmayan her bilgi, eksik ve gölgede kalmış bir surettir. Gerçek hakikat, ilmin marifetullahla birleşmesiyle doğar. İnsanın gelişimi, Allah’ın esma-i hüsnasını tanıma ve onlarla irtibat kurma nisbetindedir. İlimdeki hakikat, ancak bu ilâhî kaynağa yönelmekle mümkündür.

 

 




Zamanları Kuşatan Kelâm: Kur’ân’ın Sonsuz Bakışı

Zamanları Kuşatan Kelâm: Kur’ân’ın Sonsuz Bakışı

“Kur’an, öyle bir zatın kelâmıdır ki bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*********

Kur’ân-ı Kerîm sadece geçmişe ait bir hitap değil, sadece bugünü anlatan bir kitap da değildir. O, zamanlar üstü bir kelâmdır; çünkü sahibi ezel ve ebedin Rabbi olan Allah’tır. Ve Allah, bütün zamanları bir anda görür, bilir ve kuşatır. Kur’ân da O’nun kelâmı olduğu için her zamanın insanına hitap eder ve her asırda canlılığını korur.

Bu hakikat Bediüzzaman’ın şu veciz cümlesinde ifadesini bulur:

> “Kur’an, öyle bir Zât’ın kelâmıdır ki bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.”

Kur’ân: Zamanın Üstünde Bir Nida

Bir insan ne kadar bilgili olursa olsun, sadece yaşadığı çağı bilir, geçmişe kısıtlı ulaşır, geleceği ise hiç bilemez. Ancak Kur’ân, her çağı konuşur. Kimi zaman Firavun’u anlatırken bugünün zalimlerini, Ebu Leheb’i anlatırken modern inkârcıları tarif eder. Çünkü Kur’ân’ın bakışı anlık değil, ezelîdir. O, geçmişi bilir, geleceği görür, bugünü ise delip geçer.

Bütün Asırların Dertlerine Derman

Kur’ân’ın mucizesi sadece lafzında değil, mesajının her çağın ihtiyaçlarına cevap vermesinde gizlidir. Asr-ı Saadet’te bedevî bir Arap’a hitap ettiği gibi, 21. yüzyılda dijital çağın insanına da hitap eder. Çünkü Kur’ân’ın sahibi olan Allah, zamanla sınırlı değildir; ve kelâmı da bu sınırsızlığın yansımasıdır.

İşte bu yüzden Kur’ân’ın hiçbir ayeti tarihin tozlu raflarına kaldırılmaz. Çünkü her ayet zamanın derinliklerinden süzülen ebedî bir hakikati taşır. Onu okuyan, sadece geçmişi değil, bugünü ve yarını da okur.

Zamanın Üzerinden Bize Bakan Bir Nur

İnsan, olaylara zaman içinde bakar. Kur’ân ise zamanın üstünden bakar. İnsan, geçmişin neticesini göremez, geleceğin hakikatini bilemez. Fakat Kur’ân bir peygamberin kıssasını anlatırken sadece tarih vermekle kalmaz; her asra düşen mesajı da taşır. İbrahim’in ateşi bugün de yanar, Musa’nın asâsı bugün de denizleri yarar, Yusuf’un kuyusu hâlâ derindir.

Kur’ân’ı Zamanla Sınırlamak: Onu Anlayamamak

Ne acıdır ki bazıları Kur’ân’ı sadece tarihsel bir metin gibi görmeye kalkar. Oysa Kur’ân, Allah’ın kelâmı olduğu için her an yeni, her meseleye hazır, her insana hitap eden bir rehberdir. Zamanla eskimeyen, eskidikçe yenilenen bir hakikatler hazinesidir. Çünkü onu gönderen Zât, zamandan münezzehtir.

Özet:

Bu makale, Kur’ân’ın bütün zamanları ve içindeki eşyayı bir anda gören Allah’ın kelâmı olduğunu vurgular. Kur’ân, her asra, her insana ve her meseleye hitap eden zaman üstü bir kitaptır. Olaylara sadece tarihten değil, ebediyet perspektifinden bakar. Bu yüzden her çağa diri, her gönle şifa ve her soruya cevap veren bir nurdur. Kur’ân’ın bu yönü, onu tarihsel değil ebedî kılar.

 




Vesvesenin Karanlığına Karşı Marifet Işığı

Vesvesenin Karanlığına Karşı Marifet Işığı

“şu vesvese öyle bir şeydir ki cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”
Sözler. YİRMİ BİRİNCİ SÖZ’ÜN İKİNCİ MAKAMI

*********

İnsanoğlunun kalbine sızan, zihnini bulanıklaştıran, gönlünü daraltan gizli bir düşman vardır: vesvese. Sessizce yaklaşır, düşünce kılığına bürünür, şüphe suretine girer. Çoğu zaman hakikatle karıştırılır. Ancak onun en büyük gücü, tanınmamasıdır. Çünkü Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Şu vesvese öyle bir şeydir ki cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

Vesvese: Marifetle Mağlup Olan Bir Gölge

Vesvese, kalbin ve zihnin karanlık anlarını fırsat bilen bir yanılmadır. Cehaletin hüküm sürdüğü yerde konuşur. İnsan, vesveseyi gerçek bir düşünce zannettiğinde onun tuzağına düşer. Lakin ilimle, marifetle, hikmetle yaklaşıldığında vesvese gölge gibi dağılır. Çünkü o, hakikatin karşısında tutunamaz.

Bediüzzaman vesveseyi tanınması gereken bir düşman olarak tarif eder. Onunla savaşmanın ilk adımı, onu tanımaktır. Tanınmayan vesvese güçlenir, tanınan vesvese ise zayıflar ve gider.

Cehaletle Beslenen Vesvese

Vesvesenin en büyük dostu cehalettir. İnsan neyi bilmezse, oradan vurulur. Dinî vesveseler, akideye dair şüpheler, taharet ve ibadet hususundaki kuruntular hep bilgisizlik zemininde büyür. Bediüzzaman bu durumu “ilim onu tard eder” ifadesiyle vecizeleştirir. Çünkü bilgi geldikçe, vesvese gider. Hakikat ortaya çıktıkça, hayal ve zan silinir.

Tanımak: İlk Müdahale, En Keskin İlaç

Bazen bir mümin, kalbine gelen kötü düşünceler karşısında paniğe kapılır. Kendini suçlar, hatta imanından şüphe eder. Oysa Bediüzzaman bu durumun imanın kuvvetinden kaynaklandığını söyler. Çünkü kalp kirli bir düşünceyi kabul etmez, dışarıdan geldiğini hisseder. Bu fark ediş bile vesvesenin çözülüşüdür.

İşte bu yüzden, vesvese hakkında bilinçli olmak, onu tanımak ve mahiyetini bilmek manevî bir savunma zırhıdır. Bu zırh, onu hem tanımlar hem de dışlar.

Vesveseye Karşı Zırh: Sükûnet, Marifet, İstiâze

Vesvese geldiğinde paniğe değil, sükûnete sığınmak gerekir. Sonra ilimle cevap verilir. Ve en nihayetinde, “Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm” diyerek, Allah’a sığınmak gerekir. Çünkü vesvese, Şeytan’ın bir fısıltısıdır. Fısıltı ise seslendirilmeyince zayıflar.

Özet:

Bu makalede vesvesenin cehaletle güçlendiği, ilimle zayıfladığı anlatılmaktadır. Vesvese tanınmadığında zihni işgal eder, tanındığında dağılır. Onunla baş etmenin yolu marifet, sükûnet ve Allah’a sığınmaktır. Vesveseye karşı en büyük zırh ise bilgidir. Çünkü vesvese karanlıktır, bilgi ise ışıktır. Işık gelince, karanlık kaçar.

 

 




İnsanın Kıymetini Belirleyen Şey: İman mı, Madde mi?

İnsanın Kıymetini Belirleyen Şey: İman mı, Madde mi?

“İnsan, nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar, cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer, cehenneme ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünkü iman, insanı Sâni’-i Zülcelal’ine nisbet ediyor; iman, bir intisaptır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kateder. O kat’dan sanat-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise hem fâniye hem zâile hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan kıymeti hiç hükmündedir.”
Sözler. Yirmi Üçüncü Söz 

*********

İnsan nedir? Etten, kemikten, kandan ibaret geçici bir varlık mı? Yoksa, manevî bir intisabla sonsuz bir kıymete mazhar olabilecek bir sanat eseri mi?

Bu sorunun cevabı, insanın hayattaki değerini ve ahiretteki akıbetini tayin eder. Bediüzzaman Said Nursî, bu noktada insanın kıymetini belirleyen asıl unsurun iman olduğunu vurgular:

> “İnsan, nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar, cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer.”

İman: İlahi Sanatla Kurulan Bağ

İman, insanı sadece Allah’a inandıran bir inanç değil; aynı zamanda insanı Allah’a nisbet eden, yani onun bir eseri, bir sanatı, bir memuru ve misafiri olarak gören bir bağlantıdır. Bu bağ kurulduğunda, insanın varlığı, basit bir et yığınından farksız olan bedenden çıkar, ilahi sanatın sergisi hâline gelir.

Bir sanat eseri, sanatkârı nisbetiyle kıymetlidir. Sanatçısı bilinmeyen bir tablo, sadece tuval ve boya olarak görülür; değeri düşer. Oysa o tablo, bir ustaya nisbet edilirse baha biçilmez olur. İnsan da imanla Allah’a nisbet edildiğinde kıymet kazanır.

Küfür: İlahi Bağın Kopuşu ve Değersizlik

Küfür ise bu bağı koparır. Allah’ı tanımayan bir insan, varlığını kendi başına ve tesadüflerin oyuncağı gibi görür. Bu durumda onun kıymeti sadece bedenine bağlı kalır. Beden ise fanidir, çürüyüp yok olur. Böylece insanın kıymeti de hiç hükmünde kalır.

Yani iman insanı ebedî ve ulvî bir kıymete çıkarırken, küfür onu hayvandan da aşağı bir dereceye indirir. Çünkü hayvan yaratılış gereği vazifesini yapar; insan ise iradesiyle hakikati inkâr ederse, vazifeyi reddetmiş olur.

Tercih Bizim: A’lâ-yı İlliyyîn mi, Esfel-i Sâfilîn mi?

Cenab-ı Hak insanı öyle bir istidatta yaratmıştır ki, en yüce makamlara da çıkabilir, en aşağı derekelere de düşebilir. Bu merdivenin ilk basamağı iman, son basamağı Cennettir. Düşüşün ilk kaybı inkâr, son çukuru ise Cehennemdir.

Bu yolculukta insanı yönlendiren pusula iman, güç kaynağı ise marifettir. O hâlde kıymetli yaşamak ve ebedî saadeti kazanmak isteyen insan, iman bağını kuvvetlendirmelidir.

Özet:

Bu makalede, insanın kıymetinin maddî unsurlarla değil, imanla kurduğu İlahi bağ ile belirlendiği anlatılmaktadır. İman, insanı Allah’a nisbet eder, onun sanatını ve hikmetini açığa çıkarır; böylece insan sonsuz bir kıymete ulaşır. Küfür ise bu nisbeti koparır, insanı sıradan bir maddî varlık hâline indirir. Bu yüzden iman, insanı a’lâ-yı illiyyîne; küfür ise esfel-i safilîne sürükler. Gerçek kıymet, bu nisbeti korumakla mümkündür.

 

 




Temizliğin Son Durağı: Cehennem ve Sorgunun Hikmeti

Temizliğin Son Durağı: Cehennem ve Sorgunun Hikmeti

Hayat, akıp giden bir nehir gibi; kimi zaman berrak, kimi zaman bulanık… Ancak nehir sonunda ya denize ulaşır ya da bataklıkta kaybolur. İnsan hayatı da böyle. Kimi hayırla, iyilikle, adaletle yaşar; kimi zulümle, haksızlıkla, isyanla… Lakin her iki yolun da bir varış noktası vardır: Ya cennet ya cehennem.

Bu dünyada her şeyin bir hesabı var gibi görünür; ama aslında birçok şey de “karşılıksız” kalır. Mazlumun ahı, yetimin gözyaşı, yoksulun lokması, kirletilmiş bir doğa, yıkılmış ahlak… Bunca kötülüğün, yalanın, hıyanetin, israfın, zulmün hesabı eğer bu dünyada görülmüyorsa, görülmelidir bir başka âlemde. Çünkü aksi takdirde, adalet kavramı anlamsızlaşır, iyiliğin kıymeti silinir, kötülük teşvik edilmiş olur. İşte tam burada “İyiki ahiret var” demek bir umut değil, bir zarurettir. Adaletin tahakkuku için cehennem gereklidir.

Allah Teâlâ’nın “Rahman” ismi kadar “Adl” ismi de tecelli edecektir. Çünkü nimet yalnızca verilmek için değil, sorgulanmak içindir de:

> “Sonra O Gün kesinlikle nimetten sorulacaksınız.”
ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ
(Tekâsür, 8)

Bir bardak su, bir lokma ekmek, bir anlık sağlık, bir gölgelik serinlik… Tüm bunlar bile ahirette hesaba konu olacakken, hayatı boyunca zalimce yaşayanlar, kul hakkı yiyenler, nimeti nankörce harcayanlar nasıl sorgusuz bırakılabilir?

Evet, iyiki cehennem var, çünkü bu dünya temizlenmeye yetmiyor. Ne mahkemeler adaleti tam sağlayabiliyor, ne yasalar vicdanları tatmin edebiliyor. Bunca pisliğin, günahın, zulmün altından kalkacak başka bir kudret yok. Bu yüzden, cehennem bir intikam değil; ilahi adaletin tecellisidir. Günahın kimyasını yakaraktan temizleyen manevi bir arınma yeridir. Herkes layığını bulur; ne bir eksik ne bir fazla…

Bütün bu düşünceler bize şunu fısıldar: Her nimet sorumluluk, her imkân bir imtihandır. Sadece zalimlerin değil, gafillerin de hesaba çekileceği bir gün vardır. Unutmayalım ki hesap sadece kötü olanlar için değil, kendini iyi zannedip nimetlerin şükrünü unutanlar içindir de.

Özet:
Bu makalede, kötülüklerin karşılıksız kalmaması adına ahiret ve cehennem kavramlarının bir zaruret olduğu vurgulanmıştır. Kur’an’ın Tekâsür Suresi 8. ayeti çerçevesinde, nimetlerin birer hesap vesilesi olduğu, bu dünyanın adaleti tamamlamaya yetmediği ve cehennemin ilahi adaletin tecelli ettiği yer olduğu ifade edilmiştir. Ahiret inancı, yalnızca bir teselli değil, ilahi adaletin zorunlu bir parçası olarak ele alınmıştır.