Türkiye’de Yüz Yıl İçerisinde Faili Meçhuller ve Entrikalar: Derin Sessizliklerin Çığlığı

Türkiye’de Yüz Yıl İçerisinde Faili Meçhuller ve Entrikalar: Derin Sessizliklerin Çığlığı

Türkiye’nin son yüz yılı, görünür tarih kitaplarının satır aralarında kaybolmuş binlerce “faili meçhul”le ve karanlık dehlizlerde çevrilmiş “entrikalar”la örülüdür. Her dönem kendi rengini verirken, değişmeyen şey; hakikatin üstünü örten sis, masumların ardında bırakılan sessiz çığlıklar ve “derin” ellerin izidir.

Bu coğrafyada cinayetler işlenmiş, suikastlar yapılmış, dosyalar kapatılmış ama milletin vicdanı hiçbirini kapatamamıştır. Bazı isimler unutulmuş olsa da arkada bıraktıkları sızı, hâlâ toplumun hafızasında yaşamaktadır.

Karanlıkta Kalan İsimler, Karanlıkta Bırakılan Hakikatler

Ali Şükrü Bey’in 1923’teki suikastıyla başlayan bu uzun liste, Uğur Mumcu, Hrant Dink, Eşref Bitlis, Turgut Özal, Muhsin Yazıcıoğlu, Gaffar Okkan, Necip Hablemitoğlu gibi birçok isme kadar uzanır. Bu isimlerin her biri, sadece bir birey değil; bir fikrin, bir duruşun, bir vicdanın sembolüdür.

Kimileri “devlet sırrı” adıyla örtüldü, kimileri “gizli belge”lerle unutturuldu. Ancak toplumun zihninde hep aynı soru yankılandı: “Kim yaptı?” Bu sorunun cevabı kadar önemli olan şey, neden yapıldığıdır.

Çünkü bu cinayetlerin çoğu, fikirleri susturmak, yönleri değiştirmek, korku salmak, istikameti bozmak içindi. Kimi zaman bir suikastla bir dava ortadan kaldırılmak istendi. Kimi zaman bir gazeteciye kurşun sıkılarak hakikatin sesi susturulmak istendi.

Entrikalar: Derin Planların Sessiz Aktörleri

Faili meçhuller sadece silahlı saldırılarla değil, aynı zamanda itibar suikastlarıyla, kumpas davalarla, medya linçleriyle de işlendi. Bazıları ömür boyu “hain” yaftasıyla yaşamak zorunda bırakıldı; yıllar sonra beraat ettiğinde ise ne toplum ne vicdan iade-i itibar etti.

1970’ler ve 80’ler, darbe hazırlıklarıyla birlikte örtülü operasyonların arttığı yıllardı. 1990’larda JİTEM iddiaları, Susurluk kazası, Beyaz Toroslar dönemi ve köy boşaltmaları, devlet içinde “devlet dışı” yapıların izini gösterdi.

2000’ler ve sonrasında ise daha rafine yöntemlerle, dosya klasörleri ve istihbarat raporlarıyla işlenen “hukuk kılıklı” entrikalar devreye girdi. Balyoz, Ergenekon gibi süreçler; delillerin manipüle edildiği, bazı suçların meşrulaştırıldığı, bazı gerçeklerin ise göz göre göre örtüldüğü yıllar oldu.

İbret: Güç Değil, Adalet Kalıcıdır

Bütün bu hadiseler bizlere bir hakikati fısıldar: Güç geçicidir, zulüm kendi kendini tüketir ama adalet, hakikat ve vicdan ebediyen ayakta kalır. Bir milletin gerçek bekâsı, tankla tüfekle değil, adaletle korunur. Aksi hâlde koca devletler, içinden çürür; mazlumların ahıyla temelinden sarsılır.

İslam tarihinde Hz. Ömer’in “Dicle kenarında bir koyun kaybolsa, hesabı benden sorulur” anlayışı; modern Türkiye’de “üzerine toprak atılan her hakikatin altından başka bir ihanet çıkar” gerçeğiyle yüzleşir. Faili meçhuller, yalnızca bir cinayet değil; milletin hafızasına saplanan hançerdir.

Sonuç: Sessizleri Duymak, Susturulanları Hatırlamak

Toplum olarak bize düşen, bu “meçhuller”i unutmamak ve unutturmamaktır. Her bir dosya yeniden açılmasa bile, her bir vicdan yeniden uyanmalıdır. Zira tarih, hakikatini kaybederse, kendisini tekrar etmeye mahkûm olur.

ÖZET:

Son yüz yıl, Türkiye’de faili meçhul cinayetlerin, karanlık entrikaların ve derin yapıların gölgesinde geçti. Bu olaylar, sadece bireyleri değil; fikirleri, davaları ve milletin vicdanını hedef aldı. Adaletin ötelenmesi, toplumu içten içe çürüttü. İbret verici olan, güçlülerin değil; hak ve adaletin baki olduğudur. Bu makale, tarihin karanlık sayfalarında unutulmaması gerekenleri hatırlatmak ve sessizliğe gömülmüş çığlıklara kulak vermek içindir.

 

 




ÇİLE: Ruhun Miracı, Nefsin İmtihanı

ÇİLE: Ruhun Miracı, Nefsin İmtihanı

Çile, ters orantılı olarak nefsin alçalırken, ruhun yükselmesidir.
Çile ruhun basamağıdır.. Ruhun miracıdır.
Çile, emir aleminden gelen ruha, madde,beden ve nefsin dayelik yapıp emzirmesi, annelik yapıp bağrına basmasıdır.
Çile, ilahi aşkın mayalanmasıdır.
Çile, eriyip buharlaşmak, ruhun beden kafesinden çıkıp alemlere kanat çırpmasıdır.
Çile, sonsuzluğa kanat açmaktır.

********

Hayat, çileyle yoğrulmuş bir hakikatin adıdır. İnsan, bu dünyaya yalnızca yaşamak, tatmak ve tüketmek için gönderilmemiştir. Onun var oluş gayesi; ruhun terakkisi, kalbin saflaşması ve nefsin tezkiyesidir. Bu yüce yolculukta çile, bir yük değil; aksine bir yücelik vesilesidir. Çünkü çile, ters orantılı bir mucizedir: Nefis alçalır, ruh yükselir. Beden ağlar, kalp güler. Dünya daralır, mana genişler.

Çile, ruhun basamağıdır. Her gözyaşı bir damla arınmadır. Her sancı, bir doğumun habercisidir. Peygamberler, evliya ve asfiya zümresi, en ağır çileleri yaşamış, ama en yüce makamlara da onlar ulaşmıştır. Çünkü çile, ruhun miracıdır. O miraca çıkamayanlar, hakiki vuslata da eremez.

Madde, beden ve nefs, ruha zıt görünse de çile vesilesiyle birer terbiye mekânı olur. Emir âleminden gelen ruh, bu dünyada bedenin bağrında çileyle yoğrulur. Nefis, ruha emziren bir anne gibi olur; onunla mücadele ederek ruhu güçlendirir. Nefsin oyunları, sabrın kılıcıyla bozguna uğradıkça, ruhun göğsü genişler, kalbi saflaşır.

Çile, ilahi aşkın mayasıdır. Acılarla hamlaşan gönüller, aşk ile mayalanır. Seven bilir ki, vuslat çilesiz olmaz. Mevlana’nın yanışı, Yunus’un gözyaşı, Hallac’ın feryadı, bu aşkın en parlak numuneleridir. Gerçek aşk, bedel ister. O bedel de çileyle ödenir.

Çile, eriyip buharlaşmak gibidir. Nefis buharlaşır, ruh saf su gibi arınır. Çile, ruhun beden kafesinden çıkarak âlemlere kanat çırpmasıdır. Kimi zaman bir hastalık, kimi zaman bir yalnızlık, kimi zaman bir ihanet… Ama her biri ruhu cilalar, benliği törpüler, kalbi arıtır.

Ve sonunda çile, sonsuzluğa açılan bir kapıdır. Dünyanın dar yollarından geçerek, ebediyetin genişliğine ulaşmaktır. O yüzden büyükler, “çilesiz kemalat olmaz” derler. Çünkü her çile, bir derstir; her yara, bir arınmadır.

Özet:
Bu makalede çilenin, nefsin alçalışı ve ruhun yükselişiyle nasıl ters orantılı bir hakikat oluşturduğu anlatıldı. Çile; ruhun miracına, ilahi aşkın mayalanmasına, beden kafesinden kurtuluşa ve ebedi hakikate açılan bir kapıya dönüşmektedir. Nefisle mücadele ve sabırla yoğrulan her çile, insanı Allah’a yaklaştıran birer basamak olmaktadır.

 




Samimiyetin ve Niyetin Kerameti: Cemaatin Şahs-ı Manevîsi

Samimiyetin ve Niyetin Kerameti: Cemaatin Şahs-ı Manevîsi

“Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus, lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.”
Tarihçe-i Hayat. 183

********

İnsan tek başına yaratılmadı. Yalnız bir hayattan ziyade, bir cemiyet içinde varlık kazanan, manasını bulan bir mahiyette yaratıldı. Kardeşlik, dostluk ve cemaat ruhu, insanın iç dünyasını besleyen, kalbini kuvvetlendiren, ruhunu yükselten sırlardır. Ve bu cemaatin ruhunu ayakta tutan, bazen bir velînin kerametinden daha güçlü “niyet-i hâlisa”, “samimiyet” ve “uhuvvettir”.

Velâyetin Ötesinde Bir Keramet: Niyetin Kudreti

Bazen bir velînin kerameti, bir suyun yürümesi yahut bir gaybî haber olabilir. Fakat bir insanın ihlasla, sadece Allah rızası için attığı bir adım, bazen o kerametlerden daha aziz olabilir. Çünkü Allah, samimi bir kulunun niyetini öyle büyütür ki, küçük bir ameli koca bir sevap dağını netice verir. Hadîste buyurulduğu gibi: “Ameller niyetlere göredir.”

Öyleyse en büyük keramet, belki de görünmeyen ama içtenlikle yapılan bir secde, bir duadır. Niyet saf olursa, amel bereketlenir. Samimiyetle atılan bir adım, nice kerametlerin kapısını aralayabilir.

Lillah İçin Uhuvvet: Manevî Bir İklim

Uhuvvet, yani kardeşlik; hele ki Allah için olanı, nurdan bir bağdır. Araya menfaatin, siyasetin, nefsin, gururun girmediği bu bağ, bir cemaatin şahs-ı manevîsini oluşturur. Bu manevî şahsiyet, bireylerin toplamından daha fazlasıdır. O kadar ki, bu şahs-ı manevî, bir veliyy-i kâmil gibi Allah’ın inayetine mazhar olur.

Böyle bir birliktelikte, bireylerin zayıflıkları birbirini örtüp güçlendirdiği gibi, ihlas ve samimiyet de bir manevi enerji oluşturur. Herkesin duası, diğerinin duasına omuz olur. Her bir ferde gelen inayet, cemaatin diğer fertlerine de sirayet eder. Böylece birlikten doğan manevî kuvvet, maddî kuvvetleri bile aşar.

Samimî Tesanüdün Kerameti

Zaman gösterdi ki, inançla ve ihlasla bir araya gelen küçük topluluklar, dev dalgaları durdurabildi. Çünkü aralarında samimiyet vardı, tesanüd (dayanışma) vardı. Birbirlerinin hatasını örtüp faziletlerini öne çıkarıyorlardı. Nefislerini değil, davalarını öne koyuyorlardı. Böyle bir ortamda Allah’ın inayeti tecelli eder.

Çünkü Allah’ın yardımı, topluluklaradır; samimi, ihlaslı, birbirine kenetlenmiş topluluklara. Böyle bir cemaatte bulunan herkes, hem bireysel gelişimini tamamlar hem de ümmetin büyük hizmetinde hissedar olur.

Sonuç: Keramet Bekleme, Niyetini Düzelt

Bu çağda keramet arayanlara en büyük cevap şudur: Samimi ol. İhlaslı ol. Lillah için sev. Cemaat ruhuyla yaşa. Bu, en büyük keramettir. Çünkü görünmeyen bir ihlas, bin görünen kerametten daha kıymetlidir. Ve böyle bir manevî cemiyet, yalnız bu dünyada değil, ahirette de saadet kapılarını aralayacak kudrette olur.

ÖZET:

Asıl keramet, samimi niyet ve ihlastadır. Allah için kurulmuş kardeşlik bağları ve bu bağlardan doğan cemaat ruhu, bir velînin kerametinden daha etkili bir manevî kuvvet oluşturabilir. Böyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi, Allah’ın yardımına mazhar olur ve iman hizmetlerinde büyük neticelere vesile olur. Keramet arama, ihlasla yaşa; mucize bekleme, samimiyetle adım at.

 

 




İnsanın Sırrı: Bir Nevî İken Binler Nevî Olmak

İnsanın Sırrı: Bir Nevî İken Binler Nevî Olmak

“Fatır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok mahsülat aldırır ve bir sahifede çok kitapları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azîmdendir ki, Cenab-ı Hak, insan nevini, binler nevîleri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevîleri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi, kuvalarına, latîfelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevî iken binler nevî hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halîfesi ve kainatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.
İşte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayesi ve zenbereği, müsabaka ile, hakîki îmanlı fazîlettir. Fazîleti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdîliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.”
(Tarihçe-i Hayat. 164.

*********

Cenab-ı Hak, kudretini ve hikmetini göstermeyi sever. Çünkü O’nun sanatındaki her detay, İlâhî isimlerinin bir aynasıdır. Bu sebeple, bir zerrede kâinatı, bir çekirdekte ağacı, bir sayfada binler kitap hükmünü icra eder. Aynı sırra binaen, insan da bir fert iken, binler vazifeyi deruhte eden bir mahiyete sahiptir.

  1. İnsan: Kudret ve Hikmetin En Parlak Tecellisi

Bir arıya sadece bal yapmak düşer. Bir kuşun görevi gökyüzünde süzülmektir. Fakat insana baktığımızda, hem arı gibi üretici, hem kuş gibi yükselen, hem düşünür, hem hisseder, hem yönetir, hem de dua eden bir varlık görürüz. İnsanın mahiyetine konulan istidatlar, onu sadece bir varlık değil, binler varlığın merkezi hâline getirmiştir.

İşte bu yüzden, insanın yaratılışına sınır konulmamıştır. Akıl, kalp, ruh, his, hayal, şuur gibi nice latîfelerle sonsuz makamlarda gezebilecek bir donanıma sahiptir. Bu da onu hayvanattan ayırmış, halîfe-i arz, sultan-ı zîhayat yapmıştır.

  1. İnsanlığın Dinamosu: Fazilette Müsabaka

Ancak bu derece tenevvü ve farklılaşmanın bir mayası olmalı. Nedir bu maya? Müsabaka içinde fazîlettir. Yani insan, kendi içindeki cevheri başkalarıyla kıyaslayarak değil, fazilette yarışarak inkişaf ettirmelidir. Takva, ihlas, marifet, sabır, hizmet gibi meziyetler, bu fazilet yarışının zeminidir.

İnsanlığı ileriye taşıyan asıl rekabet, ne kadar çok mal veya makam kazanmakta değil; ne kadar ahlâk, ilim ve iman kazanmakta aranmalıdır. Zira fazilet ortadan kalkarsa, insan hayvana bile rahmet okutacak bir zulme dönüşebilir.

  1. Fazîleti Kaldırmanın Bedeli

Eğer bu fazilet kaldırılırsa, beşerin mahiyeti bozulur. Akıl, nefsin esiri olur; kalp, vicdansızlaşır; ruh, karanlığa gömülür. Bu da insanı, hilafetten azledilmiş bir varlık hâline getirir. İnsanı insan yapan; faziletteki terakki, kemaldeki yarış ve ruhtaki inkişaftır.

Dolayısıyla bu istidadın kıymeti ancak iman ve marifetullah ile açığa çıkar. Aksi hâlde insandaki bu büyük kabiliyet, tıpkı nükleer enerjinin zararlı kullanımı gibi, yıkıma sebep olur.

Sonuç ve İbret

İnsan, kudretin ve hikmetin en yoğun yansımasıdır. Kendi mahiyetini keşfetmek, yaratılış gayesini anlamakla mümkündür. Bunun yolu ise fazilette yarışmak, imanda derinleşmek ve aklı, kalbi ve ruhu beraberce işletmektir. Zira insanın “bir nevî iken binler nevî hükmüne geçmesi” bu ilâhî gayeye yönelmesiyle mümkündür.

ÖZET:

İnsan, sıradan bir canlı değil; binler vazifeyi deruhte edebilecek bir mahiyette yaratılmıştır. Bu üstünlüğünün sırrı ise, faziletteki yarış ve imanda derinleşmededir. Fazileti kaldırmak, insanın asli mahiyetini kaybetmesine ve felakete sürüklenmesine yol açar. Dolayısıyla insan, hem yaratılış sırrını hem de hilafet makamını ancak iman ve faziletle sürdürebilir.

 

 




Rabbini Tanıyan Kalbin Derin Talebi

Rabbini Tanıyan Kalbin Derin Talebi

“Evet, bana öyle bir Halık ve Rab lazım ki, en küçük hatırat-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı rûhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı ahirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp ahireti yerine kuracak; hèm sineği halk ettiği gibi semavatı da îcad edecek; hem güneşi semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete malik olsun. Yoksa, sineği halk edemeyen, hatırat-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı rûhumu işitemez. Semavatı halk etmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise, benim Rabbim Odur ki, hem hatırat-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı ahirete tebdil edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar, “Haydi gir” der.” Tarihçe-i Hayat. 116

*******

“Bana öyle bir Rab lazım ki, hem kalbimi bilir, hem Cenneti hazırlar.”

İnsan, mahiyeti gereği küçük bir varlık gibi görünse de, kalbiyle âlemleri kuşatacak bir derinliğe, ruhuyla ebediyet arzusuna sahiptir. Ne gözbebeğindeki bir zerreyi unutan bir yaratıcıyı ister; ne de kalbinin en derin arzusuna sağır kalan bir Rabbe razı olur. Çünkü insanın fıtratı, sadece bu dünyada tatmin olmayacak kadar büyüktür.

Bediüzzaman’ın “Bana öyle bir Halık ve Rab lazım ki…” diye başlayan ifadeleri, insan ruhunun en derin yerinden gelen bir tefekkür feryadıdır. Bu, sıradan bir inanç beyanı değil, akıl, kalp ve ruhun birlikte dile getirdiği bir ihtiyaç itirafıdır.

  1. İnsan, Sadece Bir Canlı Değildir

İnsan, sadece yemek yiyen, nefes alan, yaşayan bir canlı değil; düşünen, arayan, soran, dua eden, hayret eden bir varlıktır. Kalbinin hatıraları, ruhunun sessiz duaları vardır. Ve bu derinlikteki sesleri ancak her şeyi bilen ve her şeyin iç yüzünü gören bir Zât işitebilir.

Böyle bir Zât, sadece fizikî evreni değil, kalp alemini de idare etmelidir. O ki, sineği yarattığı gibi, yıldızları da yaratmalıdır. Çünkü “büyük-küçük” O’nun kudreti karşısında eşittir.

  1. Saadet-i Ebediye Arzusu

İnsanın içindeki ebediyet arzusu, geçici dünya ile tatmin olmaz. Bu arzunun sahibi, onu bu dünya için değil, sonsuzluk için yaratmıştır. İşte bu nedenle “Rabbim, dünyayı kaldırıp yerine ahireti kuracak” kudrette olmalıdır.

İman, sadece geçmişi kabullenmek değil, geleceği de Allah’a teslim etmektir. Geçmişte güneşi semaya çakan Zât, gelecekte Cenneti kurabilir. Zerreleri gözbebeğinde yerleştiren Zât, kalbimizin dualarına da cevap verir.

  1. Tevhid ve Teslimiyetin Zirvesi

Bu tefekkür, insanı tevhid noktasına taşır. Artık ne aracıya, ne şirke, ne de sebeplere iltifat eder. Kalbini de, geleceğini de sadece O’na teslim eder. Böyle bir teslimiyet, insana “izzet” ve “itminan” verir.

Sonuç ve İbret

Bugün insanlık, teknolojinin sağır makineleri içinde boğulurken, içten içe hâlâ şöyle bir Rab aramaktadır:
Hem sineği yaratsın hem yıldızları;
Hem kalbimi bilsin hem cenneti hazırlasın;
Hem dua eden ruhumu işitsin hem “Haydi gir” desin…

Çünkü insan, ancak böyle bir Rab ile teselli bulur.

ÖZET:

İnsan kalbi ve ruhu, sadece maddî ihtiyaçlarla tatmin olmaz. En gizli duasını işiten, en büyük arzularını yerine getirebilecek kudrette bir Rabb’e muhtaçtır. O Rab, hem sineği yaratacak kadar ayrıntılı, hem de dünyayı ahirete tebdil edecek kadar muazzam bir kudretin sahibidir. Böyle bir Rab, sadece varlıkların yaratıcısı değil; aynı zamanda kalbin dostu ve saadet-i ebediyenin de tek sahibidir. İman, bu büyük teslimiyeti ve güveni yaşamaktır.

 

 




KEYFÎ KÜFRÜN VE KÜFR-Ü İNADÎNİN SEBEP VE SONUÇLARI

KEYFÎ KÜFRÜN VE KÜFR-Ü İNADÎNİN SEBEP VE SONUÇLARI

“Göz göre göre hakikate sırt dönmek, kalbin mühürlenmesine davetiyedir.”

  1. Küfrün İki Yüzü: Keyfî ve İnadî Küfür

Kur’an’da küfür, sadece inkâr değil, aynı zamanda hakkı bile bile örten bir direnmedir. Bu noktada “keyfî küfür” ve “küfrü inadî” ayrımı önemlidir:

Keyfî Küfür: Hakikati araştırma zahmetine girmeden, nefsin arzularına göre yaşamayı tercih etmektir. “Beni rahatsız etmesin” diye hakikatten yüz çevirir.

Küfrü İnadî: Hakkı bildiği hâlde, kibir ve menfaat uğruna onu inkâr etmektir. Firavun gibi, şeytan gibi… Bilir ama secde etmez.

  1. Sebepler:

Nefse düşkünlük: Keyfî küfürde insan, Allah’a teslim olmayı değil, keyfine göre yaşamayı ister.

Kibir ve gurur: Küfrü inadîde ise kişi, hakikati kabul ederse küçüleceğini zanneder, nefsine yediremez.

Dünyevî çıkar: Bazıları, hakka yönelirse makam, mevki, çıkar kaybı yaşayacağını düşünür.

Toplumsal baskı ve gaflet: Özellikle modern çağda “ne derler” korkusu kişiyi küfre savurur.

  1. Sonuçlar:

Kalbin mühürlenmesi: Kur’an’da defalarca vurgulandığı gibi, hakka yüz çevirenlerin kalpleri mühürlenir, artık duyamaz ve göremez hale gelir (Bakara, 7).

Vicdanın ölmesi: İnadî küfür vicdanı susturur; kişi her şeyi aklına uydurmaya başlar.

Azabın hak olması: Hakkı bilip inkâr edenler için ahiret azabı kat kat artar (Nahl, 106).

İnsanlık erozyonu: Bu tür inkârlar, toplumların ahlaki ve manevi çöküşünü hızlandırır.

  1. Hikmetli Dersler:

Hakikat, insana rahatsızlık verse de hidayet verir.

Keyfî yaşamlar, geçici rahatlığa karşılık ebedi pişmanlık getirir.

İnadî inkâr, sahibini sadece Allah’tan değil, kendinden de koparır.

Firavun da şeytan da inkâr etmedi; ama secdeyi kibirle reddettiler.

ÖZET:

Keyfî küfür, nefsin arzularına göre yaşamak için hakikatten kaçmaktır. Küfrü inadî ise hakkı bilip kibirle reddetmektir. Her iki küfür türü, insanı karanlığa, pişmanlığa ve ebedî azaba sürükler. Bu inkâr biçimleri kalbi mühürler, vicdanı susturur. Hakikat karşısında teslimiyet göstermeyen kişi, hem dünyasını hem ahiretini kaybeder. Gerçek kurtuluş; keyiften, kibirden ve inattan sıyrılıp hakka yönelmekle mümkündür.

 

 




İLMİN VE İMANIN İZZET VE HAYSİYETİ

İLMİN VE İMANIN İZZET VE HAYSİYETİ

“Gerçek izzet, Hak’la yükselmektir; halkla değil.”

  1. İzzet Nedir?

İzzet; şeref, yücelik, vakar ve onur demektir. Haysiyet ise; kişinin kendini küçük düşürmemesi, şanına leke sürmemesidir. Bu iki kavram, insana kişilik kazandıran ve onu alçaltanlardan ayıran temel değerlerdir.

İman; kalbi Allah’a bağlayan ilahi bir nurdur.
İlim; aklı aydınlatan bir hakikat rehberidir.
Bu ikisinin beraberliği insana izzetli bir duruş, haysiyetli bir hayat kazandırır.

  1. Gerçek Şeref: Allah Katındaki Değerdir

Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz şöyle buyurur:
“İzzet yalnızca Allah’a, Resûlü’ne ve müminlere aittir.” (Münafikûn, 8)
Demek ki izzetin kaynağı Allah’tır. İzzetli olmak demek, Allah’ı razı edecek bir duruş sergilemek, hakkı müdafaa ederken eğilmemek, zilleti kabul etmemektir.

Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir:
“Biz izzeti İslam’da bulduk. Başka bir yerde ararsak Allah bizi zelil eder.”
İman ve ilim, sahibine eğilmeyen bir boyun, satılmayan bir vicdan ve korkmayan bir yürek verir.

  1. İlimsiz İman Kuru Taklit; İmansız İlim Sahte Zekâdır

İlim, aklın gözüdür. Fakat imanla birleşmeyen ilim, sahibine gurur verir ama izzet vermez. Çünkü iman, ilme hikmet ve sorumluluk kazandırır.
Aynı şekilde, ilimden yoksun bir iman, kör bir bağlılık haline gelir; sahibini sahte kişi ve rehberlere, yanlış inançlara ve bâtıl anlayışlara sürükler.

Bu yüzden hem ilim hem iman bir arada olduğunda, kişi izzetli bir kul, haysiyetli bir insan, hikmetli bir yolcu olur.

  1. İzzetli Olmak Zilletle Yaşamaktan Üstündür

İman, sahibine şunu öğretir:
“Zilletle yaşamak yerine izzetle ölmek evladır.”
İzzetli bir mü’minin vakarı, Allah’a olan teslimiyetini ve haysiyetini gösterir.

İzzetli insan; menfaat karşısında eğilmez, makam için satılmaz, hakikat uğruna susmaz. Çünkü o bilir ki, izzet Allah’a dayanmakla, zillet ise mahlûka boyun eğmekledir.

  1. Günümüz İmtihanı: Haysiyetin Erimesi

Zamanın en büyük imtihanlarından biri; bilginin artıp izzetin azalmasıdır. Nice diplomalı insanlar, zillet içinde fikir satmakta, nice bilgi sahibi kişiler, imanını susturarak makam devşirmektedir.
İman ve ilim bir duruş üretmiyorsa, o ne ilimdir ne imandır. Çünkü izzet, hakikatle birlikte dimdik durmak demektir; rüzgârda savrulmak değil.

  1. Gençler İçin İbret: Asıl Zenginlik, Asıl Yükseklik

Gençliğin gözünde izzet, şöhret ve zenginlik zannediliyor. Oysa ki en büyük izzet; şahsiyetli olmaktır.

Hakkı söylerken korkmamak,

Haramdan uzak durmak,

Edebi terk etmemek,

İnandığını gizlememek…

İşte bu; ilmin ve imanın verdiği izzet ve haysiyetin meyvesidir. Kuru bilgi değil, haysiyetli duruş değerlidir.

SONUÇ VE ÖZET:

İlmin ve imanın izzet ve haysiyeti; insana şerefli bir duruş, onurlu bir kişilik kazandırır. İman, Allah’a teslimiyetle izzet verir; ilim, hikmet ve ölçüyle haysiyeti derinleştirir. İmanlı ve ilimli bir insan eğilmez, satılmaz, korkmaz. Günümüzde en büyük eksiklik bilgi değil, şahsiyetli duruştur. Hakiki izzet; Allah’la olmaktan, O’nun rızasına göre yaşamaktan geçer. Unutulmamalıdır ki, izzet imanla başlar, haysiyet ilimle tamamlanır.

 




Usûl Olmadan Vüsûl Olmaz

Usûl Olmadan Vüsûl Olmaz

Düzenin Ardındaki İlahi Hikmet

  1. Nizamın Sırrı: Yolun Adabı

Her yolculuğun bir haritası, her hedefin bir istikameti vardır. “Usûl olmadan vüsûl olmaz” sözü; gayeye ulaşmak için doğru yolun, doğru yöntemle takip edilmesi gerektiğini anlatır. Usûl, bir sistem, bir edep ve ilke bütünüdür. Vüsûl ise maksada, hakikate, Allah’a ya da ilme varıştır. Eğer usûl terk edilirse, varış da şaşar. Çünkü usûlsüzlük, anlamı zayi eder, hakikati çarpıtır.

Namazın bile bir abdesti varsa, ilmin de talebeliği, Allah’a ulaşmanın da kuralları vardır. Kur’ân bile nüzulünde belli bir tertip ve hikmetle indirilmiştir. Peygamberimiz (asm), vahyi dahi acele okumamış, Cebrail’in tilavetini sabırla beklemiştir.

  1. Usûl, İlmin Kapısıdır

İlim talebesi usûl bilmezse, bilgiyi yanlış yorumlar. Fıkıhta usûl, hüküm çıkarma metodudur; hadiste usûl, sahih ile zayıfı ayırmanın ölçüsüdür. Tasavvufta ise usûl; nefsin terbiyesiyle Hakk’a vuslatın yollarıdır.

“Sizden öncekiler bilgiye usûl ile vardılar; siz ise usûlsüzlükle yola çıktınız.” demiştir bir âlim. Usûl, adeta hakikatin kapısının anahtarıdır. Anahtar doğru değilse, kilit açılmaz; açılırsa da arkasındaki emanete zarar verir.

  1. Hedef Değil, Yöntem Belirler Değerini

Bir kimse doğru hedefe, yanlış yolla giderse ya gecikir ya da ziyana uğrar. Hakk’a giden bir yol, kibirle yürünürse hakikate değil, nefsin yüceliğine çıkar. Halka hizmet etmek için yalan söylenirse o hizmet değil, ihanettir. Evlat terbiye edilirken bağırmak, dövmek, baskı kurmak bir yöntemse, bu yöntem doğru hedefi boşa çıkarır. Çünkü usûlsüz yöntem, gayeyi öldürür.

  1. İlahi Sistemde de Usûl Vardır

Cenab-ı Hak hiçbir şeyi gelişi güzel yapmaz. Güneşin doğması bile bir usûl iledir. Kur’ân, “Biz her şeyi bir ölçüyle yarattık.” (Kamer, 49) buyurarak, kâinattaki nizama işaret eder.

Yağmurun toprağa inmesi, tohumu çatlatması, bir çekirdeğin ağaç olması… Hepsi ilahi usûldür. İnsan da o sistemin bir parçasıdır. Kalp Hakk’a ulaşmak istiyorsa, bu sisteme uygun bir yürüyüş ile olmalıdır: Tövbe, sabır, ihlas, ibadet ve edep.

  1. Usûlsüzlük Neden Zararlıdır?

Hedef şaşar: Usûl olmadan niyet bozulur, niyet bozulunca istikamet kaybolur.

İnsan ziyan eder: Doğru bilgi yanlış anlatılırsa, bâtıl gibi görünür.

Toplum zarar görür: Kuralsız mücadele anarşi doğurur; eğitimsiz yargı, adaletsizliği büyütür.

Nefis azgınlaşır: Usûl disiplindir, disiplinsizlik ise nefsi şımartır.

  1. Peygamberler Bize Usûlü Gösterdi

Hiçbir peygamber, tebliğini aceleyle yapmadı. Her biri halkı önce tanıdı, gözlemledi, hikmetle konuştu. Hz. Musa (as), önce Firavun’un yüreğine ulaşmak için kardeşi Harun ile birlikte yumuşak sözle gitti.
Resûlullah (asm) 12 yıl Mekke’de sadece tevhidi anlattı; sabırla, aşama aşama… Dava doğru idi, ama sabırsız bir yöntemle anlatılsaydı, kimseye ulaşmazdı.

  1. Günümüz İçin Ne Anlatıyor?

Bugün usûlsüzlük virüs gibi yayıldı. Bilgi var, ama yöntemi yok. İnanç var, ama irfanı yok. Niyet var, ama istikameti yok. Aile terbiyesinde, eğitimde, siyasette, dava anlatımında hep “çabuk sonuç alma arzusu” usûlü yıkıyor.

Usûl; sabır, hikmet, anlayış ve ahlakla kurulur. Kiminle neyi, nasıl, ne zaman ve ne kadar konuşacağını bilmek, ilimdir. İşte bu ilimle yapılan yolculuklar, vuslata çıkar. Aksi takdirde, yolda kalınır, yoran olur ama varan olunmaz.

SONUÇ VE ÖZET:

“Usûl olmadan vüsûl olmaz” sözü, gayeye ulaşmanın edep, hikmet ve yöntemle mümkün olacağını ifade eder. Rabbimizin kâinata koyduğu nizam gibi, ilme, tebliğe ve kulluğa da usûl gereklidir. Usûlsüzlük gayeyi zedeler, nefsi büyütür, ilişkileri bozar. Peygamberler bile hakikati tebliğ ederken yöntemli davranmıştır. Bu nedenle her alanda doğru hedefe ulaşmak için usûl ve ahlâk şarttır. Vuslat ancak usûlle mümkündür.

 

 




Fıtrattaki Farklılıklar ve Bunları Tanımanın Yolları

Fıtrattaki Farklılıklar ve Bunları Tanımanın Yolları

  1. Her Ruh Bir Âlemdir

İnsanoğlu bir parmak izi kadar eşsiz, bir yıldız kadar tekildir. Her insanın yaratılışı, yani fıtratı, kendine has renkler taşır. Kimi tefekkürle derinleşir, kimi aksiyonla parlar. Kimi sessizliğin içinde binlerce anlam taşır, kimi ise sözleriyle kalpleri diriltir. Bu farklılık, bir kusur değil; ilahi sanatın eşsiz bir nakşıdır. Zira Rabbimiz buyurur:

> “Her şeyi yaratıp, ona bir ölçü ve nizam veren O’dur.” (Furkan, 2)

  1. Fıtratın Görünen Yüzü: Mizaç ve Meyiller

İnsan fıtratındaki farklılıklar çoğunlukla şu alanlarda kendini gösterir:

Zihinsel eğilimler: Kimi çocuk matematikte, kimi sanatta doğuştan beceriye sahiptir.

Duygusal derinlik: Kimi empati yüklüdür, kimi ise daha analitik ve mesafelidir.

Enerji düzeyi: Kimi coşkulu ve dışa dönüktür, kimi içe dönük ve sükûnetlidir.

Karar verme tarzı: Kimi sezgisel ve duygusal karar alır, kimi mantıksal ve rasyonel.

Bu farklılıklar mizacı oluşturur; fıtratın görünen yüzüdür. İnsan ilişkilerinde çatışma, çoğunlukla bu mizacın fark edilmemesinden kaynaklanır.

  1. Görünmeyen Yüz: İlahi Programlama

Her insan, görünmeyen yönüyle de eşsizdir. Bu da yaratılış gayesi, ruhsal eğilim ve kaderî yapı ile ilgilidir. Allah, her kulunu belirli bir potansiyele göre yaratır. Mevlâna’nın dediği gibi:

> “Her insan bir iş için yaratılmıştır. O işi yapmaya meyli vardır. O meyli neyle boğarsan boğ, bir gün o iş onu bulur.”

Fıtratın bu görünmeyen yüzü, ancak dikkatle, dua ile ve uzun gözlemlerle anlaşılır.

  1. Fıtratları Tanımanın Yolları
  2. a) Gözlem:
    Bir kişinin neye yöneldiğini, neyle meşgulken zaman kaybettiğini fark edin. Enerjisini neye harcıyor? Hangi durumlarda içi açılıyor? Çocuğunuzu oyun oynarken izleyin. Eşinizi konuşurken dinleyin. Öğrencinizin gözlerinin parladığı anı yakalayın.
  3. b) Deneyimleme fırsatı vermek:
    İnsan, denemeden ne olduğunu anlayamaz. Çocukları, öğrencileri farklı alanlara yönlendirin. El becerileri, fikir ve tefekkür farklılığı, kitap, ziraat. Sanat, vs… Hangisinde ruhu açılıyorsa, orada bir fıtrat parıltısı var demektir.
  4. c) İstişare ve dua:
    İnsanın kendini tanıması zor olabilir. Fakat çevresindekilerle istişare ederek bu farklar anlaşılır. Anne-baba, eş, öğretmen, rehber… Ve en önemlisi, Rabbine yönelerek dua etmek:

> “Ya Rabbi, beni bana tanıt.”

  1. d) Fıtrata uygun eğitim ve ilişki:
    Bir çocuğun veya bireyin fıtratına uygun yaklaşım, onun kişiliğini geliştirdiği gibi, ilişkileri de bereketli kılar. Zıddına zorlamak ise hem kişiye hem topluma zulümdür. Zira zorlandığı alanda insan bozulur, içe kapanır, ruhu incinir.
  2. Farklılıkta Rahmet Vardır

İnsanlar arasındaki fıtrat farklılıkları, bir çatışma değil, bir tamamlayıcılık vesilesidir. Birinin hassas olduğu noktada diğeri sağlam durur. Biri düşünür, biri uygular. Biri duygusal rehberlik yapar, diğeri stratejik çözümler üretir. Tıpkı bedenin organları gibi: göz görür ama tutamaz, el tutar ama göremez.

SONUÇ VE ÖZET:

Fıtrat, Allah’ın her kula yüklediği eşsiz yaratılış mühürleridir. Kimi bu mühürle yazı yazar, kimi şiir söyler, kimi gönül tamir eder. Kişinin kendi fıtratını ve çevresindekilerin farklılıklarını fark edebilmesi, gözlem, tecrübe, dua ve istişareyle mümkündür. Bu farkındalık, insan ilişkilerinde anlayışı derinleştirir, eğitimi bereketlendirir ve toplumsal çatışmaları asgariye indirir. Fıtratlar farklıdır, ama bu farklar rahmetin ta kendisidir.

 




Bizlere Hep Ya Gökten Ya da Yerden Yardım Ulaşmıştır

Bizlere Hep Ya Gökten Ya da Yerden Yardım Ulaşmıştır

Tarih boyunca İslam ümmeti, nice fırtınaların içinde kalmış, nice zulümlere, işgallere, kuşatmalara maruz kalmıştır. Lakin bu ümmetin bir sırrı vardır: Ne zaman ümitler tükense, ne zaman yardım kapıları kapanmış gibi görünse, ya gökten bir rahmet, ya yerden bir inayet fışkırmıştır. Çünkü bu ümmetin Rabbi, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyen kullarına “Şüphesiz Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214) diye cevap vermiştir.

  1. Gökten Gelen Yardımlar: Meleklerin Nüzulü

Bedir’de müminler sayıca azdı, teçhizatça zayıftı. Ama semalar açıldı, gökten binlerce melek yardıma gönderildi. Uhud’da dağ yıkıldı ama iman dimdik ayakta kaldı. Hendek’te müminlerin korkuları göğe ulaşmıştı, ama gökten gelen bir rüzgâr, düşmanı yerle bir etti. Çünkü bu ümmetin Rabbi, darda kalanlara yardım gönderendi.

İbrahim (as) ateşe atıldı, ama gökten “Serin ve selamet ol” emri geldi. Musa (as) denize sıkıştı, ama deniz gökten gelen emirle yarıldı. Bu ümmet, “Yetiş ya Rab!” dediği her anda, semaların kapısının açık olduğunu hep görmüştür.

  1. Yerden Gelen Yardımlar: Kalplerden Doğan İman Seli

Yardım sadece gökten gelmedi. Bazen yerin derinliklerinden, kalplerin ihlasından, taşların altından bir kuvvet doğdu. Filistin’de, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda… Ne uçan melekler indi, ne de gökten mucizevi oklar. Ama yerden bir diriliş, bir iman kıyamı yükseldi.

Bedir’de gökten gelen melek, Çanakkale’de Mehmetçiğin göğsünde zuhur etti. Kudüs’teki taş atan çocuk, yeryüzünün duasına dönüşen bir semboldür. Nice zaman yer, gök gibi oldu. Çünkü Allah, yeryüzünde secde eden kullarına rahmetini indirmekten geri durmaz.

  1. Yardımın Sırrı: Teslimiyet ve Dua

Yardımın geliş noktası her ne olursa olsun, onun anahtarı kalpten çıkan samimi dua ve teslimiyettir. Gökten gelen rahmet de, yerden fışkıran kudret de, bu teslimiyetin cevabıdır.

Tarihte nice zor zamanlar oldu. Ama Allah ümmetini terk etmedi. Çünkü onlar da Allah’ı terk etmedi. İşte yardımın sırrı buradadır. Kim kalbini Allah’a bağlarsa, gök onun için ağlar, yer onun için canlanır.

  1. Bu Günlerde Yardım Nereden Gelecek?

Bugün ümmet yine kuşatma altında. Ahlakî dejenerasyon, siyasi baskı, ekonomik sömürü ve fikrî işgal… Peki yardım nereden gelecek?

Yardım, belki bir gencin gözyaşlı secdesinden, belki bir annenin duasından, belki bir mazlumun “Hasbünallahu ve ni’mel vekîl” feryadından gelecek. Belki de yeniden sema açılacak, gökten rahmet yağacak. Ama şunu bilelim ki:

Gök ve yer Allah’a boyun eğmişse, Allah da darda kalan kulunu asla yardımsız bırakmaz.

Sonuç ve Özet:

Bu makale, tarih boyunca İslam ümmetine gelen yardımların ya gökten (melek, rüzgar, mucize), ya da yerden (iman, direniş, dua) kaynaklandığını göstermektedir. Yardımın sırrı samimiyet, teslimiyet ve dua iledir. Bugün de ümmet dardadır, ama yardımın gelişi, Rabbine yönelen kalplerin samimiyetiyle mümkündür. Çünkü Allah, kendisine sığınanları asla yardımsız bırakmaz.

 

 




İSM-İ ÂZAM HAKİKATİ: KÂİNATI TİTRETTİREN İSMİN SIRRI

İSM-İ ÂZAM HAKİKATİ: KÂİNATI TİTRETTİREN İSMİN SIRRI

  1. İsm-i Âzam Nedir?

İsm-i Âzam, Allah’ın en büyük ismi demektir. Hadislerde bildirildiğine göre bu isimle dua edildiğinde icabet muhakkaktır, istenilen asla geri çevrilmez. Zira İsm-i Âzam, Allah’ın bütün isimlerinin merkezî manasını ve en kudretli tecellisini taşır. Hangi isim olduğu hususunda farklı rivayetler olsa da, alimler bu ismin kişiye, hâline ve hâcetinin türüne göre değiştiğini belirtmişlerdir. Ancak çoğunlukla “Hayy, Kayyum, Rahman, Rahîm, Celâl ve İkram Sahibi” isimlerinin İsm-i Âzam dairesinde olduğu kabul edilir.

  1. Kalpte Tecelli Eden Kudret: İnsandaki Yansıması

İnsanoğlu Allah’ın isimlerine aynadır. Bazı kalpler vardır ki, Allah’ın bir ismi orada diğerlerinden daha fazla tecelli eder. Mesela birinde “Hakem” ismi hikmetle, bir diğerinde “Rezzâk” ismi cömertlikle; bir başkasında “Vedûd” ismi şefkatle parıldar.

İsm-i Âzam ise, bütün bu isimlerin en azametli haliyle toplandığı, insanın ruhunu, kalbini ve aklını bambaşka bir boyuta taşıyan bir sır kapısıdır. Bu tecelliyle insan, küçük bir kâinat gibi davranır. Hem kullukta derinleşir, hem dua ile göklere ulaşır, hem de Allah’ın halifesi vasfını en yüce haliyle taşır.

  1. İsm-i Âzam’ın Dualardaki Etkisi

Tarih boyunca nice mübarek zatlar vardır ki, İsm-i Âzam ile dua etmiş, denizleri yarmış, hastalara şifa bulmuş, zulmü def etmişlerdir. Çünkü bu isimle edilen dua, ilahi rahmetin en kapalı kapılarını dahi açar.

> İsm-i Âzam, zât-ı Akdes’in bütün esmasının mebde-i zuhuru, menba-ı tecellisi ve mazhar-ı azamıdır.

Yani Allah’ın tüm isimleri İsm-i Âzam’da toplanır; kim ona yönelirse, kudretin bizzat kalbine doğmasına vesile olur.

  1. İsm-i Âzam’a Lâyık Olmak

Bu sırra ulaşmak için yalnızca lafız yetmez. Kalp temiz olacak, niyet halis olacak, zikirde derinlik, ibadette istikamet, duada samimiyet bulunacak. Bu hâl, İsm-i Âzam’ın kalpte tecelli etmesi için zemini hazırlar. Çünkü bu sır, öyle herkesin eline geçecek bir cevher değildir. O cevher, Allah’a gönülden teslim olanlara ihsan edilir.

İsm-i Âzam bir anahtardır, ama anahtarı döndürecek el, kalptir. Kalp hazırsa kapı açılır.

  1. Günümüzde Tecellîsi ve Etkileri

Modern zamanın karanlığında bu ismin nuru, insanın en derin yaralarına şifa olabilir. Kalplerdeki şüpheyi yakar, karanlığı deler, ümitsizliği yok eder. Çünkü İsm-i Âzam tecellisiyle gelen rahmet, kişiyi de, toplumu da değiştirir. Bir tek kalpte açan bu çiçek, binlerce yüreği etkiler. Çünkü o kalp artık sadece kendi için değil, Allah için atmaya başlar.

SONUÇ VE ÖZET:

İsm-i Âzam, Allah’ın bütün isimlerini içinde barındıran, en büyük ve en etkili ismidir. Bu isimle yapılan dualar kabul olur, kalplerdeki manevi hastalıklar şifa bulur. İnsan, bu ismin tecellisiyle gerçek kulluğa yaklaşır, Allah’a daha yakîn bir duruş kazanır. Fakat bu sırra ulaşmak; ihlas, takva, dua ve teslimiyetle mümkündür. Gönüller hazır olduğunda, İsm-i Âzam’ın nuru hayatları dönüştürür, yeryüzüne rahmet indirir.