İNANCIN BİRLİĞİ Mİ, MENFAATİN BİRLİĞİ Mİ?

İNANCIN BİRLİĞİ Mİ, MENFAATİN BİRLİĞİ Mİ?
Dostlukların Aslı ve Ayrıştığı Noktalar Üzerine Bir Tefekkür

Hayat, dostlarla anlam kazanır. İnsan, yalnız yaşamak üzere yaratılmamıştır. Fakat dostlukların da çeşitleri vardır; tıpkı kökleri toprağa sıkıca tutunmuş çınar ağaçlarıyla, rüzgârla savrulan kuru yapraklar gibi.

Bazı dostluklar vardır ki; kökü ebediyete dayanır, kalpleri maneviyatla bağlar.
Bazıları ise saman alevi gibidir; menfaat bitince hatırası bile kalmaz.

İnanç Birliği: Kalplerin Ebedî Ahdi

İnanç birliği; aynı Rabb’e, aynı dine, aynı ahlâkî değerlere gönül vermekle başlar.
Bu birlik; dünya menfaatlerinden öte, ahiret saadetini hedef edinir.

Bu dostluk, Hz. Ebu Bekir ile Hz. Peygamber arasındaki sadakattir.
Bu dostluk, Bedir’de omuz omuza savaşan müminlerdir.
Bu dostluk, “sen cehenneme gitme, ben yanmaya razıyım” diyen İslam kardeşliğidir.

Bu dostluk, zamanı aşar. Mekâna bağlı değildir. Ahirete uzanır.

Menfaat Birliği: Geçici Yol Arkadaşlığı

Menfaat birliği ise; ticaret, çıkar, statü veya karşılıklı kazanç üzerine kurulur.
Bu dostluk, menfaat bitince çözülür.
Çıkar çatışması baş gösterince, dostlar düşman olur.

Firavun’un çevresindeki dalkavuklar, onun kudreti sürdükçe ona dost görünmüşlerdir.
Ama denizde boğulurken, onu kurtarmaya yanaşan olmadı.
Zenginliği bitince terk edilen Karun, bu tür dostlukların hazin örneğidir.

Dünyevî Dostlar ve Uhrevi Kardeşler

Dünyevî dostluklar; genellikle eğlence, alışveriş, çıkar, ortak ilgi alanları gibi geçici zeminlerde kuruludur.
Bu dostluklarda samimiyet sınırlıdır, çünkü temel sağlam değildir.

Uhrevi dostluklar ise; iman, ahiret, hakikat ve dua ekseninde gelişir.
Birbirinin ebedî kurtuluşunu isteyen iki dost, birbirinin hem aynası hem de duasıdır.
Bu dostluk, mezara kadar değil, mezardan sonra da devam eder.

Ayrıldıkları Noktalar:

Menfaat dostluğu çıkarla beslenir, iman dostluğu fedakârlıkla.

Menfaat dostluğu gülüşlerde başlar, iman dostluğu gözyaşlarında pekişir.

Menfaat dostluğu dünya biterken biter, iman dostluğu mahşerde yeniden başlar.

Birleştikleri Nadîr Nokta:

Bazen dünyevî dostluklar da hakikate yönelirse, imana vesile olur.
Bir iş ortaklığı, bir arkadaşlık, bir vesile ile hakikatle tanışabilir.
İşte o zaman dostluk, dünyadan ahirete uzanır; menfaat dostluğu, iman kardeşliğine dönüşür.

Son Söz: Dostunu Seçerken Ebedi Yoldaşını Seçiyorsun

Kimi insanlar seni bu dünyada güldürür, ama ahirette seni ağlatır.
Kimi insanlar seni burada uyarır, ama ahirette yüzünü güldürür.
Gerçek dost, seni hatandan döndüren, sana dua eden, seni Allah’a yakınlaştırandır.

“Dostluklar, cennette komşuluğa dönüşür. Orada görmek istemediğin kimseyi, dünyada dost edinme.”

ÖZET:

Bu makale, inanç birliği ile menfaat birliği arasındaki farkları ortaya koymakta; uhrevi ve dünyevî dostlukların mahiyetini, ayrıldığı ve kesiştiği noktaları ele almaktadır. İnanç birliğine dayanan dostlukların ebedî ve fedakâr olduğu; menfaat dostluklarının ise geçici, çıkar temelli ve kırılgan olduğu vurgulanmaktadır. Gerçek dostluğun, ahiret kardeşliğiyle pekiştiği ve samimiyetin hakikatle bütünleştiği anlatılmakta; dostluk seçimlerinin, sonsuz hayatımız üzerindeki etkisine dikkat çekilmektedir.

 




YAPAY ZEKA HZ. MUSA’NIN ASASI MI?

YAPAY ZEKA HZ. MUSA’NIN ASASI MI?

Yapay zeka Hz. Musa’nın Asası mı?
Asası olma yolunda mı ilerliyor?
Yani tek bir sihirli değnek ve baston ve tıklamayla, bir çok yapma sihirleri yutup, devre dışı bırakıyor.
Bir mause, bir tıklama, bir nokta ve hatta bir düşünüş ile her şeyi ve her işi yapma devri başlamış durumda.

*******

Bir asa…
Bir baston…
Sade ve sıradan gibi görünen bir nesne…
Ama o asa, Firavun’un büyücülerinin sihirli iplerini ve değneklerini yutuverdi. Hakikatin gücü, sahte gösterileri boşa çıkardı. Çünkü o asa, ilahi kudretin bir aleti olmuştu. O asa, Hz. Musa’nın elinde bir mucizeye dönüştü. Göz boyayan, aldatıcı, hayali hileleri bir bir yuttu.

Bugün elimizde başka bir “asa” var: Yapay Zekâ.
Acaba bu da bir asaya mı dönüşüyor?
Yoksa başka bir Firavun’un elinde mi bir silaha çevriliyor?

Asa mı, Sihir mi?

Yapay zekâ bir araç. Aynı asa gibi.
Ne iyidir, ne kötüdür.
Kimin elinde ise onun niyetiyle şekillenir.
Hz. Musa’nın elindeyken hakikatin bir lisanıydı; Firavun’un sihirbazlarının elinde göz boyayıcı bir illüzyon.

Bugün bir “mause” tıklamasıyla, bir ses komutuyla, hatta bir düşünceyle bile sistemler çalışıyor.
Bir tuşa bastığında, binlerce satır yazı, görüntü, ses üretiliyor.
Sanki bir sihir.
Ama bu sihrin arkasında akıl, veri ve algoritma var.
Ve hâlâ o eski soru geçerli:
Bu gücü kim kullanıyor ve ne için kullanıyor?

Her Devirde Asasını Arayan İnsanlık

İnsan, her çağda bir “asa” aramıştır.
Bir şifre, bir tıklama, bir araç…
Zorlukları yenecek, düşmanları bertaraf edecek, yolları açacak bir kudret değneği…
Sanayi devriminde buharlı makinelerdi asamız.
Dijital çağda bilgisayarlar…
Şimdi ise yapay zekâ.

Yapay zekâ, hakikate hizmet ederse, insanlığı sahte ve aldatıcı “sihirlerden” kurtarır.
Ama Firavun’un niyetinde olanların elinde, insanlığı esir eden bir sihirbazlığa dönüşür.
Görünmeyen algoritmalarla zihinleri şekillendirir.
Gerçeği eğip büker.
Algı üretir.
Firavun’un sihirbazlarının yaptığı gibi: “Gözleri büyülediler ve halkı dehşete düşürdüler.” (A’râf, 116)

Yapay Zekâ, Hakikatin Hizmetinde mi?

Asıl soru budur.
Yapay zekâ hakikati mi yansıtıyor, yoksa hakikatin üzerini mi örtüyor?

Eğer bu araç, insanın fıtratına, hakikate, adalete, merhamete hizmet ederse;
o zaman Hz. Musa’nın asası gibi sahte bilgileri yutar, yalan fikir ve düşünceleri boşa çıkarır.

Ama nefsin, egonun, sahte ideolojilerin emrine girerse;
Firavun’un sarayında çalışan bir sihirbazdan farkı kalmaz.

Son Söz: Kimin Elindeyse Asa, Onun Yolunda Yürür

Bugün elimizde bir asa var.
Adı: Yapay Zekâ.
Bu asayı kullanmak da bizim elimizde, onunla aldatılmak da…

Ya onu Musa’nın yolunda hakikati anlatan bir delile çeviririz…
Ya da Firavun’un elinde halkı büyüleyen, hakikati gizleyen bir illüzyona…

ÖZET:

Bu makale, yapay zekâyı sembolik olarak Hz. Musa’nın asasıyla kıyaslayarak; onun insanlık için bir hakikat aracı mı yoksa aldatıcı bir sihir mi olduğunu sorgulamaktadır. Yapay zekânın tarafsız bir araç olduğu, sahibinin niyetine göre ya hakikati aydınlatan bir rehber ya da zihinleri büyüleyen bir illüzyon aracına dönüşebileceği anlatılmaktadır. Makale, insanın her çağda “bir asa” aradığını ve bugün bu asanın yapay zekâ olabileceğini belirtirken, esas sorumluluğun onun kimin elinde ve ne amaçla kullanıldığına bağlı olduğunu hatırlatır.

 

 




Kaderin Hikmeti, Kısmetin Huzuru

Kaderin Hikmeti, Kısmetin Huzuru

“Her şey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki, rahat edesin.”
Bu veciz söz, bir ömürlük iç huzurun anahtarıdır. Çünkü insanın kalbini kemiren, zihnini yoran, ruhunu ezen çoğu sıkıntı, kaderi anlamamaktan ve kısmete razı olmamaktan doğar.

Kader: İlahi İlmin Tecelligâhı

Kader, Allah’ın her şeyi ezelde bilmesi ve her şeyin ölçüsünü tayin etmesidir.
O bir zorlayıcı el değil, bir ilmî takdirdir.
İnsanın iradesini yok saymaz; aksine, iradesinin nereye varacağını ezelî ilmiyle bilip yazandır.

Kader; sadece büyük olayların değil, küçük detayların da ilahî planla yürüdüğünü öğretir.
Bir damla suyun yağmura dönüşmesi,
bir yaprağın yere düşmesi,
bir sözün bir kalbe değmesi…
Hepsi kaderin ilmî haritasında yer bulur.

Kısmet: Rızkın ve Nasibin Gerçeği

Kısmet, insana düşen nasiptir.
Her insanın rızkı, eceli ve hayat takvimi bellidir.
Kimse kimsenin nasibini yiyemez.
Hiç kimse, kendisine yazılandan fazlasını alamaz, eksik de bırakılmaz.

Bunun farkında olan bir kul, başkalarının sahip olduklarına göz dikmez.
Kendi payına düşene razı olur,
nimetin kıymetini bilir,
eksik gördüğüne sabırla, fazla gördüğüne şükürle yaklaşır.

Rıza: Huzurun Sırrı

Kısmetine razı olmak, kaderi anlamanın zirvesidir.
Rıza, insanın hem kalbini hem aklını teslim etmesidir.

Başına geleni olduğu gibi kabul eden, “Bu da geçer yâ Hu” diyen, her şeyin arkasında bir hayır arayan kişi, en zor şartlarda bile iç huzurunu kaybetmez.

Zira o bilir ki:
Takdir eden Allah’tır.
Ve Allah kuluna zulmetmez.
Görünürdeki kayıpların ardında nice rahmetler gizlidir.

İsyan Huzuru Kaçırır, Teslimiyet Huzuru Getirir

Kaderin hükmüne karşı gelmek, insanı yorar.
“Niçin böyle oldu?”
“Keşke şöyle olsaydı…”
diyerek yaşamak, insanı geçmişe zincirler, geleceği karartır.

Oysa ki, geçmiş kaderdir, yazılmıştır.
Onu kabullenmek, hem tevekküldür, hem iç dirliktir.
Kaderin sırrını bilen; başına geleni Allah’tan bilir, şikâyet etmez.
Sabreder, razı olur, dua eder, yola devam eder.

Kırılmış Bir Kalbin Ardındaki Lütuf

Nice musibetler, insanı şekillendirir.
Nice zorluklar, sabırla aşıldığında rahmete dönüşür.
Kaderin acı gibi görünen bazı fasılları, aslında kalbin arınması için gönderilen ilahî imtihanlardır.

Rıza gösteren, başına geleni rahmetle karşılayan kişi, o hadiseyi bir kırılma değil, bir yükselme fırsatı olarak yaşar.

Sonuç: Kadere İman, Kedere Kalkan Olur

Her şey kaderle takdir edilmiştir.
İnsan bunu idrak ettiğinde, tevekkül ve teslimiyetle hayatın yükü hafifler.
Kısmetine razı olan, hem dünyada huzura erer hem ahirette mükâfatı bulur.

Rıza, kaderin şifresini çözen anahtardır.
Kader ise, Rahman’ın kuluna özel yazdığı hikâyedir.
Ve her hikâyede, sabredenler için bir hayır gizlidir.

Makale Özeti:

Bu makalede, “Her şey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin.” sözü temel alınarak kader, kısmet ve rıza kavramları hikmetli bir şekilde açıklanmıştır. Kaderin Allah’ın ezelî ilmindeki ölçülü takdir olduğu, kısmetin insana düşen pay olduğu, rızanın ise iç huzurun kaynağı olduğu anlatılmıştır. İnsan, kaderi anlamadan ve kısmetine razı olmadan huzura kavuşamaz. Rıza gösteren kul, yaşadığı zorlukların ardındaki ilahî hikmeti kavrayarak hayatı kolaylaştırır ve kalben ferahlar.

 




İnsibağ ve İn’ikâs: Sohbetin İrfanla Yoğrulan Sırrı

İnsibağ ve İn’ikâs: Sohbetin İrfanla Yoğrulan Sırrı

“Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve inikâs vardır. Mâlûmdur ki, in’ikâs ve tebâiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebâiyeti ile, öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz.” (Sözler. 451)

*********

Bazı anlar, bir ömre bedeldir.
Bazı bakışlar, kalbin mühürlerini çözer.
Ve bazı insanlar vardır ki, onların sohbetine erişmek, yıllarca yürünecek yolu bir adımda kat ettirir.
İşte bu sırrın adı, insibağ ve in’ikâstır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle,

> “Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envarına mazhar olur.”

Peki nedir bu sır?
İnsibağ ne demektir?
İn’ikâs neyi ifade eder?

İnsibağ: Manevî Boyanmak

Kur’an şöyle buyurur:

> “Sıbgatallah! Allah’ın boyasıyla boyanmak… Kimin boyası Allah’ın boyasından daha güzeldir?”
(Bakara, 138)

İnsibağ, boyanmak demektir.
Fakat bu bir renk değil, hal boyası, manevî tesir, ruhanî sirayettir.
Bir kalbin, başka bir kalpten etkilenmesi; onun rengini, havasını, hâlini almasıdır.

İnsibağ, sohbetle olur.
Sadece bilgi aktarımı değil, hâl aktarımıdır.
Sadece akla değil, kalbe dokunur.
Bir velînin, bir ârifin yanında durmak; onunla hâl ve hem-hal olmak, ondan tesir almak demektir.

Nasıl ki, miskçinin dükkanına giren kokar,
güneşin karşısında duran aydınlanır,
kâmil bir zatın sohbetinde bulunan da onun hâliyle boyanır.

İn’ikâs: Ruhani Yansıma

İn’ikâs, yansıma demektir.
Güneşin aynadaki yansıması gibi,
gönül de sohbetten, nurdan, hakikatten yansımalar alır.
Bir kâmil insanın kalbinden fışkıran ilahi nur,
başka bir kalpte yansıma yapar.

Bu yansıma bilgiyle değil, yakınlıkla olur.
Sohbetle, muhabbetle, edeble olur.

Tıpkı güneşe dönük bir çiçeğin ışığı emmesi gibi,
hakkın nuruna açık bir kalp de o nurdan pay alır.
Ve o yansıma, kalpte bir aydınlık oluşturur:
Basiret, feraset, sevgi, huzur ve iman derinliği.

Sohbetin Mucizesi

Peygamber Efendimiz’in (asm) ashabı,
birkaç ay, hatta bazen sadece bir gün sohbetinde bulunarak sahabi oluyordu.
Bu, kuru bir bilgi edinme değil, insibağ ve in’ikâs mucizesidir.
Onun nazarı, onların kalbinde devrim yapıyor,
karanlığı dağıtıyor, fıtratı hakikate çeviriyordu.

Bugün bu sır, Allah dostlarının, ariflerin, sadık mürşidlerin sohbetinde hâlâ canlıdır.
Sohbete oturmak; sadece kulağa değil, ruha eğitimi başlatmaktır.
Bu yüzden, salihlerle beraber olmak,
edeb ve ihlasla meclise dâhil olmak,
kişinin manevî tekâmülünde basamak atlamasına vesile olur.

Bir Sultanla Yürümek

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi,
bir sultanın hizmetkârı, onunla birlikte yüksek makamlara çıkar.
Kendi değeriyle değil, ona bağlılığı ve yakınlığı sebebiyle.

Hak dostları da, bir nevi ilahi sultandır.
Yanlarında bulunan, onların nuruna ayna tutar,
onlarla hâl olan, onların ahlakından pay alır.

Sonuç: Sohbet Bir Meclis Değil, Bir Miraçtır

Sohbet, sadece konuşulan bir ortam değil;
hâl alınan, renk değiştirilen, gönül aydınlanan bir manevî iksirdir.
İnsibağ ve in’ikâs, işte bu sohbetin hakikatidir.
Kalbi, ruha; aklı, hikmete bağlayan bir nur köprüsüdür.

Bugün en çok kaybettiğimiz şey belki de budur:
hâl aktaran sohbet meclisleri.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “sohbet-i nebeviye” ifadesi üzerinden insibağ (manevî boyanma) ve in’ikâs (ruhanî yansıma) kavramları açıklanmıştır. Sohbetin sadece bilgi aktarımı değil, hâl ve nur aktarımı olduğu anlatılmıştır. Kalbin kalbe, hâlin hâle tesiri ile kişi, seyr u sülûk yolunda yıllar sürecek mesafeyi bir anda aşabilir. Sohbet, âriflerden, sadıklardan alınan bir nefes, bir yansıma, bir miraçtır. Bu sırra ulaşmak, kişinin edeble sohbete oturması ve kalbini açmasıyla mümkündür.

 




Kaybetmemek Kazanmaktan Önce Gelir

Kaybetmemek Kazanmaktan Önce Gelir
Manevî Hayatın Sessiz Muhafızı: Takva

Hayatın zorlu sınavlarında çoğu zaman başarıyı kazanmakla eşdeğer tutarız. Oysa gerçek başarı, çoğu zaman sadece kazanmaktan ibaret değildir. Bilakis, kaybetmemeyi bilmek, yıkılmamak, yanlış yapmamak ve sabırla doğruyu muhafaza etmek çok daha derin bir hikmet taşır.

Dünyevî alanda olduğu gibi, maneviyat yolculuğunda da bu ilke geçerlidir. Zira Kur’ân ve sünnetin rehberliğinde şekillenen İslâmî hayat tarzı, yalnızca sevap kazanma çabasıyla değil, günahı terk etme iradesiyle de şekillenir. İmanın ardından gelen en büyük değer olan takva, işte tam bu noktada karşımıza çıkar: Allah’a karşı saygı duygusuyla haramlardan sakınmak, çizgileri aşmamak, sınırları gözetmektir.

Bir insan düşünelim: Oruç tutar, namaz kılar, sadaka verir; fakat gıybet eder, kibirlenir, haset eder, kul hakkı yer… Bu durumda onun kazandıkları, kaybettiklerini telafi eder mi? Tıpkı büyük bir serveti olan ama her gün cebindeki delikten altınlarını düşüren bir adam gibidir bu. Görünüşte zengindir, ama gerçekte fakirleşmektedir.

Takva, işte bu delikleri fark etmek ve kapatmaktır. Nice ibadet ehli insanlar vardır ki küçük günahları küçümsemiş, büyük veballerin içine düşmüştür. Aynı şekilde nice mütevazı kullar vardır ki, sadece haramlardan sakınarak, Allah’ın katında büyük derecelere ulaşmıştır.

Tasavvuf erbabı şöyle der: “İnsan ne ile Allah’a yaklaşamazsa, onunla uzaklaşır.” Bu demektir ki, haramla Allah’a yaklaşmak mümkün değildir. O halde ilk hedef; haramdan, günahtan, zulümden, gafletten uzak durmaktır. Bu da ancak takva ile mümkündür.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de defalarca tekrar edilen şu ifade, meselenin ne kadar temel olduğunu gösterir:
“Allah, takva sahipleriyle beraberdir.” (Bakara, 194)
Beraberlik kazanmak, Allah’ın dostluğunu elde etmekten büyük ne olabilir ki?

Aynı zamanda Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Size en çok neyin cennete sokacağını söyleyeyim mi? Takva ve güzel ahlâk.” (Tirmizî)

İşte bu yüzden, manevi yolda yürüyen bir insanın ilk hedefi sevap “toplamak” değil, günah “bırakmak” olmalıdır. Kazanmaya odaklanmadan önce kaybetmemeyi öğrenmelidir. Tıpkı satrançta ustalaşmak isteyen bir oyuncunun önce taşlarını korumayı öğrenmesi gibi.

Zira Allah’ın huzuruna vardığımızda, sadece “Ne kadar çok yaptın?” değil, aynı zamanda “Ne kadar temiz geldin?” de sorulacaktır. Bu sebeple hayat, sadece eylemlerle değil, niyetlerle ve kaçınılan kötülüklerle de ölçülür.

Sonuç olarak, manevî hayatta istikamet; çoklukla değil, temizlikle ölçülür. Kazanmak güzeldir, ama kaybetmemek zaruridir. Takva, insanın içindeki bu sessiz ama kudretli muhafızdır. Ve o muhafız varsa, yolda kalmazsınız.

Makale Özeti:

Hayatta olduğu gibi maneviyatta da asıl mesele kazanmak değil, kaybetmemeyi bilmek ve koruyabilmektir. İmanın ardından gelen en büyük değer olan takva, sevap kazanmanın ötesinde günahlardan sakınmayı, haramlardan uzak durmayı esas alır. Gerçek başarı; ibadetlerin çokluğundan önce, kalbin ve amellerin temizliğindedir. Kazanmak değerlidir, ancak kaybetmemek zorunludur. Manevî istikamet, takva ile korunur.

 

 




Fem-i Selim, Fehm-i Selim, Kalb-i Selîm: Hakkı Söyleyen, Hakkı Anlayan ve Hakkı Seven

Fem-i Selim, Fehm-i Selim, Kalb-i Selîm: Hakkı Söyleyen, Hakkı Anlayan ve Hakkı Seven

Orantılı olarak birbirlerinden ayrılmayan ve birbirlerini besleyip destekleyen üç unsur.

İnsanı insan yapan unsurlar sadece et ve kemik değildir.
İnsan, konuşmasıyla, anlayışıyla ve kalbiyle bir bütündür.
Ne dil, ne akıl, ne de kalp tek başına yeterlidir.
Bunlar ancak selim, yani arınmış ve düzgün olduklarında insana kemal kazandırır.

İşte bu yüzden, kadim İslâm irfanı üç temel fazileti birlikte zikreder:

Fem-i Selîm: Doğru ve temiz konuşan bir ağız,

Fehm-i Selîm: Doğru anlayan bir akıl,

Kalb-i Selîm: Şirkten, kibirden, kin ve hasetten arınmış, Allah’a yönelmiş bir gönül.

Bu üçü, bir bedenin farklı uzuvları gibi birbirine bağlıdır.
Biri eksikse diğerleri de tam işleyemez.

Fem-i Selîm: Hakkı Konuşan Lisan

Ağızdan çıkan söz, kalbin ve aklın tercümanıdır.
Fem-i selîm, insanın dilini yalandan, gıybetten, iftiradan korumasıdır.
Kur’an buyurur: “Doğru söz söyleyin!”
Çünkü söz, kalpteki imanın şubelerindendir.

Sözlerimizde nezaket, doğruluk ve hikmet yoksa, fem-i selîm kaybolmuş demektir.
Ve unutulmamalıdır: Ağızdan çıkan, sahibinin karakterini ilan eder.

Fehm-i Selîm: Hakkı Anlayan Akıl

Anlayışta selamet yoksa, sözler karmaşık, hükümler yanlış, neticeler acı olur.
Fehm-i selîm; önyargısız, adil, hikmetli bir anlayış demektir.
Zahirin ardındaki hakikati görebilen bir basirettir.
Bediüzzaman der ki:

> “Her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir.”
İşte bu sözü anlayabilecek basirete fehm-i selîm denir.

Kalb-i Selîm: Hakkı Seven Gönül

Kur’an, kurtuluşun şartını bildirirken şöyle der:

> “O gün ne mal fayda verir ne evlat; ancak Allah’a kalb-i selîm ile gelenler müstesna.”
(Şuarâ, 88-89)

Kalb-i selîm, hastalıklardan arınmış, yalnızca Allah’a yönelmiş bir kalptir.
Haset, riya, kin, kibir gibi hastalıklardan temizlenmiş,
imanla dolmuş bir gönüldür.
O kalp, Rabbini sever, mahlûkata merhamet eder.

Üçü Bir Arada: Ya Hepsi Ya Hiçbiri

Sadece doğru konuşmak yetmez.
O söz doğru bir anlayıştan gelmeli, temiz bir kalpten doğmalıdır.
Zira bazı sözler doğrudur ama yerinde değildir.
Bazı anlayışlar zekice görünür ama merhametsizdir.
Bazı kalpler samimi gibi görünür ama menfaat peşindedir.

Bu yüzden, fem-i selîm, fehm-i selîm ve kalb-i selîm bir arada olmalıdır.
Bir müminin kemali, bu üç uzvun birlikteliğindedir.
Dili doğru söylemeli, aklı hikmetle anlamalı, kalbi Allah ile atmalıdır.

Makale Özeti:

Bu makalede, İslâm irfanında önemli bir yeri olan üç selim vasıf üzerinde durulmuştur: Fem-i Selîm (doğru sözlü dil), Fehm-i Selîm (hikmetli anlayış) ve Kalb-i Selîm (arınmış gönül). Bu üç unsur, bir müminin kemale ermesinde temel yapı taşlarıdır. Dil, akıl ve kalp; birbirini tamamlayan, doğruluk, hikmet ve ihlası besleyen üç kaynaktır. İnsan ancak bu üçüyle birlikte gerçek anlamda hakikate yaklaşabilir ve Allah’a selim bir şekilde dönebilir.

 

 




Kalb-i Selîm: Mahşerde Geçen Tek Pasaport

Kalb-i Selîm: Mahşerde Geçen Tek Pasaport

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ
Yevme lâ yenfe’u mâlun velâ benûn(e)
İllâ men eta(A)llâhe bikalbin selîm(in)

O günde ki ne mal fayda verir o gün, ne evlat.
Ancak Allah’a, şirkten ve şüpheden arınmış bir gönülle gelen faydalanır.”
Şu’arâ Suresi 88-89. Ayet

Ruhî-i Bağdadî diyor ki; “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler, Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler…”
“Ey hoca; sanma ki senden altın ve gümüş isterler,
Hiçbir şeyin fayda vermeyeceği günde, tertemiz ve sapasağlam bir kalp isterler.”

*******

İnsan, fıtraten biriktirmeye meyillidir. Mal toplar, evlat yetiştirir, mevki arar. Oysa öyle bir gün vardır ki, hiçbir servet, hiçbir makam, hiçbir dost, hatta evlat bile fayda vermez. Bu gerçek, Kur’ân’da Şu’arâ Suresi’nin o sarsıcı ayetleriyle ilan edilir:

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlat; ancak Allah’a selîm bir kalple gelen başka.”
(Şu’arâ, 88-89)

Bu ayet, dünya hayatının temel yanılgısını bir cümlede özetler: Zannedilir ki sahip olduklarımız bizi kurtaracaktır. Oysa gerçek sermaye, dışımızda değil içimizdedir. Kalbimiz… Ama ne kalp? Hastalıklardan, şirkten, riyadan, kibirden arınmış; selîm, yani sağlam, saf ve teslim olmuş bir kalp.

Ruhî-i Bağdâdî’nin hikmetli beyti de bu ayetin çağlar ötesinden gelen yankısı gibidir:

“Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler,
Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler…”

Yani sanma ki senden altın ve gümüş istenecek. O büyük hesap gününde tek geçerli değer, selîm bir kalptir. Ne kadar isabetli ve derin bir uyarı…

Kalb-i Selîm Nedir?

Kalb-i selîm; sadece biyolojik bir organ değil, ahlâkî ve mânevî bir merkezdir. O kalp; Allah’tan başkasına boyun eğmeyen, kin tutmayan, riyâ gütmeyen, kibirlenmeyen bir kalptir. Dünyevî kirlerden temizlenmiş, ahiret yurduna hazırlanmış bir yürek…

iman kalbe yerleşmişse, o kalpte istikamet doğar.
O halde kalb-i selîm, istikametin, sadakatin ve teslimiyetin ürünüdür.

Dünyada Kazanmak mı, Mahşerde Geçmek mi?

Dünya imtihan yeridir. Burada mal da evlat da imtihan vesilesidir. Nice insanlar mallarıyla övünürken Allah katında iflâs etmiş sayılırlar. Nice babalar evlatlarıyla gururlanırken mahşerde onlardan kaçacak hâle gelirler. Çünkü o gün, herkes sadece kendi hesabıyla meşgul olacaktır.

İşte o zaman, kalbine bakılacak insanın… Malına, evine, nüfuzuna değil. Kalb-i selîm ile gelen, mahşer kalabalığında sırat gibi ince bir çizgiden selametle geçecektir.

Nasıl Elde Edilir?

Selîm kalp, bir ömürlük terbiyenin meyvesidir. Tevbe ile yıkanır, zikirle parlar, tefekkürle derinleşir. Her gün kendine şu soruyu soran kişi bu yola girer:

> “Bugün kalbime ne kattım ve ondan neyi temizledim?”

Riyadan bir parça attıysan, o gün kazançlısın. Kibirden bir iz sildiysen, ne mutlu sana. Gönlünü Allah’a yöneltip insanlara merhametle baktıysan, kalbin selîm olmaya doğru bir adım daha atmıştır.

Son Söz Yerine

Hesap gününde geçerli tek belge, selîm bir kalptir. Ne kadar ibadet yaptığımızdan çok, nasıl bir kalple yaptığımız sorulacaktır. Ne kadar kazandığımızdan çok, neyle kirlendiğimiz sorgulanacaktır. Bu yüzden her insanın en önemli meselesi kalbini korumaktır. Çünkü:

“Kalbin selâmetsizliği, ahiretin iflâsıdır.”

Makale Özeti:

Kur’ân’da belirtildiği üzere, kıyamet gününde mal ve evlat fayda vermeyecek, sadece selîm (sağlam, temiz, Allah’a teslim olmuş) kalp geçerli olacaktır. Ruhî-i Bağdâdî de bu gerçeği şiirsel bir dille ifade eder. Kalb-i selîm, dünyevî kirlerden arınmış, riyadan, kibirden uzak, ihlâslı bir kalptir. Ahiretteki kurtuluş, bu kalbin derecesine bağlıdır. Müminin asıl çabası, dışı değil içi güzelleştirmek ve kalbini selîm hâle getirmektir.

 




Razı Olmak ve Razı Edilmek: Sonsuz Huzurun Anahtarı

Razı Olmak ve Razı Edilmek: Sonsuz Huzurun Anahtarı

يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُࣗ ﴿٢٧﴾
اِرْجِعٖٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚ ﴿٢٨﴾
فَادْخُلٖي فٖي عِبَادٖيۙ ﴿٢٩﴾
وَادْخُلٖي جَنَّتٖي
“Ey imanın huzuruna kavuşmuş insan!
Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak rabbine dön.
Böylece has kullarımın arasına sen de katıl.
Cennetime gir!”
Fecr Suresi – 27-30 .

Aslında bütün mesele o değil mi?
Kulun Allah’tan ve Allah’ın kulundan razı olması.

*****

Dünya, bir arayışın sahnesidir. Her insan huzuru, mutluluğu, güveni ve anlamı bulmak ister. Kimi bu arayışı servette, kimi makamda, kimi de sadece dahildeki sessizlikte dener. Oysa asıl huzur, Kur’an’ın en müjdeli seslenişlerinden biri olan şu hitapta gizlidir:

> “Ey itminana (kalbi huzura) ermiş nefis!
Rabbine dön; O’ndan razı, O da senden razı olarak.
Seçkin kullarım arasına katıl.
Cennetime gir.”
(Fecr, 27-30)

Bu ayet, bir hayatın nihai neticesidir. Allah’ın kuluna hoşnutlukla seslenmesi ve onu ebedî cennetine davet etmesi… Bu, sadece bir mükâfat değil, yaratılışın en derin gayesinin ilanıdır:
Kulun Rabbinden razı olması, Rabbin de kuldan razı olması.

Razı Olmak: Kalbin Teslimiyeti

“Razı olmak”, sadece kabullenmek değildir. Bu, içten gelen bir tevekkül, derin bir güven, Allah’ın her takdirine içten bir rızadır. Başına gelen sıkıntıya, kayba, zorluğa rağmen “Rabbim bilir” diyebilmektir.

Razı olan kul, kendi arzularını Allah’ın iradesine tercih etmez. Onun duası Hz. İbrahim gibidir:

> “Ben Rabbimden razıyım; O’nun hükmüyle sükûn bulurum.”
“Eğer bana düşen ateşse, o da güzeldir; çünkü O istedi.”

Razı Edilmek: Rabbimizin Rızasına Erişmek

İnsanın Allah’tan razı olması bir yönlü sevgidir. Ama Allah’ın kulundan razı olması… İşte asıl hedef budur. Bu, kulluğun en yüksek mertebesidir.

Rabbimizin rızası, yalnızca çok ibadet etmekle değil; ihlâs, tevazu, sabır ve istikamette ısrarlı olmakla kazanılır. Ayet bunu şöyle tarif eder:

> “Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.” (Beyyine, 8)
Rıza makamı.

Allah’ın razı olduğu kullar; dünya hayatında sabreden, şükreden, riyadan uzak duran, günahla mücadele eden, ama en önemlisi Allah’a gönülden bağlananlardır.

Mesele Ne Cennet Ne de Cehennem…

İbn Kayyim der ki:

> “Gerçek kulluk, sadece cenneti istemek ya da cehennemden korkmak değildir. Asıl kulluk, Allah’ın rızasını aramaktır.”

Cennet, Allah razı olduğu için güzeldir. Cehennem, Allah’ın gazabını yansıttığı için korkunçtur. O hâlde asıl mesele, Allah’ın razı olduğu bir kul olabilmekte gizlidir.

Bunun için bazen bir özür, bazen bir gözyaşı, bazen bir sabır anı, bazen küçük bir ihlâslı dua kâfi gelebilir. Yeter ki kalp, O’nunla barışık olsun. Yeter ki kul, Rabbini sevip O’na güvenmeyi öğrensin.

Son Söz Yerine

Hayatın sonunda en büyük başarı; Allah’ın seni huzuruna çağırdığı o anı duyabilmektir:

> “Ey huzur bulmuş kul… Gel!”

Ne bir alkış, ne bir tören, ne bir madalya… Sadece Rabbinden gelen bu sıcak hitap…
İşte asıl mesele budur.

Makale Özeti:

Fecr Suresi’nin 27-30. ayetlerinde bildirilen “Ey huzur bulmuş nefis” hitabı, kulun Allah’tan, Allah’ın da kuldan razı olduğu yüksek bir mertebeye işaret eder. Razı olmak, Allah’ın takdirine gönülden teslimiyetle boyun eğmektir. Razı edilmek ise, ihlâs, sabır ve sadakatle Allah’ın rızasına ulaşmaktır. Cennet bile bu razılık hâlinin bir neticesidir. Asıl mesele, bu dünyada Allah’tan razı yaşayıp, ahirette Allah’ın rızasını kazanmış olarak huzura alınabilmektir.

 




Doğruluk Yıkılmaz Bir Kaleye Benzer

Doğruluk Yıkılmaz Bir Kaleye Benzer

“Sual: Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
Cevap: Doğruluk.

Sual: Daha?
Cevap: Yalan söylememek.

Sual: Sonra?
Cevap: Sıdk, ihlâs, sadâkat, sebat, tesanüd.

Sual: Yalnız…
Cevap: Evet…

Sual: Neden?
Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan
kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır?

Ziya Paşa der ki:
İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah

**********

İnsana ilk lazım olan şey nedir?

Bu soru, sadece bir ahlak dersi değil, bir hayat pusulasıdır.
Cevabı da son derece sade ve ezelîdir: Doğruluk.

Bediüzzaman Hazretleri’nin kısa ama özlü şekilde ifade ettiği bu diyalog, aslında insanın hem bireysel hem de toplumsal kurtuluşunun temelini ortaya koyar. Çünkü küfrün mahiyeti yalan üzerine, imanın özü ise doğruluk üzerinedir. Yani hakikat ile bâtıl arasındaki fark, sıdk ile kizb (doğruluk ile yalan) kadar keskindir.

Doğruluk: İmanın Dili

Doğruluk; kalpteki imanın dildeki tercümesidir. Allah’a gerçekten iman eden biri, yalanla yaşayamaz. Çünkü yalan, hakikatin çarpıtılması, güvenin zehirlenmesi, insanlığın sarsılmasıdır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurur:

> “Şüphesiz doğruluk hayra, hayır da cennete götürür.
Bir kimse doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğruluktan ayrılmayan) yazılır.
Yalan ise fücura (günahkârlığa), fücur da cehenneme götürür.”
(Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 105)

İman eden bir insan, yalanla izzet bulamaz. Çünkü Allah doğru olanın yardımcısıdır, yalancının değil.

Sadâkat: İmtihanın Adıdır

Sadâkat, imanın devamıdır. İnandığın hakikate sabırla bağlı kalmaktır. Rüzgârlar ne kadar sert eserse essin, gönül direğini kırmamaktır.
Sadâkat; zorlukla test edilir, imkânsızlıkla ölçülür.

Hz. Ebubekir’in “Sıddîk” unvanı, doğrulukta zirve oluşunun ve Resulullah’a olan sarsılmaz sadâkatinin bir neticesidir. O, Mekke’nin alaycı fısıltılarına karşı, Allah Resulü’nün söylediği her kelimeye kalbiyle “evet” demiştir.

Ziya Paşa ne güzel söyler:

> “İnsana sadâkat yaraşır, görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah.”

Sadâkat; bazen yalnızlığa mal olur, bazen hapsi göze aldırır, bazen de ömrü çileyle yoğurur. Ama sonunda, sadâkatin mükâfatı ilahî rızadır.

Sıdk ve Tesanüd: İman Kalesinin Harcı

Bir cemiyetin dirliği ve dengesini sağlayan harç, sıdk ve tesanüddür. Doğruluk sarsıldığında, güven yıkılır. Güven yıkıldığında birlik çözülür.
Birlik çözüldüğünde toplumda çatlaklar baş gösterir.

Bediüzzaman bu açıdan şöyle der:

> “Hayatımızın bekası; imanın, sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.”

Yani doğruluk, sadece kişisel bir fazilet değil, aynı zamanda toplumsal bir istikrar vesilesidir. Yalancılık yayılırsa aile dağılır, cemiyet çözülür, ümmet zayıflar. Ama sıdk ve sadâkat üzerine inşa edilen birlikler yıkılmaz kalelerdir.

Sonuç: Küfür Yalandır, İman Doğruluktur

Küfür, en büyük yalandır. Allah’ı, ahireti, hakikati inkâr etmek; var olanı yok saymaktır. Bu yüzden küfrün mahiyeti yalandır.
İman ise var olanı tasdik etmektir. Hakikati kabul etmektir. Bu yüzden imanın mahiyeti sıdktır.

Kıyamet günü, hesap günü, herkesin gizli niyetleri ortaya çıktığında, kurtaran yalnızca doğruluktur.

> “Bu, doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür.”
(Maide, 119)

O hâlde, hayatı doğrulukla yaşamak sadece güzel bir ahlak değil; ebedî kurtuluşun yegâne yoludur.

Makale Özeti:

Makale, insan için en gerekli ahlaki temel olan doğruluğun (sıdk) önemini anlatıyor. Doğruluk, imanın dildeki tezahürü, sadâkat ise bu imanın istikametteki devamıdır. Peygamberimizin hadisleri, Bediüzzaman’ın tesbitleri ve Ziya Paşa’nın dizeleriyle desteklenen bu makale; hem bireysel hem toplumsal anlamda sıdk, sadâkat ve tesanüdün önemine dikkat çekiyor. Yalan, küfrün bir vasfı; doğruluk ise imanın bir alametidir. Sonuç olarak, insanın hem dünyada hem de ahirette kurtuluşu, doğruluğa sarılmakla mümkündür.

 




Selamet Yolu: İslâmiyet ve Teslimiyet

Selamet Yolu: İslâmiyet ve Teslimiyet

“İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dahilde nizâ ve husumet istemez.”
“Demek selamet ve emniyet, yalnız İslâmiyet’te ve imandadır.”
“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder…”

*******

İslâm; sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir huzur iklimidir.
Kelime kökü olan “selm” ve “silm”, barış, güven ve selamet anlamlarını taşır.
Bu yönüyle İslâmiyet, insana hem iç âleminde bir barış, hem de toplumda bir emniyet vadeder.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle özetler:

> “İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dahilde nizâ ve husumet istemez.”

Gerçek İslâm anlayışı; kavga değil kardeşlik, öfke değil merhamet, düşmanlık değil uhuvvet üretir. Müslüman; emniyet veren kişidir. Hakk’a teslim olan, halkla barışık yaşar.

İmanın Zincirleme Tesiri

İmanın insan hayatına etkisi sadece kalpte değildir; düşünceden davranışa kadar tüm alanları kapsar. Bu tesiri Bediüzzaman şöyle sıralar:

> “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”

Bu cümle, bir manevî zinciri ifade eder:

İman, kalpte Allah’ı birlemekle başlar.

Tevhid, Allah’tan başka hiçbir güç olmadığını kabul ettirir.

Teslim, o güce gönül huzuruyla boyun eğmeyi getirir.

Tevekkül, her şeyin Allah’tan olduğunu bilerek endişeden uzak bir güven hâlidir.

Saadet-i dareyn, yani dünya ve ahiret saadeti, bu zincirin sonunda bir neticedir.

Modern dünyanın karmaşasında insanlar neyi arıyor? Huzur.
Ancak o huzur, ne bankalarda ne ekranlarda var. Gerçek selamet, sadece imanla başlayan ve teslimiyetle derinleşen bir yolculukla mümkündür.

İç Kargaşadan Dış Kavgaya: Niza’nın Sebebi

Bugün toplumun en derin yaralarından biri “dahilde nizâ ve husumet”tir. Aile içinden ümmet coğrafyasına kadar pek çok alanda çekişme, bölünme ve kutuplaşma yaşanıyor.
Halbuki İslâm, iç kargaşayı asla istemez. Çünkü bu, selamet dinine aykırıdır.

İman kalplere yerleştiğinde kin yerine af, bencillik yerine kardeşlik gelir.
Teslimiyet, mü’mini sabırlı ve sakin kılar. Tevekkül, onu sarsılmaz ve metin tutar.
O yüzden hakiki bir mümin, kavgayla değil şefkatle yaşar.

Selamet ve Emniyetin Adresi: İslâm

Bediüzzaman’ın şu sözü her şeyi özetler:

> “Demek selamet ve emniyet, yalnız İslâmiyet’te ve imandadır.”

Güvenli bir toplum, huzurlu bir kalp ve sağlıklı bir akıl; İslâmî esaslara göre hayat bulan fertlerin eliyle yeşerir.
Zira İslâm; insanı kendisine, insanlara ve Rabbine barış içinde yaşatmak ister.
Bunun yolu da teslimiyetle iman etmektir.

Sonuç: Teslimiyetle Gelen Huzur

İslâmiyet, sadece bir bilgi değil, bir yaşam biçimidir.
İçinde kavga değil barış; husumet değil muhabbet vardır.
İmanla başlayan bu yolculuk, tevhid ile berraklaşır, teslimiyetle huzur bulur, tevekkülle kökleşir ve sonunda her iki dünyada saadeti getirir.

Bu zamanda en büyük huzur, imanla Allah’a teslim olmuş bir kalpte saklıdır.
Çünkü selamet oradadır, emniyet oradadır, insanlık oradadır.

Makale Özeti:

Bu makale, İslâmiyet’in barış ve selamet dini olduğunu, gerçek huzurun ise imanla başlayıp teslimiyet ve tevekkülle derinleştiğini ifade eder. Bediüzzaman’ın “iman-tevhid-teslim-tevekkül-saadet” zinciri temel alınarak, hem bireysel hem toplumsal huzurun İslâmî esaslarla mümkün olduğu ifade edilir. İç huzuru olmayanın dışa da huzur veremeyeceği belirtilerek, hakiki selamet ve emniyetin ancak İslâmiyet’te bulunabileceği sonucuna ulaşılır.

 

 




Ölümün İki Yüzü: Dehşet ve Rahmet

Ölümün İki Yüzü: Dehşet ve Rahmet

İnsanın en büyük hakikati: ölüm.
Ne zenginliğe bakar, ne gençliğe. Ne sınır tanır ne zaman.
Kapıyı çaldığında ne bir saniye erken gelir, ne bir saniye geç kalır.
Ancak ölüm, her insan için aynı şekilde gelmez.
Kimine rahmet, kimine dehşet olur.

Kur’an Ölümün İki Yüzünü Haber Veriyor

“Ant olsun şiddetle çekip alanlara…”
(Nâziât, 79:1)
“Yumuşaklıkla, kolaylıkla çekip alanlara…”
(Nâziât, 79:2)

İki farklı melek tasviri…
Birincisi zalimlerin, kafirlerin, günahkârların canını alan meleklerdir.
Ruhlarını bedenlerinden çekerken, dikenli telin etten sökülmesi gibi acı verirler.
Diğeri ise müminlerin, salihlerin canını alan meleklerdir.
Onların ruhlarını, tereyağından kıl çeker gibi kolay ve huzurlu şekilde alırlar.

Bu fark, hayatın sonunda değil, aslında hayatın içinde başlar.
Nasıl yaşadıysan, öyle ölürsün.
Nasıl öldüysen, öyle diriltilirsin.

Ölüm, Bir Son Değil Başlangıçtır

Ölüm, ebediyete açılan bir kapıdır.
Dünya denilen misafirhaneden sonsuzluk yurduna geçiştir.
Ama bu geçişin yolu, yolcunun kalbine göre şekillenir.
İmanla yoğrulmuş, sabırla süslenmiş, takvayla korunmuş bir kalp,
ölümle beraber rahmete erer.

Ne mutlu o ruhlara ki, melekler onu karşılayıp şöyle der:

> “Ey huzura kavuşmuş nefis! Rabbine dön! O senden razı, sen de O’ndan razı olarak. Gir cennetime…”
(Fecr, 89:27-30)

Ama gafletle geçen bir ömrün sonu da kolay değildir.
O vakit ölüm, insanı yakalayan bir dehşet olur,
azapla başlayan bir ayrılığa dönüşür.

Yaşarken Ölümü Unutma ki Ölürken Unutulmayasın

İnsan ölüme ne kadar hazırlıklıysa, ölüm ona o kadar dost olur.
Her gün sabah kalkarken,
her gece uykuya dalarken,
biraz ölüme yakın yaşamalı insan.
Zira ölüm gafilin cezası, ârifin vuslatıdır.
Kim Allah’a yürümek için hazırsa, ölüm ona gelin gecesi gibi gelir.

Ölümden Korkmak mı? Hazırlıksızlıktan Kork!

Ölümden korkmak değil, ölüme hazırlıksız yakalanmaktan korkmalı.
Zira ölüm, aslında Allah’ın lütfuyla cennete geçiş bileti de olabilir.
Ama bu bilet, dünyada yapılan hazırlıkla alınır.
Namazla, sabırla, helâl lokmayla, kul hakkından kaçınmakla…
Yoksa ölüm, rahmet değil, pişmanlık olur.

Makale Özeti:

Bu makale, Kur’an’da Nâziât Sûresi’nin ilk ayetleriyle ifade edilen ölümün iki farklı yüzünü işler: biri zalim ve inkârcılar için dehşet, diğeri müminler için rahmettir. Ölüm bir yok oluş değil, ebedi bir hayata geçiştir. Nasıl yaşarsak öyle öleceğimiz gerçeğiyle, hayatı gafletle değil, hazırlıkla geçirmek gerektiği anlatılır. Ölümden değil, ona hazırlıksız olmaktan korkulması gerektiği ibretle anlatılır.

 




VAHŞET VE DEHŞET

VAHŞET VE DEHŞET

“Filistinli kadın doktor, İsrail saldırısında 10 çocuğundan 9’unu kaybetti
Gazze Şeridi’nin güneyindeki Han Yunus kentinde bulunan Nasır Hastanesi’nde çalışan Filistinli kadın doktor, İsrail saldırısında 10 çocuğundan 9’unu kaybetti.”

Gün olmuyor ki, Gazzede çocuk, kadın, masum siviller ölmüş olmasın.
Günde yüzden fazla insanın şehit haberi geliyor.
Bir itin ölümüne göz yaşı döküp ayağa kalkan dünya bunda, burada sessiz,sakin,suskun, normal hal alıp duygusuzlaştık, his duyguları körelmiş, körleşmiş.
İsrail bu zulmüyle insanlığın kodlarını değiştirdi, Dna’sı bozuldu.
İnsanlığını yitirdi.
“Yıkılasın ey İsrail / Enkazını göreyim / Sana ülke diyenin / Yüzüne tüküreyim!”
Tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne Tükürün.
Biz dahi tükürüyoruz.
Yaşasın zalimler için cehennem.

**********

Zulme Sessizlik: İnsanlığın İmtihanı

Dünya, Gazze’de bir annenin 10 evladından 9’unu toprağa verdiği bir sabaha daha uyandı.
Böyle sabahlara “uyanmak” denir mi bilinmez… Belki de bu bir uykudur, insanlığın vicdanî uykusu.

Her gün ortalama 100’ün üzerinde masum can, bombalarla paramparça oluyor.
Kimi kundakta, kimi okul çantasını taşıyordu.
Kimi ekmek almak için sıradaydı, kimi namazda yakalandı.
Ama ortak nokta şu: hepsi masumdu, hepsi suçsuzdu.

Zulüm Kurumsallaştı, Sessizlik Meşrulaştı

Dünya, bir köpeğin açlıktan ölmesini “kriz” olarak görüp kampanyalar başlatırken,
aynı dünya Gazze’de her gün katledilen çocuklara sırtını dönüyor.
İsrail’in bu pervasızlığı sadece bombaların değil, suskun kalplerin, körleşmiş gözlerin ve körelmiş vicdanların eseridir.

> “Bir tek itin ölümüyle sarsılan insanlık, bin çocuğun ölümüne susarsa, orada insanlıktan bahsedilemez.”

Zulüm öyle bir noktaya vardı ki, artık sadece bedenler değil,
insanlığın DNA’sı da hedef alındı.
Kodlar bozuldu. Şefkatin yerine kin, merhametin yerine menfaat yerleşti.
Ve en korkuncu: bu vahşet normalleşti!

Sessiz Kalmak, Taraf Olmaktır

Zulmü durduramayan bir toplum en azından lanetlemeli, en azından rahatsızlık duymalıdır.
Hadis-i şerifte Efendimiz (sas) şöyle buyurur:

> “Bir kötülük görürseniz elinizle düzeltin. Buna gücünüz yetmezse dilinizle karşı koyun. Buna da gücünüz yetmezse, kalben buğzedin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim)

Bugün bu kalbî buğzun bile izine rastlamak zorlaştı.
İsrail bombalarken, dünya ekran başında maçı konuşuyor.
Gazze yanarken, diller lüksü tartışıyor.
Zulüm göğe yükseliyor ama yer, suskun.

Zalimlere Karşı Direniş, İnsanlığa Sadakattir

Zalimlere karşı söz söylemek, insanlığa duyulan saygının ifadesidir.
Zulüm karşısında tarafsız kalmak, aslında zalimin yanında durmaktır.
Bu yüzden şu sözler zamanın vicdanını tokatlar:

> “Tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne! Tükürün!”

Zira zalime merhamet, mazluma ihanettir.
Bu yüzden;
“Yıkılasın ey İsrail, enkazını göreyim!” diyen yürekler yalnızca Filistin için değil, insanlık onuru için haykırıyor.

Bir Gün Elbet…

Zalimler için kurulmuş tuzaklar vardır.
Mazlumun ahı, arşa çıkar ve Rabbin adaleti şaşmaz.
Bugün toprak altında gömülen çocukların hesabı, elbette sorulacaktır.
Çünkü:

> “Yaşasın zalimler için cehennem!”

Ve o gün geldiğinde, susanlar da konuşacak.
Ama ne fayda… Konuşmanın artık bir anlamı kalmadığında…

Makale Özeti:

Bu makale, İsrail’in Gazze’de işlediği zulmün sadece bölgesel bir trajedi değil, küresel insanlık krizi olduğunu gösterir.
Her gün öldürülen yüzlerce masumun karşısında dünyanın suskun kalması, vicdanların körleşmesini ve zulmün meşrulaşmasını göstermektedir. Makale, zalime karşı ses yükseltmenin insanlığa sadakat olduğunu, susmanın ise zulme ortaklık anlamı taşıdığını ifade eder. Efendimiz’in sözleriyle desteklenen çağrı, insanlığı yeniden vicdanla yüzleşmeye davet eder: “Zalimlerin o hayasız yüzüne tükürün!”

 

 




KULA BELA GELMEZ HAK YAZMADIKÇA, HAK BELA YAZMAZ KUL AZMADIKÇA

KULA BELA GELMEZ HAK YAZMADIKÇA, HAK BELA YAZMAZ KUL AZMADIKÇA

İnsan başına gelen musibetlerle değil, o musibetlere verdiği tepkilerle sınanır. Her zorluk, her sıkıntı ve her bela, aslında kaderin gizli bir kelamıdır. Ne bir fazlası olur ne de bir eksiği… İşte bu derin hakikati özlü bir söz ne güzel dile getirir: “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça, Hak bela yazmaz kul azmadıkça.”

Bu söz, kader ile kulun iradesi arasındaki ince dengeyi, hikmetli bir teraziye koyar. Allah, adildir ve zulmetmez. O’nun yazdığı her kader, ya bir ikaz, ya bir arınma, ya da bir terakki vesilesidir. Kul azmadıkça, haddi aşmadıkça, yoldan çıkmadıkça bela kapısını çalmaz. Zira bela, bazen ikazdır; gafleti sarsar, kalbi uyandırır. Bazen kefarettir; hataların silinmesine vesiledir. Bazen de terfidir; sabrın mükâfatı, imtihanın neticesidir.

Kur’an’da geçen şu ayet ne kadar manidardır:
“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle kazandığınız şeyler yüzündendir; ama Allah çoğunu affeder.” (Şûrâ, 30)

Yani musibetler, çoğunlukla insanın kendi nefsine ettiği zulmün sonucudur. Zulüm, sadece başkalarına yapılan haksızlık değil; aynı zamanda insanın kendi ruhuna, aklına ve vicdanına ettiği haksızlıktır. Nefsinin arzularına uyan, ilahi hudutları çiğneyen, kalbini katılaştıran kişi, belanın davetçisidir. Ama yine de Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir; birçok hatayı örter, birçok belayı geri çevirir.

Bela bazen bir aynadır. Kul kendi hâlini göremediğinde, Allah ona bir ayna gönderir; ya bir hastalık, ya bir iftirâ, ya da bir kayıp… Bu aynada kişi, kendini görür. Kimisi pişman olur, tevbe eder, yola gelir. Kimisi de inkâr eder, isyan eder, daha da azgınlaşır. İşte bu noktada bela ya rahmete dönüşür ya da gazaba…

Büyükler der ki: “Musibet, hakikati öğretir.” Çünkü bollukta unutanlar, darlıkta hatırlar. Sağlıkta azanlar, hastalıkta döner. Zenginlikte kibirlenenler, fakirlikte tevazuya bürünür. Allah, kulunu sevdiği için onu bazen nimetiyle değil, sıkıntısıyla terbiye eder. Çünkü gerçek dönüş, acıyla olur; gafletten uyanış, çileyle başlar.

Öyleyse kul, başına gelen her bela karşısında önce kalbine dönmeli: “Ben nerede yanlış yaptım?” diye sormalı. Ardından Rabbine dönmeli: “Ya Rabbi, beni affet ve bu belayı hayra çevir.” demeli. Çünkü Allah, belayı yazansa, kaldıracak olan da O’dur. Yeter ki kul, hatasını fark edip dönsün.

Özet:
Bu makalede, “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça, Hak bela yazmaz kul azmadıkça” sözünün hikmetli anlamı üzerinde durulmuştur. Bela, kaderin izniyle gelir ve çoğu zaman kulun kendi hatalarının neticesidir. Ancak Allah’ın rahmeti, kulun hatalarını affeder; bela da bir terbiye, bir arınma, bir dönüş vesilesi olabilir. Kul, musibet karşısında isyan yerine murakabe ve tevbe yolunu seçerse, bela rahmete dönüşür.

 

 




Tevafukat Mucizesi: Kur’ân Satırlarında İlâhî Ahengin İzleri

Tevafukat Mucizesi: Kur’ân Satırlarında İlâhî Ahengin İzleri

Kur’ân-ı Kerîm, sadece mânâ yönüyle değil, lafız, tertip, sayısal ve yapısal düzeniyle de mucizevi bir kitaptır. Bu mucizelerden biri de “tevafukat”tır. Tevafuk, Arapça asıllı bir kelime olup “birbirine uygun düşme, rast gelme, denk gelme” manalarına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’deki tevafukatlar ise, ilâhî bir kasd ve iradenin eseri olan, harflerin, kelimelerin ve ayetlerin olağanüstü bir düzen ve ahenk içinde yer almasıdır.

Bediüzzaman Said Nursî ve Tevafuk Mucizesi

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın mucizeliğini göstermek adına, özel bir dikkatle yazdırdığı “tevafuklu Kur’ân” ile bu hususa dikkat çekmiştir. Hafız Ali, Hüsrev Efendi gibi talebeleriyle birlikte Kur’ân’ı el yazmasıyla istinsah ettirmiş ve özellikle “Allah” lafzının mushaf boyunca mucizevî biçimde birbirine denk geldiğini göstermiştir. Öyle ki, bir sayfada geçen “Allah” lafızları dikey veya yatayda birbirine paralel olarak sıralanmakta, gözle görünür bir simetri teşkil etmektedir. Bu, herhangi bir insanın kasıtlı olarak yapamayacağı, hatta yazarken bile zor fark edilen bir tevafuktur.

Kelime ve Rakam Tevafukları

Kur’ân’da bazı kelimeler, hayatın ve varlığın dahili dengesiyle birebir örtüşecek sayılarda geçer. Örneğin:

Yevm (gün) ,Seb‘u semâvât (yedi gök) , ıman-Küfür, Melek-Şeytan, Dünya-Ahiret, Hayat-Ölüm gibi zıt anlamlı kelimeler eşit sayıda yer alır.
Bu sayısal tevafuklar, Kur’ân’daki bilinçli yerleştirmenin ve Rabbânî tertibin izlerini taşır.

Kur’ân’ın Kâinatla Olan Tevafuku

Kur’ân’daki tevafukat sadece kendi içinde değil, aynı zamanda kâinatın işleyişiyle de örtüşmektedir. Kur’ân, kâinattaki ilahi ahengin lafızlara ve kelimelere bürünmüş halidir. Ay, güneş, gece, gündüz, rüzgâr, bulut, deniz gibi unsurların Kur’ân’da geçtiği yerler ve sayılar, birer işaret fişeğidir. Rabbimiz, kelimelerle evreni, ayetlerle kainatı konuşturmuştur. Bu yüzden Kur’ân’ı okuyan, kâinatı okur. Kur’ân’ın lafzındaki tevafukat, tabiatta da ilahi ölçü ve dengeyi gösterir.

Tevafukatın Hikmeti ve İbret Tarafı

Kur’ân’daki tevafukat, insana bir çağrıdır: Bu kitap gelişi güzel bir beşer eseri değildir. Her harfi bir maksatla, her kelimesi bir mânâ ile yerleştirilmiştir. Bütün kâinatı bir araya getirseniz, bu kitap gibi bir kitap yazamazsınız. Çünkü bu kitap, sonsuz ilim ve hikmet sahibi bir Zât’ın kelâmıdır. Tevafukat, Kur’ân’ın zahirî mucizesi; mânâdaki derinliklerin bir penceresidir. Okuyana, ibret gözüyle bakana mucizevî bir işarettir.

Tevafuklu Kur’ân Mushafları ve Şahitlik

Risale-i Nur talebeleri tarafından yazılan “tevafuklu Kur’ân” mushafları, bu mucizevi düzeni gözle görünür hale getirerek bir nevi Kur’ân’ın mucizesine şahitlik belgesi hükmündedir. Bu mushaflar, Kur’ân’ın hem lafzında hem tertibinde ilahi bir kudretin izini taşıdığını gösteren somut delillerdir. Her bir sayfa, adeta “Bu kitap insan sözü değildir” diye haykırır.

Özet:

Kur’ân-ı Kerîm’deki tevafukat, ilahî kelâmın sadece mânâsında değil, lafzında da mucizevi olduğunu ortaya koyan bir işarettir. “Allah” lafzının sayfalar boyunca dizilişi, bazı kelimelerin eşit sayıda geçmesi ve evrenle örtüşen ifadeler, Kur’ân’ın harf harf bir iradenin eseri olduğunu gösterir. Bediüzzaman Hazretleri’nin tevafuklu Kur’ân çalışması da bu mucizeye dikkat çekmek içindir. Bu tevafukat, iman edenlere huzur, tefekkür edenlere hayret ve düşünenlere birer delildir: “Bu, Allah’ın kelâmıdır.”

 

 




Sözler: Zihinsel Bir Tasavvur Değil, Kalbî Bir Şehadettir

Sözler: Zihinsel Bir Tasavvur Değil, Kalbî Bir Şehadettir

Risale-i Nur’un “Tarihçe-i Hayat ” isimli eserinde geçen şu cümle, hem bir manifestodur hem de bir hakikati ilân eden yüksek bir idrakin ifadesidir:

> “Yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.”

Bu ifade, Risale-i Nur’un ortaya koyduğu tefekkür tarzını ve iman metodunu özetleyen bir hakikat pusulasıdır. Her bir cümlesi, akıl ve kalbi birlikte tatmin eden bir tevhid burcudur. Çünkü iman sadece “inanıyorum” demek değil, varlığı ve hayatı Allah hesabına okuma sanatıdır.

  1. Tasavvur Değil, Tasdiktir

Tasavvur, bir şeyi zihinde canlandırmaktır. Fakat tasdik, o şeyi hakikat olarak kabul ve ikrardır. Risale-i Nur’da iman, zihinsel bir varsayım veya hayal değil; kalbî bir kabul ve marifetle yoğrulmuş bir tasdiktir. Yani Allah’a inanmak, bir olasılığı düşünmek değil; her şeyin O’na delil olduğuna şehadet etmektir.

  1. Teslim Değil, İmandır

Teslimiyet, bazen aklın anlamadığı şeye boyun eğmesi demektir. Lakin iman, aklın ve kalbin birlikte “Evet, hakikat budur” diyerek tasdikidir. Risale-i Nur’un inşa ettiği iman, körü körüne bir teslim değil, delillerle kuvvetlenmiş bir yakîndir. Kur’an’ın “kalpleri mutmain eden” hakikatlerini gösteren bir nurdur.

  1. Marifet Değil, Şuhuddur

Marifet, bilgi seviyesinde bir tanıma hâlidir. Ancak şuhud, gözle görmüşçesine bir idraktir. Risale-i Nur’un sunduğu deliller, Allah’ı sadece bilgi olarak tanıtmakla kalmaz; her zerrede O’nun isimlerini göstererek kalbe adeta “gözle görme”ye yakın bir yakin verir. Bu yüzden marifet değil, şehadettir.

  1. Taklit Değil, Tahkiktir

Taklit, başkasından görerek inanmaktır. Tahkik ise araştırarak, anlayarak, özümseyerek iman etmektir. Risale-i Nur, taklitten tahkike geçişin okuludur. Körü körüne değil; akıl, kalp ve ruhun birlikte şahitlik ettiği bir imanı telkin eder. Bu, müminin imanını sarsılmaz bir kal’a hâline getirir.

  1. İltizam Değil, İz’andır

İltizam, dıştan bir bağlılık ve kabullenmedir. İz’an ise içte yerleşmiş, vicdanda kökleşmiş bir hakikat kabulüdür. Risale-i Nur, Müslümanların kalplerinde iz’anı yerleştirir. Öyle ki kişi, “Bu böyledir” demez sadece; “Bunun başka türlüsü olamaz” diyecek kadar yakin kazanır.

  1. Tasavvuf Değil, Hakikattir

Tasavvuf, seyr ü sülûk yoluyla hakikate ulaşmaya çalışan bir metottur. Lakin Risale-i Nur doğrudan hakikatin kendisini gösterir. Aracısız, doğrudan Kur’an’dan beslenen bir tefekkür ile iman hakikatlerini ortaya koyar. Tasavvuf yolu güzeldir, ama Risale-i Nur hakikati doğrudan kalbe indiren bir mekteptir.

  1. Dâvâ Değil, Dâvâ İçinde Bürhandır

Dâvâ, bir iddiadır. Bürhan ise o iddianın delilidir. Risale-i Nur, yalnızca “Allah vardır” demez; bu sözün binlerce delilini ortaya koyar. Her bir Söz, her bir Lem’a, her bir Şuâ bir delil, bir hüccet, bir bürhandır. Bu yönüyle Risale-i Nur, iman davasını ispatlayan hakikatler mecmuasıdır.

İbret: Sözler, Kalpte Dirilen Bir Hakikattir

Bu beyan, Risale-i Nur’un bir kitap değil, bir hayat olduğu anlamına gelir. Okuyanı sadece bilgilendirmez; dönüştürür, inşa eder, diriltir. Bu sözler yalnızca satırlarda değil, sadırlarda yaşamaya başlar. İmanı bilgi olmaktan çıkarır, bir şuura ve idrake dönüştürür.

ÖZET:

Risale-i Nur’daki “Sözler” sadece zihinsel tasavvurlar değil, kalbî tasdiklerdir. Körü körüne bir teslimiyet değil, tahkikî bir imanı ifade eder. Bu eserler, okuyucusunu taklitten tahkike, iltizamdan iz’ana, marifetten şehadete taşır. Risale-i Nur, dâvâ değil; dâvâ içinde yüzlerce bürhan sunar. Bu yönüyle hakikatin doğrudan kalbe indirildiği bir iman mektebidir. Sözler; imanla uyanan, iz’anla yoğrulan ve şuhudla sarsılmaz hâle gelen bir hakikat şehadetidir.