KABRİ AYDINLATAN NUR: İNSANIN SON MENZİLİNE DOĞRU

KABRİ AYDINLATAN NUR: İNSANIN SON MENZİLİNE DOĞRU

“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
(bk. el-Akidetu’t-Tahaviye,1/169; Ahmed b. Hanbel, el-Akide, s.64-76; el-lalekâî,  İtikadu ehli’s-sünne, 1/156, 158, 166-şamile.)

Kabri aydınlatan nur.
Kabri cennet veya cehenneme çeviren hal ve fiiller.

********

İnsan bu dünyaya bir misafir olarak gönderilir. Her misafirin dönüşü olduğu gibi, insanın da vakti geldiğinde asıl yurduna, ebedî âleme dönüşü mukadderdir. Bu dönüşün ilk durağı kabirdir. Kabir; dıştan bakıldığında bir toprak çukurudur, ancak hakikatte ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.

Kabir Nedir?

Kabir, bedenin toprağa emanet edildiği, ruhun ise berzah âlemine adım attığı ilk menzildir. Bu menzil öyle bir yerdir ki; dıştan sükûnet gibi görünürken, içinde ya rahmetin solukları, ya da azabın uğultuları vardır. Peygamber Efendimiz (sav), “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurarak, bu hakikati veciz bir şekilde özetlemiştir.

Kabri Aydınlatan Nur Nedir?

Kabrin karanlığını delip geçen ve onu nurlandıran şey, dünyada yapılan salih amellerdir. Namaz, oruç, sadaka, güzel ahlâk, zikir, Kur’an tilaveti, tevazu, hakka hürmet ve batıla düşmanlık gibi fiiller kabirde insanın yoldaşı olur.

Resûlullah (sav) buyurur:

> “Kişi kabre konulduğunda salih amelleri onun yanına gelir. Namaz baş ucuna, oruç sağ yanına, sadaka sol yanına ve diğer hayırlar ayak ucuna gelir. Azap melekleri hangi yönden gelirse gelsin, bu ameller onu korur.” (el-Lâlekâî, İtikâdu Ehlissünne, 1/156, bak. https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/kisi-kabre-konuldugunda-namazi-orucu-yaptigi-iyilikleri-onu-korur-anlaminda-bir-hadis-var-midir%3famp )

Özellikle gece kalkıp gizli bir şekilde kılınan teheccüd namazı, sırf Allah rızası için yapılan iyilikler, Kur’an’la dost olmak ve mümin kardeşini sevindirmek, kabirde nur olarak insana yansır.

Kabri Cennet Bahçesine Dönüştüren Hâl ve Fiiller

İman ve Tevhit: En büyük nur, Allah’a olan sağlam inançtır. Kabirde ilk sorulacak sorular “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne?” olacaktır. Bu sorulara kalpten gelen imanla cevap verebilenin kabri genişler ve cennet pencereleri açılır.

Salih Ameller: Günahı terk etmek kadar, hayrı tercih etmek de önemlidir. Kullara faydalı olmak, hayırlı evlat bırakmak, ilimle meşgul olmak ve sadaka-i câriye gibi kalıcı iyilikler, kabirde de devam eden ışık kaynağıdır.

İhlas: Riyanın karanlığına karşı, ihlasın aydınlığı vardır. Allah için yapılan her iş, kabirde bir kandil olur.

Sabır ve Şükür: Musibetlere sabır ve nimetlere şükür, ruhun kabir kapısında huzurla karşılanmasına vesile olur.

Kabri Cehennem Çukuruna Dönüştüren Sebepler

İmansızlık veya şirk: Kalpteki inançsızlık, kabri dar ve karanlık yapar.

Günahların ısrarla işlenmesi: Namazı terk etmek, faiz, gıybet, kibir, zulüm gibi büyük günahlar kabirde azaba sebep olabilir.

Haksızlık ve kul hakkı: Kul hakkı, ahiret öncesinde kabirde de azabın başlangıcı olabilir.

İsraf, nankörlük ve gaflet: Dünyevîleşme ve ahireti unutmak, kabri daraltır, azabı ağırlaştırır.

İbretlik Bir Misal

Bir gün Ashab’dan biri sordu:
“Yâ Resûlallah! Kabrinde yalnız kalan bir insan korkmaz mı?”
Efendimiz buyurdu:
“Kur’an okuyan, onu hayatına rehber eden ve gece ibadetiyle Rabbiyle bağ kuran kişi, kabirde yalnız kalmaz. Ona cennet bahçeleri açılır.”

Nice ârif zatlar, kabre hazırlık olarak bir ömür sürmüş, ölmeden önce ölmüşlerdir. Onlar, dünyayı kabre hazırlık meydanı olarak görmüş, her geceyi “son gece”, her namazı “veda namazı” bilmişlerdir.

Sonuç: Kabre Hazırlık Bu Dünyada Yapılır

Kabir, bir son değil, sonsuzluğa açılan ilk penceredir. O pencerede karanlık ya da aydınlık görmek, bu dünyadaki tercihlerimizle şekillenir. Her bir iyilik, karanlık toprağın içinde birer yıldız gibi parlar. Her kötülük, azabın habercisi olur. Bu yüzden kabri güzelleştirmek, hayatı anlamlı ve ahiret eksenli yaşamaktan geçer.

Özet:

Bu makale, kabir hayatının mahiyetini ve onun cennet bahçesine yahut cehennem çukuruna dönüşmesinin sebeplerini ele almaktadır. Kabri aydınlatan nurun iman, ihlas, salih amel ve güzel ahlâk olduğu vurgulanmakta; kabri karartan sebepler arasında ise küfür, günah, kul hakkı ve gaflet öne çıkarılmaktadır. Makale, hem hadislerden hem de ibretlik misallerden yola çıkarak, insanı ahiret merkezli yaşamaya teşvik eder.

 




Zulme Susmak, Zalimle Yoldaş Olmaktır: Vicdanların Sınavı

Zulme Susmak, Zalimle Yoldaş Olmaktır: Vicdanların Sınavı

Bebeklerin ahı İsrail ve siyonistleri kahredip yok edecek.
Onları o çocukların kanında boğacak.
İsrail insanlık ve kuraldan değil, şiddetten ve tokattan anlar.
Susanlar ve duranlar katliama ortaktırlar.
Ney bekleniyor?
İsrailin insafı mı?
Yılandan bal beklenmez.
Böyle bir vahşette bizi kahreden ayılar değil, ayıya dayı diyen içimizdeki ayı taraftarları!!!

********

Zulüm bir coğrafyaya değil, bir kalbe çöktüğünde başlar asıl felaket. Gazze’de bebekler kanlar içinde can verirken, dünyanın dört bir yanındaki sessizlik, mazlumun feryadından daha ağır bir yankı doğuruyor. Bu sessizlik bir suç ortaklığıdır; zira sustuğunuz her zulüm, zalimi cesaretlendirir, mazlumu yalnızlaştırır.

İsrail denilen yapı, kendini meşru göstermek için tarih, din ve diplomasi maskeleriyle sahneye çıkmıştır. Oysa ardında yüz binlerce yetimin çığlığı, on binlerce annenin ağıdı ve taş üstünde taş kalmamış şehirlerin küllerinden yükselen lanet vardır. Bu bir savaş değil, vahşettir. Bu bir çatışma değil, topyekûn bir imhadır.

İsrail ve arkasındaki Siyonist akıl, sadece toprak değil, insanlık onuru üzerinden de yürümektedir. Ve ne yazık ki bu vahşetin karşısında duranların sayısı, susanlardan azdır. Oysa Kur’an, zalime meyletmeyi bile cehennemle tehdit ederken, bugünün dünyasında zalimin işlediği cinayetleri diplomasiyle aklamaya çalışan bir insanlık tiyatrosu izliyoruz.

Zulmü alkışlayan da, sessiz kalan da, “denge politikası” diyen de aynı saftadır: zalimin yanı. Bugün çocukların kanı sokaklara akarken, ekranlara düşen her bomba, sadece bir şehir değil, bir insanlık değerini de yerle bir etmektedir.

Bize düşen, “Ayıya dayı” dememek, “Susmak da bir duruştur” yalanına kanmamaktır. Çünkü bebeklerin ahı, sadece zalimi değil, susanı da yakar.
Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Zalimler için yaşasın cehennem!”

İsrail’in anlamadığı tek dil, insaf ve insanlık dili değildir. Çünkü onlar o dili terk etmiş, şiddetle konuşmayı tercih etmişlerdir. O hâlde bizim de cevabımız, dualar, direnişler, birlik ve bilinç olmalıdır. Zira ümmet bir vücut gibidir. Bir yerinden kan akarken diğer yerinin susması, o vücudun ölüm habercisidir.

Bu çağın en büyük imtihanı, vicdanla çıkar arasında yapılan tercihtir. Ya zalime karşı durarak insan kalacağız ya da kendi konforumuzun mezarında insanlığımızı gömeceğiz.

Özet:
Bu makale, İsrail’in Filistin’de yaptığı zulmü ve bu zulme karşı sessiz kalanların da bir nevi ortak olduğunu vurgulayan ibretli bir çağrıdır. Sessizliğin suç ortaklığına dönüştüğü, bebeklerin kanının zalimi boğacağı ve bu vahşetin sadece dışarıdan değil içeriden de desteklendiği anlatılır. Makale, ümmete vicdan, birlik ve direniş çağrısı yapar.

 




Sessiz Feryatlar: Gazze’de Açlıktan Ölen Çocukların Ardındaki Hakikat

Sessiz Feryatlar: Gazze’de Açlıktan Ölen Çocukların Ardındaki Hakikat

Bir Sayıdan Fazlası

Bir haber düşer ekranlara: 14 bin çocuk, 24 saat içinde ölebilir.
Sadece bir cümle.
Ama her kelimesi, insanlığın vicdanına atılmış bir tokat gibi.
Bu sayı bir istatistik değil; her biri bir anne duası, bir baba hayali, bir masum gözyaşı…
Bu dünyada, gözümüzün önünde, bilinçli bir suskunlukla çocuklar açlıktan ölüyor.

Vicdanın Suskunluğu

En acı gerçek şu: Bu ölümler “kaza” değil.
Bir depremin, bir salgının ya da doğal bir felaketin sonucu değil.
Bile isteye, planlı bir kuşatmanın, gıda ambargosunun, suskun bakışların neticesi…
Ve bu sessizlik, bombalardan daha yıkıcı.
Zira mazlumu sadece düşmanı değil, susan dostları da öldürür.

Avrupa Yeni Mi Uyanıyor?

Avrupa’nın harekete geçmesi umut verici görünse de, “çok geç” kalınmış bir uyanış değil midir bu?
14 bin masum ruhun son 24 saati kalmışken yapılan diplomatik adımlar, zamana karşı yarışabilir mi?
Vicdanın uyanışı geciktiğinde, en güzel karar bile sadece bir yas tutmaktan öteye geçemez.

Bir Dünya Sınavda

Bu çağ, bir teknolojik çağ olduğu kadar bir vicdan imtihanıdır.
Milyar dolarlık silahlarla donanan devletler, bir bebeğin mamasını ulaştıramıyor.
Her şey var, ama merhamet eksik.
Bir çocuğun açlıktan ölmesi sadece Gazze’nin değil, tüm dünyanın iflasıdır.
Zira dünya; bir çocuğun açlıktan öldüğü yerde, ahlâken çökmüştür.

İmtihanın Adı: Sessizlik

Bugün Filistin’de çocuklar açlıktan ölüyor ama aslında ölen sadece onlar değil:
Adalet duygusu ölüyor.
Merhamet ölüyor.
İnsanlık ölüyor.
Ve susan her dudak, bu ölümlere bir onay mührü basıyor.
Unutmayalım: Bir zulme karşı susmak, zulmün parçası olmaktır.

Ve Biz…

Biz bu haberleri izlerken ne hissediyoruz?
Sadece “üzülmek” yeterli mi?
Üzülmek bir duygudur; ama harekete dönüşmeyen bir duygu, sadece vicdanı uyuşturan bir tesellidir.
Bugün, dualar kadar eylemler de kıymetlidir.
Yardım kampanyalarına destek, zulmü haykıran sözler, çocukları hatırlatan paylaşımlar…
Hepsi bir damla olabilir. Ama unutma, okyanus da damlalardan oluşur.

Özet:

Bu makale, Gazze’de 14 bin çocuğun açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı dramatik durumu ele alır. Bu trajedi, sadece bir insanlık krizi değil, aynı zamanda suskunluğun, duyarsızlığın ve adaletsizliğin bir yansımasıdır. Avrupa’nın gecikmiş tepkisi, mazlum çocukların hayatını kurtarmaya yetmeyebilir. Makale, vicdanları harekete geçirmeyi, merhameti eyleme dönüştürmeyi ve zulüm karşısında susmamayı vurgular. En büyük imtihanın, susmak ya da konuşmak arasında yapılan tercihte olduğu hatırlatılır.

 

 




Ruhlar Âlemine Dönüş

Ruhlar Âlemine Dönüş

Topraktan gelen beden toprağa dönecek.
Bu hakikat, inkar edilemeyecek kadar açık.
Ama ya asıl misafir?
Ya o bedende konaklayan, nefes veren, anlam katan ruh?
Unutulan, ihmal edilen, ama asıl yolculukçumuz olan ruh nereye dönecek?

Geldiği yere mi?
Ruhlar âlemine mi?
Ve eğer dönecekse…
Nasıl dönecek?

Yolculuk Başlarken

Ruh, ezelde Rabbine “Evet!” demişti.
“Elestü bi Rabbikum – Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
“Kâlû belâ – Evet, Rabbimizsin!”
İşte o zaman ruh, bir söz verdi.
Bu dünyaya gönderildiğinde de, o sözü tutmakla yükümlüydü.
Fakat dünya, unutturuyor.
Maddî lezzetler, geçici zevkler, alışkanlıklar, gaflet örtüsü gibi sarıyor ruhu.

Ruh Büyüyor mu, Soluyor mu?

Beden yiyor, içiyor, geziyor, büyüyor.
Peki ya ruh?
O neyle besleniyor?
Onun gıdası ibadet, tefekkür, dua, hayır, doğruluk, merhamet, ilim ve hikmettir.
Bunlar yoksa, ruh zayıflar.
Bunlar çoksa, ruh parlar, büyür, olgunlaşır.

Öyleyse mesele şu:
Ruh, geldiği yere gelişmiş olarak mı dönecek?
Yoksa yıpranmış, pörsümüş, tanınmaz halde mi?

Beden toprağa kavuşurken sevinir.
Ama ruh, asıl yurduna dönerken ne hisseder?
Eğer emaneti kirletmeden, sahibine layık bir hâlde götürmüşse:
Sevinçle, sürurla, selametle…
Yok, eğer o emanet isyanla, nankörlükle, gafletle lekelenmişse:
Korkuyla, pişmanlıkla, dehşetle…

Ruhlar Âlemi Bir Başlangıç mı, Son mu?

Kabir, bir kapıdır.
Beden için toprak, ruh için ise başka bir âlem…
O âlem, ya cennet bahçelerinden bir bahçe olur,
Ya da cehennem çukurlarından bir çukur.
Ve o âlemde herkes, ruhunun dünyada ne kadar beslendiğine göre şekil alır.
Kimi nurlanır, kimi karanlığa gömülür.
Asıl mesele işte buradadır.

Hazırlık Vakti

Bedenin toprağa gideceğini hep hatırlıyoruz.
Ama ruhun da bir dönüşü olduğunu unutuyoruz.
Oysa ruh da çağrılacak.
O da “gel” denilecek.
Ve işte o gün…
Ne valiz, ne makam, ne servet, ne dost…
Sadece ruh hâliyle gidilecek.

Özet:

Bu makale, insan bedeninin topraktan gelip toprağa döneceğini hatırlatırken, asıl önem verilmesi gerekenin ruha dair olduğunu vurgular. Ruhun da geldiği yere, yani ruhlar âlemine döneceği anlatılır. Bu dönüşün nasıl olacağı ise, ruhun bu dünyada neyle beslendiğine, nasıl bir hayat sürdüğüne bağlıdır. Ruh ibadet, ilim, iyilikle beslenirse nurla döner; gaflet, günah, kibirle yaşarsa karanlıkla döner. Bedenin toprağa kavuşması gibi ruhun da öz yurduna dönerken ne durumda olacağı, insanın en önemli meselesidir. Bütün mesele burada düğümlenir: Ruh ne halde dönecek?

 




Hatırlanacak mıyız?

Hatırlanacak mıyız?

Binlerce yıl…
Dünyadan nice insanlar gelip geçti,
Kimisi büyük tahtlarda oturdu, kimisi çöl topraklarında yattı.
Kimisi tarihe adını altın harflerle yazdırdı, kimisi sadece bir gölge olarak silindi.
Ama bir gerçek var ki, toprağın altındakiler,
Üstündekilerden çok daha fazla.
Ve biz?
Biz, hangisinden olacağız?

Hatırladıklarımız ve Unutulanlar

Hatırladığımız ne kadar az insan var…
Tarihteki büyük hükümdarlar, sanatçılar, alimler, savaşçılar…
Adlarını duyduğumuzda, birer anı gibi gelirler.
Peki ya hatırlamadıklarımız?
Bütün o milyonlarca insan…
Adı hiç anılmayanlar, mezarları bilinmeyenler, hatırlanmayan hayatlar…
İsimleri unutulmuş, isimleri hiç anılmamış insanlar…
Ne kadar da çok değil mi?

Ve işte asıl soru: Biz, hangisinden olacağız?
Ve neyle hatırlanacağız?
Belki kimse adımızı hatırlamayacak.
Ama, hayatımızı, amellerimizi, kelimelerimizi, davranışlarımızı hatırlayacaklar.
Bir insanın kalbine attığı tohumlar, belki de adını duyurmasından çok daha kalıcıdır.
Ya da bir insanın kötülüğü…
Unutulmuş bir kötülük bile, yıllar sonra bile birinin ruhunda derin izler bırakabilir.
İyiye de kötüye de dair her şey, bizi hatırlatacak bir şekilde kalır.

Zamanın Kısalığı ve Hatırlanmanın Değeri

Herkes bu dünyada bir iz bırakmaya çalışır.
Büyük bir isim mi?
Yoksa bir hayır mı?
Zaman geçer, insanlar ölür, hatırlananlar silinir, fakat bir şey var:
Her şey geçici.
Fakat bir şey daha var ki, o da gerçekten hatırlanacak olanın ameller olduğudur.

Unutulmaz hatıralar, güzel bir söz, bir iyilik, bir yardımseverlik veya bir dua ile şekillenir.
Dünya, büyük bir kalabalıktır.
Ama kabir, yalnızca bir kişiye ait olacaktır.
O kabir, o yalnızlık, bir nevi, gerçek kimliğinizi test eden bir sınavdır.
O kabirden sonra ne hatırlanır?
İyi ameller mi?
Yoksa kötü ameller mi?

Hazır Mıyız?

Peki, biz buna hazır mıyız?
Hazır mıyız, o kabirde hatırlanacak bir iz bırakmaya?
Hazır mıyız, ölüme, ebedi hayata, bir sonrasına?
Hazır mıyız, hatırlanmak için?
Hazır mıyız, daha çok sevilmeye, daha çok hayır işler yapmaya, insanların gönlünde kalmaya?

İşte gerçek soru, aslında şu:
Biz, neyle hatırlanacağız?
Adımızla mı, eserimizle mi, amellerimizle mi, ya da belki sadece yaşadığımız dünyada yapmamız gereken en önemli şeyleri yapmadığımız için mi?
Hazır mıyız?

Özet:

Bu makalede, insanların dünyada bıraktığı izlerin zamanla silinmesi ve unutulması üzerine düşünülür. Hatırlananlar çok azdır, çoğu insanın adı tarihten silinir. Ancak geriye kalacak olan sadece adı değil, yaptığı amellerdir. Bir insanın hatırlanıp hatırlanmayacağı, dünya hayatındaki amellerine bağlıdır. İyi işler yapmak, kalıcı izler bırakmak ve başkalarına faydalı olmak, insanın adını unutturulmaz kılar. Ölüme yaklaşırken, aslında en önemli soru şudur: Biz neyle hatırlanacağız? Hazır mıyız, o izleri bırakmak için?

Bu makale, ölüm ve hatırlanma teması etrafında, insanların yaşamlarının anlamını ve ebedî hayatta ne şekilde hatırlanacaklarını sorgulayan bir bakış açısı sunmaktadır.

 




Sessizliğin Ardından: Bir Mevtadan Hayattakilere Nasihatler

Sessizliğin Ardından: Bir Mevtadan Hayattakilere Nasihatler

“Şimdi konuşamıyorum belki ama, eğer sesim size ulaşsaydı… Dinler miydiniz?”

Ben artık bu dünyadan göçtüm. Adımı ananlar azaldı, hatıralarım silinmeye yüz tuttu. Mezarımda sessizim. Ama eğer konuşma imkânım olsaydı, hayatta olanlara çok şey söylerdim. Şu anda sahip olduğunuz her nimetin kıymetini bilemediğinizi, her nefesin aslında geri sayım olduğunu anlatmak isterdim.

  1. Vakit Sandığınızdan Daha Hızlı Geçiyor

Ey yaşayan kardeşim, zaman çok hızlı akıyor. Sanki dün doğmuştum, bugün ise kefenime sarıldım. Saatler değil, yıllar bile bana bir göz kırpması gibi geldi. Sen hâlâ “daha zaman var” mı sanıyorsun? Hâlâ mı erteliyorsun tevbeni, namazını, affını, sevgini?

  1. Kalpleri Kırmayın, Çünkü Kabirde En Çok Onlar Konuşuyor

Hayatta iken bir gönlü kırmak kolaydı. Belki gururla, belki öfkeyle. Ama şimdi o kırılan kalplerin ağırlığı kabirde omuzlarımda. Bana bir iyilik edenin ismi kalbimde parlıyor, ama bir gözyaşına sebep olduğum kişi hâlâ huzurumu zedeliyor. Unutma: Kalp kırmak, Kâbe’yi yıkmaktan beterdir.

  1. Mal, Mülk, Mevkî… Hiçbiri Gelmedi Peşimden

Biriktirdiğim servet, çalıştığım yıllar, kazandığım itibar… Hiçbiri bu kabre giremedi. Sadece amellerim geldi yanıma. Onlar da ya bana dost oldu, ya düşman. Dünya senin sandığın kadar büyük değil; kefenin cebi yok, mezarın sarayı yok.

  1. En Çok Şunlara Hasretim: Bir Secde, Bir Dua, Bir Helalleşme

Bir daha secde edememek ne büyük bir hasret… Bir dua edememek, bir anneye sarılamamak… Bir özür dileyememek… Keşke bir kere daha “Hakkını helal et” diyebilseydim dediğim insanlar var. Onlara ulaş. Gecikme. Affet ve af dile.

  1. Ölüm, Korkulacak Bir Son Değil; Hazırlanılacak Bir Gerçektir

Ölümden kaçamazsınız. Ama ona dost gibi hazırlanabilirsiniz. Ben keşke onu gençliğimde dost edinseydim. Her gün “Bugün son günüm olabilir” diyerek yaşasaydım. Ölümü hatırlamak, hayatı güzelleştirir. Unutma: Ölümü unutan, hayatı da boşa harcar.

  1. Bir Fatiha’nın Değeri Burada Çok Büyük

Eğer bana bir iyilik yapmak istersen, bir Fatiha oku. Bir sadaka ver, bir yetimi güldür. Burada o sevaplar bir nur gibi gelir. Unutma: Kabirdekilerin dünyadakilerden hiçbir beklentisi yok, bir dua hariç…

Özet:

Bu makale, ölümden sonra konuşabilen bir mevtanın (vefat etmiş bir insanın), hayattaki insanlara iletmek istediği ibretli mesajları ve nasihatleri hayalî bir seslenişle aktarır. Vakit kıymetinin farkına varmak, kalp kırmaktan sakınmak, malın değil amelin kabre geldiğini bilmek, affetmenin ve helalleşmenin önemini kavramak gibi temel hayat dersleri, mevtanın ağzından etkileyici ve düşündürücü bir şekilde sunulmuştur. Ölümün son değil, ebedî hayata açılan bir kapı olduğu hatırlatılır. Kabirden gelen sessiz bir çığlıkla hayata dair farkındalık kazandırmak amaçlanır.

 

 




Uyuyanlar Şehri: Hakikatle Yüzleşmek

Uyuyanlar Şehri: Hakikatle Yüzleşmek

“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” buyurur Peygamber Efendimiz (asm). Bu veciz söz, sadece bir haber değil, aynı zamanda bir sarsıcı gerçektir. Her sabah gözlerimizi açtığımızda yaşadığımızı zannediyoruz. Yürüyoruz, konuşuyoruz, kazanıyoruz, tüketiyoruz… Ama gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece rüya görüyoruz da bunu hayat sanıyoruz?

Uyanık olan kimdir? Elindeki fani oyuncaklarla oyalandığını fark edemeyen mi, yoksa perdeyi aralayarak ebedi hayatın yoluna düşen mi?

Dünya, büyük bir rüya sahnesi aslında. Birçok insan kendini uyanık zannederken, gafletin içinde derin bir uykuya dalmış. Kimisi makamla, kimisi servetle, kimisi eğlenceyle meşgul… Zihinleri meşgul, kalpleri yorgun ama asıl uyanmaları gereken yere —ahirete— bir türlü gözlerini açamıyorlar. Ölüm, işte bu derin gaflet uykusunun hakiki sabahıdır. Ölümle uyanan insan, dünyada uykuda geçirdiği ömrü anlayınca, ne çok şeyin boş olduğunu, ne az şeyin kıymetli olduğunu fark eder. Ama artık dönüş yoktur.

Kimi bu uyanışı rahmetle karşılar; çünkü dünyadayken gafletle değil ibadetle yoğrulmuştur ömrü. Kimi de dehşetle uyanır; çünkü rüyada saraylarda yaşarken, gerçekte bir harabede olduğunu fark eder.

Hayat, ölüm öncesi son fırsattır. Her gün bir uyarı, her nefes bir davet, her musibet bir tokat gibidir. Ama biz, hâlâ uyanık olduğumuzu sanıyoruz. Oysa uykuda rüya gören birinin, uyanık olduğunu iddia etmesi kadar trajikomik bir iddiadır bu.

Kabir, gözlerin gerçek anlamda açıldığı yerdir. Orada gerçek görünür. Orada hayat değil, hakikat başlar. Ve orada “keşke”ler bir anlam ifade etmez. İnsan, orada geride bıraktığı her dakikanın hesabını vermekle meşguldür artık. Bir zamanlar ihmalle geçirdiği sabahlar, haramla dolu geceler, boş geçirilen gençlikler bir bir önüne gelir. Uyanmak için geçtir ama fark etmek için çok erkendir!

Öyleyse burada uyanalım. Daha gözümüz toprağa değmeden, kalbimizi toprağa değdiren o sonsuz hakikate açalım. Her sabah, son sabahımız gibi uyanalım. Her ibadet, son fırsatımız gibi eda edilsin. Çünkü asıl uyanmak, henüz uyandığımızı fark edebildiğimiz yerdedir.

Özet:

Bu makale, “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” hadisinden hareketle, dünya hayatının bir gaflet uykusu olduğunu ve gerçek uyanışın ölümle başladığını vurgular. Gerçek uyanıklığın, ahireti dünyada fark edebilmek olduğu belirtilir. Ölümden önce uyanmak için ibretle düşünmeye ve hayatı bilinçli yaşamaya davet eder.

 

 




Toprağın Altındaki Âlem

Toprağın Altındaki Âlem

Hayattayken çok insan gördüm.
Televizyonla, internetle dünyanın dört bir köşesinden yüzler, sesler, kültürler tanıdım.
Renk renk, dil dil, türlü türlü…
Ama sandım ki dünya bu kadar.
Meğer asıl kalabalık toprağın altındaymış.

Kabir: Sessizlerin Sonsuz Konuşması

Kabir… Dışarıdan bakınca bir taş, bir toprak yığını.
Ama içine girince, bambaşka bir gerçeklik:
Nice milletlerden, kavimlerden, zamanlardan insanlar var burada.
Kimi bin yıl önceden, kimi dün gelmiş.
Kimi savaş meydanlarından, kimi hastane köşelerinden.
Kimi zengin, kimi fakir.
Kimi peygamberin ümmeti, kimi gafletin koynunda ölmüş.

Öyle bir çeşitlilik var ki, dünya yanında sönük kalıyor.
Adeta her kabir, başka bir âleme açılan kapı gibi.
Sanki bir mezarlık, farklı yüzyılların, dillerin, coğrafyaların iç içe geçmiş hali.

Anne Karnından Dünya’ya, Dünya’dan Kabre

İnsan anne karnındayken de sanır ki gerçeklik sadece orasıdır.
Dünyaya çıkınca hayret eder:
“Böyle bir hayat mı varmış?”
Şimdi kabirdeyim…
Yine benzer bir şaşkınlık içindeyim:
“Meğer burası ne büyük bir âlemmiş!”

Dünya, gözle görünenlerin yurduydu.
Kabir, hakikatin çıplaklaştığı yer.
Burada kimsenin maskesi yok.
Burada unvan geçmez, servet konuşmaz, görüntü hüküm süremez.
Sadece amel konuşur.

Unutulmuşlar Âlemi mi, Yoksa Gerçeklerin Diyarı mı?

Sanırdık ki mezarlıklar unutulmuşlar diyarı.
Ama asıl biz unutanlardık.
Onlar hatırlıyor, biliyor, görüyor.
Öyle bir farkındalıkla yaşıyorlar ki, bizim dünyadaki bütün “uyanıklığımız” uykudan başka bir şey değilmiş.

Burada zamanı ölçen takvim yok.
Ama her bir kabirde ayrı bir hayat, ayrı bir hikâye var.
Kimisi nur içinde, kimisi azapla baş başa.

Sonuç: Toprağın Altı Unutulmuş Değil, Ertelenmiş Bir Gerçektir

Mezarlık, sadece bir bitiş değil; başka bir âleme geçiştir.
Dünya sahnesi kapanınca, perde arkasındaki esas hakikat başlar.
Ve o hakikat, bambaşka milletlerin, bambaşka hallerin ve bambaşka bir zamanın içine alır insanı.
Tıpkı bir çocuğun anne karnından çıkıp sonsuz bir dünyaya gözlerini açması gibi…

Özet:

Bu makalede, insanın dünya hayatında gördüğü çeşitlilikten çok daha fazlasının kabir âleminde bulunduğu, toprağın altının adeta bambaşka bir gerçeklik barındırdığı anlatılır. Kabir, dışarıdan bakıldığında sessizlik içinde görünse de içinde farklı çağlardan, ırklardan ve hayatlardan gelen ruhlarla dolu büyük bir âlemdir. Anne karnından dünyaya geçişte yaşanan şaşkınlık gibi, dünya hayatından kabir âlemine geçişte de büyük bir idrak kapısı aralanır. Hakiki hayatın burada başladığı vurgulanır.

 

 




Hazır Değilim Dedi, Ama Geldi…

Hazır Değilim Dedi, Ama Geldi…

Her gün ve her an ölümden bir davet var bana:
Bana gel, diye.
Ben de hep erteliyorum:
Hazır değilim, diye.
Bahanelerim Hazır:
İşim daha bitmedi, diye.
Sonunda aldı beni:
İşim bitmese de…
Meğer iş burada değil, orada başlıyormuş.
Haberim yokmuş…

**********

Her gün ölüm bana bir davetiye gönderdi:
“Bana gel…” dedi.
Ben her defasında, nazikçe ama kararlı bir şekilde cevap verdim:
“Hazır değilim.”

İnsan garip bir mahlûktur. En kesin hakikati –ölümü– en çok unutan odur. Her gün binlerce insan toprağa verilirken, kalbinde hâlâ “Ben değilim” duygusuyla yaşar. Oysa ölüm, her canlının mukadder kaderidir. Ve o gün geldiğinde, hazırlıklı olup olmadığımıza bakmaz.
Alır.

Ertelemenin Bedeli

“Daha işim bitmedi” deriz.
Oysa dünya işleri hiçbir zaman bitmez.
Çocuk büyür, sonra evlenir, torun olur, derken bir iş daha, bir meşguliyet daha…
Ama ölüm, “işin bitti mi?” demez.
O, vaktin doldu mu? der.
Ve çoğu kez cevap: “Evet, doldu…”

Oysa insan kendini kandırır. Bahaneler üretir:

Daha gençtim…

Henüz tevbe etmemiştim…

Biraz daha ibadet edecektim…

Bir Hac yapıp dönecektim…

Ama hiçbir bahane, Ecel Meleği’ni durdurmaz.

İş Burada Değil, Orada Başlıyor

En acısı da şudur: Ölüm geldiğinde fark ederiz ki, asıl “iş” burada değilmiş. Asıl imtihan, asıl muhasebe, asıl gerçek orada başlıyormuş.
Ama “hazır değilim” dediğimiz şey, aslında hazırlıksız yakalanmaktan başka bir şey değilmiş.

Kabir kapısı kapanınca anlarız:

Asıl iş şimdi başlıyor.

Malım gitmiş, sevdiklerim dönmüş, amelim kalmış.

Namazım eksik, tevbe etmemişim, hak helalleşmemiş…

Ne Zaman Hazır Olur İnsan?

Cevap basit:
Hazırlanırsa, hazır olur.

O hâlde:

Her gün ölümü anmalı,

Her geceyi son gece bilip tevbe etmeli,

Her namazı, son namaz huşûsunda kılmalı,

Her sözümüzü, her hakkımızı, her adımımızı “kabir arkası”nı düşünerek atmalıyız.

Çünkü ölüm, beklemiyor.

Sonuç:

Bir gün geldiğinde, ölüm bize şöyle der:
“Ben seni çoktan çağırdım… ama sen ‘hazır değilim’ dedin. Şimdi geldim… işin başlıyor.”

Ve biz, gözümüz açık, ama elimiz boş bir şekilde bakarız arkamızda kalan dünyaya.
Keşke bir gün daha verilseydi…
Ama o gün artık yoktur.

Özet:

Bu makalede, insanın ölüm çağrısını sürekli ertelemesi ve “hazır değilim” bahanesiyle oyalanması ele alınır. Dünya meşguliyetlerinin hiç bitmeyeceği, fakat ölümün vakit dolduğunda mutlaka geleceği vurgulanır. Asıl hazırlığın bu dünyada değil, ölüm sonrasında başlayacak hakiki hayata yönelik olması gerektiği anlatılır. Hazır olmamanın bahaneyle değil, gayretle aşılabileceği belirtilir. Ölümün her gün davet ettiği ve en doğru cevabın “bugün hazır olmak” olduğu hatırlatılır.

 




Kabrin Arkası İçin Çalışınız

Kabrin Arkası İçin Çalışınız

“Hakikî saadet ve lezzet ondadır.”

Bir gün herkesin ardında bir mezar taşı, önünde ise sonsuzluk olacaktır. Kabrin içi karanlık olabilir, ama “arkası” nurla da dolabilir, azapla da… Bu büyük yolculuk öncesi bizden istenen şey ise basittir ama ihmal edilir: Kabrin arkası için çalışmak.

Hayat Nereye Akıyor?

Dünya bizi meşgul eder, oyalar, bazen büyüler. Lezzetler sunar, hayalleri peşimize takar. Ama ne kadar sürer bu? Bir kahkaha anı, bir başarı duygusu, bir mülk sevinci… Hepsi geçici. Çünkü her yolun sonunda bir mezar taşı bekler. Ve o taşın altı değil, arkasıdır asıl mesele. Nereye gideceğiz? Kimlerle karşılaşacağız? Ne ile karşılanacağız?

İşte bu yüzden hakikî saadet, bu dünyada değil, onun arkasındadır. Dünya sadece bir bekleme salonudur. Asıl saray, asıl yurt ötededir.

Dünyanın Parıltısı Yetmez

Kimi insanlar vardır; dünya onlara her şeyini sunsa da, kalpleri doymak bilmez. En sürurlu hâllerde bile ruhlarında bir boşluk, gözlerinde bir arayış vardır. Çünkü ruh, bu dünyanın değil, ebediyetin malıdır. Geçici olanla tatmin olmaz.

Bu yüzdendir ki, en parlak zevklerin ortasında bile âhiret arayışı dinmez. Kimi vakit bir cenaze, kimi vakit bir hastalık, kimi vakit gece yarısı sessizliği hatırlatır insana:
“Asıl hayat bu değil.”

Kabrin Arkasını Düşünmek: Bir Kaçış Değil, Bir Bilinçtir

Bazıları ölümü anmayı karamsarlık zanneder. Hâlbuki kabir arkasını düşünmek, hayatı daha bilinçli yaşamanın adıdır. Harama el uzatmaktan sakınmanın, iyilikte yarışmanın, tevbenin ve affın kapısını açık tutmanın vesilesidir.

Çünkü:

Orada para değil, sevap geçer.

Orada makam değil, takva sorulur.

Orada şöhret değil, ihlas aranır.

Orada kime kul olduğun sorulur.

Ebedi Hayat İçin Eylem Zamanı

Kabrin arkası, ebediyet yurdudur. Sonsuz mutluluk da oradadır, pişmanlık da. Bugün ise çalışmanın, hazırlık yapmanın günüdür. Bir ömürlük ibadet, bir kalpleri ısıtan iyilik, bir tevazu dolu dua, kabirden sonrasını nurlandırabilir.

Bugün dünyada, yarın kabirde, sonra ebediyette…

Özet:

Bu makalede, “Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır” düsturu çerçevesinde, dünya hayatının geçiciliği ve ahiret yurdunun kalıcılığı işlenmiştir. Dünya nimetlerinin ruhu tatmin edemeyeceği, hakiki huzurun kabir sonrasındaki hayatta olduğu vurgulanır. Dünyanın parıltılı halleri bile âhireti unutturamamakta; ruh, fıtraten sonsuzluğu aramaktadır. Kabir arkasını düşünmek, hayatı daha şuurlu yaşamak için bir uyarı ve yöneliş kaynağıdır. Sonsuz mutluluğun bu dünyadaki hazırlığa bağlı olduğu hatırlatılır.

 

 




Dönen Yok Seferinden: Gerçekten Memnunlar mı?

Dönen Yok Seferinden: Gerçekten Memnunlar mı?

> “Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.”
(Yahya Kemal Beyatlı – Sessiz Gemi)

Şairin zarif kelimelerle dokuduğu bu mısralar, her birimizin yüreğine derin bir sızı bırakır. Ölüm, bu “sessiz gemi”yle seferine çıkanlar, gerçekten memnunlar mı? Yoksa o sükût, geride kalanların anlamadığı bir pişmanlığın suskunluğu mu?

Gidiş Sessizdir, Ama Her Gidiş Memnuniyet Değildir

Kabir, dışarıdan bakıldığında sessiz, sakin, huzur dolu görünebilir. Ancak bu sükûnet, içteki fırtınaları örtbas edebilir mi? Her gidenin memnun olduğu fikri, belki yaşayanların kendilerini avutmak için sarıldıkları bir temennidir. Çünkü dönen yoktur. Dönselerdi, belki gerçekleri anlatırlardı da kulaklarımız kaldırmazdı.

Kim Memnundur Yerinden?

Elbette memnun olanlar vardır. Dünya zindanında Rabbine kavuşmayı özleyen müminler… Secdeleriyle kabirlerini nurla donatanlar, gözyaşlarıyla affa sığınanlar, kalp kırmaktan korkanlar, yetime el uzatanlar, kul hakkından titreyenler… Evet, onlar kabirlerinden memnundurlar. Çünkü ölüm onlar için yokluk değil, vuslattır.

Ama ya geri kalanlar? Hayatı gafletle geçirenler, namazı terk edenler, harama batanlar, kul hakkı yiyenler, tevbe etmeye fırsat bulamadan ölenler? Onlar da memnunlar mı yerlerinden? Yoksa kabir, onlar için pişmanlığın derin kuyusu mu oldu?

“Dönen Yok” Diye Herkesin Memnun Olduğunu Sanmak Aldanıştır

Dönülmemesinin nedeni memnuniyet değil, ilahi bir kaderdir. Ölüm kapısından giren için dünya perdesi kapanır. Oradan haber getiren yok, ama gönderilen mesajlar var. Kur’an’da, hadislerde, rüyalarda, ibretlik ölümlerle gelen uyarılar… Aslında “giden” konuşur da biz duymazdan geliriz.

Kabirden Memnun Ayrılmak İçin Hayattayken Ne Yapmalı?

Şimdi kendimize sormamız gerek: Ben o gemiye bindiğimde memnun ayrılanlardan olmak istiyor muyum?

Eğer cevabımız “evet”se:

Namazla aramızda mesafe bırakmamalıyız.

Kalp kırmamaya yeminli yaşamalıyız.

Kul hakkından titremeliyiz.

Tevbe fırsatını ertelememeliyiz.

Her günümüzü son günmüş gibi yaşamalıyız.

Bir Gün Sıra Bize Gelecek

Bir gün bizim için de o “sessiz gemi” yanaşacak. Ardımızdan şunlar söylenecek:
“Gitti ama memnun muydu?”
Cevabı bizden başka kimse bilemeyecek. Ama biz, cevabımızı şimdiden hazırlayabiliriz.

Özet:

Bu makale, Yahya Kemal’in meşhur mısrasından yola çıkarak, “ölüm seferine çıkanların gerçekten memnun olup olmadıkları” sorusunu işler. Şairin dizeleri umut ve tevekkül ihtiva ediyor gibi görünse de, gerçekte her gidenin memnun olmadığını; bazılarının pişmanlıkla, azapla karşılaştığını ifade eder. Memnun ayrılanların da, memnun olmayanların da var olduğu belirtilir. Makale, hayatta olanlara bir uyarı olarak; ölüm öncesi hazırlığın gerekliliğini, tevbenin, ibadetin ve kul hakkına dikkat etmenin önemini anlatır. “Dönen yok” diye rahatlamamak, “memnun dönenlerden” olmak için bugünden hazırlık yapmak gerektiği öğütlenir.

 

 




İlâhî Vuslat: Fâniden Bâkîye Yolculuk

İlâhî Vuslat: Fâniden Bâkîye Yolculuk

> “Ey insan! Senin en mühim işin, en büyük meselen, İlâhî marifetle başlayan, muhabbetle gelişen, vuslatla nihayet bulan yolculuğundur.”

İnsan, yolcudur. Bu yolculuk, anne rahminden dünyaya, dünyadan kabre, kabirden haşre, haşirden ebedî yurdun kapısına uzanan büyük bir serüvendir. Fakat bu yolculuğun gayesi sadece mekân değiştirmek değil, fâniden Bâkî’ye, mahlûktan Hâlık’a ulaşmaktır. İşte bu erişin adı vuslattır; İlâhî vuslat…

Vuslat: Arayışın Zirvesi

İnsan kalbi bir arayıcıdır. Mülk, şöhret, zevk, makam… Hepsi gelip geçicidir. Kalbin doymazlığının sebebi, aslında onun fâniye değil, Bâkî olana ait yaratılmış olmasıdır. Çünkü kalp, sonsuzluğu ister. O sonsuzluk ise ancak Allah’ta bulunur.
Zira, Kalbin Bâkî Mâbuduna muhabbeti, ezelîdir.

Bu yüzden ne kadar dünya eşyasıyla kalp doldurulsa da, içinde hep bir eksiklik, bir boşluk kalır. Çünkü vuslat yoksa, her şey eksiktir.

Ayrılıktan Yakınlığa

Vuslat, aslında bir yakınlıktır. Ancak bu yakınlık, maddî değil, manevî bir yakınlıktır.
Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

> “Andolsun, biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

Allah, kuluna bu kadar yakınken, kul neden O’na bu kadar uzak kalır?

Çünkü perde kuldadır. Günah, gaflet, kibir, dünya sevgisi… Hepsi birer perdedir. Vuslata ermek isteyen kulun ilk vazifesi, bu perdeleri bir bir kaldırmaktır. Tövbe ile, ibadetle, muhabbetle…

İlâhî vuslat, hakikatte bir uyanıştır. Nefsin sarhoşluğundan, dünyanın hayalinden, gafletin karanlığından silkelenip Hakk’a yöneliştir.

Aşkın En Gerçek Hâli: Vuslat İçin Yanmak

Gerçek aşk, vuslatsız olmaz. Mevlânâ’nın “Şeb-i Arûs” dediği gibi, ölüm bile bu vuslatın bayramıdır. Seven, sevdiğine kavuştuğu an ölümü bile gülerek karşılar.

Çünkü bilir ki, asıl hayat orada başlar. Bütün ayrılıklar, bütün bekleyişler, bütün yorgunluklar vuslatla sona erer. İşte bu yüzden ehl-i aşk için ölüm bir son değil, en büyük başlangıçtır.

Vuslata Giden Yol

İlâhî vuslata ulaşmanın yolu marifet, muhabbet ve ibadettir.

Marifet: Allah’ı tanımaktır.

Muhabbet: Tanıdıkça sevmek, sevdikçe yakınlaşmaktır.

İbadet: Bu yakınlığın fiilî tezahürüdür.

Her secde bir vuslat provasıdır. Her gözyaşı, kalpteki perdelerin çözülüşüdür. Her sabah namazı, “Sana geldim ya Rab!” diyen bir kulun vuslata ilk adımıdır.

Özet

İlâhî vuslat, insanın yaratılış gayesi olan Allah’a kavuşma ve yakınlaşma halidir. Bu, bir aşk yolculuğudur; kalbin fâniden Bâkî olana yönelişidir. Dünya kalbi doyurmaz çünkü kalp, Allah için yaratılmıştır. Vuslat, marifetle başlar, muhabbetle gelişir, ibadetle kemale erer. Gerçek vuslat, ancak perdeleri kaldırarak, hakikî tevbe, samimî ibadet ve ihlâsla mümkündür. Bu yolculuk, ayrılıktan yakınlığa, karanlıktan nura, fâniden ebedîye bir geçiştir. Vuslatın sonu yoktur, çünkü Allah ebedîdir.

 




Darbelerin Gölgesinde Bir Siyaset: CHP ve Vesayet Ruhu

Darbelerin Gölgesinde Bir Siyaset: CHP ve Vesayet Ruhu

Türkiye siyasi tarihi, sadece seçim sandıklarıyla değil, tank izleriyle de yazılmıştır. Her darbe, bir milletin iradesine indirilen hançer; her muhtıra, demokrasinin bağrına saplanan zehirli bir ok olmuştur. Bu karanlık sayfalarda ise hep benzer gölgeler dolaşır: Vesayetçi zihniyet, halktan kopuk elitler ve özellikle Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) tarihsel duruşu.

Tarihî belgeler, 27 Mayıs 1960 darbesine kadar geçen süreçte tam 11 ayrı cunta çalışmasının varlığını ortaya koymaktadır. Bunların 6’sı aktif darbe girişimidir. Hepsinin ortak noktası; askerin yönetime el koyması için zemin hazırlanması, siyasetin askeri kışkırtması ve çoğu zaman CHP ve dönemin lideri İsmet İnönü’nün doğrudan veya dolaylı dahli olmasıdır.

CHP, Türkiye’nin ilk partisi olarak kurucu rolünü üstlenmiş olsa da bu rol zamanla halkla çatışan, milletten kopuk, “halka rağmen halk için” anlayışına dönüşmüştür. Bu anlayış, çok partili hayata geçişle birlikte sık sık halk iradesine karşı pozisyon almıştır. “Ordu göreve!” pankartları, sokak eylemleri ve muhtıralarla şekillenen darbe iklimleri, genellikle CHP zihniyetinin ürettiği vesayet atmosferinde yeşermiştir.

27 Mayıs ve CHP’nin Rolü:

1960 darbesi, milletin sandıkla başa getirdiği Adnan Menderes’i alaşağı etmiş, sadece bir hükümeti değil, aynı zamanda milletin iradesini de darağacına göndermiştir. İsmet İnönü’nün darbe öncesi “şartlar olgunlaşınca ihtilal meşru olur” sözleri, darbeyi teşvik eden bir zihniyetin yansımasıdır. Darbe sonrası CHP’nin pasif değil, aktif bir destekleyici pozisyonda olması ise bu tavrın belgesidir.

Vesayet Zihniyeti ve Milletle Kavga:

CHP, çok partili dönemde çoğunlukla sandıkta kaybettiği gücü, “bürokratik elitler” eliyle telafi etmeye çalışmıştır. Yargı, üniversite, medya ve ordu içindeki vesayet odakları, CHP’nin siyasi başarısızlığını darbelerle telafi etmeye çalışmıştır. Milletin değerleriyle barışmak yerine, millete tepeden bakan ve onu “eğitilmesi gereken cahil kitle” gören bir anlayışla hareket edilmiştir.

Bu tavır, zamanla sadece bir partiyi değil; bir zihniyeti, bir elit sınıfı temsil eder hâle gelmiştir. Sandığı kaybettikçe darbeyi umut eden, oy alamadıkça muhtıraya sığınan bu zihniyet, demokrasinin en büyük tehditlerinden biri olmuştur.

İbretlik Sonuç:

Bugün artık halk, darbelerin karanlık yüzünü görmüş, vesayet odaklarına karşı bilinçlenmiştir. Ancak geçmişin ibretleri unutulmamalı, darbeci zihinlerle hesaplaşılmalı, demokrasiyi tehdit eden her yapı ifşa edilmelidir. CHP’nin geçmişiyle yüzleşmesi, bugünü anlaması ve milletle yeniden bağ kurması için bir zarurettir. Aksi halde, geçmişin hayaleti, geleceğin karanlığı olmaya devam edecektir.

Makale Özeti:

Bu makalede, CHP’nin 27 Mayıs 1960 darbesi başta olmak üzere Türkiye’deki darbelerle olan tarihsel ilişkisi ele alınmıştır. 11 cunta çalışması ve 6 darbe girişiminin CHP ve dönemin lideri İsmet İnönü ile bağlantılı olduğu vurgulanmış; halktan kopuk vesayetçi zihniyetin, darbeleri meşrulaştırmak için nasıl bir atmosfer oluşturduğu anlatılmıştır. Sonuç olarak, demokrasiye karşı duran bu zihniyetin, milletin iradesine karşı yürütülen sistemli bir kavga olduğu ifade edilmiştir.

( https://www.yenisafak.com/gundem/inonu-6-ay-once-idam-edilecekler-dedi-4709697

https://www.yenisafak.com/gundem/darbenin-basina-inonu-atadi-4710080 )

 




Zulüm İle Âbâd Olanın Âkıbeti: Zalim Zulmünde Boğulur

Zulüm İle Âbâd Olanın Âkıbeti: Zalim Zulmünde Boğulur

Bir Hakikat Makalesi

Tarih, zulmün izlerini taşıyan sayfalarla doludur. Firavun’dan Nemrut’a, Ebu Cehil’den modern çağın despotlarına kadar birçok zalim, güç ve iktidar sarhoşluğuyla mazluma el uzatmış, hakkı ayaklar altına almıştır. Lakin hiçbir zulüm ebedî olmamıştır. Çünkü “Zalim zulmünde boğulur” hakikati, bir kader kanunu gibi işler. Zalim için iki hesap vardır: Biri dünyada, diğeri ise ahirettedir.

Kur’an-ı Kerim, bu hakikati en veciz şekilde Mü’min Suresi’nde beyan eder:

> “Nihayet Allah, onların kurdukları kötü tuzaklardan bu kişiyi korudu; Firavun ailesini ise şiddetli bir azap kuşatıp yok etti. Bu azap, onların sabah akşam sokulacakları ateştir. Kıyamet koptuğunda, ‘Firavun ailesini en şiddetli azabın içine atın!’ denilecek.” (Mü’min, 45-46)

Bu ayetlerde, zalimlerin kurduğu tuzakların kendi başlarına döneceği ve dünyada başlayıp ahirette zirveye varacak bir azabın onları beklediği bildirilir. Firavun ailesi gibi, mazluma kan kusturanlar, sabah akşam azapla yüzleşmektedirler. Bu azap sadece cehennemde değil; vicdan azabı, toplumdan dışlanma, psikolojik yıkım ve tarihî lanetle de tezahür eder.

Bediüzzaman Said Nursî de bu hakikati şöyle ifade eder:

> “Eğer dinsizlik hesabına, imani hizmetimize ilişenler olsa kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri — büyük olduğu için — ahirete tehir edilir, ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca ta’cil edilmez.”

Yani büyük zulümler, bazen hemen değil, ahirete bırakılır; fakat bu gecikme, cezanın büyüklüğündendir. Hak namına değil, şirk, küfür ve fitne hesabına yapılan zulümler, Allah katında ağır bir vebal yükler. Ve çoğu zaman Allah, mazlumun âhını yeryüzünde bir zelzele gibi titreten olaylarla duyurur.

Bugünün zalimleri de istisna değildir. Filistin’de bir nesli katleden, çocukları toprağa gömen, mabetleri yıkan, insanlığı utandıran Netanyahu gibi isimler, dünya sahnesinde birer Firavun olarak boy göstermiştir. Lakin görünüşte sağlam sandalyelerde otursalar da o koltukların altı çoktan boşalmıştır.

Son gelişmelere göre, ABD ve Avrupa’da Netanyahu’ya destek zayıflamış, İngiltere ilk somut adımı atarak serbest ticaret anlaşmasını askıya almıştır. Artık “ipi çekilen” Netanyahu için iltica kapıları aranmakta; “kaçacak ülke” haberleri gündemde yer bulmaktadır. Zira zulmün sürdüğü yerde adalet barınmaz, adaletin terk edildiği yerde ise hiçbir iktidar ebedi kalmaz.

Bu gelişmeler, ilahi adaletin bir yansımasıdır. Dünyada başlayan bu çözülme, zalim için bir düşüşün alametidir. Her firavunun bir Musa’sı vardır; her zalimin sonu kendi zulmüdür.

Sonuç ve İbret:

Zulüm, sadece mazluma değil, zalimin kendisine de bir intikam olarak döner. Her taş yerini bulur, her âh bir yankı yapar. Bugün Netanyahu gibi zalimler için dünya daralıyor. Mazlumların gözyaşları, semaya yükselirken, ilahi adalet sessiz ama sarsıcı adımlarla yürümektedir.

Unutulmamalı ki:

> “Zulüm ile âbâd olanın âkıbeti berbat olur.”

Makale Özeti:

Bu makalede, Kur’an’dan alınan Firavun kıssası ve Bediüzzaman’ın zulümle ilgili tesbitleri ışığında, günümüzdeki zalimlerin akıbeti değerlendirilmiştir. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun giderek yalnızlaşması ve uluslararası desteğini kaybetmesi, “zalim zulmünde boğulur” hakikatinin tecellisi olarak görülmüştür. İlahi adaletin hem dünyada hem de ahirette işleyişi vurgulanmış, mazlumların duasının asla karşılıksız kalmayacağı hatırlatılmıştır.

 

 




Esas Olan İslam’ın İzzetidir

Esas Olan İslam’ın İzzetidir

Tarihin her safhasında müminler için en büyük şeref, en büyük gaye, İslam’ın izzetini korumak ve yüceltmek olmuştur. Zira Müslüman, kendi şanını ve çıkarını değil, Allah’ın dini uğruna izzetli bir duruş sergilemeyi gaye edinir. Bu izzet, bir milletin değil, bir ümmetin haysiyetidir; bir ideolojinin değil, Allah’ın dininin vakar ve üstünlüğüdür.

İzzet, Kur’an’da doğrudan Allah’a, Resûlü’ne ve müminlere ait olarak tanımlanır:

> “İzzet Allah’ındır, Resûlü’nündür ve müminlerindir…” (Münâfikûn, 63/8)

Bu ayet, İslam’ın izzetinin pazarlık konusu edilemeyeceğini, dünya menfaatleri için feda edilemeyeceğini açıkça ortaya koyar. Ne zaman ki Müslümanlar bu izzeti unutur, zilletin bataklığına saplanırlar. Ne zaman ki bu izzeti yüceltirler, Allah onları izzetle yüceltir.

Zilletle Barış, İzzetle Savaşmak

Hazret-i Hüseyin’in Kerbelâ’da söylediği o meşhur söz, İslam izzetinin tarih boyunca nasıl bir mihenk taşı olduğunu gösterir:
“Zillet bize yaraşmaz.”
Onun gözünde hak yolda ölmek, bâtıla boyun eğmekten bin kat daha izzetlidir. Çünkü izzet, sadece yaşarken değil, ölürken de korunması gereken bir haysiyettir.

Nice kavimler, izzeti terk edip zalimlere meylettikleri için zelil oldular. Hâlbuki Allah şöyle buyurur:

> “Sakın, inkâr edenlere meyletmeyin; yoksa ateş size de dokunur.” (Hûd, 11/113)

İslam’ın izzeti, gafletle, menfaatle, korkuyla veya dünya sevgisiyle değiştirilemez. Bugün ümmetin karşılaştığı zilletin arkasında, bu izzet anlayışından uzaklaşmak yatmaktadır. Zira ümmet, Allah’ın davasını öncelediğinde izzet bulmuş, terk ettiğinde başkasının merhametine muhtaç hale gelmiştir.

İzzetin Bedeli: Sabır ve Direniş

İzzetli olmak kolay değildir. Bazen yalnız kalmayı, bazen mahrumiyeti, bazen de zulme karşı direnmeyi gerektirir. Peygamber Efendimiz (sas), Taif’te taşlandığında, Uhud’da yaralandığında, Hudeybiye’de ağır şartları kabullendiğinde dahi izzetini kaybetmedi; çünkü onun izzeti, hakka bağlılığından geliyordu.

Zira İzzetini İslam’da arayan zelil olmaz.
Gerçek hayatda İslam’ın izzetini hiçbir şahsi, makam veya zalime boyun eğmeden yaşanmış bir ömürdür.

Bugünün Müslümanına Mesaj

Günümüz Müslümanı, bazen küçük menfaatler için eğilip bükülmeyi, sessiz kalmayı, hakkı örtmeyi tercih ediyor. Bu tutum, sadece kişisel bir tercih değil; ümmetin topyekûn izzetini zedeleyen bir zaaftır.

İslam’ın izzeti, sosyal medya beğenilerine, makam beklentilerine, siyasi ittifaklara kurban edilemez. Müminin duruşu, zamanın rüzgarına değil, Allah’ın emrine göre şekillenmelidir.

Özet

“Esas olan İslam’ın izzetidir” anlayışı, müminin hayatında hem hedef hem ölçüdür. Kur’an’da izzetin Allah’a, Resûlü’ne ve müminlere ait olduğu belirtilir. Bu izzet, dünyevi çıkarlar uğruna feda edilemez. Tarih boyunca izzeti koruyanlar yücelmiş, terk edenler zelil olmuştur. İzzetli duruş, sabır, direniş ve hakka bağlılık ister. Günümüz Müslümanları için de bu anlayış, yeniden dirilişin anahtarıdır.

********

Nefsi Aşağıda, Vazifeyi Yüksekte Bilmek

“Zira nefis cümleden edna, vazife cümleden a’lâ.”
Bu kısa ama derin söz, insanın hayatındaki asıl dengeyi ve kulluk çizgisini en özlü şekilde ifade eder.

Nefis; şöhret, rahatlık, makam, çıkar ve tembellik ister. Vazife ise; mücadele, gayret, sabır, fedakârlık ve sebat ister. İkisi çoğu zaman çatışır. İşte o an, kişinin kim olduğunu belirleyen kritik bir tercihle karşılaşırız: Nefsini mi yüceltecek, vazifesini mi?

Peygamberler, evliya, âlimler ve hak dostları, nefislerini ayaklar altına alarak vazifeyi başlarının üstünde tutmuşlardır. Onlar için önemli olan, kendi istekleri değil, Allah’ın muradı idi.
İbrahim Aleyhisselâm, evladını kurban etmeye razı olurken;
Musa Aleyhisselâm, Firavun’un karşısına çıkarken;
Resûl-i Ekrem (sas), taşlanmayı, açlığı, yalnızlığı göze alırken işte hep bu hakikate tutunmuşlardı:
“Nefsim değersizdir; vazifem azizdir.”

Nefis bir dilenciye benzer. Ona kulak verilirse sürekli ister, şikayet eder, yormaktan başka işe yaramaz. Ama susturulursa, insan kemale erer. Çünkü insanın değeri, nefsini ne kadar küçülttüğü, vazifesini ne kadar yücelttiğiyle ölçülür.

Bugün ümmetin yaşadığı zilletlerin, şahsî ve toplumsal buhranların temelinde bu dengenin bozulması vardır. Nefsini merkeze alan, vazifeyi ikinci plana atan bir toplum izzetini de kaybeder. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın bizden beklediği şey bellidir:
“Benim için yaşa, Benim için yürü, Benim için konuş.”

Eğer bir mümin, “ben ne isterim?” değil, “Rabbim benden ne ister?” sorusunu merkeze alırsa, işte o zaman gerçek bir izzete erişir. Çünkü izzet, nefse değil, vazifeye tâbi olanlaradır.

Özet

“Zira nefis cümleden edna, vazife cümleden a’lâ” sözü, nefsin arzularını değil, Allah’tan gelen vazifeyi öncelemenin önemini vurgular. Peygamberlerin ve âlimlerin hayatı bu hakikatin canlı örnekleridir. Nefsini yücelten, izzeti kaybeder; vazifeyi üstün tutan ise hakiki şerefe ulaşır. Bu denge, hem bireysel kemalin hem de ümmetin dirilişinin anahtarıdır.