AKLIN, KALBİN VE RUHUN SIRLARI: İNSAN HAKİKATİNE YOLCULUK

AKLIN, KALBİN VE RUHUN SIRLARI: İNSAN HAKİKATİNE YOLCULUK

“Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”
(Tîn, 4)

İnsan, sadece et ve kemikten ibaret bir varlık değildir. O, akıl, kalp ve ruh gibi üç temel cevherle yoğrulmuş, görünenden öteye uzanan bir sırlar kitabıdır. Kur’ân ve hikmet geleneği, insanı sadece biyolojik değil, ontolojik bir muhatap olarak görür. Her bir yönüyle Rabbini tanımaya, kendini anlamaya memurdur.

  1. Aklın İnceliği: Anlamak, Tartmak ve Tanımak

Aklın vazifesi, eşyayı anlamak, varlığı tartmak ve hakikati tanımaktır. Kur’ân, aklı olmayanı “duymayan, görmeyen ve anlamayan” bir körlük içinde tarif eder:

> “Onların kalpleri vardır, ama onunla anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha şaşkındırlar.”
(A’râf, 179)

Akıl, yaratılmışları temaşa ederek Allah’ın varlık ve birliğine delil toplar. Hikmet ise aklın terbiye edilmesiyle oluşur. Ancak akıl, tek başına rehber değildir. Kalp ve ruhla birlikte çalışmadığında sapabilir, bâtılı hak zannedebilir.

> “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için deliller vardır.”
(Âl-i İmrân, 190)

  1. Kalbin Derinliği: Hissetmek, Sezmek, Sevgiyle Bilmek

Kalp, sadece duygusal bir merkez değil, aynı zamanda manevî hislerin merkezidir. Kur’ân’da “kalp mühürlenmesi” ifadesi, hakikate karşı kapanmayı temsil eder:

> “Onların kalpleri vardır ama onunla anlamazlar…”
(Bakara, 7)

Kalp, doğru çalıştığında imanın merkezi olur. Sevgiyle bilir, merhametle anlar. Allah’a yönelmiş bir kalp, nefis ile değil nur ile dolar. Kalp olmadan akıl, hesap yapar ama hikmete varamaz. Kalbin temizliği, Kur’ân’a göre kurtuluşun anahtarıdır:

> “O gün, ne mal fayda verir ne evlat; ancak Allah’a selîm bir kalp ile gelen müstesna.”
(Şuarâ, 88-89)

  1. Ruhun Sırrı: İlâhî Nefha ve Ebediyetle Bağlantı

Ruh, Allah’ın insanın varlığına üflediği sırdır.

> “Ona ruhumdan üfledim…”
(Hicr, 29)

Ruh, yaratılışın ilâhî boyutudur. İnsan beden ile dünyaya, ruh ile ahirete bağlıdır. Ruh, Allah’a olan özlemiyle yanar. Hiçbir dünya lezzeti onu tatmin edemez. Çünkü onun vatanı dünya değil, ebediyet yurdudur.

Ruh, Kur’ân’a göre Allah’ın ilminden bir sırdır:

> “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”
(İsrâ, 85)

Bu ifade, ruhun mahiyetinin insan tarafından tam anlaşılamayacağını, ama yönünün göğe dönük olduğunu bildirir. Ruh, sadece hayat veren değil, aynı zamanda ahlakî ve mânevî farkındalık sağlayan bir cevherdir.

  1. Bu Üç Cevherin Uyum İçindeki Rolü

Akıl; varlıkları tartar.

Kalp; o tartışa duyguyu ve sezgiyi ekler.

Ruh; onların ötesine geçerek Allah’a vuslatı arzular.

Bu üçlü birlikte çalıştığında insan, hem dünyayı tanır, hem nefsi terbiye eder, hem de Allah’a yaklaşır. Ancak biri eksik olduğunda, insan ya maddeye mahkûm olur, ya da duygulara esir, ya da şeytana oyuncak olur.

Tasavvufî gelenekte bu üçlü şöyle tasvir edilir:

Akıl: Rehber

Kalp: Ayna

Ruh: Kanat

Birlikte olduklarında hikmet, şefkat ve marifet doğar.

  1. Son Söz: Kendini Bilen Rabbini Bilir

İnsan, bu üç cevheri tanıdıkça ne olduğunu ve nereden geldiğini kavrar. Kendini bilen, Rabbini tanır. Aklını temizleyen doğruyu bulur. Kalbini temizleyen sevgiyi keşfeder. Ruhunu doyuran ebediyet yoluna girer.

> “Yeryüzünde gezip de kalpleri olup da onunla anlamayan, kulakları olup da işitmeyen kimseler… Onlar hayvanlar gibidir. Belki daha da sapıktırlar.”
(Furkan, 44)

Bu ayet, insandaki bu üç cevheri kullanmayanların sıradan bir varlık değil, varlık şerefini kaybetmiş bir şekil olduğunu gösterir.

ÖZET

Kur’ân’a göre insan, sadece bedenden ibaret değildir; akıl, kalp ve ruh ile donatılmış ilâhî bir emanet taşıyıcısıdır.

Akıl, doğruyu yanlıştan ayırmak için verilmiştir.

Kalp, hakikati sezmek ve iman etmek için vardır.

Ruh, insanın Allah’a açılan kapısıdır.

Bu üç cevher bir araya geldiğinde insan yeryüzünün halifesi olur. Ancak birini ihmal ederse, hem kendine hem çevresine zulmeder. Gerçek saadet, bu üçlünün uyumuyla mümkündür.

 

 




Zincirler Kırılıyor: İslam’ın Şahlanışı ve Maddî Terakkinin Manevî Dirilişe Kapı Aralayışı.

Zincirler Kırılıyor: İslam’ın Şahlanışı ve Maddî Terakkinin Manevî Dirilişe Kapı Aralayışı.

“Ve   bu   zamanda   ila-yı   kelimetullah   maddeten   terakkiye   mütevakkıftır.   Medeniyet-i   hakikiyeye   girmekle   ilâ-yı   kelimetullah edebiliriz.” Hutbe-i Şâmiye, s.32.
Maneviyatın önündeki maddi bağ kalkmakta ve Türkiye’nin dolayısıyla İslam’ın şahlanışı başlamaktadır.
Üç yüz yıllık ve özellikle yüz yıllık bağlar ve prangalar çözülmektedir.
Maniler defolmakta, İslam güneşinin önündeki kara perdeler kalkmaktadır.

*******

Bediüzzaman Said Nursî’nin yaklaşık bir asır önce dile getirdiği “İ’lâ-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır” hakikati, bugün daha berrak şekilde görünmektedir. Maddî ilerleme, teknoloji ve medeniyetin İslam’ın yüceltilmesine bir araç kılınması, geçmişte zincirlenmiş bir medeniyetin yeniden dirilişinin anahtarı olmuştur. Asırlardır üzerimize örtülmüş cehalet, sefalet ve esaret perdeleri birer birer kalkarken, bu uyanışın arkasında hem tarihi bir derinlik hem de geleceğe dair büyük bir müjde vardır.

  1. Üç Asırlık Sessizlik: Zincirlerle Uyutulan Bir Medeniyet

Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak, İslam dünyası üç asırlık bir geri çekilmenin, içe kapanmanın ve dış müdahalelerin gölgesinde yaşamıştır. Batı’nın maddî terakkisi karşısında kendi öz değerlerini sorgulayan, hatta aşağılık kompleksine kapılan bir ümmet meydana gelmişti. Medrese gerilemiş, ilim durağanlaşmış, fikir donmuştu.

Bu geri kalış yalnızca teknik değil; zihnî ve ruhî bir işgalin neticesiydi. Yabancılaşma, taklitçilik ve kimlik bunalımı İslam toplumlarını içten içe çürütmüştü. Bediüzzaman tam bu esnada seslenmişti:

> “İ’lâ-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır.”

Çünkü çağın dili artık güç, teknoloji, üretim ve bilgi idi. İslam hakikatleri elbette ebedidir, ama o hakikatlerin insanlara ulaştırılma yolları çağın şartlarına göre şekillenmelidir.

  1. Maddî Terakki: Aracın Hakk’a Hizmet Eder Hale Gelmesi

Maddî ilerleme, İslam’ın yüceltilmesinin rakibi değil, aracıdır. Bugün internet, yapay zekâ, iletişim ve ulaşım teknolojileri; Kur’ân’ın mesajının yeryüzüne daha hızlı ulaşmasına hizmet etmektedir. Eskiden bir hakikati yaymak için yıllar harcanırken, bugün bir video, bir makale milyonlara ulaşabilmektedir.

Müslümanlar bu teknolojiyi ve gelişmeyi dışlamadıkça, ona maneviyatı yükledikçe, maddi terakki, manevî bir inkılâba zemin hazırlamaktadır. Bu, Bediüzzaman’ın “medeniyet-i hakikiye” dediği şeydir. Batının zulmüne, sömürüsüne değil; adaletine, bilimine ve insanlığa hizmet eden yönüne yönelmek.

  1. Zincirler Çözülüyor: Yeni Bir Baharın Ayak Sesleri

Bugün Türkiye başta olmak üzere İslam dünyasında büyük bir zihnî uyanış yaşanmaktadır. Kimliğinden utanmayan, aksine onunla gurur duyan, geçmişle barışık, geleceğe umutla bakan bir nesil yetişiyor. Sekülerleşmenin kör kuyularından çıkan birçok gencin Kur’ân’a ve sünnete yönelmesi; asırlardır üzerimize örtülen perdeyi yırtmakta.

Özellikle son yüz yıldır süregelen yasaklar, inkârlar ve baskılar, artık tarihin çöplüğüne atılıyor. Din; sadece camide değil, sokakta, medyada, okulda ve teknolojide yerini almaya başlıyor. İslam’ın yeniden gündem olması, Batı’ya öykünmenin değil; kendi benliğini kuşanmanın bir tezahürüdür.

  1. Türkiye’nin Misyonu: Hilâlin Sesi Yeniden Yükseliyor

Bediüzzaman’ın “İslam’ın merkezi Anadolu’dur” şeklindeki vurgusu bugün daha anlamlıdır.
“Biz, imanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya Kur’ân’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.” (Bk. Emirdağ Lâhikası-I, 145. Mektup.)

Türkiye, coğrafi olarak üç kıtanın kesişiminde, tarihi olarak üç kıymetli mirasın (Selçuklu-Osmanlı-İslam) taşıyıcısıdır. Bugün Türkiye’de yaşanan manevi diriliş, İslam âlemi için bir işaret fişeği mahiyetindedir.

Bu topraklarda yeniden yükselen ezan sesi, çağdaş tekniklerle yapılan tebliğ çalışmaları, dijital vaazlar, Kur’ân uygulamaları ve manevi sohbetler; Hz. Peygamber’in çağrısını yeni bir lisanla yeryüzüne taşımaktadır.

Sonuç: Maddeden Mânevîliğe Açılan Bir Kapı

Artık maddi terakki maneviyata engel değil, onun taşıyıcısıdır. Maddî bağlar çözüldükçe ruh zincirlerinden kurtulmaktadır. Bediüzzaman’ın asır öncesinden haykırdığı hakikatler bugün ete kemiğe bürünmektedir.

Müjde yakındır. Zira güneşin doğuşunu kimse engelleyemez. Kara perdeler dağılıyor, zihinler aydınlanıyor, zincirler kırılıyor. Bu şahlanış; sadece Türkiye’nin değil, bütün bir ümmetin yeniden dirilişi olacaktır. Yeter ki biz, terakkiyi doğru anlayalım, teknolojiyi Hakk’ın hizmetine verelim, kalbimizi Kur’ân’a mühürleyelim.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “İ’lâ-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır” sözünden hareketle İslam dünyasının yeniden dirilişi ele alındı. Üç asırlık geri çekilmenin ardından, maddî gelişmelerin artık maneviyata engel değil, onun taşıyıcısı olduğu vurgulandı. Türkiye’nin İslam dünyasındaki öncü rolü, prangaların çözülüşü ve İslam güneşinin yeniden parlayışı tarihi ve güncel örneklerle işlendi. Bu şahlanışın; imanın, bilginin, teknolojinin ve iradenin birleşimiyle mümkün olacağı belirtildi.

 




Zamanları Aşan Bir Çağrı: Hz. Musa’nın Kıssalarında Saklı Hikmetler

Zamanları Aşan Bir Çağrı: Hz. Musa’nın Kıssalarında Saklı Hikmetler

Kur’ân-ı Kerim, insanlık tarihinin en çetin mücadelelerine sahne olmuş kıssalarla, hem geçmişi hatırlatır hem geleceği inşa eder. Bu kıssaların başında gelen Hz. Musa (as) ve kavmiyle olan mücadelesi, yalnızca tarihi bir hadise değil, aynı zamanda her asrın kalbine dokunan bir ders, bir ibret, bir uyarıdır. Firavun’un zulmüne karşı hakikatin sesi olan Musa Peygamber, ümmetin ahlakını, psikolojisini ve sosyal yapısını inşa eden bir mürebbi gibidir. Bu yazıda, Hz. Musa’nın kıssalarında saklı psikolojik, sosyolojik ve ahlaki mesajları ele alacağız.

  1. Psikolojik Mesajlar: Korkunun Terbiyesi ve Sabır Eğitimi

Hz. Musa’nın hayatı, korku ile cesaretin, yılgınlık ile direnişin psikolojik boyutlarını gözler önüne serer. Firavun’un sarayında büyüyen Musa, bir hata sonucu Mısır’dan kaçmak zorunda kalmış, sonra peygamberlikle görevlendirilerek tekrar oraya dönmüştür. Bu süreçte yaşadığı dahili dönüşüm, bireyin korkularını imanla aşabileceğini gösterir.

> “Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi bana kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki sözümü anlasınlar.” (Tâhâ, 25-28)

Bu dua, insanın dahili dünyasında yaşadığı kaygılarla başa çıkmasında ilahi yardımın ne kadar önemli olduğunu ifade eder. Musa (as), psikolojik zorluklara karşı sabır, dua ve tevekkül ile direnmenin örneğidir.

  1. Sosyolojik Mesajlar: Adaletin İnşası ve Toplumsal Direniş

Hz. Musa’nın Firavun düzenine karşı yürüttüğü tebliğ, sadece bireysel değil, toplumsal bir inkılâbı hedefler. Firavun’un tanrılık iddiası altında ezilen halkın özgürlük mücadelesi, zulme karşı bir halk uyanışıdır.

> “Firavun yeryüzünde büyüklük tasladı, halkını zümrelere ayırdı. Onlardan bir kesimi zayıflatıyor, erkek çocuklarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Şüphesiz o bozgunculardandı.” (Kasas, 4)

Bu ayet, adaletin sosyolojik temelini sunar: Zulmün sistemi toplumu bölerek hâkim olur, ama hakikatin sistemi toplumu birleştirerek adaleti inşa eder. Musa (as), bu parçalanmış yapıya karşı, kavmine kimlik kazandırmış ve onları kolektif bir direnişe yöneltmiştir.

  1. Ahlaki Mesajlar: Şükür, Sadakat ve İsyana Karşı İkaz

Hz. Musa’nın kıssalarında İsrailoğulları’nın tutumları üzerinden önemli ahlaki mesajlar verilir. Defalarca mucize görmelerine rağmen şükürsüzlükleri, sabırsızlıkları ve dünyevileşmeleri, insan nefsinin zaaflarını gösterir:

> “Ey kavmim! Siz buzağıyı ilah edinmekle kendinize zulmettiniz.” (Bakara, 54)

Bu olay, insanın ilahi nimetleri nasıl kolayca unutabileceğini ve nefsine mağlup olduğunda nasıl büyük hatalara düşebileceğini gösterir. Musa Peygamber’in sabrı, onları affa ve doğruya çağırması ise affediciliğin ve ilahi merhametin bir yansımasıdır.

  1. Tarihî ve Evrensel İbret: Her Çağın Firavunları ve Musaları

Firavun, yalnızca bir tarihî şahsiyet değildir; o, her çağın içinde yeniden doğan zulüm sistemlerinin sembolüdür. Hz. Musa ise her çağda ortaya çıkan direniş önderlerini temsil eder. Kur’ân bu kıssayı kıyamete kadar geçerli bir uyarı olarak sunar:

> “Gerçekten onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Yûsuf, 111)

Bu açıdan bakıldığında, Hz. Musa’nın kıssası; zalimlere karşı boyun eğmeyen, halkını uyandıran, hakikati haykıran öncülerin asırlar üstü rol modelidir.

Sonuç

Hz. Musa’nın kıssaları sadece geçmişin hatırası değil, bugünün aynasıdır. Psikolojik olarak bireyin sabrı, sosyolojik olarak toplumun direnişi, ahlaki olarak da ümmetin sadakati bu kıssalarda işlenmiştir. Her Müslüman, içindeki Firavunları tanımalı, Musa’nın izinde yürümelidir. Bu kıssa, imanın zafere, sabrın özgürlüğe, tebliğin dirilişe dönüşmesinin hikâyesidir.

Özet

Bu makalede, Kur’an’da Hz. Musa’nın kıssalarında yer alan psikolojik, sosyolojik ve ahlaki mesajlar ele alındı. Psikolojik olarak korkuya karşı iman ve sabrın önemi vurgulanırken; sosyolojik olarak Firavun düzenine karşı halkı örgütleyen bir adalet mücadelesi işlendi. Ahlaki açıdan ise şükürsüzlük, isyan ve dünyevileşmeye karşı verilen uyarılar ön plandadır. Hz. Musa’nın kıssası, her çağda zulme karşı direnen hakikatin sesi olarak kıyamete dek ibret vesilesi olmaya devam edecektir.

 




MÛSÂ: KUR’ÂN’DA BİR PEYGAMBERİN BÜTÜNLÜĞÜ

  1. MÛSÂ: KUR’ÂN’DA BİR PEYGAMBERİN BÜTÜNLÜĞÜ

“Ve seni kendi katımdan bir sevgiyle sevdim, tâ ki gözetim altında yetiştirilesin.”
(Tâhâ Sûresi, 39)

Kur’ân-ı Kerîm’in en çok adı geçen peygamberi olan Hz. Mûsâ, sadece bir kavmin kurtarıcısı değil, aynı zamanda bir önder, muallim, sabır timsali ve insan psikolojisinin en derin örneklerinden biridir. Onun kıssası, Kur’ân’ın hemen her bölümüne dağılmıştır. Bu da bize bir hakikati fısıldar: Hz. Mûsâ’nın hayatı, zamana ve mekâna değil, insanlığın hikmet yolculuğuna aittir.

Kur’ân, onun doğumundan vefatına, kavmiyle mücadelesinden Allah’la münâcâtına kadar birçok safhayı anlatır. Bu anlatım, kronolojik değil, tematik ve hikmet merkezlidir. Zira Hz. Mûsâ’nın hayatı, zamanlar üstü bir ahlâkî haritadır.

  1. Doğum ve İlâhî Koruma: Kaderin Sessiz Eli
    (Kasas 7–13, Tâhâ 39–40)

Hz. Mûsâ, bir bebek olarak dünyaya geldiğinde zulmün en karanlık dönemine doğmuştur. Firavun, erkek çocukları öldürmektedir. Annesine ilham edilir:

> “Onu suya bırak, korkma, üzülme.”
Bu sahne, tevvekkülün ve ilâhî korumanın en çarpıcı örneğidir. Bir annenin çaresizliğiyle Allah’ın kudreti birleşince, bebek nehirde değil, kaderde yürür.

  1. Medyen Yılları: Tevazu ve Hizmet Eğitimi
    (Kasas 22–28)

Firavun’un sarayında büyüyen Hz. Mûsâ, istemeden bir adam öldürünce Medyen’e sığınır. Orada bir çoban olur. Zenginlikten yokluğa, saraydan çöle… Fakat Medyen, onun nefsini eğittiği ve hizmet ahlâkını öğrendiği bir mekteptir. Hz. Şuayb’ın yanında geçirdiği bu yıllar, ileride bir ümmeti taşıyacak omuzları kuvvetlendirir.

  1. Tur Dağı ve Nübüvvet: Kelîmullah Olmak
    (Tâhâ 9–48, Kasas 29–35)

Allah, ona “Tur” dağında seslenir. Asa mucizesi, yedi beyza, Firavun’a gönderilişi…

> “Gidin Firavun’a, çünkü o azdı!”
Bu davet, sadece Firavun’a değil, zulmün her şekline karşı ebedî bir çağrıdır. Hz. Mûsâ, bir peygamber olarak önce kendi korkusunu yener, sonra kavmini karanlıktan aydınlığa taşır.

  1. Firavun’la Yüzleşme: Zalimle Konuşmanın Sabrı
    (A’râf 103–137, Şuarâ 10–66, Yunus 75–92)

Firavun’un inkârı, sihirbazlarla yüzleşme, denizin yarılması gibi sahneler, hak ile batılın çarpışmasını temsil eder. Hz. Mûsâ, zalime karşı konuşurken bile Rabbinin öğüdüne uyar:

> “Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır.”
Kur’ân burada bize öğretir ki: Hakikat, kibirle değil, sabırla ve yumuşaklıkla taşınır.

  1. Kavmiyle İmtihan: Peygamberin Yorgunluğu
    (Bakara 51–61, A’râf 138–171, Tâhâ 83–97)

Hz. Mûsâ’nın kıssasında en acı taraflardan biri, kendi kavminin nankörlüğüdür. Onlara deniz yarılır, kudret helvası iner, susuzlukta taş delinerek su fışkırır; yine de inkâr ve isyan eksik olmaz. Bu, bir önderin yalnızlığıdır. Hz. Mûsâ bazen dua eder, bazen öfkelenir, bazen sitem eder. Ama hiçbir zaman ümmetini terk etmez.

  1. Hızır ile Yolculuk: Beşer Bilgisinin Sınırı
    (Kehf 60–82)

Hz. Mûsâ, Hızır ile yaptığı üç olaylık yolculukta kendi bilgisine sınır çizer. Kur’ân bu kıssa ile der ki:

> “Sadece bildiğine dayanma; her bilginin üstünde bir bilen vardır.”
Hz. Mûsâ’nın bu kıssadaki hali, bilginin tevazu ile birleşmezse nasıl eksik kaldığını gösterir. Bu sahne, onun beşerî yönünü ve öğrenmeye açık kalbini vurgular.

  1. Kur’ân’da Hz. Mûsâ’nın Genel Yeri: İnsani ve İlâhî Arasında Bir Köprü

Hz. Mûsâ’nın ismi Kur’ân’da 136 kez geçer. Onun kıssası sadece tarihî bir olay değil, bir ahlâk ve iman atlasıdır. O, hem ilâhî kudretin bir delili, hem de insani zaafların aynasıdır. Kur’ân onu bir kez değil, birçok surede, farklı bağlamlarda anlatır. Çünkü onun hayatı, farklı hâller için örnekler sunar: Zorbalığa karşı duruş, sabır, dua, gayret, öfke, tövbe, liderlik…

SONUÇ: BİR PEYGAMBERİN AYDINLIĞINDA YÜRÜMEK

Hz. Mûsâ, Kur’ân’da sadece bir kişilik değil, bir ahlâk okuludur. O, zalime karşı bir cesaret, kavmine karşı bir şefkat, hakikate karşı bir sadakat örneğidir. Onun kıssası bize şunu öğretir: Allah yolunda yürümek, mucize aramak değil; sabır, gayret ve teslimiyetle yürümektir.

Kur’ân’da Hz. Mûsâ’nın çokça zikredilmesi, onun peygamberlik hikmetinin sadece geçmişe değil, bugüne ve geleceğe de ışık tutması içindir. Her Firavun’a karşı bir Mûsâ, her karanlığa karşı bir Tur ışığı gereklidir.

ÖZET

Hz. Mûsâ, Kur’ân-ı Kerîm’in en çok adı geçen peygamberidir. Kıssası doğumundan vefatına dek birçok surede farklı boyutlarıyla ele alınır. Allah’ın koruması altında büyür, Medyen’de hizmet eğitimi alır, Tur’da vahiy alır, Firavun’a karşı mücadele eder, kavminin nankörlüğüyle sınanır ve Hızır’la yolculuğunda beşerî sınırlılığı öğrenir. Onun kıssası, zulme karşı direniş, ilme karşı tevazu ve kulluğa dair teslimiyet dersleriyle doludur. Kur’ân’da bu kadar geniş yer bulması, onun sadece tarihî değil, evrensel bir örnek oluşundandır. Hz. Mûsâ, hem bir öğretmen, hem bir yol gösterici, hem de insanın Rabbine doğru yürüyüşünde bir rehberdir.