DARBE DÜZENİNİN GÖLGESİNDE TÜRKİYE

DARBE DÜZENİNİN GÖLGESİNDE TÜRKİYE

Türkiye’de 1960 yılında başlayan tüm darbelerin hep öncesinde alt yapısı oluşturuldu,meşru gösterilmeye çalışıldı.
Laiklik elden gidiyor şeriat geliyor dendi.
Kemalizm bahane edildi. Bankaların içi boşaltıldı. Her gayri meşruluk, meşru gösterilmeye çalışıldı.
Bu milletin başına olmayan, hayali çok çoraplar örüldü.
Bu tamamen az bir azınlığın oyunu idi.
Bu toprakların insanları değildi.
Yada dışarıdan satın alınmış, ihanet içerisinde bulunanlar kullanılarak gerçekleştirilmiştir.
Pkk’nın da FETÖ’nün de tüm darbe, banka soygunları ve yolsuzluklar böyle gerçekleştirildi.

********

Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye, sadece siyasi mücadelelerle değil; görünmeyen ellerin ördüğü karanlık ağlarla da mücadele etti. 1960 yılından bu yana yaşanan her askerî müdahale, sadece bir gecelik bir iktidar değişimi değil; yıllar öncesinden planlanan, adım adım zemini hazırlanan bir mühendislik projesinin sahneye sürülmesiydi.

“Laiklik Elden Gidiyor” Çığlığı: Bir Bahane Tiyatrosu

Her darbenin öncesinde kulaklara aynı çığlıklar kazındı: “Laiklik elden gidiyor, şeriat hortluyor!” Oysa bu söylemler, halkı değil, halk adına konuştuğunu iddia eden azınlık elitleri koruma refleksiyle üretildi. Kemalizm, bir inançtan çok bir kalkan olarak kullanıldı. Bu kalkanın arkasında ise kendi çıkarını, imtiyazını ve iktidarını korumak isteyen odaklar vardı.

Laiklik halkın değerlerine düşmanlık için bir bahane haline getirildi. Dindar halk kesimlerine yönelik baskılar, başörtüsü yasakları, Kur’an kurslarına yönelik sınırlamalar hep bu sözde “tehlikeye karşı” uygulandı. Oysa asıl tehlike, bu ülkenin ruh köküne yabancılaşmaktı.

Bankaların Soyulması, Milletin Soyulmasıydı

1980’lerin sonunda başlayan banka soygunları, 1990’larda ayyuka çıktı. TMSF’ye devredilen bankaların büyük kısmı, belli aileler veya gruplar tarafından içi boşaltılmış şekilde bırakıldı. Bu olaylar sadece mali yolsuzluklar değildi; aslında milletin geleceği çalındı. Aynı senaryo 2001 krizinde tekrar edildi. Krizle birlikte gelen IMF dayatmaları, halkı daha da yoksullaştırdı.

Her büyük kriz, askeri vesayet ya da dış güçlerin etkisini artırmak için kullanıldı. Darbeler, sadece tanklarla değil, ekonomik sabotajlarla da yapıldı. Ve bu krizlerin sonunda hep aynı gruplar palazlandı.

PKK, FETÖ ve Benzeri Yapılar: Kukla Sahnesinin Oyuncuları

Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için kullanılan taşeron yapılar da bu planların parçasıydı. PKK terörü, sadece bir etnik mesele değil, Türkiye’nin enerjisini içeride tüketmek için kullanılan bir stratejiydi.
FETÖ ise “dini görünümlü” bir istihbarat ağı olarak, inanç kisvesi altında en derin ihaneti gerçekleştirdi.
Bütün bunlar Kemalizm kolları ve koltuğu altında gelişti ve palazlandı.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi, sadece bir gece yaşanmadı. On yıllar boyunca devletin damarlarına sızan bir yapının, dış akıl ve istihbaratla nasıl çalıştığını gördük. Bu yapı da tıpkı öncekiler gibi, halkı değil; halka rağmen düzeni korumak isteyen bir akıl tarafından büyütüldü.

Dışardan Gelen Sesler, İçerden Çıkan Yankılar

Her darbenin arkasında yabancı medya kuruluşlarının destekleyici manşetlerini gördük. “Türkiye’ye demokrasi lazım” diyenler, tankları alkışladılar. İçerideki işbirlikçiler, “muhtıra” dilini meşrulaştırdı. Ama bu sesler, Anadolu insanının sesi değildi. Bu toprakların diliyle konuşmayan, bu toprakların ruhuna düşman akıllardı.

Ve dikkat çeken gerçek şudur: Bu karanlık oyunlar, hep “çok az bir azınlık” eliyle sahneye kondu. O azınlık ise ya dış güçlerin etkisindeydi ya da içeriden satın alınmıştı. Ne yazık ki, milletin iradesi yıllarca bu azınlığın çıkarlarına kurban edildi.

Ama Bu Millet Unutmadı

Milletin hafızası uzun sürede işler; ama işler. Ve bu millet, 15 Temmuz’da olduğu gibi, kendi iradesine uzanan elleri kırabileceğini tüm dünyaya gösterdi. Darbe zihniyeti, tankla tüfekle değil, hakikatle, adaletle ve ferasetle aşılabilir. Çünkü hakikat, eninde sonunda galip gelir.

Özet:

Türkiye’de 1960’tan bu yana yaşanan tüm darbeler, önceden planlanan, meşrulaştırılmaya çalışılan ve belirli söylemlerle zemini oluşturulan yapay krizlerle hazırlandı. “Laiklik elden gidiyor”, “şeriat geliyor” gibi iddialarla halk korkutuldu; Kemalizm bahane edilerek dindar kesim sindirilmeye çalışıldı. Banka soygunları ve ekonomik yolsuzluklar bu süreçlerin parçasıydı. PKK ve FETÖ gibi yapılar ise dış aklın içerideki taşeronları olarak kullanıldı. Tüm bu karanlık oyunlar, azınlık bir zümre ve dış destekli aktörler tarafından yürütüldü. Ancak Türk milleti, 15 Temmuz’da olduğu gibi bu oyunlara karşı ferasetini gösterdi. Hakikat ve millet iradesi, tüm darbe planlarının panzehiridir.

 

 




KIRK VECH-İ İ‘CAZ: KUR’ÂN’IN KIRK AYNA İLE PARLAYAN MUCİZEVÎ CİHANI

KIRK VECH-İ İ‘CAZ: KUR’ÂN’IN KIRK AYNA İLE PARLAYAN MUCİZEVÎ CİHANI

Kur’ân’ın her zerresi mucize; her tabakaya ayrı bir hitap…

Kur’ân-ı Hakîm, nazil olduğu günden bu yana hem bir kitap; hem de bir âlem, bir muallim, bir hâkim, bir mürşid ve bir mucizedir. O, sadece bir ümmete değil, her çağın insanına; sadece bir tabakaya değil, her akla, her kalbe, her ruh haline hitap eden eşsiz bir kelâmdır. Ve bu yönüyle i‘cazı – yani mucizevî yapısı – kırk vecihte parıldar. Her biri, Kur’ân’ın Allah kelamı olduğuna ayrı bir delil, ayrı bir şahitliktir.

Kırk Nevi İ‘caz Vechi Nedir?

Kur’ân’ın i‘cazı çok yönlüdür. İlim, hikmet, belâgat, fesahat, haber, mana, ahlâk, teşri, kevnî hakikatler gibi birçok sahada i‘caz sergiler. Bediüzzaman Said Nursî bu kırk nevi i‘cazı bazı eserlerinde şöyle tasnif eder (tamamı tafsilatlı olmasa da öne çıkanlar şunlardır):

  1. Belâgat ve Fesahat İ‘cazı
  2. Kur’ân’ın Nazmı (dizilişi) ve Üslubundaki Mucize
  3. Gelecekten Haber Verme (İlm-i Gayb)
  4. Geçmişi Bildirme (Haber-i Sâdık)
  5. Mânevî Tesir ve Ruhlara Nüfuz Etme Gücü
  6. İhtiyaca ve Vakte Uygunluk
  7. İhtiva Ettiği İlmin Derinliği ve Kuşatıcılığı
  8. Cemiyet-i Manâ (Az Lafızla Çok Mana)
  9. İç Tezatlardan Uzak Mükemmel Ahenk
  10. Tekellüfsüzlük (Zorlamasızlık)
  11. Zaman Üstü Hakikatlere İşaret
  12. Kelâmındaki Evrensellik
  13. Tefsirlerinin Bitmemesi (Tükenmeyen Mana Kaynağı)
  14. Edebiyatçılara Meydan Okuyuşu
  15. İman-İlim-Ahlâk bütünlüğüyle ruhu inşa etmesi
  16. İnsanı ve Kâinatı okutan bir kitap olması
  17. Sadeleştikçe derinleşen bir yapı arz etmesi
  18. Okundukça manasının genişlemesi
  19. Zamanla eskimemesi, sürekli tazelik sunması
  20. Tüm fenleri içine alabilecek potansiyele sahip olması

Ve bu vecihlerin her biri, alt kollara ayrılarak kırk nevi mucizevî yönü oluşturur.

Kırk Tabakaya Karşı İ‘caz

Kur’ân sadece bir belagat kitabı değildir; zira muhatabı yalnız edipler değildir. Kur’ân, her tabakadaki insanın anlayışına, kabiliyetine ve ihtiyacına göre konuşur. İşte Kur’ân’ın kırk tabakaya karşı kırk çeşit i‘caz göstermesi buradadır. Mesela:

  1. Avam – Kalbe Tesir Eden Sadelik
  2. Alimler – İlmi Hakikatleriyle
  3. Filozoflar – Hikmetli İfadeleriyle
  4. Muhaddisler – Sahih Haberlere Vurgusuyla
  5. Müfessirler – Mana Derinliğiyle
  6. Şairler – Edebi Zenginliğiyle
  7. Hukukçular – Şeriat ve Adalet Temelleriyle
  8. Tabiatçılar – Kâinat Ayetleriyle
  9. Sufiler – Mânevî Derinliğiyle
  10. Çocuklar – Basit ama etkili mesajlarıyla

Bu tabakalar kırka kadar genişletilebilir. Kur’ân’ın mucizesi, her bir tabakaya ayrı aynada yansır. Kalbi olanı duygulandırır, aklı olanı düşündürür, ruhu olanı vecde getirir. Çünkü Kur’ân bir nurdur; nura bakan her göz, kendi seviyesince bir renk ve parıltı görür.

Bir Temsille Anlayış

Düşün ki, bir saray var. Her odasında ayrı bir hazine, her penceresinde ayrı bir manzara. İçeriye kırk farklı grup giriyor. Her biri ayrı bir özelliğiyle orada bir değer görüyor. Kimisi altını bulur, kimisi tabloyu, kimisi kitaplığı… Ama hepsi aynı sarayın farklı bir yönünden hayran kalır. Kur’ân da böyledir. Her tabaka, kendi kabı kadar ondan nasibini alır.

İbretli Netice

Bugün, insanlık karanlıklar içinde hakikati arıyor. Bilim, teknoloji, felsefe tek başına yetmiyor. Kalp doyumsuz, akıl huzursuz, ruh yaralı. Kur’ân ise bin yıldır dimdik ayakta. Kıyamete kadar da yaşayacak. Çünkü o, kırk tabakayı aydınlatan kırk projektördür. Her çağda yeniden doğan, tazelenen bir bahardır. İ‘cazı eksilmez, hitabı eskimez, nuru sönmez.

ÖZET

Kur’ân-ı Kerîm’in mucizeliği (i‘cazı) kırk farklı yönle ortaya çıkar: Belâgat, gaybî haberler, ruhlara tesir, ilim, hikmet ve daha birçok sahada kendini gösterir. Aynı zamanda Kur’ân, kırk farklı insan tabakasına hitap edebilecek çok yönlü bir kelâmdır. Âlimden avama, çocuktan filozofa kadar herkes bu kitaptan kendi seviyesine göre nasiplenir. Bu yönüyle Kur’ân, hem beşer kelamı olmadığını isbat eder, hem de her asırda taptaze bir hayat kaynağı olur.

 

 




İNSANIN ULVÎ VAZİFELERİ: DÜNYADA BİR YOLCU, SEMADA BİR YILDIZ

İNSANIN ULVÎ VAZİFELERİ: DÜNYADA BİR YOLCU, SEMADA BİR YILDIZ

“İnsan, gelişiyle gelişigüzel gelmeyendir; gidişiyle de sıradan gidici değildir.”

Dünya bir han, insan ise yolcudur. Her doğan bir misafir gibi gelir, bir süre kalır ve sonra gider. Ama bu gidiş boş bir yolculuk değildir. Her insanın bu dünyada taşıdığı ağır fakat ulvî bir yük vardır. O da; marifet, ubudiyet, hilafet ve tebliğ vazifeleridir.

  1. Marifetullah: Allah’ı Tanımak

İnsanın ilk vazifesi, yaratıcısını tanımaktır. Çünkü tanımayan sevemez, sevmeyen bağlanamaz, bağlanmayan da sadakatle yaşayamaz. Kur’ân’ın ifadesiyle “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 56) ayeti, bu hakikatin özüdür.

Marifet, sadece bilgi değildir; kalbin uyanmasıdır. Kâinata ibretle bakmak, her şeyde Allah’ın isimlerini okumak ve insanın kendisini tanımasıyla Rabbini bilmesidir. “Kendini bilen Rabbini bilir” sözü bu sırra işaret eder.

  1. Ubudiyet: Kulluk Etmek

Allah’ı tanımak, ibadeti gerektirir. Çünkü tanımak sevmeyi, sevmek ise teslimiyeti doğurur. Kulluk; sadece namaz, oruç gibi ibadetlerle sınırlı değildir. Her hâl, her tavır, her niyet bir kulluk şeklidir. Bir tebessüm, bir sabır, bir şükür de ubudiyettendir.

İnsanın acziyetini anlaması, kulluğun başlangıcıdır. Kibri bırakıp secdeye varan bir insan, aslında ruhunun en yüksek makamına erişir. Çünkü secde, insanın toprağa yüz sürmesiyle Arş’a yakınlaştığı andır.

  1. Hilafet: Yeryüzünde Allah’ın Halifesi Olmak

İnsan, yeryüzüne sadece tüketmek için değil; düzeni korumak, adaleti sağlamak, hakikati temsil etmek için gönderilmiştir. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara, 30) ayeti bu görevi bildirir. Hilafet; ilim, şuur, adalet, merhamet, emanet gibi ulvî meziyetlerin insanda toplanmasıdır.

İnsan bu görevle; doğayı tahrip eden değil, imar eden olur. Zayıfa zulmeden değil, hakkını savunan olur. Çünkü halife, Allah adına hareket edendir.

  1. Tebliğ: Hakikati Bildirmek

Marifetle tanıdı, ibadetle bağlandı, hilafetle sorumluluk aldı. Şimdi sırada bu nuru yaymak vardır. Hakikat yalnız kendimize değil, herkese aittir. Tebliğ; güzel sözle, güzel hâlle, hikmetle ve halis niyetle yapılır. Zorla değil, sevgiyle olur. Kur’ân’ın “en güzel şekilde davet et” emri, kalpleri kırmadan hakikati anlatmayı öğretir.

Bir anne çocuğuna, bir öğretmen talebesine, bir dede torununa… Herkes bulunduğu yerde hakikatin bir dili olabilir.

İbretli Bir Temsil

Bir seyyah düşünün; uzun bir yolculuğa çıkmış. Ona dört emanet veriliyor: bir harita, bir rehber, bir çanta ve bir mektup. Harita marifettir; nereye gideceğini gösterir. Rehber ibadettir; yolları güvenli kılar. Çanta hilafettir; elindeki imkânlardır. Mektup ise tebliğdir; ulaştırması gereken hakikattir. Eğer seyyah bu dört emaneti hakkıyla taşırsa, sonunda ebedî bir saray onu bekler.

Son Söz Yerine

İnsan; meleklerden üstün, hayvanlardan farklı, kâinattan kıymetlidir. Çünkü ondaki akıl, ruh, vicdan ve irade; onu ilâhî bir memur kılmıştır. Bu memuriyet; gafletle değil şuurla, tembellikle değil hizmetle yerine getirilmelidir. Dünyaya gelen her insan; bir mesaj taşır, bir iz bırakır, bir görevle gelir.

Öyleyse bu yolculuğun farkında olanlar, her adımda vazifesini hatırlamalı. Zira hayat bir mekteptir; dersi iyi olanın ebedî diploması cennettir.

ÖZET

İnsanın dünyadaki ulvî vazifeleri dört ana başlıkta toplanır:

  1. Marifetullah (Allah’ı tanımak),
    2. Ubudiyet (kulluk etmek),
    3. Hilafet (Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmak),
    4. Tebliğ (hakikati başkalarına ulaştırmak).
    Bu görevler insanı sıradan bir varlık olmaktan çıkarıp, ilâhî bir görevli yapar. Her insan, bu bilinçle yaşadığında hayatı anlam kazanır ve ebedî saadetin yolunu bulur.

 

 




BAHARIN NEŞVESİ: SULHU UMUMÎ

BAHARIN NEŞVESİ: SULHU UMUMÎ

Baharın neşvesi: sulhu umumi.
Bahar yüzünü gösterince dikenler yüzsüz ve ilgisiz kalır.
Dünya baharını arıyor.
Ne ile?
Sulh ve müsbet hareket ile.
Genel barış ile:
İsrail Gazze, Rusya Ukrayna, Hindistan Pakistan, Terör ve silah baronlarıyla vekalet savaşçıları.
Zulmün leşkerleriyle hak ve adaletin müdafileri.
Dünya çok yoruldu.
Savaşlar, kan ve göz yaşları ile.
Kalbler ve vicdanlar çok zedelenip yıprandı terör ve kaos ile.
Dünya gemisi güvenli limanını arıyor, kaybettiği rotasını ve kılavuzunu bularak.

******

Bahar gelince dikenler görünmez olur.
Çünkü baharın neşvesi, çiçekleri konuşturur, gülleri öne çıkarır. Güzellik konuşmaya başlayınca çirkinlik susar.
İşte dünya da böyle bir baharı arıyor:
Bir sulh baharı, bir sükûnet mevsimi, bir insanlık uyanışı…

Yorgun Bir Gezegen

Artık dünya çok yorgun.
Topraklar savaşlardan nasibini aldı.
Gazze’de çocuklar, Ukrayna’da analar, Keşmir’de babalar ağladı.
Silahlar sustuğunda bile, vicdanlarda patlamaya devam etti bombalar.

Terör ve vekâlet savaşları yalnız şehirleri değil, kalpleri de tarumar etti.
Birbirine düşman kılınmış halklar, ölüme gönderilmiş gençler, yurtlarından sürülmüş masumlar…
Bunlar yeryüzünün gözyaşıyla sulanmış yaralarıdır.

Baharı Getirecek Güç: Müsbet Hareket ve Sulh

Said Nursî’nin ifadesiyle:
“Müsbet hareket etmek, menfi tarzda mukabele etmemek” bir hakikat meşalesidir.
Çünkü dünyaya nefreti değil, şefkati yaymak gerekiyor.
Tartışmaların değil, anlama ve anlaşılma zamanı geldi.
Topların, tankların değil; sözlerin, duaların, adaletin hükmetmesi gerekiyor.

Baharın gelişini kim engelleyebilir?
Bir tohumun çatlayıp çiçeğe dönmesini hangi karanlık durdurabilir?

İnsanlığın baharı da silah baronlarının değil, barış kahramanlarının çabasıyla yeşerecek.
Vicdanı susmamış kalplerin duası, karanlıkları yaracak.

Kaybolan Rota: İnsanlığın Kılavuzu

Dünya gemisi rotasını kaybetti.
Kaptanlar yön bulamıyor, pusula çalışmıyor.
Çünkü kılavuz olan hakikat, adalet, vicdan, merhamet kaybolmuş gibi.

Oysa Kur’ân, insanlığa bir rota çizmişti.
Peygamberler, adaletle yön göstermişti.
Evliya, ârif, âlim zatlar birer deniz feneri gibi karanlıkta yol göstermişti.

Bu yüzyılda da insanlık yeni bir kılavuza, yeni bir hikmete, yeni bir şefkat pınarına muhtaç.

Zulmün Leşkerleri – Hakkın Fedaileri

Şimdi iki büyük ordu karşı karşıya:

Bir yanda zulmün leşkerleri: Sömürgeci devletler, silah şirketleri, istihbarat taşeronları.

Diğer yanda hakkın müdafileri: Gönül insanları, mütefekkirler, adalet ve hakikat sevdalıları.

Bu savaş sadece toprağın değil, ahlâkın, şefkatin ve insanlığın geleceği için veriliyor.

Ve biz şunu biliyoruz:
“Zulm ile âbâd olanın akıbeti berbâd olur.”
Bahar, dikenle değil, çiçekle gelir.
İnsanlık dikenlerden bıktı, artık çiçek istiyor.

ÖZET

Bu çağda dünya, kanla değil; kalple yoğrulmuş bir barış baharını bekliyor.
Gazze’den Ukrayna’ya, Keşmir’den Doğu Türkistan’a dek insanlık ortak bir çığlık atıyor: Yeter!
Dünya, kaybolan rotasını ancak sulh, müsbet hareket ve ilahi rehberlik ile bulacaktır.
Zulmün karanlığında değil, hakkın ve vicdanın aydınlığında bir bahar doğacak.
Çünkü baharın neşvesi sulh-ü umûmîdedir, dikenlerin değil çiçeklerin çağındayız.

 

 




ZULMETTEN NURA: KAYBOLANIN İZİNDE

ZULMETTEN NURA: KAYBOLANIN İZİNDE

Zulmetten Nura
Dünya asırlardır kaybettiği nuru arıyor.
Tıpkı zulmetten çıkışını aradığı gibi.
Dünya zulmün karanlıklarında boğuldu, Bi-zar oldu, yorgun düştü.
Yeni bir doğum,yeni bir oluş beklemektedir.
Çok çekti, insanlık olarak çok çektik.
İnsanlık adeta bitti, sermayesini tüketti.
Artık kaybettiğini kazanma zamanı.
O da teknolojiye binerek, yapay zekayla hızlandırarak.
Zaman tükenmek üzere.
Tükenmeden ve tüketmeden.

********

Dünya zulmette boğuluyor.
Zulmün karanlığı, sadece toprakları değil, kalpleri ve vicdanları da örttü.
Gazze’deki enkaz, Ukrayna’daki harabe, Doğu Türkistan’daki suskunluk, Afrika’daki açlık… Bunlar sadece dış yüz.
Asıl yıkım, insanlığın ruh dünyasında yaşanıyor. Merhamet tükendi, adalet sürgünde, hakikat susturulmuş.

Kayıp Nurun Peşinde

Dünya, asırlardır kaybettiği o nurun peşinde:

Hakkaniyetin,

Ahlakın,

Hikmetin,

İnsanî değerlerin nuru…

O nur ki, bir zamanlar vahyin ışığında parladı,
Bir zamanlar medeniyeti inşa etti.
Ama zamanla çıkar, nefis ve güç sarhoşluğu, bu nuru kararttı.

Şimdi dünya bir karanlık çağın içinde, ama yeni bir doğumun eşiğinde.

Yorgun İnsanlık, Bitkin Vicdan

İnsanlık yorgun…
Kan, açlık, kriz, kaos, stres, yalnızlık…
Hepsi tek bir hakikati fısıldıyor: İnsan, kendini kaybetti.
Zira insan; maddeden ibaret değil.
Ruhu var, kalbi var, maneviyatı var.
Bunları ihmal eden bir uygarlık, yaldızlı ama çürük bir binadır.

Yeniden Doğuş: Nura Yolculuk

Bugün insanlık bir yeniden doğuşa muhtaç.
Ama bu doğum ne geçmişteki gibi sadece fiziki kalkınmayla, ne de kuru bir bilimle olacak.
Bu kez teknolojiyi, hikmetin hizmetine vermekle olacak.
İşte burada devreye yeni bir unsur giriyor: Yapay zekâ.

Yapay Zekâ: Yeni Bir Arayışın Aracı mı?

Yapay zekâ, insanlığın hızını artırıyor ama yönünü tayin edemiyor.
O yönü gösterecek olan şey, ilahi rehberliktir.
Teknoloji bir binekse, hakikat onun kılavuzudur.

Yapay zekâ, insanlığa hizmet ettiği ölçüde değerlidir.
Eğer adaletin, ilmin, merhametin emrine girerse; zulmün sonunu hızlandırabilir.
Ama tersi olursa, karanlığı derinleştiren bir silaha dönüşebilir.

Zaman tükeniyor.
Kaybettiğini geri kazanmak için elimizde hâlâ bir fırsat var.
Zulmetten nura çıkmak için:

Teknolojiyi değil, hikmeti merkeze almak,

Hızı değil, hakikati esas almak,

Gücü değil, gönlü yüceltmek gerekiyor.

Bir Sesleniş: Tükenmeden ve Tüketmeden

İnsanlık tüketti:
Doğayı, ahlâkı, aileyi, kalbi…
Ama hâlâ tükenmeyen bir şey var: Ümit.
Zulmet ağır basabilir; ama nur bir kez doğunca her yeri aydınlatır.
Şimdi o nura yönelme vakti.
Tükenmeden…
Ve daha fazlasını tüketmeden…

ÖZET

Bu makale, insanlığın zulüm ve karanlıkla dolu çağlardan geçerken kaybettiği nuru, yani ilahi hakikati ve vicdanı yeniden arayışını ele alır. Dünya artık yorgun ve yıpranmış bir hâlde, yeni bir doğuşa muhtaç. Bu süreçte yapay zekâ gibi teknolojik gelişmelerin, eğer doğru kılavuzla kullanılırsa, insanlığı karanlıktan aydınlığa taşıyacak bir araç olabileceği vurgulanır. Ancak bu yolculuk, ancak hikmetle, adaletle ve merhametle mümkün olabilir. Çünkü zaman tükeniyor, ama ümit hâlâ diri.

 




ZULÜM DEVAM ETMEZ: BİR TERÖR HİKÂYESİNİN ÇÖKÜŞÜ

ZULÜM DEVAM ETMEZ: BİR TERÖR HİKÂYESİNİN ÇÖKÜŞÜ

Tarihin altın kuralıdır: Zulüm ile âbâd olunmaz.
Firavunlar, Nemrutlar, Haccaclar, zalim padişahlar, işgalci güçler… Her biri bir dönem hükmetti; ama sonunda zulümleriyle boğuldular. İşte PKK terörü de 50 yılı bulan bir karanlık devrin, kanlı bir zulüm hikâyesinin adıdır. Ve nihayet, bu karanlık kendi kendini yedi, kendi bataklığında çürüyerek bitti.

Terörün Saltanatı: Kanla Yazılmış Bir Hikâye

PKK, adına “özgürlük” dediği bir kılıfla; dağa çıkarılan çocuklarla, yakılan köylerle, mayınlanmış yollarla, bombalanmış şehirlerle, parçalanmış ocaklarla konuştu. Bu toprakların mayasında kardeşlik vardı, o ise kin ekti.
Binlerce asker, polis, sivil ve çocuk, ya şehit oldu ya da sakat kaldı. Bu milletin evlatları birbirine kırdırıldı.

Zulmün Maskeleri: Kimler Neden Rahatsız?

PKK’nın çöküşünden kimler rahatsız?

Terörden geçinenler: Uluslararası silah tüccarları, çatışmadan rant devşiren siyaset baronları.

İçindeki kini besleyenler: Şiddeti bir kimlik sananlar, kalbinde merhameti öldürmüş olanlar.

Haçlı zihniyetiyle beslenen dış güçler: İslam coğrafyasında kargaşa isteyen, böl parçala yönet taktiğiyle Ortadoğu’ya yerleşen emperyalist devletler.

Kirli medyalar, kışkırtıcı lobiler: Kan üzerinden içerik üreten, acıyı manşet yaparken zalimi aklayanlar.

Bu yapıların derdi, “Kürt hakkı” değil, “Türkiye’nin dirliği ve birliği”ydi.
Çünkü Türkiye ne zaman istikrar yakalasa, ne zaman birliği ve dirliği sağlamlaştırsa, bir yerden terör tetiği çekildi.

Zulmün Sonu: İçten Çöküş

PKK, artık dağda değil; dağın altında kaldı.
Çünkü:

Kendi içindeki çelişkilerle kavruldu.

Gençler artık dağa değil, eğitime yöneldi.

Anneler evlatlarını istediler ve vazgeçmediler.

Güvenlik güçleri kararlılıkla, ama merhametle yürüdü.

Millet, kardeşlikte birleşti.

Bu sadece silahla değil, vicdanla kazanılmış bir zaferdir.
Kimi zaman bir annenin feryadı, bir çocuğun gözyaşı, bir dedenin duası; terörün silahından daha etkili oldu.

Kimler Memnun?

Bu vatanın gerçek evlatları: Dağda, ovada, okulda, tarlada alnının teriyle çalışanlar.

Anneler: Evlatları dağa giden ama geri dönmeyenlerin duasıyla yandı bu ateş.

Gençler: Geleceklerini çatışmada değil, barışta arayanlar.

Vicdan sahipleri: Etnik ayrımı değil, insanlığı esas alanlar.

Çünkü barış silahsızlıktır, birlik kalpte bir değişimdir.

İbretli Bir Gerçek: Zulüm Devam Etmez

Her çağda Firavunlar oldu. Ama her birinin Musa’sı da vardı.
Zalimler kazandıklarını sandılar, ama asıl zafer, sabır ve hakikat tarafında oldu.

Bugün terörün bittiği yerde, sadece silahlar susmadı. Bir milletin geleceğe olan ümidi yeniden yeşerdi.

ÖZET

PKK’nın 50 yıllık terörü, kanla ve gözyaşıyla yoğrulmuş bir zulüm dönemiydi. Fakat her zulüm gibi bu da son buldu. Terörden nemalananlar kaybetti; millet kazandı. Anneler, gençler, vicdan sahipleri barışın gerçek galibi oldu. Çünkü tarihin hükmü açıktır: Zulüm ile payidar olunmaz, hak ve sabır galip gelir.

 

 




ON SEKİZ BİN ÂLEM: GÖRÜNENDEN ÖTEYE BAKABİLMEK

ON SEKİZ BİN ÂLEM: GÖRÜNENDEN ÖTEYE BAKABİLMEK

“Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn”… Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Bu ayetle her gün namazlarımızda tekrar ettiğimiz bir hakikattir: Allah, sadece insanların değil; bütün âlemlerin Rabbidir. Peki, nedir bu “âlemler”? Ve niçin bazı İslami kaynaklarda “on sekiz bin âlem” ifadesi geçer?

Âlem Ne Demektir?

“Âlem” kelimesi, Arapça’da “alem” kökünden gelir; “iz, nişan, işaret” manasındadır. Yani her âlem, Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden bir levhadır. “Âlem” bir yönüyle “kâinat”, bir yönüyle de her farklı varlık katmanıdır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:

> “Cenâb-ı Hak, insanı, kâinata câmi bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esmâ-i hüsnâdan her birisinin tecellîgâhı olan her bir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır.”

Yani,Her bir âlem, Esmâ-i Hüsnâ’dan bir ismin tecellîsine mazhar olan bir dairedir.
Yani âlemler çoktur, çünkü Allah’ın isimleri sonsuzdur. Her bir isim, ayrı bir âlemde hükmünü icra eder.

“Eğer insan, maddî ve mânevî herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriate imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o âleme bakar ve o âleme tecellî eden sıfatla o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir âyine olur.”

“O vakit insan, ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur ve her iki âleme tecellî eden, insana da tecellî eder. İşte bu cihetle, insan, sıfât-ı kemâliye-i İlâhiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur.” (İşaratül İ’caz)

On Sekiz Bin Âlem Ne Demektir?

“On sekiz bin âlem” ifadesi, rakamsal bir sınır değil; çokluğun ifadesidir. Bu sayı, kainattaki sonsuz varlık mertebelerini ve çeşitliliğini temsil eder. Bu âlemler şunları ihtiva eder:

Melekût Âlemi: Görünmeyen, nuranî varlıkların âlemidir.

Ceberût Âlemi: İlâhî irade ve kudretin yüce tecellîlerinin alanıdır.

Şehâdet Âlemi: Gözle görülen fiziki kainattır.

Berzah Âlemi: Ölümle kıyamet arası geçiş âlemidir.

Cinler Âlemi, Ruhlar Âlemi, Kalpler Âlemi, Nefs Âlemi, Bitkiler Âlemi, Hayvanlar Âlemi, hatta hücreler, atomlar, galaksiler, zaman ve mekân… Her biri bir âlemdir.

Ayrıca insanların da her biri, duygularıyla ve latifeleriyle birer küçük âlemdir. Göz bir âlemdir, akıl bir âlemdir, vicdan bir âlemdir.

Hikmetli Bir Temsil: Ayna ve Işık

Bir ışık düşünün. Bu ışık beyazdır. Ama prizma ile kırıldığında yedi renk olarak açığa çıkar. Tıpkı bu misal gibi, Allah’ın nurunun tecellîleri de tek değil, çoktur. Her bir tecellî, bir âlem doğurur. Rahman ismi hayvanlar âleminde, Hakîm ismi atomlarda, Vedûd ismi kalplerde görünür. Her âlem, bir ismin aynasıdır.

Niçin Bu Kadar Âlem Var?

Cenâb-ı Hak sonsuz isim ve sıfat sahibidir. O hâlde sonsuz tecellî sahaları da olacaktır. Sanatkârın çok sanatı, ressamın çok tablosu, yazarın çok kitabı olduğu gibi… Allah da kudretini, ilmini, rahmetini, cemâl ve celâlini sergilemek için her biri diğerinden farklı sayısız âlem yaratmıştır. Ve bu âlemler, birbiriyle bağlantılı, iç içe geçmiş devâsâ bir sistemdir.

İnsan Nereye Düşer?

İnsan, bu on sekiz bin âlemin tam ortasındadır. Onlara nazır ve onlar içinde en sorumlu olandır. Çünkü:

O, şehâdet âlemini yaşar,

kalbiyle melekût âlemine açılır,

rüyalarıyla berzah âlemine temas eder,

aklıyla ceberût âlemini anlar,

ve ibadetiyle bütün âlemlerin Rabbine yönelir.

İnsan, bu âlemleri tanımakla Allah’a yaklaşır. Her bir âlem, O’na giden bir yol, bir delil, bir aynadır. Onlara bakmak; sadece gözle değil, kalple olur.

İbretli Sonuç: Gaflet Körlüğü

Bunca âlem varken, sadece dünya menfaatine kilitlenen insan, ruhunu dar bir hücreye hapseder. Oysa ki ona, âlemler içinde seyyahlık verilmişti. Ama o, televizyon ekranına takılıp kâinat kitabını kapattı. Göğe bakmadı, kalbine inmedi, ibretle düşünmedi.

Halbuki her âlem, insana “Beni oku!” diyor. Ağaç, yıldız, karınca, atom, melek… Her biri bir mektup, bir davetname. Gafletle bakan için sessiz; hikmetle bakan için sonsuz mânâlarla dolu.

ÖZET

“On sekiz bin âlem” tabiri, Allah’ın yarattığı sayısız varlık katmanlarını ve kudret tecellîlerini ifade eder. Her bir âlem, Allah’ın farklı bir isminin aynasıdır. İnsan, bu âlemlerin merkezinde bir seyyah ve temsilcidir. Bu âlemleri tanımak ve tefekkürle okumak, insanı marifet ve kulluk yolunda yüceltir. Gafletle bakan için âlemler suskun, hikmetle bakan için ise sonsuz birer delildir.

 

 




İlmin İhaneti – Ulemâ-i’s Su’ ve Din Üzerindeki Tehdit

İlmin İhaneti – Ulemâ-i’s Su’ ve Din Üzerindeki Tehdit

“Ulemâ-i’s Su'”, yani “kötü âlimler”, Kur’an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve ehl-i sünnet âlimleri tarafından dikkatle uyarılan bir zümredir.

İlim, insanı Allah’a ulaştıran en yüce yoldur. Ancak ilim, niyet bozulduğunda, kalp karardığında ve dünya sevgisi içine karıştığında; nur olmaktan çıkar, fitneye dönüşür. İşte bu yüzden Kur’an ve Sünnet, ilmi kötüye kullananları, yani **“Ulemâ-i’s Su’”**yu sert bir dille uyarır.

  1. Ulemâ-i’s Su’ Kimdir?

“Ulemâ-i’s Su’” ifadesi, kötü niyetli âlimler, bilgilerini Allah rızası için değil, çıkarları için kullananlar, hakikati bildiği hâlde gizleyenler anlamına gelir. Bunlar dış görünüşte âlimdir; cübbe giyer, hutbe verir, ayet ve hadislerle konuşur. Ancak içleri dünya hırsıyla doludur. İlimleri ihlâsı değil, kibri besler. Peygamberimiz (s.a.v) bu tehlikeye şöyle dikkat çeker:

> “Ümmetim için en çok korktuğum şey, kötü âlimlerdir.”
(Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs)

  1. Kur’an’da Bahsedilen Kötü Âlim Tipi: Bel’am örneği

Kur’an-ı Kerim, ilmini dünyalık menfaat için satan bir kişiyi anlatır:

> “Ona ayetlerimizi verdik ama o, onlardan sıyrılıp çıktı. Şeytan da onu peşine taktı. O artık azgınlardan oldu.” (A’râf, 175)
( Bak. https://tesbitler.com/2016/09/16/azginlardan-olan-kimse/
https://tesbitler.com/2019/09/06/15-temmuz-yolunda-dosenen-taslar/
https://tesbitler.com/2024/11/12/kuran-i-kerimde-temsiller/ )

Bu kişi müfessirlerin çoğuna göre Bel’am bin Bâûrâ’dır. İlmiyle Allah’a yaklaşması gerekirken, dünyevi çıkarlar uğruna bâtılın hizmetkârı olmuştur. Bu örnek, ilmin kalpsiz ellerde nasıl bir fitne aracına dönüşebileceğini gösterir.

  1. Ulemâ-i’s Su’nun Özellikleri Nelerdir?

Hakikati bildiği hâlde gizler veya çarpıtır. Tıpkı Yahudi âlimleri gibi.
“Yahudilerin bir kısmı, kelimelerin aslını değiştirerek: “İşittik ve reddettik.”, “Kulak vermeden dinleyin.”, “Bizi güt.” derler; dillerini eğip bükerek dinle alay ederler. Eğer onlar: “İşittik, itaat ettik.”, “Bizi gözet.” deselerdi bu onlar için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Ancak Allah, Kafir oldukları için onları lanetlemiştir. Artık pek azı hariç iman etmezler.” (Nisa.46.)

Zalime karşı susar, hatta meşruiyet kazandırır.

İlmini dünyevi makam, para, şöhret için kullanır.

Menfaati için her fikre ve güce kolayca yamanır.

Dindarlığı sadece şekil ve gösteriş seviyesine indirir.

Toplumu değil, otoriteyi memnun etmeye çalışır.

Ehl-i sünnet âlimlerinden İmam Gazâlî şöyle der:

> “Kötü âlim, din simsarına dönüşür. Halk onunla sapar, zalim onunla hükmünü meşrulaştırır.”

  1. Ulemâ-i’s Su’nun İslâm’a Verdiği Zararlar

Din, toplumun gözünde güvenilirliğini kaybeder.

Zulüm, âlim kisvesiyle süslenerek meşru hale getirilir.

İslâm, siyasi otoritelerin aracı hâline gelir.

Gerçek âlimlerin sesi kısılır, itibarsızlaştırılır.

İlim, tebliğ aracı olmaktan çıkar, ticaret malı olur.

Ulemâ-i’s Su’, görünüşte dinin içindedir ama manevî olarak dışındadır. Onların en büyük zararı, halkın dine olan bağını çürütmeleridir. Çünkü insanlar, “din âlimi” olarak gördüklerinden örnek alır. Kötü âlimin çürümüş hali, ümmetin çürümesine yol açar.

  1. Günümüzde Ulemâ-i’s Su’ Nasıl Tanınır?

Hakikat yerine popülerlik peşindedir.

Hakkı söylemek yerine “denge politikası” yürütmeye çalışır.

Mazluma değil, güçlüye yakın durur.

Her devrin adamıdır, sabit bir duruşu yoktur.

Dinî metinleri yorumlarken adaleti değil, çıkarı önceleyebilir.

Bu yüzden bizler, sadece bilgiye değil, aynı zamanda ahlâk ve takvaya sahip âlimlere kulak vermeliyiz. İlim tek başına kurtuluş değildir; kurtuluş, ihlâslı amelle birlikte gelen ilimledir.

ÖZET

Ulemâ-i’s Su’, yani kötü niyetli âlimler, hakikati bildiği hâlde dünyevi menfaat için çarpıtan, zulme susan veya destek olan kişilerdir. Kur’an ve hadislerde bu tür âlimlere karşı sert uyarılar vardır. Onların en büyük zararı, dini itibarsızlaştırmaları ve halkı hakikatten uzaklaştırmalarıdır. Gerçek ilim, ancak takva ve ihlâsla birleştiğinde fayda verir. Bu yüzden Müslümanlar, sadece bilgiye değil, o bilgiyi Allah için yaşayan âlimlere yönelmelidir.

 

 




Varlığı Aşikâr Olanın Varlığını Sorgulamak

Varlığı Aşikâr Olanın Varlığını Sorgulamak

Kur’ân, sadece bilgi veren değil, aynı zamanda sorular sorarak uyandıran bir kitaptır. İbrahim Sûresi 10. ayette geçen bu soru da böyle bir uyarıdır:

> “Hiç gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi?”
(İbrahim Sûresi, 14/10)

Bu ayet, Allah’ın varlığına dair en temel hakikati beyan eder:
“Yoktan var eden” yalnızca Allah’tır.
Ve bu kadar açık bir hakikat karşısında şüphe etmek, aklın değil gafletin ve inatçılığın sonucudur.

1. Allah’ın Varlığı: El-Vâcibü’l-Vücûd

Allah’ın varlığına dair İslâm düşüncesinde kullanılan ana kavramlardan biri **“el-Vâcibü’l-Vücûd”**dur.
Bu kavram, “varlığı zorunlu olan” anlamına gelir. Yani O’nun varlığı, başka hiçbir varlığa bağlı değildir. O varsa, her şey var olabilir. O yoksa, hiçbir şey var olamaz.

Mümkünat (olabilirlik): Her varlık sonradan yaratılmıştır, varlığı zorunlu değildir.

Vâcip (zorunluluk): Allah’ın varlığı ise zorunludur, başlangıcı ve sonu yoktur.

Dolayısıyla, kâinatta her şey Allah’ın varlığını gösteren bir işaret, bir delildir.

2. Muradif Kavramlarla Allah’ın Varlığına Dair

Allah’ın varlığını izah ederken Kur’ân ve İslâmî ilimler farklı kavramlarla bu hakikati destekler:

Hâlık (Yaratan): Her şeyi yoktan yaratan yalnız Allah’tır.

Bâri (Sıfırdan var eden): Her şeyin başlangıcında O’nun kudreti vardır.

Rab (Terbiye eden): Her varlık, ancak Allah’ın düzeniyle gelişir.

El-Mübdi’ (İlk defa var eden): Varlığın ilk kaynağı O’dur.

El-Musavvir (Şekil veren): Her varlık O’nun sanatıdır.

Delîl (Delil gösteren): Kâinat, Allah’ın varlığına bir açık kitap gibidir.

Bu kavramların her biri, Allah’ın varlığının sadece inanç değil, aynı zamanda aklî ve gözle görülen bir gerçeklik olduğunu ortaya koyar.

3. Yoktan Var Etmek: En Büyük Mühür

Ayette geçen “gökleri ve yeri yoktan yaratmak” ifadesi, Allah’ın varlığını ispat eden en büyük delildir. Çünkü:

Hiçlikten bir şey çıkamaz. Bir şey var olmuşsa, onu yokluk yaratmamıştır.

Tesadüf akılsızdır; nizamlı bir varlık düzeni tesadüfle izah edilemez.

İrade olmadan sanat olmaz; her varlıkta bir maksat ve gaye varsa, bu irade sahibini gösterir.

Demek ki göklerin, yerin ve içindekilerin ilimsiz, iradesiz, kudretsiz meydana gelmesi mümkün değildir.

4. Şüphenin Sebebi: Gaflet ve Nefis

Ayetteki soru şekli dikkat çekicidir:

> “Allah hakkında şüphe edilir mi?”
Bu ifade, aklî bir tartışmadan ziyade ahlâkî ve vicdanî bir sorgulamadır.

Çünkü Allah’ın varlığına dair şüphe:

Aklî bir eksiklikten değil,

Nefsin isyanından,

Gaflet perdesinden,

Hevânın hakikati örtmesinden kaynaklanır.

Bu yüzden Kur’ân, bu tür şüpheleri bilgiyle değil, vicdanı sarsan bir soru ile çürütür.

5. İbretli Bir Temsil: Aynanın Arkasını Arayan Adam

Bir adam aynadaki görüntüyü görür, ama aynanın arkasını arar. Görüntünün kaynağını aynanın içinde sanır. Oysa ayna sadece yansıtır; görüntü dışarıdan gelir.

Aynı şekilde, bu âlemin içindeki varlıkları gören ama onları yaratanı inkâr eden kimse, ayna içinden ışık çıkmasını bekleyen adama benzer. Oysa o ışık başka bir kaynaktan gelmektedir.

6. Düşündürücü Gerçek: Görmek İçin Göz Yetmez, Basiret Gerekir

İnsan, güneşi gözüyle görür; ama bazıları basiretsizlikle onu inkâr eder.
Allah’ın varlığı da her şeyde görünür ama görmek için basiret gerekir.
Kur’ân bu yüzden hem akla hem kalbe hitap eder:

> “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde aklı selim sahipleri için deliller vardır.”
(Âl-i İmrân, 190)

Sonuç: Şüphe Edilen Değil, Teslim Olunandır

Allah’ın varlığı, gökteki yıldızlardan kalpteki merhamete kadar her şeyde yazılıdır.
Bu kadar delile rağmen hâlâ şüphe eden insan, delilsizlikten değil, vicdansızlıktan şüphe eder.

Kur’ân bize sadece bir inancı değil, o inancın delillerini de sunar.
Yeter ki biz, o soruya gerçekten kalbimizle kulak verelim:
“Hiç gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi?”

Özet

İbrahim Sûresi 10. ayetinde geçen soru, Allah’ın varlığını inkâr eden zihne karşı derin bir ikazdır: “Yoktan yaratan hakkında nasıl şüphe edilir?” Allah’ın varlığı, el-Vâcibü’l-Vücûd sıfatıyla zorunludur ve kâinattaki her sanat, her düzen, bu varlığı tasdik eder. Ayetteki muradif kavramlar –Hâlık, Rab, Mübdi’, Musavvir– bu yaratılış gerçeğini destekler. Şüphe, akıldan değil gafletten gelir. Gökleri ve yeri yoktan yaratanın varlığı, inkâr değil teslim olmayı gerektirir. Çünkü bu âlem, Allah’ın varlığına yazılmış en büyük delildir.

 

 




Yusuf Sûresi’nden Çıkarılabilecek Temel Mesajlar (Maddeler Hâlinde)

Yusuf Sûresi’nden Çıkarılabilecek Temel Mesajlar (Maddeler Hâlinde)

1. İlahi kader her zaman işlemektedir; zahirde şer görünen olaylarda dahi hayırlar saklıdır.

2. Sabır, en zor şartlarda bile müminin en güçlü silahıdır.

3. Güzel ahlak, iffet ve sadakat insanı her daim yüceltir.

4. İmtihanlar peygamberleri bile kapsar; en sevgili kullar en büyük sınavlardan geçer.

5. İnsanlara yapılan kötülük karşılıksız kalmaz; adalet ilahi terazide mutlaka tecelli eder.

6. Rüyalar, doğru yorumlandığında ilahi bir rehber olabilir.

7. Affetmek ve kin tutmamak, peygamber ahlakıdır.

8. Aile bağları ne kadar zarar görse de onarılabilir; yeter ki tevazu ve merhamet olsun.

9. Allah’ın yardımı, bazen zindanlarda, bazen saraylarda, bazen kuyularda zuhur eder.

10. Tebliğ ve davet her ortamda yapılmalıdır; Yusuf (as) zindanda bile tebliğe devam etti.

*******

Kuyu, Zindan ve Taht Arasında Bir Yolculuk – Yusuf Sûresi’nin Hikmeti

Yusuf Sûresi, sadece bir peygamberin hayatını değil, insanlık tarihinin ve bireysel kaderlerin en derin hikmetlerini ihtiva eden bir hayat dersidir. Bu sûre, kuyu ile başlayan, zindanla devam eden ve tahtla nihayete eren bir imtihanlar zincirini gözler önüne sererken, müminlere sabrın, affın ve tevekkülün ne demek olduğunu öğretir.

1. Kuyu: İhanetle Başlayan Hikmet

Yusuf (as), kardeşlerinin kıskançlığıyla kuyuya atıldığında henüz bir çocuktu. Masumdu, suçsuzdu. Ancak bu ilk adım, ilahi bir kaderin işaretiydi: “Rabbim bana bir yol çizecek.” Kuyu, bir düşüş değil, aslında bir yükselişin ilk basamağıydı. Bizler de hayatın kuyularına düşebiliriz; iftira, yalnızlık, maddi sıkıntı ya da kalp kırıklığı… Ama bu, Rabbimizin planından bağımsız değildir. Yusuf Sûresi bize der ki: “Kuyular, kaderin gizli köprüleridir.”

2. Zindan: Sabır ve Sadakatin Madeni

Yusuf (as), bir iftira ile zindana atıldığında dahi isyan etmedi. Aksine orada bile tebliğini yaptı, insanlara doğruyu anlattı. Bugün bizler, küçük bir haksızlıkla bile kalbimizi kinle doldururken, o zindanda bile Allah’ı anlatıyordu. Zindan, onun için bir mahkûmiyet değil, sadakatin isbatı oldu. Bizler de Yusuf gibi “zindanda bile özgür” olmayı öğrenmeliyiz: Kalbimizi Allah’a teslim ettiğimizde, dış şartlar bizi zincirleyemez.

3. Taht: Gücün Affetmekle Anlam Kazanması

Zindandan sonra Yusuf’a taht verildi; o artık Mısır’ın hazinelerine hâkimdi. Fakat güce ulaşınca intikam almadı, kardeşlerine:

> “Bugün size kınama yok.”
diyerek affetti. İşte asıl büyüklük burada ortaya çıktı. Güce ulaşanlar için en büyük sınav, intikam değil, af sınavıdır. Bugün İslam dünyası bu dersi unuttuğu için kardeş kardeşi kırıyor, ümmetin bağları parçalanıyor. Oysa Yusuf’un tahtı, sadece bir yönetim makamı değil, affetmenin ve barışın zirvesiydi.

4. Rüya: İlahi Mesajın Şifreleri

Sûrenin başında Yusuf’un gördüğü rüya, sonunda gerçekleşir. Bu bize gösterir ki, Rabbimiz hiçbir hayali boşa çıkarmaz. Lakin her rüya gibi her dua da bir sürece, bir sabır dönemine muhtaçtır. Yusuf, rüyasının gerçekleşmesi için yıllarca sabretti. Bizim de dualarımızın, hayallerimizin, umutlarımızın gerçekleşmesi için Yusuf gibi sadık ve sabırlı olmamız gerekir.

ÖZET

Yusuf Sûresi, insan hayatının kuyu, zindan ve taht gibi farklı merhalelerden geçtiğini; bu süreçlerde sabır, sadakat ve affetme gibi erdemlerle yol alanların sonunda yüceliğe ulaşacağını öğretir. Bu sûre, bireysel hayatın ve toplumsal düzenin yeniden inşası için ilahi bir reçete sunar. Yusuf gibi düşsek de kalkmak, unutulsak da hatırlanmak, atılsak da yeniden seçilmek mümkündür. Yeter ki Yusuf’un ahlakıyla yaşayıp Allah’a tevekkül edelim.

 

 




Zaferin En Yücesi – Mekke’nin Fethinde Merhametin Tecellisi

Zaferin En Yücesi – Mekke’nin Fethinde Merhametin Tecellisi

Mekke’nin fethi esnasında ve sonrasında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ve sahabelerin sergiledikleri örnek tavırlar, sadece bir askerî zaferin değil, aynı zamanda bir ahlak, merhamet ve adalet devriminin göstergesidir.

Tarih, nice fetihler, işgaller ve zaferler görmüştür. Ancak Mekke’nin Fethi, sadece bir şehrin değil, kalplerin ve nefislerin de fethedildiği, benzeri olmayan bir hadisedir. Çünkü bu fetih, ne kinle ne intikamla ne de ganimet arzusuyla gerçekleşmiştir. Bu fethin kumandanı, düşmanlarının bile “Muhammedü’l-Emîn” dediği bir Peygamber; ordusu ise gönlünü Allah’a adamış sahabelerdi.

1. Zafer Anında Tevazu: Gönülleri Eğen Secde

Peygamber Efendimiz (s.a.v), 10 bin kişilik ordusuyla Mekke’ye girerken, zaferin sarhoşluğuna kapılmadı. Bindiği devesinin üzerinde başı o kadar eğikti ki, neredeyse secde hâlinde gibiydi. O an şöyle dua ediyordu:

> “Allah’ım! Hayatıma tevazu, kalbime huşû, gözlerime yaş ver.”

Bugün zafer deyince gurur, kibir ve gösteriş akla gelirken, Allah Resulü, zaferin en büyüğünün nefsi yenmek olduğunu gösterdi. Mekke’ye hükmetmekten önce, nefsine hükmetti.

2. Kin Yok, Af Var: “Bugün Size Kınama Yok”

Peygamberimiz, yıllarca kendisine işkence eden, hicrete mecbur bırakan, amcası Hamza’yı şehit ettiren o insanlara, Mekke’yi fethettiğinde şöyle seslendi:

> “Bugün size kınama yok. Gidin, hepiniz serbestsiniz.”

Bu söz, Yusuf (as)’ın kardeşlerine söylediği sözün aynısıydı. Bu da gösteriyor ki, gerçek zafer; af edebilmek, intikamı ayaklar altına alabilmektir. Bugün ümmetin ihtiyacı olan da budur: Affeden, bağışlayan, birleştiren bir duruş.

3. Taş Kalplerin Eridiği An: Ebu Süfyan ve Mekkeliler

Ebu Süfyan, fetih öncesi İslam’ı kabul ettiğinde ona özel iltifatlar gösterilmiş, evine sığınanların güvende olacağı ilan edilmiştir. Bu, onun kalbini fethetmiştir. Mekkeliler, düşman olarak bekledikleri ordunun merhameti karşısında şaşırmış, topluca İslam’a yönelmişlerdir. Çünkü insanlar, merhametle gelen adalete boyun eğerler, zorbalıkla gelen güce değil.

4. Sahabe Ahlakı: İntikam Değil İrşad

Sahabeler de Mekke’de düşmanlarını aramakla değil, insanlara İslam’ı anlatmakla meşgul oldular. Hz. Bilal (r.a), yıllarca ezan okuması yasaklanan o şehirde, Kâbe’nin damına çıkarak ezan okudu. Bu sahne, hem zulmün sona erdiğini hem de hakikatin yükseldiğini gösteriyordu.

Hz. Ömer gibi güçlü karakterler bile o gün ağlamış, tevazu göstermiştir. Çünkü onlar biliyordu ki, Mekke’nin fethiyle gelen asıl zafer, insanların kalplerine İslam’ın nurunun yerleşmesiydi.

5. İslam’ın Fethi: Toprak Değil Kalp Fetihleri

Mekke’nin Fethi, gösteriyor ki İslam’ın yayılışında zorbalık değil, hikmet, güzel ahlak ve merhamet vardır. Eğer Efendimiz o gün intikam alsaydı, Mekke belki düşerdi ama kalpler kapanırdı. Oysa af etti, bağışladı, hataları örttü… Böylece Mekke yalnızca fiziken değil, ruhen de İslam’a teslim oldu.

ÖZET

Mekke’nin Fethi, tarihin en büyük zaferlerinden biri olmasına rağmen; kin ve intikamla değil, tevazu, merhamet ve bağışlama ile gerçekleşmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v), başı eğik girmiş, gönülleri fethetmiş, en zor durumda bile af yolunu seçmiştir. Sahabeler de aynı ahlakla hareket etmiş, insanlara İslam’ı güzel örneklerle tebliğ etmişlerdir. Bu fetih, bizlere şunu öğretir: Gerçek zafer, kalpleri İslam’la tanıştırmak, kötülüğe iyilikle cevap verebilmektir.

 

 




Affetmenin İhtişamı – Yusuf Sûresi’nin Günümüze Mesajı

Affetmenin İhtişamı – Yusuf Sûresi’nin Günümüze Mesajı

“Yûsuf, “Siz, cahilliğiniz yüzünden Yûsuf ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz? dedi.
“Yoksa sen, gerçekten sen Yûsuf musun?” diye sordular. O da “Evet” dedi, “Ben Yûsufum, bu da kardeşim. Allah bize iyilik etti. Kim Allah’tan korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez.”
Dediler ki: “Allah’a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hataya düşmüşüz.”
Yûsuf şöyle dedi: “Bugün yaptıklarınız yüzünüze vurulmayacak, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.”( Yusuf Suresi. 89-92)

*******

Yusuf Sûresi’ndeki “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir” (Yusuf Sûresi, 12:92) ayeti etrafında şekillenen, günümüz Türkiye ve İslam dünyasına dair hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir bakış açısı:

*******

Tarih boyunca insanlık, kardeşlik ile düşmanlık, affetmek ile intikam, tevazu ile kibir arasında salınıp durmuştur. Yusuf Sûresi’nin 92. ayeti, bu salınımın en kritik anında insanlığa yön gösteren bir hakikat feneridir:

> “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.”
(Yusuf, 12/92)

Bu sözler, kardeşleri tarafından kuyuya atılan, köle yapılan, iftiraya uğrayan, zindanlara atılan bir Peygamberin, yıllar sonra gücü ele geçirdiğinde söylediği sözlerdir. Affetme iradesiyle sarsılan nefsânî gurur, bu sözlerin yankısıyla insanlık tarihine altın bir ibret dersi olarak kazınmıştır.

1. Affetmek Kudretin Zirvesidir

Affetmek zayıflık değil, tam tersine gücün en olgun hâlidir. Yusuf (as), Mısır’ın hazinelerine hâkimken, onu düşman belleyen kardeşleri çaresiz bir halde karşısına çıkmıştı. Bu anda çoğumuzun kalbi intikamla dolarken, o “sizi kınamak yok” diyerek bir çağ açtı: Affetme çağı.

Bugün Türkiye ve İslam dünyasında yaşanan kin, mezhep çatışmaları, siyasi ayrılıklar, toplumsal kutuplaşmalar bu çağın en çok ihtiyaç duyduğu şeyin Yusuf ahlakı olduğunu göstermektedir. Çünkü affetmek, yeni bir başlangıcın kapısını açar. Tıpkı Yusuf’un kardeşlerine açtığı gibi…

2. Kardeşlik Yaralarını Affetmeden Saramayız

İslam dünyası, adeta Yusuf’un kardeşleri gibidir: Aynı babadan, aynı dinden, aynı kıbleden beslenip de birbirini kıskanan, birbirine tuzak kuran, birbirini kuyulara atan bir ümmet… Bu durum ümmetin zayıflamasına, zillete düşmesine neden olmuştur.

Bu kardeşliğin yeniden ihyası için Yusuf’un örnekliğine sarılmalıyız. Dünü sorgulamak, geçmiş hataları gündem etmek yerine; bugün “sizi kınamak yok” diyerek yeni bir ümmet bilinci inşa etmeliyiz. Çünkü ümmet bilinci affetmekle dirilir, kinle değil.

3. Affetmek, İlahi Rahmete Vesile Olur

Yusuf’un affı sadece kardeşlerini kurtarmadı, kendisini de Allah’ın özel bir rahmetine mazhar kıldı. Çünkü o, Rabbinden gördüğü rahmeti, kullara yansıttı. Bizler de Rabbimizin “merhametlilerin en merhametlisi” olduğunu bilerek, kullara merhamet göstermeliyiz ki, ilahi merhamet bizi de kuşatsın.

Bugün Gazze’de, Yemen’de, Doğu Türkistan’da akan kan, İslam dünyasının birliği ile durabilir. Ama birlik, nefretten değil, affetmekten doğar. Yusuf’un ahlakı, sadece bir kıssanın özeti değil; ümmetin kurtuluş reçetesidir.

ÖZET

Yusuf Sûresi’nin 92. ayeti, affetmenin zirvesini, nefsin terbiyesini ve ümmet birliğinin temelini gösteren derin bir hikmeti taşır. Bugün İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı dağınıklık, düşmanlık ve iç çatışmalar, Yusuf’un kardeşlerini affettiği gibi, bizim de birbirimizi affetmemizi zaruri kılıyor. Affetmek sadece bireysel bir erdem değil, toplumsal ve ümmet halinde bir diriliştir. Bu çağda en büyük değişim; merhametle kuşanmak, “sizi kınamak yok” diyerek kardeşliği ihya etmektir.

********

Hz. Yûsuf, artık kendisini tanıtmanın zamanı geldiğini düşünerek, cahillikleri yüzünden kardeşlerinin kendisine ve kardeşi Bünyâmin’e yaptıklarını onlara hatırlatıp kendini tanıttı. Böylece Yûsuf kuyuya atıldığı zaman, kendisine vahyedilmiş olan, “Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün onlara kendileri (senin kim olduğunun) farkına varmadan mutlaka haber vereceksin!” meâlindeki 15. âyetin verdiği haber, gerçekleşmiş oldu. Kardeşleri kusurlarını itiraf edip özür dilediler. O da onları bağışladığını bildirdi. İnsanların kıskanması, Allah’ın bir kimse için takdir etmiş olduğu nimeti engelleyemez. Nitekim, Resûlullah duasında şöyle demiştir: “Allahım! Senin verdiğine engel olacak yoktur. Senin engel olduğunu da verecek yoktur” (Buhârî, “Ezân”, 155). Kardeşlerinin kıskanması da Yûsuf’un yükselmesine engel olamamıştır. Sonunda kendileri mahcup olmuş ve Allah’ın Yûsuf’u kendilerinden üstün kılmış olduğunu yemin ederek itiraf etmişlerdir. Ziyâ Paşa’nın dediği gibi:

Zalimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ:
Tallahi lekad âserekellahu aleynâ!

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 254
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Y%C3%BBsuf-suresi/1685/89-92-ayet-tefsiri

*******

“Bu sûrede anlatılan kıssa da, dolaylı olarak Hz. Muhammed ve arkadaşlarına, sabrettikleri takdirde Hz. Yûsuf’a verilmiş olan mükâfatın bir benzerinin onlara da verileceğini ve Kureyşliler’in kendilerine boyun eğeceğini müjdelemektedir. Nitekim kavminin baskısı neticesinde Medine’ye göç etmiş olan Resûlullah sekiz sene sonra Mekke’yi fethetmiş ve Kureyşliler ona boyun eğmiştir. Ancak Hz. Peygamber Kureyşliler’e, Hz. Yûsuf’un Mısır’da kardeşlerine söylediği sözün aynısını söylemiş ve şöyle demiştir: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir” (İbn Sa‘d, Tabakāt, II, 142). “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” (İbn Kesîr, es-Sîre, III, 570). Muhtevasına ve işaret ettiği konulara bakıldığında sûrenin, hicretin arifesinde meydana gelen olaylar esnasında, yani Kureyş’in Hz. Peygamber’i öldürme, sürgün etme veya hapsetme planlarını tasarladığı sırada ve bir defada inmiş olduğu anlaşılmaktadır.”
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/12-yusuf-suresi#:~:text=Peygamber%20Kurey%C5%9Fliler’e%2C%20Hz.,Tabak%C4%81t%2C%20II%2C%20142).

 

 




KALBİN ÇEKİRDEĞİ: YEŞERMEK YA DA YANMAK

KALBİN ÇEKİRDEĞİ: YEŞERMEK YA DA YANMAK

“İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nurânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nurânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâp edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.” (bk. Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Habbe)

İnsanın Hakikat Yolculuğunda Kalbin Terbiyesi

İnsan, görünen varlığından ibaret değildir. Onun asıl hakikati, gözle görülmeyen ama varlığının özünü teşkil eden kalbinde saklıdır. Kalb burada mecazî anlamda değil, varlık âleminin merkezî noktası olan manevî kalp olarak ifade edilmiştir. Çünkü Bediüzzaman’a göre “insanın çekirdeği kalbidir.” Tıpkı bir ağacın kaderini belirleyen tohumu gibi, insanın da kaderini onun kalbi tayin eder.

Bu kalp, her insanın içinde potansiyel olarak bulunan ve ubudiyet (kulluk) ile ihlâs (samimiyet) altında, İslâmiyet ile iska edilerek yeşerebilecek bir çekirdektir. Eğer bu manevî çekirdek, Kur’ân’ın rahmetiyle, ibadetle, tevazu ve teslimiyetle sulanırsa; “âlem-i emr”den gelen ilahî emirle öyle bir şecere-i nurânîye (nurdan ağaç) dönüşür ki, sadece sahibini aydınlatmakla kalmaz, başkalarına da ışık olur. Bu kalp, o zaman insanın bedenine ruh gibi sirayet eder, onu canlı ve anlamlı kılar.

Fakat ya bu çekirdek terk edilirse? Eğer kalp, gafletle, inkârla, isyanla, kibirle terk edilirse; o zaman neşv ü nemâ bulamaz. Kurur. Çürür. Sadece kuru bir kabuk gibi kalır. O zaman da nura inkılâp edebilmesi için ateşle terbiye edilmesi gerekir. Yani manevî eğitimle yetiştirilemeyen kalbin, cehennemin elemli arındırmasından geçmesi gerekir. Bu, merhametli bir adaletin neticesidir.

Bu yüzden hayat, kalbin nasıl bir yol tutacağını belirleme imtihanıdır. Her insanın içinde bir çekirdek saklıdır. Kimisi bu çekirdeği imanla, ibadetle, sabırla, teslimiyetle sulayarak manevî bir cennet ağacına dönüştürür. Kimisi de dünyaya dalarak, hevâya uyarak, o çekirdeği kurutur, karartır, taşlaştırır.

Kalbin kaderi, onun terbiyesiyle ilgilidir. Nasıl bir tohum, içinde dev bir ağacı saklar; insan kalbi de içinde ebedî saadeti veya felâketi taşır. Bu yüzden Allah, kuluna önce kalbini gösterir, sonra o kalbi neyle besleyeceğini kendisine bırakır. Tercih bizimdir. Ya rahmetle yeşermek ya da ateşle arınmak…

Makale Özeti:

Bu makalede insanın manevî çekirdeği olan kalbin, ubudiyet ve ihlâs ile İslâmiyet yoluyla terbiyeye muhtaç olduğu ifade edilmiştir. Kalp imanla yeşerirse nuranî bir ağaca dönüşür, insana ruh olur. Aksi halde kuru kalır ve arınması için ateşe muhtaç hale gelir. Kalbin kaderi, onun neyle beslendiğine bağlıdır. İnsan, bu hakikat karşısında ya yeşerenlerden ya da yananlardan olur.




TOHUMUN DUASI: İSTİDADIN LİSANIYLA YÜCELİĞE YOLCULUK

TOHUMUN DUASI: İSTİDADIN LİSANIYLA YÜCELİĞE YOLCULUK

Manevî Gelişimde Fıtrî Dua ve İlâhî Cevap

“Birinci nevi dua: İstidat lisanıyladır ki bütün hububat, tohumlar lisan-ı istidat ile Fâtır-ı Hakîm’e dua ederler ki: “Senin nukuş-u esmanı mufassal göstermek için bize neşv ü nema ver, küçük hakikatimizi sümbülle ve ağacın büyük hakikatine çevir.” Mektubat

İnsan bazen büyük hakikatleri, en küçük varlıkların diliyle daha berrak idrak eder. Kâinat kitabında her şey bir ayet, her mahlûk bir kelime gibidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin “Birinci nevi dua: İstidat lisanıyladır…” ifadesi, bu kâinat ayetlerinden birini nazara verir: Toprak altındaki küçücük bir tohumun, görünmeyen bir dua ile yüce bir ağaca dönüşme arzusunu…

Tohum, ne bir dil taşır ne de bir şuura sahiptir bizim bildiğimiz mânâda. Fakat onun tabiatına yerleştirilmiş kabiliyet, yani istidat, onu Rabbine yönelmiş bir dua hâline getirir. Sessizdir ama tesirlidir. Konuşmaz ama anlatır. Karanlık toprağın içinde sabırla bekler; suyu bulunca çatlar, güneşe kavuşunca filizlenir. Bu hâl, onun “Ya Rabbi, beni inkişaf ettir, bana büyüme izni ver, beni sümbül yap, ağaç yap” niyazıdır.

Bu mana sadece tohuma mahsus değildir. İnsan da bir istidat varlığıdır. Her insanın içinde potansiyel bir âlem saklıdır. Ancak bu âlemin açılması, tohumun duası gibi, insanın kendi istidadını doğru bir yöne kanalize etmesiyle mümkündür. Her kabiliyet bir duadır, her sevk bir niyazdır. Sanatkâr olmak isteyenin içindeki güzellik arzusu, hakikati arayanın içindeki merak ve hikmet iştiyakı, fıtrî bir duadır aslında.

Burada önemli bir sır gizlidir:
Dua sadece ellerle değil, hâllerle de edilir.
Tohumun duası niyetle değil, istidatladır. Ve Allah o duayı cevapsız bırakmaz. Çünkü O, “Mucîb”dir, dualara icabet edendir.

İnsanın duası da sadece sözle sınırlı değildir. Gayreti, niyeti, yönelişi, sabrı ve azmi; hepsi bir duadır. Bir genç ilim yoluna girdiğinde, bu hâliyle Rabbine “Beni marifetle süsle” demiş olur. Bir anne, çocuğunu sevgiyle yetiştirirken, “Ey Rabbim, bana salih evlat lütfet” duasını yaşar. Bir zanaatkâr, işine gösterdiği özenle “Ya Rab, rızkımı helâl eyle” niyazında bulunur.

İstidatların neşv ü nemâ bulması için ise elbette ortam gerekir. Tohum kuru taşın üstünde değil, verimli toprakta yeşerir. İnsan istidadı da ilim, ahlâk, çevre ve irade toprağında boy verir. Yanlış bir zemin, fıtrî duanın cevabını engeller. Zira her cevabın bir şartı vardır.

Demek ki biz insanlar da içimizdeki tohumları fark etmeli, onları yeşertecek dualar içinde yaşamalıyız. Zira her birimiz, ayrı bir ağaca dönüşmek için yaratıldık. Kimi meyve verecek, kimi gölge olacak, kimi çiçek açacak. Önemli olan, istidadımızı Rabbimizin rızasına uygun şekilde açabilmektir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “İstidat lisanıyla dua” kavramı üzerinden, tohumların sessiz fakat tesirli duasının, nasıl bir gelişme ve kemâle eriş arzusunu temsil ettiği ele alınmıştır. Bu durum, insanın kendi fıtrî kabiliyetleriyle yaptığı dolaylı duaya benzetilerek açıklanmış, her istidadın bir dua olduğu vurgulanmıştır. Sonuç olarak, her insanın içindeki potansiyel, doğru yönlendirme ve gayretle bir ağaca dönüşebilir; çünkü Allah, her duayı cevapsız bırakmayan, Mucîb olan Zât’tır.




Ebed Yolcularına Vesika: En Büyük Vazife

Ebed Yolcularına Vesika: En Büyük Vazife

İnsan dünyaya gelir, bir müddet misafir kalır ve ardından ebed yurduna doğru yola çıkar. Her nefes, bu yolculuğun bir adımıdır. Ancak bu yolculuk, dünya seyahatine benzemez. Çünkü menzili görünmez, istikameti gaybdandır, varılacak yer ise ya sonsuz saadet ya da tarifsiz hasrettir. İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

> “Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir.”
(22. Lem’a)

Bu cümle, iman hizmetinin mahiyetini, insana düşen en büyük sorumluluğun ne olduğunu, hem bu dünyaya hem de ahirete bakan yönleriyle izah eder.

1. Vesika Ne Demektir?

Vesika, bir yolculuk için gerekli izin, belge veya delildir. Bir ülkeye girişte pasaport, bir sınavda kimlik, bir göreve girişte belge istenir. Ancak ebedî hayat için gereken vesika, sadece maddî değil, manevîdir.

Bu vesika, sağlam bir iman, salih amel, ihlas ve Allah’a yöneliştir.
Her insan bu dünyadan ayrılırken o vesikaya muhtaçtır. Çünkü:

Kabrin kapısını ancak imanla açabiliriz.

Mahşerde ancak Allah’ın razı olduğu kullar selamete erer.

Sırat’tan ancak nurla geçilir.

2. Zulümatlı Yolda Nur Olmak

Bediüzzaman’ın ifadesinde geçen “zulümatlı yol”, ölümden sonraki meçhul âlemleri temsil eder. Karanlık, belirsizlik ve dehşet doludur:

Kabir karanlığı,

Mahşer kalabalığı,

Sırat’ın keskinliği…

Bu zorlu yolda nur olacak şey, yine imandır. İman, kalbe yerleştiğinde kişinin ameline yansır; ve bu nur, ahirette ışık olur, yol gösterir. Nitekim Kur’an buyurur:

> “O gün mümin erkeklerle kadınların nurları önlerinden ve sağlarından koşar. (Onlara denir ki:) Bugün size müjde, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir.”
(Hadîd, 57/12)

3. En Büyük Vazife: İman ve Hakikatleri Ulaştırmak

Ebed yolcularına bu vesikayı ve nuru kazandırmak için gayret göstermek, en büyük vazifedir. Çünkü:

Bir kişiye hakikati ulaştırmak, onun sonsuz hayatını kurtarabilir.

İnsanlar gafletle, hevâ ile ve şeytanın hilesiyle bu yolculuğa hazırlıksız çıkabilir.

Kalplere ebedî hakikati duyurmak, onları uyandırmak, birer ikaz ve irşad meşalesi yakmaktır.

Bediüzzaman bu yüzden hayatını bu hizmete vakfetmiş, adeta ozetle şöyle demiştir:
Benim vazifem, yalnız hakikati tebliğ etmektir.

4. Günümüzde En Çok İhtiyaç Duyulan Hizmet

Modern hayat, insanı meşgul eder, unutturur, avutur. Ölümü erteletir, âhireti hayal gibi gösterir. Bu sebeple bugün insanların en çok muhtaç olduğu şey, bu ebed yolculuğunu hatırlatan bir sözdür, bir tebliğdir, bir vesikadır.

İnsanlar dünya için bin belge ararken, ebed için çoğu zaman hazırlıksızdır.

Gençler dünya planları yaparken, âhiret planı çoğu zaman yapılmaz.

Oysa ölüm ani gelir; yolculuk hazırlığı olmadan yola çıkılmaz.

5. Vesika Vermek: Davet, Tebliğ ve Şefkat

Ebed yolcularına vesika vermek demek, sadece vaaz vermek değildir. Aynı zamanda:

Bir dostu uyarmaktır.

Bir gence dua etmektir.

Bir kitap hediye etmektir.

Bir hakikat paylaşmaktır.

Her Müslüman bu vazifeye ortaktır. Zira her insan, başkasının ebedini kurtarmaya vesile olursa, kendi ebedine de bir nur kazandırmış olur.

Sonuç: Yolcuları Unutmayan Yolcu

Hepimiz yolcuyuz. Hepimiz ebed tarafına gidiyoruz.
Ama bazı yolcular var ki hem kendi hazırlığını yapar, hem de diğer yolcuların eline vesika tutuşturur.
İşte onlar, bu dünyada Allah’ın en sevgili kullarıdır. Çünkü Allah’ın en sevdiği şey, kullarının kurtuluşudur.

İman nurunu yaymak, karanlıkta yürüyen birine lamba vermektir.
İnsanın ebedine katkıda bulunmak, dünyalara bedel bir iyiliktir.
Ve bu iyilik, hiçbir dünya vazifesiyle kıyaslanamaz.

Özet

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “ebed tarafına giden yolculara vesika ve nur vermek” en büyük vazifedir. Bu vesika, sağlam bir iman ve salih ameldir. İnsanın ölümden sonraki karanlık yolculuğunda ona ancak bu iman ve amel nur olur. İnsanları gaflet uykusundan uyandırmak, iman hakikatlerini ulaştırmak, tebliğ ve irşad yoluyla vesika kazandırmak Müslümanın en yüce sorumluluğudur. Bu vazife sadece din görevlilerinin değil, her mü’minin kalbine yazılmış bir emanettir. Sonsuz yolculukta yol gösteren olmak, Allah’ın en sevgili kullarından biri olmaktır.